6 Ekim 2020 Salı

Modern Gençlik Yada “N” Kuşağı


“Gençlik çok güzel bir şeydir, ama gençlerin elinde hebâ oluyor” der Oscar Wilde.

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Başlıktaki “N” kuşağından kasıt “nefs kuşağı”dır. Artık X, Y ve Z kuşakları bitti. Daha doğrusu modern sistem onları çözüp dağıttı. Artık “N” kuşağı var. Bu “N” kuşağının bâriz özelliği, nefislerinin alabildiğine kışkırtılmış olmasıdır.

 

2. Dünyâ Savaşı’ndan önce insanlık, târih boyunca bir kuşak farkı ya hiç yaşamamıştır yada ufak farklılıklar sorun teşkil edecek şekilde bir kuşak farklılığı ve çatışmasına sebep olmamıştır. Kuşak farklılığı modern bir ayırımdır. Aslında doğal ve normal durumda kuşaklar arasında fark olmaz ve yeni kuşaklar tanrılaştırılıp ilah gibi görülmez. Zâten normâl durumda yeni kuşaklar değil, eski kuşaklar, tecrübelerinden dolayı daha değerlidir. Kuşakları ayırmada kapitâlist bir yön de vardır. İnsanları istedikleri gibi, daha doğrusu ürettiklerini tüketmeye göre ayırıyorlar ve o şekilde yetiştiriyorlar ki pazar payları büyüsün. Her-şey doğal olduğunda bir kuşak farklılığı ve çatışması doğmayacağı için tüm kuşaklar aynı yada benzer olur.

 

Kuşak ayrımı ve çatışması, şeytanın ve tâğutların bir projesi ve gençler üzerinde oynadığı oyunlar olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışma tâğutların, hem modern üretimleri gençlere uygun yaptıklarından dolayı hem de insanı bireyleştirmek için ortaya attıkları şeytânî bir düşüncenin sonucudur. Çünkü kuşaklar arasında fark ve çatışma olunca bireycilik, bireycilik olunca da tüketim artacak, bu artış da üretimi elinde tutanlara yarayacaktır. Kuşaklar arasında farklılığın ve çatışmanın bu derece artması, gençleri denetimsiz bırakacağından dolayı bireyci yapacaktır. Plân budur. Kuşakları ayırmak, kuşakların bir üst kuşak tarafından denetlenmesini iptâl etmek anlamında gelir.

 

Genelde X, Y ve Z diye ayrılan kuşak farkı, doğum târihlerine göre belirleniyor. Fakat bu târihler, değerlendirmeleri yapanlara göre farklı olabiliyor. Kuşaklar arasındaki fark, modern araçlara yatkınlık ve düşüncelerin farklılığına göre de belirleniyor.

 

1924 ile 1945 arasında doğanlar “sessiz gelenekçi nesil” olarak adlandırılıyor. Bu nesil disiplinli, sâdık, değer bilir, teknoloji aracılığı ile değil, doğrudan yüz-yüze iletişim kuran nesildir.

 

1946 ile 1964 yılları arasında yaşanan “bebek patlaması” (Baby Boomers) kuşağı olarak adlandırılan bir kuşaktan bahsedilir ki, taahhütçü, kendine yeten ve rekâbetçi olarak bilinirler. Bu ilk iki kuşak, diğerlerinden “moderniteye kapılmamak” bakımından ayrılırlar.

 

X Kuşağı, 1965 ve 1980 yılları arasında doğan ve sokak kültürüyle büyüyen nesildir. Bu nesil hem dijitâl hem de dijital olmayan dünyâyı tanıyor. Bu neslin özellikleri; mantıklı ve becerikli olmaları ve problem çözme yeteneklerinin gelişmiş olmasıdır.

 

Y Kuşağı neslinin başladığı târihe dâir net bir fikir bulunmuyor ancak 1980 ile 1995 yılında doğanlar Y nesli olarak adlandırılıyor. Bu nesil genellikle medyada “tembel” olarak tanımlanıyor. Bu nesil, aslında dijital neslin ilk temsilcileridir. Teknolojiye âşinâ olan bu nesil tıpkı Z kuşağı gibi sosyâl medya trendlerine hâkim. Bu neslin en büyük özelliği ise; kendilerine güvenmeleri. Teknoloji meraklısı, hırslı ve değişim odaklı olan bu nesil, aynı-zamanda oldukça sorgulayıcı.

 

Z kuşağının da hangi yıl doğanlarla başladığı konusunda pek çok fikir var. 1995, 1997 hattâ 2000 yılında başladığı bile söyleniyor. Ancak genel olarak 1995-2012 yılları arasında doğanlar Z kuşağı olarak adlandırılıyor. Bu nesillerde doğanlar hiç-bir zaman teknolojisiz bir hayâtı görmedi, bilgisayar ve cep telefonu olmayan bir dünyâ tanımadılar. Bu neslin çocukları teknolojiyi hayatlarına çok kolay bir şekilde entegre etti. Teknoloji onların yaşamının ayrılmaz bir parçası, yaşam tarzları. Z nesli özellikle son zamanlarda yeni fikirlere kapalı olan, gençlerin ideâllerine, yeni duyarlılıklara karşı çıkan yaşlıları eleştirmek için “ok boomer” ifâdesini kullanıyor. Boomer, İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında, 20 yıllık periyotta yaşanan “doğum patlaması”nda hayâta gelen kuşağı tanımlamak için kullanılıyor. “Ok boomer” ifâdesi Z kuşağı ile birlikte, Baby Boomers kuşağından sonra gelen X kuşağını da hedef alan alaycı bir ifâde. Z kuşağının terbiyesizliğini gösteren bir ifâde. Basit bir kuşak çatışmasından kaynaklanmıyor. Bu ifâde, ekonomik ve sosyâl değişimler nedeniyle kendi bireysel gelecekleri konusunda kaygılı olan Z kuşağının, kötü gidişâtın sebebi olarak eski nesilleri suçlamasının slogana dönüşmüş biçimidir. Z kuşağının özelliklerinden bâzıları ise şunlar; Hırslı, kendine güvenen, istediği şeyi elde etmeyi bilen.

 

Ve Alfa Gen Kuşağı 2013 ile 2025 yılları arasında doğanlar olacak. “Bu kuşağın ne türlü bir kuşak olacağı belli değil” deniyor fakat Dünyâ kökten bir değişime uğramayacaksa eğer, bu kuşağın “lânet bir nesil” olacağını rahatça söyleyebiliriz.

 

Aslında böyle kuşak farkları gerçek değildir ve birileri tarafından şeytânî düşünceler ve amaçlar nedeniyle ortaya çıkarılmıştır. Bu farklılaşmada toplumsal çatışmalar çıkarmak en önce göze çarpan sonuçtur. İlerideki kuşağın nasıl olacağının plânını çoktan yapmış oldukları için, ileride nasıl kuşaklar ortaya çıkacağını şimdiden bilmektedirler. Aslında tümü de moderniteye ve dolayısı ile nefse uymak bakımından ortak noktada buluşmalarına rağmen, aralarında farklar olduğu söylenmektedir. Oysa hepsi de nefisleri kışkırtılmışlardan oluşur. X, Y ve Z kuşaklarında görülen ortak nokta, zamanla olumsuz davranışların ve terbiyesizliğin arttığıdır. Bunların birbirleri arasındaki fark, nefsin şiddet farkıdır. Çünkü bunların aslında hepsi de “N kuşağı”dır. Yâni nefsinin iti-köpeği olmuş olan, görüntüye, güce ve paraya tapan bir nesildir bunlar.

 

“Modern” deyince, modernitenin tüm aşamalarından yâni modern, post-modern, ultra-modern ve nihâyet post-truth denilen moderniteyi kastediyoruz. Modern, “yeni mod” demektir. Allah’ı, âhireti, vahyi ve Peygamber’i hesâba katmamak yada onları kâlplere, vicdanlara ve zihinlere gömmenin adıdır bu.

 

X, Y ve sonuçta Z kuşakları, sanki tez, antitez ve sentez gibi algılanıyor ve en son kuşağın en ideâl nesil olduğu algısı oluşturuluyor. Böylelikle eski kuşaklar ıskartaya çıkarılmak isteniyor. İyi de, bu kuşaklar hem eski kuşaklar sâyesinde aç karınlarını doyuruyor, hem de aslında “kuşak ayrımını projesini ve fitnesini ortaya atanlar da yine o beğenmedikleri eski kuşakların şeytanlarıdır. Ahmak gençler bunun farkında değil yada bunu görmezden geliyorlar. Tabi hayat onlara gerçeği çok acı bir şekilde gösteriyor kısa bir zaman sonra. Şeytanın son darbesi olan modernite, oyununu gençler üzerinden sürdürmek istiyor. Çünkü genç demek, “nefsin en kışkırtılmış seviyede tezâhür etmesi” demektir.

 

“Modern gençlikten umûd etmek” düşüncesi ne kadar da zavallıdır. N kuşağı olan gençlikten bir medet ummak, boş hayâle kapılmaktan başka bir şey değildir.  

 

Nefsini kuşanmış olan N kuşağı, o kuşakla boğulmaktadırlar. Zîrâ İslâm ile terbiye edilmeyen nefisler şeytanın ve tâğutların elinde ve yönlendirmesindedir. Akıllarını, zihinlerini ve de kâlplerini vahiy ile inşâ edip de Peygamber örnekliğine göre davranmayanlar, zihinlerini şeytana, nefse ve tâğutlara terk etmek zorunda kalır ki N kuşağı işte bunun timsâlidir.

 

İslâm’ın “genç” târifi Mus’ab bin Umeyr’dir. Mekke’nin en yakışıklısı ve en zenginlerinden biri olan Mus’ab, Allah’ın âyetlerini duyunca ve de görünce her-şeyden vazgeçerek kendini İslâm’a adamıştır. Peygamberimiz zamânında Medîne’ye dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17 yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme 20 yaşındayken İslâm ordusunun başkomutanıydı. Yine Fâtih, İstanbul’u 21 yaşında çok gençken fethetmişti. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas bile yapılacak bir orantı yoktur. Bir örnek verdiğimiz gençlere, bir de şimdiki kendini beğenmiş Z kuşağına bakar mısınız!. Açlıktan nefesi kokmasına ve ana-babasına bağlı olmasına rağmen kendini bir “şey” zannetmektedir.  

 

Yeni nesil genç Z kuşağı yâni N kuşağı, “ânı yaşa” sözünü fazla ciddiye aldı. Zîrâ hiç-bir şeyin önünü-arkasını düşünmüyor.

 

N kuşağı, Dünyâ’nın-hayâtın dertleri karşısında sıkıştıklarında hemen intihara teşebbüs eder, intihar eder yada en azından intihar etmekten bahsetmeye başlar.

 

X, Y ve Z tüm kuşaklar için ama özellikle de Z kuşağı için önemli olan tek şey, hazzı, sıkıntısızlığı ve sorumsuzluğu kesintisiz sürdürebilmektir. O yüzden hiç-bir şeyi umursamazlar. Sözde çatışmadan ve gerilimden hoşlanmaması bu hazların kesilmemesi ve sorumluluk almak istememeleri nedeniyledir. Yoksa konuşarak, uzlaşmayla çözebilecekleri bir şey yoktur. Zîrâ bunun için yeterli donanıma ve tecrübeye sâhip değillerdir. Çatışmacı olmamaları, eleştirilecek şeyleri kendileri de yaptıkları ve bu nedenle de eleştiri almak istememeleri nedeniyledir. LGBT ve Deizm oranlarına bakılırsa Z diye adlandırılan ama aslında N kuşağı olanların çatışmayı ve kavgayı sevmemeleri bu sebepledir. Çünkü çatışma ve kavga, kafa-beden ve sapıklık konforlarını bozmaktadır. Ali Barskanmay Z Kuşağı hakkında şunları söyler:

 

“Üst akıl; sosyâl medya, ekran, dijitâl oyunlar ile bir kuşak oluşturdu. Küresel akıl dediğimiz bu üst-akıl, oluşturduğu kuşağın algı dünyâsını kontrôl altına alıp yönlendirme hakkını kendinde görüyor. Farklı seslere, fikirlere, kültürlere tahammülü yok. Aksi sesleri linç ile sonuçlandırıyor. Üst-aklın markalaştırdığı alfabenin son harfinden oluşan ve zurnanın da zırt dediği yerden çıkan ‘z kuşağı’. Şık giyindirilip ekranlara çıkartılan ve ezberleri dışında insana dâir iki kelime bir-araya getirmeyen insanlarca markaları bilimsel(!) verilerle onaylanıyor ‘z kuşağı’nın.

 

Sosyâl medya bağımlısı ve sosyâl medyada yazılanlar doğrultusunda doğru-yanlış değerlendirmesi olmayan bir kuşak. Sosyâl medya üzerinden sömürülmeye müsâit. Kitap okumaya karşı sabırları ve zamanları(!) yok. Okunanlar da yine sosyâl medya üzerinden belirleniyor. Düşünmeye karşı sabırları sınırlı. Evet-hayır, kabûl-red dışında önerileri fabrika üretimi serî cevaplar. Okul, hayatlarında not alıp sınıf geçmekten ibâret. Karşı tarafı dinleme sabırları on beş dakîkayı geçmez. Her-şeyi bilirler, bilmedikleri şeyleri de arama motorlarından ânında öğrenirler. Yemek yerken ekranları açıktır. Öğrendikleri önemli şeyler hep vardır onlar için ekranda. Kırmızı çizgilerini küresel akıl belirliyor. Din, ahlâk, doğruluk, saygı, sevgi küresel aklın belirlediği kadardır. Her-şeyi eleştirme hakkını kendinde özgürlük adına buluyorlar. Küresel aklın istediği kadar özgürdürler. Küresel kötülüğün istediği kadar başkalarının hakkına, inançlarına, kültürlerine, değerlerine saygılıdırlar. Küresel akıl tarafından yapılan tanımlamaların dışına çıkmazlar. Bu tanımı kendilerine kimlik edinirler. Kendilerine söylenenlerin gölgesinde kalarak aksi bir kimlik oluşturma yetileri âdetâ ellerinden alınmış. Kendinden yola çıkarak kendi seçim ve eylemlerini kaybetmişler”.

 

“N” kuşağının; ne yediklerinden haberleri var, ne içtiklerinden, ne giydiklerinden ne de söylediklerinden. Birileri kendilerine neyi veriyorsa ve dayatıyorsa onu kullanıyorlar. Oturup da âileleriyle doğru-düzgün yemek yemedikleri, çay-kahve içmedikleri gibi, giydikleri sözde elbiseler de, tasarımını şeytanın yapmış olduğu paçavralardır. Genç erkekler, kadınların bile giymesinin uygun olmadığı tayt şeklindeki daracık pantolonları ve vücutlarını sımsıkı sıkan tişörtleri giyiyorlar ve üstelik iyi giyindiklerini zannediyorlar. Böyle ahmakça giyinmeyi nasıl oluyor da kabûl edebiliyorlar?. Nasıl oluyor da bu kadar kolay iknâ olabiliyorlar?. Kanımca “N” kuşağının akılları ve zihinleri çeşitli şeylerle blôke olmuştur ve yaptıkları absürdlükleri görememektedirler. Sâdece “tadı güzel ve ucuz olduğu için” yediklerine-içtiklerine dikkat etmedikleri gibi, şirâzesini kaybetmiş kızlar beğeniyor diye “erkekçe olmayan” paçavraları moda diye giyebiliyorlar. Oysa yüksek paralar ödeyerek aldıkları o paçavraları, kısa zaman öncesine kadar, kimsenin yan-yana bile yürümeyeceği mâlûm kişiler giyiyordu. Bu nasıl kişiliksiz ve yakışıksız bir giyinme(!)dir, bu paçavraları giymek nasıl kabûl edilmektedir?. Anlamak mümkün değil.   

 

N kuşağını N’nin ifâde ettiği nefsin tatmininden başkası heyecanlandırmamaktadır. Bir boşvermişlik, çok biliyorum havası, nihilizm, boşverme vs. N kuşağını esir almıştır. Aslında birer asalak olmalarına yâni ana-balarına göbeklerinden bağlı olmalarına rağmen “Dünyâ’yı ben yarattım” havasındadırlar. Ceplerine konan harçlığı ve interneti kestiğiniz anda dımdızlak şap gibi ortada kalırlar ve hiç-bir işe yaramayan zombilere dönerler.

 

N kuşağı her alanda kendilerinin referans alınmasını ve kendilerine göre bir dünyâ kurulmasını istiyor, tabi bu bağlamda belli bir yaşlın üstündekileri, kıyıya-kenara çekilmesi gereken dinozorlar olarak görüyorlar. Böyle yapmakla tecrübeyi, öğüdü, tavsiyeyi ve uyarıyı inkâr etmiş olurlar.

 

Bir şeye sâhip olmamak ve sınırlandırılmak N kuşağının cehennemidir. Onları çileden çıkarır. Bu bağlamda internetin bir nebze yavaşlamasına bile katlanamazlar. N kuşağı bireycidir. Topluma katılmaz ve karışmaz. Bu nedenle toplumun sorunlarıyla ilgilenmezler. N kuşağı hiç-bir şeyle tatmin olmaz ve doymak bilmez. Çünkü her-şeyin kendisi için olduğuna, şeytan, modern-seküler ideolojiler, düşünceler ve eğitim ile inandırılmışlardır.

 

N kuşağı tüm zamanlarda olmuştur ama modernite ile birlikte sonra da post-modernite ile birlikte nefse tapınma başlamıştır. Bu tapınma N kuşağının alâmeti fârikasıdır.

 

Din ve İslâm konusunda da yozlaşmışlardır. Dîni, eski kuşakların ve yaşlıların bir etkinliği olarak görürler. Modernler tarafından İslâm’ın bir şiddet dîni olduğu öğretilmiştir onlara. Bu nedenle direniş, sabır, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyetten bahsedildiğinde teröristlikten bahsediliyormuş gibi ürkerler. Modern gençliğin yâni “N” kuşağının keyfine uymuyor diye İslâm’ın ideâllerinden ve devlet-medeniyet hayâlinden vazgeçilecek değildir elbette.

 

“Gençlere tapmak” diyebileceğimiz yeni bir moda çıktı. Her-şeyi gençlere göre düzenlemek. İslâm’da bunun bir örneği mi var?. İslâm’ın temel sâbitelerinden bahsettiğimizde; “gençler artık bunları anlamıyor, anlamak da istemiyor. Çünkü gençlerin düşüncelerine, arzularına ve hayâllerine göre değil” diyorlar. Gençler anlasa da anlamasa da hak ve hakîkat İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet’tir. Dünyâ’nın herkes için en ideâl yer hâline gelmesinin İslâm’dan başka da bir yolu yoktur ve gençlerin arzuladıkları gibi bir dünyâ hem kurulamaz hem de kurulsa bile o dünyâ, gençleri de insanlığından çıkaracak bir dünyâ hâline gelir. Zîrâ Allah’ın yaratmasında ve kânunlarında bir değişiklik olmaz. Zorla yapılmaya çalışılan değişiklikler çok da uzak olmayan bir vâdede insanlara “azap” olarak geri döner ve dönmektedir.

 

N kuşağının bir kutsalı ve atfettiği bir değeri yoktur. Sâdece o anda ve mevcut zamanda gündemde olan popüler şeyler onların ilgisini çeker ve îtibar görür. Bu nedenle hiç-bir ideolojiye ve düşünceye bağlanamazlar yada bu ideolojilerin-sistemlerin ortaya çıkardığı zorluklara da bir ses çıkarmazlar. N kuşağı Dünyâ’yı kendi merkezlerinde kabûl etmek ister. Modernite de on numara tüketici oldukları için onları desteklemektedir. Onları sağılan inek gibi, altın yumurtlayan tavuk gibi gördüğü için düşüncelerini ve kâlplerini kışkırtır ve onların dediğini kabûl eder gibi görünür.

 

N kuşağına yapılacak en büyük hakâret ve verilecek en büyük ızdırap, onları önemsememektir. Zîrâ N kuşağı, şeytanın ve nefsin etkisiyle kendilerini çok önemserler. Herkesin kendilerini önemsemelerini isterler. Fakat önemsenecek pek de bir tarafları yoktur ki!.

 

N kuşağı özgürlük peşindedir. Ama aslında nefislerine insanlık târihinde hiç görülmediği kadar kulluk yapmaktadırlar. Fakat N kuşağı sanki kendilerinde nefs yokmuş gibi davranmakta ve hiç yanlış yapmadıklarını zannederek “biz ne arzu ediyorsak doğrusu odur” düşüncesine kapılmaktadırlar. Çünkü şeytan nefs ve küresel-yerel tâğutlar onlara çanak tutmaktadır.

 

Tabi bizim eleştirdiğimiz nesil, N Kuşağı yâni nefsine tapan kuşaktır. Yoksa duyarlı, sorumluluk sâhibi, gerçekçi, anlayışlı, îmanlı ve idrâk sâhibi gençler bu asalaklardan istisnâdır. Eğer Dünyâ’yı değer-merkezli, İslâm-merkezli bir yere çevirecek yada bunun için çalışacak olanlar varsa işte onlar bu azınlık gençliktir. Ki onlar “D Kuşağı” yâni “delikanlılık kuşağı”dır. D kuşağının sayısı ve nitelikleri artmadıkça X, Y ve Z’nin yâni N kuşaklarının arzuları Dünyâ’nın sonunu getirecektir. Bu son, ilk önce dînî-mânevî alanda, sonra da maddî alanda olacaktır ki emâreleri başlayalı epey olmuştur.

 

Cumhuriyetin 10 yılda yetiştirdiği 15 milyon gencin bakiyesi, günümüzdeki “bozuk Z kuşağı gençliği”dir. Bu modern gençliğin elinden akıllı telefonları ve sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak ortada kalırlar. Modern gençliğin sorunu, “sorunu” olmamasıdır. Modern gençlik mahrûmiyetten mahrumdur. Modern gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanan ahmaklar topluluğudur.

 

Geleneksel toplumda bilgelik yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler. “Ok boomer” sözü bunu ifâde eder.

 

Küçük yaşında batı’nın çizgi-filmleriyle; gençliğinde de sinema-filmleriyle yetişenlerin, modern dünyâya bir eleştiri, îtirâz ve isyanlarının olmadığı çok net görülen bir şeydir. Okullar zâten “sâdece öğretim(!)” yerleridir. Eğitim ise, hayâtın tam da ortasında olur. Okullara hapsedilen gençlerin eğitimi engelleniyor. Gençleri modernizme entegre ederek onları “yetiştirmiş” olmazsınız, tam-aksine, onları modernizme adapte etmiş oluruz. Modern gençliğin gittiği yol budur.

 

“N” Kuşağı; ahlâkî yönden sorunlu olan fantastik sapık film, dizi ve bilgisayar oyunlarıyla beyinlerini iğdiş ediyorlar. Bunun sonucunda sanal bir dünyâda yaşar gibi hareket ediyorlar. Önceki kuşakla aradaki büyük fark bundan dolayıdır. Zîrâ önceki kuşaklar gerçek bir dünyâda yaşamaktayken, N Kuşağı sanal dünyâya hapsolmuştur. Dışarıda da her-şeyin sanal dünyâdaki gibi olmasını istemekte ve beklemektedir. Böyle olmayınca (çünkü olması aslâ mümkün değildir) çıldırmakta ve bunun sorumlusu olarak da klâsik kuşağı ve dîni suçlamaktadır.

 

Bu kuşağın düşüncelerini, zihniyetini ve sözlerini ve eylemlerini dayandırdıkları şeyler sûnî ve sanal yalanlardır. İnternet ile beyinleri iğdiş olan “N” Kuşağı’nın, bilinç-altı mesajlar ve haberlerle beyinleri ve zihniyetleri blôke ediliyor. Böylece gerçeğe değil sanala inanıyorlar ve hattâ sanal olana îman ediyorlar. Sosyâl medyaya “kul” olmalarının ve aşırı bağlılıklarının nedeni budur. Hakkı ve hakîkati dile getiren mesajlara ve tebliğcilere bir türlü inanamayan N Kuşağı, sıra sanal dünyânın verilerine gelince onu baş-tâcı yapıyor. Çünkü N Kuşağı, ekran bağımlısıdır ve ekrandan görmediğinde ve öğrenmediğinde zinhar iknâ olmamaktadır. İnternet ise N Kuşağı’nı her türlü sorumluluktan uzaklaştırıp her-şeyi yapabilme hakkını kendinde gören başı-boş serserilere çevirdiği için, kışkırtılmış nefisler bu durumdan rahatsız olmuyor. Fakat sonuçta ruhlar ezik bir hâlde kalıyor. Bu nedenle N Kuşağı îmânın yerine imajı koymuş bir kitledir. N Kuşağı için imaj her şeydir, “îman ise olmasa da olur”, hattâ “olmasa daha iyi olur” bir şeydir.

 

Bu “N” kuşağı o kadar merhâmetsiz ve o kadar duyarsızdır ki, onlar için kendilerini parçalayan büyükleri için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Bir keresinde bir komşumuz, 200 metre ilerideki pazardan bir şey ihtiyâcı olduğunda, çocuklarına ve torunlarına bunu söylemek yerine, yürüyemediğinden dolayı 200 metrelik yol için taksi çağırmıştı. Çünkü onlara güvenemiyor. Zîrâ güven vermiyorlar. İşte bu, kendilerinden çok şey beklenen “N”  kuşağının ne olduğunu açıkça gösterir. “N” kuşağıyla Dünyâ ancak uçuruma yuvarlanır.  

 

Evet; N kuşağının ortak özellikleri; Allah’a, dîne, Kitab’a ve Peygamber’e önem ve değer vermemeleri, iğrenç birer asalak olmalarına bakmadan kendilerini besleyen ana-babalarına âsi davranmaları, merhâmetten, vicdandan ve adâletten habersiz olmaları, modern-bilime ve teknolojiye âdetâ kul-köle olmaları, nefislerinin, arzularının ve hazzın peşinde bin takla atarak koşmaları, hiç-bir bok olmamalarına rağmen kendilerini “her-şey” zannetmeleri gibi ortak özelliklerdir.

 

Tabi istisnâlar hâriçtir ve gerçekten kendini bilen gençler de vardır. Dünyâ’nın umûdu onlardır. Allah’ını, dînini, Kitab’ını ve Peygamber’ini bilen, ana-babasına saygılı davranan, cehâletin ve ilmin ne olduğunun farkında olan, sorumluluk sâhibi, ilkeli, dürüst ve inançlı gençler değiştirip düzelteceklerdir Dünyâ’yı. Dünyâ ve insanlık böyle gençlere çok muhtaçtır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

3 Ekim 2020 Cumartesi

B-ilim ve Modern Bilim


“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Bilim ve de teknik Hz. Âdem ile başlamıştır. Fakat modern-bilim M.Ö. 600’lü yıllarda başlamış (Thales) ve kısa süre sonra kesintiye uğramış, 1.500’lerden sonra ise yeniden hortlatılmıştır. Modern-bilimin ayrılmaz ekürisi olan teknoloji ise, 1.750’lerden sonra ortaya çıkmış ve yaygınlaştırılmıştır.

 

Modern-bilim ve de teknoloji, “doğruluğu sorgulanamaz olarak görülüyor. Oysa görece doğrusundan ziyâde yanlışları ve ortaya çıkardığı kötülükler vardır.  

 

17.yy’a kadar olan bilim ve teknik ile bu târihten sonra başlayan modern-bilim ve teknoloji arasında çok fark vardır. Modern-bilim ve teknoloji, varlığını “bilim ve tekniğe” borçlu olmasına rağmen aralarında büyük bir fark vardır. Modern-bilim ve teknoloji varlığını ilk başta hırsızlığa ve zulme, sonra da Allah’tan, dinden, îmandan, merhâmetten, vicdandan vs. kopmasına borçludur. Modern-bilim ve teknolojinin “bambaşka” oluşunun nedeni budur. Özünde hak ve hakîkat değil, zulüm vardır. Modern-bilim ve teknoloji ile zulmün arttırılarak sürdürülmesinin nedeni budur.

 

Şeytan, nefs ve tâğutların kışkırtmalarının bir sonucudur modern-bilim ve teknoloji. Bu yüzden çok farklı bir dünyâ ortaya çıkmıştır. Modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı bu hârika(!) dünyânın büyüsüne kapılanlar, ortaya çıkan bu farkın sâdece bilimsel ilerlemeyle değil, “modern-insanın biyolojik bir mutasyon geçirmesinin sonucunda bambaşka bir insan hâline gelmesi” nedeniyle olduğunu söyleyebilmişlerdir. Zâten insanı ilahlaştırmalarının nedeni de budur. Tabi bu inanç, “önceki insanların ilkel ve geri olduğunu, çünkü evrimlerini henüz tamamlamamış olduklarını” düşündürtmüştür. “Modern-dünyâyı ortaya çıkaran “batı’lı modern-insanlar” ise, biyolojik özel bir mutasyonla (sıçramalı evrim) evrimini tamamlamış oldukları için bambaşka bir dünyâ kurabilmişlerdir” denir. “Önceki insanlar ve önceki zamanlar ile modern-insan ve modern çağ arasındaki fark işte bundan kaynaklanmaktadır” diyebilmektedirler. Tabi böyle olunca, sözde “evrimini tamamlamış” ve “üst-ün insan” olmuş olanlar, henüz evrimini tamamlamamış olanların üzerinde doğal olarak sulta kurup hâkim olma hakkı kazanmıştır. Zulüm olarak görülen şey bundan dolayıdır. Evrimini tamamlamış ve modern-bilim ve teknolojiyi ellerinde tutanların, neredeyse tüm Dünyâ’yı, “evrimini henüz tamamlamamış oldukları” gerekçesiyle sömürme hakkını kendilerinde görmelerinin nedeni budur. Sosyâl Darwinizm denilen şey işte budur.

 

Modernite ve küreselleşme ile birlikte batı, modern-bilimi tüm Dünyâ’ya yaydı ve dayattı. Bilimi kendisine mâl etti. Oysa eski çağlarda bilim ve tekniğin, Mısır ve Mezopotamya’da büyük gelişmeler göstermiş olduğu görülür ve bilinir. Zâten Yunanlılar Mısır ve Mezopotamya bilimsel bilgisinin mîrasçıları olmuşlar ve onlardaki bilimi alıp doğallığından uzaklaştırmışlardır. Modern-bilim ve teknoloji, bilim ve tekniğin doğal, normâl ve fıtrî olandan uzaklaştırılması, yâni Allahsızlaştırılmasıdır. İslâm âlemi, bilimsel bilgiyi Yunan kaynaklarından da alarak ilerletmiştir. Fakat bu bilgiyi yeniden Allah-merkezli şekle sokmuşlardır. Avrupa’ya bilim ve de teknik, İslâmiyet üzerinden geçmiştir. Modern Avrupa, uygarlığını Yunan ve Roma (greko-romen) üzerine kurduğu için, M.Ö. 600’lü yıllardan îtibâren Yunanlıların yaptığı gibi bilim ve tekniği yeniden Allahsızlaştırarak, “modern-bilim ve teknoloji”ye çevirmişlerdir. “Bilim ve teknik” ile “modern-bilim ve teknoloji” yada “doğal bilim ve teknik” ile “Allahsız bilim ve teknoloji”, zamânın ve mekânın değişmesiyle birlikte insanlar tarafından değiştirilmektedir. İnançtan, değer yargılarından ve öznel ön-kabûllerden bağımsız saf bir bilimin vâr olduğu fikri sonuna kadar savunulamaz. Kanımca bu, “imtihanın bir gereği olarak” böyle olmaktadır.  Aslında doğal ve normâl bilim bir “bayrak yarışı” şeklinde bir milletten başka bir milletin eline geçer ve doğal seyrini sürdürerek zamânın ihtiyaçlarına çâreler üretir ve kolaylıklar sunar. Bu “doğal bilim”dir ve ihtiyâca göre yada ihtiyaç kadar üretir. “İhtiyaç îcâdın anasıdır” denmiştir. Fakat modern-bilim ve teknoloji ise, ihtiyâca göre ürün üretimi değil, üretilen aşırı ürüne göre ihtiyaç üretir. Aslında ihtiyâca göre değil, ihtirâsa göre üretim yapar. Aradaki fark ve Dünyâ’daki zulmün nedeni işte budur: Kışkırtılmış üretim ve kışkırtılmış tüketim. 

 

Modern-bilim ve de teknoloji farklı bir şeydir. O, ihtiyaçlara çâre üretmekle değil, yeni sûni ihtiyaçlar üretmekle ilgileniyor ve bunu kabûl etmeyenlere baskı ve zulüm yapıyor. Yâni modern-bilim ve teknoloji, zorla ilerletilmeye çalışılan bir zorbalık hâline gelmiştir. Modern-bilim “ilerliyoruz” derken çok ileri gitmiştir ve haddini çok fazla aşmıştır. Bilim olanca hızıyla ille de ilerlemek zorunda değildir. Onun mâkûl ve doğal bir seyri vardır. İlerleme hızını “gerçek ihtiyaçlar” belirler, sûnî ihtiyaçlar (daha doğrusu ihtiraslar) değil. Aşırı hız, yoldan sapmayı yanında getirir. Bu nedenle yoldan sapmaktansa normâl bir seyirde gitmek daha doğrudur. Modern-bilimin kışkırtıcı zihniyette olması, dinden ve Allah’tan vazgeçmesinin ve uzaklaşmasının bir sonucudur. Allah’tan ve dinden vazgeçince onu tutacak ve yavaşlatacak bir şey kalmamıştır. Modern-bilime ve teknolojiye bâzen düşmanlık derecesindeki karşıtlığımız bu yüzdendir. Yoksa modern-bilim iyi şeyler de yapmaktadır. Fakat, “modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür” diye bir söz edebiliriz.

 

Modern-bilim, çeşitli şekilde, insanları teorilere ve hipotezlere körü-körüne inanmaya zorlar. Bu, modern-bilimi elinde tutan ve kontrôl edenlerin bir projesidir. Siyon Protokôlleri’nin 3.sünde: “Bilimin bu-günkü durumu ve bizim yönlendirdiğimiz gelişimi sâyesinde, insanlar basılı şeylere körü-körüne inanıyorlar” denir.

 

Modern-bilim ve de teknoloji, insanın değil kapitâlizmin hizmetindedir. Merhâmetten ve vicdandan yoksun, acımasız ve zâlim kapitâlistlerin sâdık hizmetçiliğini yapmaktadır. Kapitâlistlerin güdümündeki modern-bilim, yönünü ve güvenilirliğini kaybettiği için insanlığa çok pahalıya mâl oluyor. Bilimsel araştırma yapanların, mümkün olduğu kadar kısa zamanda ve gelişi-güzel yaptıkları araştırmaların sonuçlarının doğru olup-olmadığını bir-iki kere bile denemeye tâbi tutmadan “doğru” diye ortaya koymaları ve bunların önde gelen bilimsel dergilerde yayınlanması oldukça yaygın bir uygulama oldu. İnsanlar bu dergilerde ve yayınlarda söylenenlere bakarak modern-bilime not veriyor. Buna rağmen her fırsatta modern-bilimin tarafsız olduğu söylenir.

 

“Bilimsel yöntem, olguların dikkatli ve tarafsız bir şekilde gözleminden ve bunlar arasındaki ilişkiyi tahmin ettikten sonra bu tahminlerin doğru olup-olmadığını muhakkak sûrette yeni gözlemlerle kontrôl etmekten ibârettir” denir. Fakat yaptıkları şey aslında, modern telâkki ile gözlemledikleri olaylar arasındaki ilişkiyi masa-başında teorileştirip, sonra da bu teorileri resmîleştirmek için deneye tâbi tutmaktır.

 

Bilim-târihi gösteriyor ki kuramlar hemen dâima muvakkat -geçici/fâni- kalmaya mahkûmdurlar. Kuramlar zamanla bir-çok kez tâdilâta uğrarlar ve nihâyet tutunamayarak terk edilirler.

 

Modern-bilim, kendisini şaşmaz-yanılmaz olarak görür ve herhangi bir yanlışın, kendisinden değil, kendisine yeterince bağlı olmayanların yanlış yorumlarından kaynaklandığını ileri sürer. “Bilimin sırları ancak kendisine iyice bağlı olanlara malûm olur. Bilime heves eden, ona bağlandığı ve bilimin elinde oyuncak mesâbesinde kaldığı ölçüde daha büyük keşifler yapmaya ve daha önemli başarılar kaydetmeye muvaffak olur” derler. Modern-bilimin militan bir mürîdi olmadan onun anlaşılamayacağı söylenir. Yâni modern-bilime kul-köle olmadan olmaz diyorlar. Hâlbuki kul olunacak tek mercî âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.

 

Modern-bilim doğru düşünmek için en doğru ve doğal yöntem değildir. Zîrâ hem Yaratan’ı hem de doğayı inkâr eder yada hesâba katmaz, hem de doğaya uygun davranmaz ve çoğu kez doğaya aykırılıklar ortaya çıkarır.

 

Modern-bilimin yaptıkları, masa-başında tahminler yürütmektir. Tahmin ile yepyeni bilimsel(!) sonuçlar bulmaktadırlar. “Esâsen bir-çok bilimsel sonuçlar muhayyile yardımı ile yapılan tahminlerdir” diyenler vardır. Fakat farklı tahminlere hayat-hakkı tanımazlar. Çünkü kendi tahminlerini ve buna göre yaptıklarını ve ortaya çıkardıklarını dayatıyorlar. Üstelik farklı tahminde ve çıkarımda bulunanları kötü şekilde yaftalarlar. Aslında bilimin potansiyel farklı sonuçları ve şekilleri olabilir ki eskiden böyleydi. Fakat modernite ve küreselleşme ile birlikte batı, modern-bilimi tüm Dünyâ’ya “tek bir yöntem ve sonuç ile” dayatarak yaymaktadır.

 

Modern bilim-adamlarının öyle çok karmaşık şekilde bilim yaptıklarını zannetmeyin. Masa-başında yaptıkları tahminler sonucunda araştırma yapmaya başlarlar. Meselâ Neptün gezeni “göğü araştırıp dururken” değil, “orada bir gezegen olabileceği” tahmininden sonra keşfedilmişti.

 

Klâsik-bilim ve teknik doğal olduğu için ve zâten haddini bilip çok ileri gitmediğinden dolayı araştırmasını çok fazla derinleştirmez ve ihtiyaç olanın dışında üretim yapmaz. Bu nedenle doğal-bilimde “yanlışlanabilirlik” yoktur. Yâni ilerlemesi doğal ve yavaş olduğu için yanlışlana-yanlışlana ilerlemez. Bâzı masa-başında ürettiği fikirler yanlışlanabilir ve düzeltilebilir tabi. Fakat bu onun ilerleme metodu değildir. Modern-bilim ise neredeyse her konuda yanlışlanabilirdir. Yanlışlanabilir olmadığında modern-bilim olmaz. Yanlışlanabilir olmalıdır ki yeni şeyler ortaya koyabilsin ve “yeni doğru budur” diyebilsin. Üstelik ilginçtir, yanlışladığı şeyi de övmeye devâm eder. 

 

Modern-bilim bir şeyi îzah ediyorsa ve bu îzah bir-çoklarınca kabûl görüyorsa, o îzâhın doğru olduğunu söyler. Oysa îzah ettiğini söylediği şey, gözlemlenebilecek bir şey bile olmayabiliyor. Masa-başı beyin fırtınalarının ve zihinlerin hayâlinden başka bir şey değildir îzah ettikleri şeylerin özü. Bakın günümüzde (Nîsan 2020) nasıl ki korona-virüs için gerçek bir îzah ve tatmin edici açıklama yapılamıyorsa ve de tüm açıklamalar kafaları daha fazla karıştırıyorsa, modern-bilimin neredeyse tüm îzahları da böyledir. Net ve kesin bir şey yoktur. Çünkü doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak düşünmemekte ve çalışmamaktadırlar. Böylece doğala, normâle ve fıtrata uygun bilim-teknik, şeytana, nefse ve tâğutlara uygun modern-bilim ve teknoloji hâline gelmiştir.

 

Modern-bilim için “sınırsızdır” diyorlar. Oysa Allah’tan başka hiç-bir şey sınırsız değildir. “Bilim sınırsızdır” demek, “madde sınırsızdır” demektir. Zîrâ bilim ancak madde üzerinde çalışabilir. Maddenin ise, bizim hepsini bilemeyeceğimiz sınırlı bir bilgisi vardır.

 

Klâsik-doğal bilim (“klâsik doğal bilim” derken “organik bilim”i kastediyoruz) ve teknik zararsızdır. Çünkü doğal bir ilerlemesi ve işleyişi vardır. Modern-bilim ise iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, bilimin kötü ve yıkıcı yönlerini daha çok açığa çıkaracaktır. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır. Modern dünyâ’nın yükselttiği çıtayı herkes için eşit yada benzer bir seviyeye indirmedikçe insanoğlunun azâbı bitmeyecektir.

 

Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte modern-bilim ve teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Modern-bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsâli kişiler değildir ki!. Modern-bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ modern-bilim ve teknolojinin kötüye kullanılmasından dolayı, insanoğlu târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir. Modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür.

 

Her çağın bir bilim-anlayışı vardır. Modern-çağın ve modern-insanın Allah’tan bağımsız bilim-anlayışı modern-bilimi üretmiştir. Fakat nasıl ki önceki medeniyetlerin bir zamanlar bilimi yükselttikleri ve gün gelip artık onu ilerletememeleri gerçekse ve aslında bu bir “kânun” ise, modern-biliminin de bir gün sonu gelecek ve yeni bir telâkki ve anlayışla yeni bir bilim-düşüncesi ve şekli ortaya çıkacaktır. Önemli olan, ortaya çıkacak olan bilimin ve de tekniğin, Allah’a, dîne, doğala, normâle ve fıtrata uygun olmasıdır. Aksi-hâlde bir cendereden başka bir cendereye sıkışmış oluruz.

 

Bilimsel ilerleme ancak bir ihtiyâca binâen olursa ve ortaya çıkarsa doğru ve doğal olur. Yoksa insanı esir ve köle etmeye başlar, aynen modern-bilimde olduğu gibi. O hâlde bilimin ilerlemesi, ihtiyâca binâen olması ve zorla ihtiyaç hâline getirilmemesi gerektiğinden dolayı çok yavaş gelişir ve gelişmelidir. Bilim ve tekniğin hızlı değişmesi doğru ve doğal değildir, eğer hızlı ve çok hızlı değişirse, aynen modern-bilim ve teknolojide olduğu gibi insanları maddî ve mânevî olarak kendine köle eder. Yeni bir din ve hattâ tanrı hâline gelir. Bunu günümüzde modern-bilim üzerinden bâriz bir şekilde görüyoruz.

 

Batı, bilgi ve bilim konusunda her zaman bağnazdı. Orta-çağda “klâsik bağnazlık” yaparken, modernite ile birlikte de “modern bağnazlık” yapmaktadır. Orta-çağda Aristo’ya, Galen’e ve Ptoleme’ye karşı o zaman gösterilen kölecesine bağlılığın yerini modern çağda Galileo, Kepler, Copernicus, Newton, Einstein vs. almıştır. Batı, çok doğal ve basit olan yönteme değil de, çok karmaşık işlere yönelmektedir. Meselâ bir zamanlar Avrupa Orta-çağ bilginleri arasında, atın ağzındaki diş sayısı harâretli tartışmalara neden olmuştur. Fakat bu münâkaşanın hâlli için atın ağzına bakmak gibi tabî bir yol seçilecek yerde otoritelerin yazılarına başvuruluyor, bunların aralarında anlaşmazlık olduğu için de meselenin çözümü mümkün olmuyordu. Aynı şey şimdi de yapılıyor. Hayatlarında başlarını göğe kaldırmamış olanlar, gök-bilimin otoritelerinin sözlerini-teorilerini îman umdesi yapıyorlar ve ne denmişe ona inanıyorlar.

 

Bilime değil, modern-bilime karşıyız; tekniğe değil teknolojiye karşıyız. Zâten bilim ve tekniğin neyine karşı olacağız ki!. Çünkü bilim ve teknik zâten bizim yaratılışımızda var ve bize verilen aklın ve “el”in doğal işleyişinin sonucudur bilim ve teknik. Lâkin modern-bilim ve teknoloji hem aklımızı hem de ellerimizi iptâl etmektedir.

 

Klâsik-bilim çok ilkel görülüyor. Bu, modern-bilimin klâsik-bilim ve tekniği ilkel göstermesi ve hattâ alay etmesiyle yapılıyor. Fakat klâsik-bilim bir-çok şeyin keşfini yapmıştı. Meselâ 900’lü yıllarda katarakt ameliyatı yapılıyordu. Hattâ Roma İmparatorluğu zamânında bile katarakt ameliyatlarında, modern katarakt ameliyatlarında kullanılan âletlere çok benzer âletler kullanılıyordu. Modern-bilim, modern-insana, eskiyi çok ilkel ve geri gösterir. Zîrâ modern-bilim kapitâlist sistemin ana parçalarından biridir. Kapitâlizm ve modernite “eski” olandan nefret eder, zîrâ “şimdi”den ve “gelecek”ten beslenir. Oysa ilkel zannedilen zamanlarda insanlar “manuel çamaşır makinesi” bile îcat etmişlerdi. Tohum dikme makinesi vs. bir-çok îcat vardır. İnsanlar mağara adamları gibi değildi ve hattâ iddiâ ediyorum; modern insandan daha ahlâklı, merhâmetli, mütevâzi, sanatkâr ve akıllı idi. Ne klâsik ve doğal bilim-teknik ilkeldi, ne de klâsik ve doğal insan ilkeldi. İlkel olan bir şey varsa modern-bilim, teknoloji ve modern insandır. Zîrâ “ilkel” denilen insanların bile yapmayacağı zulümleri yapabilmektedir.

 

Önceki medeniyetler ve bilimleri ilkel değildi ve hâlen de ilkel olarak görülemez. Çünkü modernlerin çok gururlandıkları modern-bilim ve teknoloji, Mısır Piramitleri ve Stonehenge gibi ağır ve büyük taşlarlarla yapılan yapıları meydana getiren çok ağır taşların -ki bunları bugün en büyük vinçlerin bile kaldırması pek mümkün değildir- nasıl taşınıp yerleştirdiğinin açıklayamıyor. Düşünsenize; modern-bilim, doğal-bilimin (aslında bilim, “doğal -bilim”dir) yaptıklarını açıklayamıyor ve hattâ mantıklı bir fikir bile yürütemiyor. Üstelik doğal-bilimin, tekniğin ve sanatın ortaya koydukları şaheserler aşılamıyor ve daha üstünü yapılamıyor. Zîra modern-bilim ve teknoloji rûhtan mahrûmdur. Çünkü modern-bilim ve teknoloji rûhu iptâl etmiştir.

 

Bilim; Mısır, Mezopotamya, Yunan, İslâm, Çin  vs. ile doğal seyrini sürdürürken ve bir kötülük ortaya çıkmazken, (çünkü doğala, normâle ve fıtrata uygundu) dîni, kitabı, îmânı ve nihâyet tanrıyı öldüren, böylece vicdânını ve merhâmetini kaybeden batı’nın eline “modern-bilim ve teknoloji” şeklinde geçince çığırından çıkmış ve şeytanın, nefsin ve tâğutların kışkırtmasıyla fitne olarak yayılarak yeryüzünü ifsâd etmektedir. Modern-bilim ve teknoloji yeni bir din hâline getirilmiştir. İnsanlar artık modern-bilim deyince susup kalmaktadırlar.

 

Aslında modern-bilim ve teknolojinin de suyu ısındı. Zâten aslında son 50 yıldır yeni bir şey söylediği ve ürettiği de yok. Sâdece daha önceden üretilmiş olanları aşırı bir şekilde modernleştiriyor. Modern-bilimin hâlen iktidârını sürdürebilmesinin nedeni, bir alternatifin henüz ortaya çıkmayışından dolayıdır. Şu da var ki, insanlar modern-bilim ve teknoloji ile sarhoş olmuş durumdadırlar ve bu sarhoşluktan ayılmak istememektedirler. O hâlde sünnetullahın işleyişini düşündüğümüzde, bu değişimin ve dönüşümün güzellikle değil, zorla ve azapla olacağı görülüyor. Zîrâ insanlar acı azâbı görmeden değişmezler. İnsanlar modern-bilim ve teknolojinin, başlarına gelen azâbın nedeni olduğunu anladıklarında ve gördüklerinde, artık doğala uygun yeni bir bilim-anlayışı ortaya çıkmaya başlayacaktır. Önemli olan, yeni bilim-anlayışının vicdâna, merhâmete, iyiliğe, doğala, normâle ve fıtrata yâni Allah’a uygun olmasıdır. Yoksa değişen bir şey olmaz ve insan kendini zehirleyecek başka bir zehir ortaya çıkarmış olur.

 

Modern-bilim kendine yâni modern-bilime dayalıdır. Köksüzdür yâni. Aslında başlangıçta klâsik doğal-bilime dayanmıştı, fakat Allah’tan kopunca klâsik-doğal bilim ve teknik anlayışından da koptu. Klâsik-doğal bilim ve teknik; Allah’a, dîne, kitaba, merhâmete, vicdâna, doğala, normâle ve fıtrata dayanır. Zâten bu nedenle zarar vermez ve Dünyâ’yı ifsâd etmeye çalışmaz. Bu yüzden hayatta en hakîki ve doğru mürşit “modern-bilim” değil, ilmin dayanağı olan vahiy yâni Kur’ân’dır. O insana tüm yönleriyle mürşitlik yapar. Kur’ân’a dayanan ve vahiy ile yönlendirilen bilim, insanlara zarar vermez ve yarar getirir. Fakat modern müslümanların zannettiğinin aksine, bilim ve inanç esasları “birbirinin alternatifi” değildir.

 

Klâsik-bilim tümdengelime dayanırken modern-bilim tümevarıma dayanır. Tümdengelim tümevarımdan dâima daha emin ve daha kesin sonuç verir. Tümdengelim Allah’a dayanmaktır. Tümevarım ise, -tümdengelim merkezli olmazsa- şeytana, nefse ve tâğutlara dayanmak zorunda kalır. Zîrâ Allah’a dayanmayan dayanaklar bâtıl olmak zorundadır.

 

Klâsik-bilimde her-şey araştırılmak zorunda değildir. Çünkü araştırılan şey abartıldığında yapısı ve büyüsü bozulur. Zâten bir-çok şeyin araştırılmasının bir faydası yoktur ve faydasının olmaması, zararının olması anlamına gelebilir. Meselâ hayat-kaynağımız olan su, (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. Fakat ilginçtir ki 2 hidrojen ve 1 oksijen laboratuvarda birleştiğinde su oluşmaz-oluşmuyor. Çünkü su, orijinâl olarak yaratılmış bir varlıktır ve onu çözüp başka şeye dönüştürmek yada elementlerinden onu yeniden oluşturmak mümkün değildir. O sâdece kendi özel şartlarında ortaya çıkar. H2O ise, sâdece suyun yapısını teorik olarak anlatmaktan ibârettir. Şu da var ki, suyun, formülünün H2O yâni “iki hidrojen bir oksijen” olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur. Bu formül, suyun rûhu ve büyüsünü ortaya koyan bir anlatım-şekli değildir. Bu bağlamda su, sâdece bilimin alanıyla sınırlı kalamaz. Onu biraz da şâirler anlatmalıdır meselâ. Araştırılmaması gerekenler üzerinde yapılan araştırmalar zâten kesin sonuç da vermezler.

 

Klâsik-bilim bu büyüye dokunmaz, oysa modern-bilim ve de teknoloji, meta-fiziği inkâr ettiğinden dolayı her-şeyi aşırı araştırmaya yönelir ve böylece her-şeyin doğasının ve büyüsünün bozulmasına neden olur. Dünyâ’nın büyüsü bu şekilde bozulmuştur.

 

Matematik için “kesindir” derler, fakat matematik de kesin değildir. Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar:

 

“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca, matematikte soyut-teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.

 

Her deney sonucu, doğruyu vermez. Deneme-yanılma yöntemiyle ise sonuçta doğruya ulaşılır. Fakat sistem bize, ortaya çıkardığı bilim şeklini dayatır. Alexandre Koyré bu bağlamda şöyle der:

 

“Gerçekten, her-şeyi (bilimleri, sanatları, tıbbı, hukûku) okulda öğrenmeye öyle alışmışız ki, XIX. yüzyıla, hattâ daha da sonrasına dek, ressamlar ile yontucular bir yana, teknologların, mühendislerin, mîmarların, gemi, hattâ makine yapımcılarının okullarda eğitilmediğini, mesleklerini işliklerde, iş-başında öğrendiklerini hemen unutuveriyoruz”.

 

Tüm modern kötülükler, “deneyim”in yerine “deney”in geçerli hâle getirilmesiyle başladı. Deneyim varken deneye gerek yoktur. Modern-bilim “deneyimin yerine deneyi koymak” demektir. Fakat deney, deneyim kadar kesin sonuçlar vermez. Üstelik deneyim, deney kadar zararlı sonuçlara yol açmaz. Zîrâ deneyim hayâtın tam ortasında yapılırken, deney ise dört duvar arasındaki laboratuvara has kılınır. Klâsik doğal bilimde de yanlış çıkarımlar olur elbette. Fakat bunlar insanlara maddî zarar vermezler. Bir-süreliğine insanları yanlış düşünmeye yöneltseler de, insanı ve tabiatı ifsâd etmez. 

 

Açıkçası doğal olan ve insana bir zarar vermeyen şeyler üzerinde bilimsel inceleme yapmak -bâzı küçük yararları olsa da- genellikle zarâra yol açar. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek onu başkalaştıracağından ve dolayısı ile büyüsünü bozacağından dolayı insana yakın-uzak vâdede mutlakâ zarar vermeye başlayacaktır. Varlığın da bir mahremi vardır ve bu mahremiyeti zorla aralamaya çalışmak, sünnetullahın bir gereği olarak maddenin yapısındaki zararları açığa çıkarabilir. 

 

İnsanlar maddeyi incelemeyi ve araştırmayı ne için istiyorlar?. Sâdece merak mı?. Fazla merakta işe nefs karışır. Fakat inceleme ve araştırma bir ihtiyaç için ise ona rûh karışacaktır. Rûhun karıştığı şeyin zarâra yol açması pek de mümkün değildir. Nefs-merkezli olan bir şey yakın-uzak vâdede mutlakâ zarâra yol açar. Sünnetullah bunu söyler.

 

Maddenin doğal ve kendine-has sınırlı bir devinimi vardır. Bu devinim sonsuza kadar devinmez. Eğer devindirmeye çalışılırsa yapısı bozulur. Yapısı bozulan şey doğayı ve insanı da bozar. Maddenin “kendinde hâli”ne çok da fazla dokunmamak gerekir. Yada ona dokunulması gerektiği kadar dokunulmalıdır. Kendine-özgü, doğal yerinde durgun hâlde bulunan bir cismin durumunu açıklamaya gerek yoktur. O şey ne ise odur. Modern-insan orijinâl olanla yetinemiyor. Zîrâ modernite, sûnî ve sanal olandan beslenir.

 

Zorla olan devinim düzensizliğe yol açan bir düzensizliktir; bunun sonsuza dek sürebileceğini kabûl etmek, gerçekte “çok düzenli kozmos” düşüncesinden vazgeçmek anlamına gelir. Doğaya karşı hiç-bir şey sürekli olamaz. Bunu sürekli hâle getirmeye çalışmak, doğanın bir zaman sonra bizden intikâm almasıyla sonuçlanır ki modernizm sürecinde bu defâlarca görülmüştür.

 

Bir varlık ancak kendi yerinde kendini gerçekleştirir ve gerçekten “kendi” olur. Bir şeyi aşırı araştırmak, onu “yerinden etmek” anlamına geleceğinden dolayı “zulüm” olur. Bu nedenle “aşırı araştırma” demek olan modern-bilim ve teknoloji, varlığa zulmetmenin adıdır. Modern-bilim, çok yalın ve basit olan şeylerin karmaşık olduğunu söyleyerek şeyleri aşırı şekilde araştırmaktadır.

 

Klâsik-doğal bilim, insan yarârı için olduğundan dolayı bir düşüncenin madde üzerinde somutlaştırılması ve kullanıma sunulması gerekir ki bu somutlaştırma doğala-fıtrata uygun olmalıdır. Zâten bir düşüncenin sağlaması ve yarar-zarar ölçüsü bu şekilde yapılır. Modern-bilimde masa-başında ulaşılan matematik sonuçlar doğru olarak kabûl ediliyor ve yarârına-zarârına bakmadan üretime dönüyor. Doğala-fıtrata uygunluğuna bakılmadan üretime dönüştürüldüğü için de çoğunlukla insana yakın-uzak vâdede zarar verici oluyor. Çoğunlukla sonuçları zararlı olsa bile üretim iptâl edilmiyor. Nükleer ve biyolojik silahlar ve doğayı (dolayısı ile hayâtı) yok etme pahasına enerji üretimi buna örnektir.

 

Modern-bilimin somut şekli teknolojidir. Teknolojinin yarar ve zararlarına bakarak bir bilim-anlayışının ne olduğu hakkında karar verebiliriz. “Bana bilim-anlayışını söyle, sana biliminin sonuçlarını söyleyeyim”.

 

Doğal-bilim üretimini deneme-yanılma yoluyla yavaş-yavaş yapıyordu ve zarar açığa çıktığında hemen terk ediyordu. Yaptığı denemelerde zorluk, sıkıntı ve zarar ortaya çıktığını görüyorsa bunu devâm ettirmiyordu. Fakat modern-bilim denemeyi deneyle laboratuvarda yapıyor ve sonucun dış dünyâda nasıl bir etki yapacağını somut olarak denemeden deney sonucunu kabûl ediyor. Hâlbuki laboratuvarlarda yapılan hiç-bir deney doğal değildir. Deneyin sonucunda teknolojik bir ürün ortaya çıkıyor ama yakın-uzak vâdede zarar verici oluyor. Çünkü masa-başında ve laboratuvarda yaptığı deneylerle, ortaya öngörülememiş sonuçlar ve zararların çıkabileceği tam olarak görülemeyebiliyor. Zâten ortaya çıkacak zararlar önceden göze alınıyor. Meselâ ağır yan-etkisi olan ama görece faydası da olan bir ilaç üretiyor ve onun yan-etkilerini göze alıyorlar.

 

Modern-bilimin en mühim özelliklerinden biri “ilerlemek”tir. Fakat buna göre bugünkü bilimsel bilgimizde yarın bir-sürü eksikler ve yanlışlar bulunacaktır. Modern-bilim bu bakımdan da tenkite uğramıştır; “modern-bilim kendi bulduğu sonuçlara sâdık kalmayan, hiç-bir şeyde karar kılamayan ve dikiş tutturamayarak sebatsız bir şekilde değişen bir sistem, bilimsel bilgi de zekâ oyunlarının geçici sonuçlarından başkası değildir” denmiştir. Bu tenkite iknâ edici olmayan şöyle bir cevap verilir: “Bilimsel bilginin tashih edilebilme kâbiliyeti bir mahzur ve kusur değil, bir fayda ve meziyet sayılmalıdır. Bilimin ilerleyebilmesi ve vardığı sonuçları tashih ederek gelişebilmesi, bilime olan güven ve îtimâdımızı azaltmamalı, bilâkis artırmalıdır. Bilimde terk-edilen sonuçlar çok olmuştur. Bâzen yeni sonuçların eskileri ile tezat teşkil edecek kadar farklı oldukları da vâkidir. Fakat bu gibi misâllerde bile, eski sonuçların tamâmen yanlış ve hakîkatle taban-tabana zıt olduklarını düşünmek hatalı olur; bilimsel ilerlemenin dâima doğru sonuçlara gittikçe daha fazla yaklaşma şeklinde olduğunu kabûl etmek gerekir”.

 

Bâzen de modern-bilim terk ettiği bir modele geri döner. Meselâ atom teorisinde yeniden Yunan önermesini kabûl etmeye başlamıştır. Modern-bilimi destekleyip yönlendiren tâğutların işine o anda ne geliyorsa onu  ortaya koyarlar. Çünkü tâğutların Dünyâ’yı yönetme araçlarından ve yöntemlerinden biri de modern-bilimdir. Modern-bilime karşı çıkanları yobaz, gerici ve hattâ terörist olarak yaftaladıkları için hiç kimse modern-bilimin verilerini sorgulayamaz, eleştiremez ve îtirâz edemez. Böylece modern-bilimin mutlakâ ihtiyâcı olan finansmanı sağlayan finansörler, bilim-adamlarını ve bilimi istedikleri yönde yönetirler ve yönlendirirler. Böylece halkı ve Dünyâ’yı yönetmiş olurlar.

 

Modern-bilim, modern-bilim ile uğraşan akademisyenlere “bilim-adamı” yada feminist tâbirle “bilim-insanı” der. Oysa klâsik-doğal bilim, bu kişilere “âlim” derdi.

 

“Bilim sürekli ve hızla ilerliyorsa, o zaman bilimin verileri de sürekli olarak değişiyor ve yanlışlanıyor demektir. O hâlde modern-bilimin bugünkü bilimsel verileri yanlıştır ve ileride sarih olarak anlaşılacağına göre, biz ona kesin bir gerçek gibi îman edip de sarılamayız. Zîrâ bir yalana îman edip sarılmış oluruz. Bilimde demokrasi olmadığı için halkın onu iptâl ve inkâr etme şansı da yoktur. Halktan bilim ile ilgilenen ve farklı sonuçlara ulaşanlar, bu sonuçları kabûl ettiremezler ve hattâ bunların açıklanmasına bile izin verilmez.

 

Modern-bilim lineer düz bir çizgi izler ve buna “ilerleme” der. Fakat hem doğada hem de insanda bu tür bir ilerleme yoktur. Meselâ insan doğar, büyür fakat sonra yaşlanır ve küçülür. İlerlerken birden gerilemeye başlar. Ağaçlar, bitkiler ve tabiat da öyledir. Meselâ devletler de öyledir. Doğarlar, büyürler ve en sonunda da küçülüp ölürler yâni yıkılırlar. Modern-bilim ise sanki ölümsüz bir şeymiş gibi sürekli olarak -sözde- ileriye doğru hareket ettiğini söyler. Zâten kendini ilah gibi görmesinin ardında da bu yatar. Modern-bilimin kibri buradan gelir. Celaleddin Vatandaş modern-bilim bağlamında şunları söyler:

 

Modem zihniyetin şiddete yatkınlığını anlamak için kutsadığı bilime ilişkin tutum ve tavrını dikkate almak yerinde olacaktır. Modernite bilimi oluştururken ona tüm diğer uygarlıkların ve kültürlerin bilgiye yüklediği misyonun çok dışında bir misyon yüklemiştir. Bilim, modem zamanlarda kazandığı anlam ve işleviyle varlığın ve hayâtın amacını bilme çabalarının ürünü değil, egemen olmanın en önemli aracıdır artık. Heidegger'in tespitleriyle ifâde etmek gerekirse, bilim yeryüzünde önceden hiç-bir zaman karşılaşılmamış bir güç geliştirmiş ve bu güç bütün yerküreyi kaplamıştır. Fakat egemen olan güç, bilginin gücü değil, gücün bilgisidir. Bir başka ifâdeyle hegemonik güç olan batı’nın Avrupa-merkezci ideolojisidir”.

 

İnsan, değişimi yada “hızlı değişimi” sevmez ve istemez. Çünkü o hızlı değişim insanın maddî ve mânevî yapısına zarar verir ki modern-bilim ile birlikte bu çok net şekilde görülmektedir. O hâlde değişim mutlakâ olacaktır ama bu değişim yavaş ve doğala-normâle-fıtrata uygun olacak ve aykırı da olmayacaktır. Klâsik-doğal bilim dediğimiz “bilim” böyle çalışır.

 

Şu söze ne demeli?: “Bilim insanın insanı daha başarılı bir şekilde öldürebilmesine ve perişân edebilmesine de yardım edebilir. Fakat bu gibi zararlarını düşünerek bilimin (tabî ki modern-bilimin H.G.) hesapsız faydalarını unutmak doğru olmaz. Diğer taraftan, bilimin mümkün kıldığı harp silah ve vâsıtaları o kadar korkunç ve tesirli bir hâle gelmiştir ki, bâzı kimseler sırf bu sebeple insanların artık birbirleriyle harbe girişmek cesâretini kaybedeceklerini ummaktadırlar”. Bu sözleri ancak bir bilim-perest söyleyebilir. İnsanlar; “modern-bilim ve teknolojinin ürettiği silahlar çok güçlü ve insanları perişân ediyor, o hâlde bu silahlar varken hiç savaş falan düşünmeyelim” diyecekler öyle mi?.

 

Savaşçı aristokrasiler târih boyunca bilimi hor görmüştür; bu yüzden, Isparta’lılar, Roma’lılar, Osmanlı’lar vs. gibi büyük devletler bilimi geliştirmemişlerdir. Çünkü buna gerek duymamışlardır. Zîrâ onlar zâten bilim ile ulaşılacağı söylenen noktaya doğal-bilindik yollardan çoktan ulaşmışlardır. Alexandre Koyré eski medeniyetlerin, bilimsel bilgi olmadan ortaya koydukları teknikten bahsederken şunları söyler:

 

“Eskiçağ tekniklerine gelince; kabûl etmek zorundayız ki Yunanistan’da bile uygulamalı bilimden bambaşka şeylerdir bunlar. Ne denli şaşırtıcı görünürse-görünsün, bilimsel bilgi sâhibi olmadan yada yalnızca ön-bilgilerle, tapınaklar, saraylar hattâ katedrâller yapılabilir, kanallar kazılıp köprüler kurulabilir, madencilik ve seramik sanatı geliştirilebilir. Bilim, bir toplumun yaşaması, bir kültürün gelişmesi, bir devletin, hattâ bir imparatorluğun kurulması için zorunlu değildir. Bilimden bütünüyle yada hemen bütünüyle geçmiş  imparatorluklar, uygarlıklar, (Pers’i yada Çin’i düşünelim) olmuştur. Onu mîras olarak alıp hiç-bir şey eklemeyenler (Roma’yı düşünelim) olmuştur. Bundan ötürü, bilimin târihsel etken olarak rôlünü abartmamalıyız. Geçmişte, Yunanistan yada Yeniçağ-öncesi batı-dünyâsı gibi, bilimin gerçekten vâr olduğu yerlerde bile bu rôl küçük olmuştu. Bu bizi toplumsal olgu olarak bilim sorununa, bilimin gelişmesini sağlayan yada engelleyen koşullar sorununa götürür. Böyle koşullar olduğu apaçıktır.

Bilimin doğması ve gelişmesi için, Aristoteles’in de söylediği gibi, boş zamânı olan insanların bulunması gerekir ama bu da yetmez. Teorileri bulan insanların da olması gerekir. Yine bu teorileri uygulamanın, bilimsel etkinliğin, toplumun gözünde bir değeri olması gerekir. Oysa bunlar hiç de zorunlu şeyler değildir; hattâ çok seyrek görülen ve bildiğim kadarıyla, târihte ancak iki kez gerçekleşmiş şeylerdir. Çünkü insan, özü gereği anlama isteği ile dolup taşmaz. Atina’lı insan bile. Büyük olsun, küçük olsun, toplumlar, kuramcının hiç kârlılık beklemeden yaptığı, en azından başlangıçta tümüyle yararsız bulunan bilimsel etkinliğin değerini genellikle bilmezler. Örneğin geometriyi bulmuş olanlar Nil Vadisi’ndeki tarlaları ölçmesi gereken Mısır’lılar değil, ölçmeye değer bir şeyi olmayan Yunan’lılardır. Mısır’lılar reçetelerle yetinmişlerdir. Yine, gezegen devinimlerine ilişkin bir dizge geliştirenler, müneccimliğe inanan, bu yüzden de gökteki gezegenlerin konumlarını hesaplayıp önceden görebilmeyi gereksinen Bâbil’liler değildir. Bunu yapanlar da, yine, müneccimliğe inanmayan Yunan’lılardır; Babil’lliler son derece ince hesap yöntemleri -ve yine reçeteler- bulmakla yetinmişlerdir”.

 

“İyi de peki o zaman  modern-bilim ve teknoloji insanların çoğu tarafından niçin kabûl edilip yayılıyor?” sorusunun cevâbı ise şudur. Çünkü modern-bilim Allah’sız olduğu için nefse nişan alır ve nefse aşırı hitâp eder. Nefsi aşırı besler. Nefs insanların çoğunda insana hâkim olduğundan dolayı bir kanıksama ve haz meydana getirir. Nedeni budur. İnsanlar Allah’sız olan şeyleri daha çabuk benimseyip kabûl eder. Çünkü “peşin bedelleri” yoktur bunun. 

 

Modern-bilime olan körü-körüne inanç onu put yapmaktadır. Böylece modern-insan modern-bilime tapmaktadır. Tabi bunu Allah’sız modern-bilimin tatlı-sert zorlamasıyla yapmaktadır. Modern-bilim ve teknoloji modern-insanın “en büyük putu” hâline gelmiştir.

 

Klâsik-doğal bilim “insan için bilim”dir. Bu nedenle de insana zarârı dokunacak bilimsel düşünme ve üretim yap(a)maz. Modern-bilim ise “bilim için bilim”dir. Yarar-zarar hesâbı yapmaz. Yeter ki bilimsel düşünce ve üretim ortaya çıksın ve çok yüksek kârlar edilsin. Modern-bilim ve teknolojinin finansörleri olan tâğutlar, edecekleri yüksek kârlardan başkasını düşünmedikleri için yarar-zarar hesâbı yapmazlar. Bu nedenle de modern-bilimin yararından çok zarârı olur.

 

Klâsik-bilim ve tekniğin de zararları varsa da, o şeyin zarârı ilk başta da sonra da apaçıktır ve aynı derecededir. Mâsum gibi gösterilip de sonradan kötülüğü ortaya çıkmaz. Meselâ “Rum ateşi”nin zarârının ne olduğu bellidir fakat nükleer enerjinin kötü sonuçlarının derecesi insanın başına gelmeden bilinemez.

 

Paul Feyerabend, “bir bilimsel yöntem var ve her-şeyi bununla açıklayabiliriz” argümanına karşı çıkmaktadır. Ona göre bilim, akılcı bir şekilde ilerlemedi ve ilerleyemezdi de. “Yönteme karşı” adını verdiği yaklaşımında modern-bilim için şunları söyler:

 

“Bugün hâkim olan batı-bilimi özel şartlarda ortaya çıkmıştır. Bu bilimin hâkim olmasının sebebi, diğer alternatiflerini yenmesidir. Ama bu durum onun diğerlerinden daha iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Bu, bilime sâhip olan ve onu geliştiren ülkelerin daha büyük bir askerî güce sâhip olmalarından dolayıdır.

 

Bilim doğruluğa ve gerçekliğe giden yegâne yol olarak değil, bir-çok görüş arasından bir görüş olarak öğretilmelidir. Ne kadar eski ve saçma olursa-olsun bilgimizi geliştirmeyecek düşünce yoktur. Bilim ne yegâne gelenektir nede vâr olanların içinde en iyisidir, sâdece onun varlığına fayda ve zararlarına alışmış olanlar onun böyle görürler. Ne bilim ne de aklîlik evrensel üstünlük ölçüleridir. Bunlar kendi târihsel kökenlerinden habersiz tikel geleneklerdir. Akılcılık geleneklerin hakemi değil, kendisi de bir gelenek veyâ bir geleneğin görünümüdür.

 

İnsanlık batı-bilimi oluşmasından önce binlerce yıl yaşamıştır. Örneğin Coahuilla’lar doğal kaynakları bir türlü tüketemiyor, bolluk içinde yaşıyorlardı. Göçebelerin yaşam biçimlerini sürdürmek için kullandıkları yöntemler bugünkü modern doğa-bilimi anlamında ‘bilimsel olmayan’ bir biçimde olmasına rağmen kendi deneyimleri ve öğretileri ile yaşamaya devâm etmekteydiler. Ayrıca yine belirtmek gerekirse Çin teknolojisi batı’lı-bilimsel temellerden yoksun olmasına rağmen, çağdaşı batı teknolojisinin çok ötesindeydi. Bugün batı-biliminin Dünyâ üzerinde hâkimiyet kurduğu doğru; ama bunun sebebi onun ‘içkin aklîlik’inde ki vukûf değil, iktidâr oyunu (sömürgeci uluslara kendi yaşam-biçimlerini zorla kabûl ettirdiler) ve silahtır”.

 

Modern-bilim ve teknolojik alanda ileri seviyede atılımlar yapanların, bu atılımı yapamayanlar üzerinde tahakküm kurması modern insan tarafından meşrû olarak görülüyor. Bu nedenle de buna ses çıkarılmıyor.

 

Modern müslümanlıkta Kur’ân’ı modern-bilim ile aşırı yoruma tâbi tutma ve hattâ modern-bilime uymadığında işkence edercesine Kur’ân’ı en olmadık yorumlarla boğma hastalığı başladı. Modern-bilim karşısında duyulan aşağılık kompleksi hakkında Mustafa Öztürk şunları söyler:

 

“Kur’ân’dan bilim üretme veyâ hemen her bilimsel gelişmeyi bir şekilde Kur’ân’la ilişkilendirme çabasında, bugün artık ciddî biçimde sorgulanan pozitivist düşüncenin izlerine rastlamak mümkündür. Ne tuhaftır ki ümmet pozitivist düşünceye metafizik lehine karşı çıkmakla birlikte bu düşüncenin en temel bileşeni olan deney ve olguya dayalı bilim ve bilimsel bilgiye büyük teveccüh göstermektedir. Bu ironik durum, bir kişinin kendi celladına âşık olmasına ve/veyâ kendisini rehin alan kimseye bir süre sonra hayranlık duymasına (Stackholm Sendromu) benzetilebilir. Çünkü müslümanlar özellikle son iki yüzyıldan bu yana biraz gıpta, biraz haset ama daha çok da nefret duygusuyla hemen her fırsatta eleştirdikleri batı kültürünün ürünü olan bilimsel bilgiye çok kere abartılı bir müspet değer yüklemekte, bunu bir tebcil aracı olarak Kur’ân ve tefsir sahasında istismâl etmektedirler. Böylece Kur’ân’ın her çağla çağdaş olduğunu bilimle de ispatladıklarını düşünmektedirler. Hâlbuki bu yaklaşımda asıl pâye bilime verilmekte, dolayısıyla Kur’ân, bilim karşısında bir bakıma mahcûp edilmektedir.

 

Öte yandan, bilimselci tefsir eğiliminin Kur’ân’daki temel kavramlardan biri olan ‘ilm’i modern bilimle eşleştirilmesi kesinlikle vebâldir. Zîrâ Kur’ân’da geçen ‘ilim, âlim, ulemâ’ gibi kavramların bugünkü yaygın anlam ve kullanımlarıyla hiç-bir ilişkisi yoktur. Gerçekte Kur’ân’daki el-ilm, vahiyden beslenen kesin, doğru bilgi demektir ve bu mânâda her-şeyden çok îman ve ubûdiyetle ilişkilidir. Nitekim bâzı hadislerde ilmin âyet, Sünnet, din gibi kavramlarla özdeş kılınması da bunun göstergesidir” der.

 

Ernest Renan’ın; “İslâm bilim ile çelişen bir dindir” söylemi, (gaybı inkâr eden) “modern-bilim” söz-konusu olduğunda doğrudur. Fakat İslâm, (fıtrata ve gayba uygun olan) “bilim” ile çelişmez. Zîrâ Allah’ın kavlî âyetleri olduğu gibi kevnî âyetleri de vardır ki birbiriyle çelişmesi söz-konusu değildir. İşte bu nedenle İslâm’ın; gaybı, metafiziği ve Allah’ı inkâr eden “modern-bilim” ile çelişirken; gayba, metafiziğe, fıtrata ve Allah’a uygun olan “bilim” ile çelişmemesinin nedeni budur. 

 

Ayhan Küflüoğul, iki bilim arasında ayırım yaparken şunları söyler:

 

“Kâinattaki bilgi ve verinin bilimsel yöntemlerle elde edilerek; ateist ve materyâlist, determinist ve natürâlist bilimsellik inancının dayattığı bilimsellik kriterlerine göre dizayn edilerek, kurgulanmış ve ifâdelendirilmiş hâline “bilim (science), bilimsel bilim’; bilimin bilimsel yönteminden çok daha geniş ve yüksek “İslâmî b/ilim’in yöntemleri”yle elde edilmiş ve ifâdelendirilmişine de ‘ilim, İslâmî b/ilim’ ismi veriyoruz.

 

Bilimsellik felsefe ve anlayışının doğru ve alternatifsiz, bu bilimin evrensel ve olgusal, bu dünyâ-görüşünün tarafsız ve nötr olduğuna inandırıldığımız için; Dünyâ’da, metod olarak bilimsellikten başka bir bilgi ve ilim anlayışı; felsefe olarak mevcut bilimin dışında başka bir araştırma ve açıklama felsefesi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz. Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, bilimin ‘bilimsel(lik) formatı’ndan geçmiş hemen-hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı bilimsel gözle okumakta. Daha derin ve geniş ve en önemlisi doğru başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz.

 

Elhasıl ‘müslüman(ca) düşünce’ ile ‘bilimsel düşünce’ arasında gidip-geliyoruz. Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını têlif edecek köprü ve dolgu-malzemeleri toplama veyâ sentezlerle meşgûlüz. Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız. Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide ‘seküler, lâik’; câmide ‘müslüman’ rôlü oynuyoruz.

 

Bilimin her söylediğiinin ‘bilimsel, doğru ve deneysellenip, ispatlanmış olduğu’ ve ‘sâdece gördüğü fiziksel şeylerden bahsettiği’ ve de ‘objektif ve inançtan bağımsız olduğu’ telkinleriyle programlanmışız, bilim ve bilim-adamına olan güven ve inanç sihriyle sihirlenmişiz. İsterseniz deneyin; cümlenizin başına ‘bilim ve bilim-adamları diyor ki, bilimsel bir gerçek ki, bilimsel bilgi’ gibi bir söz ekleyin, böyle diyerek, bilimin her dediğini dogmatik ve taklidî bir biçimde, sorgulamadan kabûl edip, inanan ve güvenen birisini iknâ etmemeniz mümkün değildir. ‘Allah, Kur’ân ve Peygamber şöyle diyor’ derseniz kabûl etmezler, ama ‘bilim ve bilim-adamları şöyle diyor deseniz hemen inanırlar.

 

Batı’nın bakış-açısıyla doğu’nun bakış-açısı tüm zamanlarda farklı olmuştur. Modernite, batı’nın bilgi sisteminin farklılığını bâriz bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Moderniteyi ancak batı ortaya çıkarabilirdi. Zîrâ modernite doğu’nun zihniyetine uygun değildir. Hele ki İslâm’ın fikriyâtı ve zihniyeti ile aslâ uyuşmaz. Uyuşturmaya çalışıldığında sırıtır ve İslâm’a zulmedilmeye başlanır. Batı’nın bilgi sistemi İslâm’ın özüne aykırıdır çünkü. Zîrâ İslâm Allah-merkezli iken, batı insan-merkezlidir.

 

Bilim; şeytanın, nefsin ve tâğutların eline geçtiğinde modernleşir ve anlamsızlır. İnsanlığa fayda vermesi gerekirken zarar vermeye ve ekini ve nesli ifsâd etmeye başlar. Zîrâ bilim modernleşince Allah’tan, yâni merhâmet ve vicdandan uzaklaşır.  

 

Bilgi çoğaldıkça-çoğalıyor ama ilerlemiyor. Çünkü “bilim her zaman başarılıdır” tezi doğru değildir. Kuramlar arasından birilerinin belirlediği bir kuram seçiliyor ve “bilimsel dünyâ görüşü” diye dayatılıyor.

 

Modern-bilim ve teknoloji, “bilim ve tekniğe karşı” inançtan vazgeçmenin sonucunda açığa çıkmış ve Dünyâ’yı ifsâd eden büyük bir fitnedir. Modern-insan bunun böyle olduğunu güzellikle anlamayacağına göre, acı bir azapla anlayacak ve görecektir. Fakat yapacakları yeni tercih doğal-bilim teknik ve dolayısıyla Allah mı olacak, yoksa yine şeytânî modern-bilim teknoloji anlayışlarından biri mi olacak?, orasını bilmiyoruz. Çünkü: 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2020

 

 

 

Devamını Oku »