“Göklerin ve
yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız
derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir
göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).
Bilim ve de teknik Hz. Âdem
ile başlamıştır. Fakat modern-bilim M.Ö. 600’lü yıllarda başlamış (Thales) ve
kısa süre sonra kesintiye uğramış, 1.500’lerden sonra ise yeniden
hortlatılmıştır. Modern-bilimin ayrılmaz ekürisi olan teknoloji ise, 1.750’lerden
sonra ortaya çıkmış ve yaygınlaştırılmıştır.
Modern-bilim ve de teknoloji, “doğruluğu
sorgulanamaz”
olarak görülüyor. Oysa görece doğrusundan ziyâde yanlışları ve ortaya
çıkardığı kötülükler vardır.
17.yy’a kadar
olan bilim ve teknik ile bu târihten sonra başlayan modern-bilim ve teknoloji
arasında çok fark vardır. Modern-bilim ve teknoloji, varlığını “bilim ve
tekniğe” borçlu olmasına rağmen aralarında büyük bir fark vardır. Modern-bilim
ve teknoloji varlığını ilk başta hırsızlığa ve zulme, sonra da Allah’tan,
dinden, îmandan, merhâmetten, vicdandan vs. kopmasına borçludur. Modern-bilim
ve teknolojinin “bambaşka” oluşunun nedeni budur. Özünde hak ve hakîkat değil,
zulüm vardır. Modern-bilim ve teknoloji ile zulmün arttırılarak sürdürülmesinin
nedeni budur.
Şeytan, nefs ve
tâğutların kışkırtmalarının bir sonucudur modern-bilim ve teknoloji. Bu yüzden
çok farklı bir dünyâ ortaya çıkmıştır. Modern-bilim ve teknolojinin ortaya
çıkardığı bu hârika(!) dünyânın büyüsüne kapılanlar, ortaya çıkan bu farkın
sâdece bilimsel ilerlemeyle değil, “modern-insanın biyolojik bir mutasyon
geçirmesinin sonucunda bambaşka bir insan hâline gelmesi” nedeniyle olduğunu
söyleyebilmişlerdir. Zâten insanı ilahlaştırmalarının nedeni de budur. Tabi bu
inanç, “önceki insanların ilkel ve geri olduğunu, çünkü evrimlerini henüz
tamamlamamış olduklarını” düşündürtmüştür. “Modern-dünyâyı ortaya çıkaran “batı’lı
modern-insanlar” ise, biyolojik özel bir mutasyonla (sıçramalı evrim) evrimini
tamamlamış oldukları için bambaşka bir dünyâ kurabilmişlerdir” denir. “Önceki
insanlar ve önceki zamanlar ile modern-insan ve modern çağ arasındaki fark işte
bundan kaynaklanmaktadır” diyebilmektedirler. Tabi böyle olunca, sözde
“evrimini tamamlamış” ve “üst-ün insan” olmuş olanlar, henüz evrimini
tamamlamamış olanların üzerinde doğal olarak sulta kurup hâkim olma hakkı
kazanmıştır. Zulüm olarak görülen şey bundan dolayıdır. Evrimini tamamlamış ve
modern-bilim ve teknolojiyi ellerinde tutanların, neredeyse tüm Dünyâ’yı,
“evrimini henüz tamamlamamış oldukları” gerekçesiyle sömürme hakkını
kendilerinde görmelerinin nedeni budur. Sosyâl Darwinizm denilen şey işte budur.
Modernite ve
küreselleşme ile birlikte batı, modern-bilimi tüm Dünyâ’ya yaydı ve dayattı.
Bilimi kendisine mâl etti. Oysa eski çağlarda bilim ve tekniğin, Mısır ve
Mezopotamya’da büyük gelişmeler göstermiş olduğu görülür ve bilinir. Zâten
Yunanlılar Mısır ve Mezopotamya bilimsel bilgisinin mîrasçıları olmuşlar ve
onlardaki bilimi alıp doğallığından uzaklaştırmışlardır. Modern-bilim ve
teknoloji, bilim ve tekniğin doğal, normâl ve fıtrî olandan uzaklaştırılması,
yâni Allahsızlaştırılmasıdır. İslâm âlemi, bilimsel bilgiyi Yunan
kaynaklarından da alarak ilerletmiştir. Fakat bu bilgiyi yeniden Allah-merkezli
şekle sokmuşlardır. Avrupa’ya bilim ve de teknik, İslâmiyet üzerinden
geçmiştir. Modern Avrupa, uygarlığını Yunan ve Roma (greko-romen) üzerine
kurduğu için, M.Ö. 600’lü yıllardan îtibâren Yunanlıların yaptığı gibi bilim ve
tekniği yeniden Allahsızlaştırarak, “modern-bilim ve teknoloji”ye çevirmişlerdir.
“Bilim ve teknik” ile “modern-bilim ve teknoloji” yada “doğal bilim ve teknik”
ile “Allahsız bilim ve teknoloji”, zamânın ve mekânın değişmesiyle birlikte insanlar
tarafından değiştirilmektedir. İnançtan,
değer yargılarından ve öznel ön-kabûllerden bağımsız saf bir bilimin vâr olduğu
fikri sonuna kadar savunulamaz. Kanımca bu, “imtihanın
bir gereği olarak” böyle olmaktadır. Aslında
doğal ve normâl bilim bir “bayrak yarışı” şeklinde bir milletten başka bir
milletin eline geçer ve doğal seyrini sürdürerek zamânın ihtiyaçlarına çâreler
üretir ve kolaylıklar sunar. Bu “doğal bilim”dir ve ihtiyâca göre yada ihtiyaç
kadar üretir. “İhtiyaç îcâdın anasıdır” denmiştir. Fakat modern-bilim ve
teknoloji ise, ihtiyâca göre ürün üretimi değil, üretilen aşırı ürüne göre
ihtiyaç üretir. Aslında ihtiyâca göre değil, ihtirâsa göre üretim yapar.
Aradaki fark ve Dünyâ’daki zulmün nedeni işte budur: Kışkırtılmış üretim ve
kışkırtılmış tüketim.
Modern-bilim ve
de teknoloji farklı bir şeydir. O, ihtiyaçlara çâre üretmekle değil, yeni sûni
ihtiyaçlar üretmekle ilgileniyor ve bunu kabûl etmeyenlere baskı ve zulüm
yapıyor. Yâni modern-bilim ve teknoloji, zorla ilerletilmeye çalışılan bir
zorbalık hâline gelmiştir. Modern-bilim “ilerliyoruz” derken çok ileri
gitmiştir ve haddini çok fazla aşmıştır. Bilim olanca hızıyla ille de ilerlemek
zorunda değildir. Onun mâkûl ve doğal bir seyri vardır. İlerleme hızını “gerçek
ihtiyaçlar” belirler, sûnî ihtiyaçlar (daha doğrusu ihtiraslar) değil. Aşırı
hız, yoldan sapmayı yanında getirir. Bu nedenle yoldan sapmaktansa normâl bir
seyirde gitmek daha doğrudur. Modern-bilimin kışkırtıcı zihniyette olması,
dinden ve Allah’tan vazgeçmesinin ve uzaklaşmasının bir sonucudur. Allah’tan ve
dinden vazgeçince onu tutacak ve yavaşlatacak bir şey kalmamıştır.
Modern-bilime ve teknolojiye bâzen düşmanlık derecesindeki karşıtlığımız bu
yüzdendir. Yoksa modern-bilim iyi şeyler de yapmaktadır. Fakat, “modern-bilim
ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları
daha büyüktür” diye bir söz edebiliriz.
Modern-bilim, çeşitli
şekilde, insanları teorilere ve hipotezlere körü-körüne inanmaya zorlar. Bu, modern-bilimi
elinde tutan ve kontrôl edenlerin bir projesidir. Siyon Protokôlleri’nin 3.sünde:
“Bilimin bu-günkü durumu ve bizim yönlendirdiğimiz gelişimi sâyesinde, insanlar
basılı şeylere körü-körüne inanıyorlar” denir.
Modern-bilim
ve de teknoloji, insanın değil kapitâlizmin hizmetindedir. Merhâmetten ve
vicdandan yoksun, acımasız ve zâlim kapitâlistlerin sâdık hizmetçiliğini yapmaktadır.
Kapitâlistlerin güdümündeki modern-bilim, yönünü ve güvenilirliğini kaybettiği
için insanlığa çok pahalıya mâl oluyor. Bilimsel araştırma yapanların, mümkün
olduğu kadar kısa zamanda ve gelişi-güzel yaptıkları araştırmaların
sonuçlarının doğru olup-olmadığını bir-iki kere bile denemeye tâbi tutmadan
“doğru” diye ortaya koymaları ve bunların önde gelen bilimsel dergilerde
yayınlanması oldukça yaygın bir uygulama oldu. İnsanlar bu dergilerde ve
yayınlarda söylenenlere bakarak modern-bilime not veriyor. Buna rağmen her fırsatta modern-bilimin
tarafsız olduğu söylenir.
“Bilimsel yöntem, olguların dikkatli ve
tarafsız bir şekilde gözleminden ve bunlar arasındaki ilişkiyi tahmin ettikten sonra
bu tahminlerin doğru olup-olmadığını muhakkak sûrette yeni gözlemlerle kontrôl
etmekten ibârettir” denir. Fakat yaptıkları şey aslında, modern telâkki ile
gözlemledikleri olaylar arasındaki ilişkiyi masa-başında teorileştirip, sonra
da bu teorileri resmîleştirmek için deneye tâbi tutmaktır.
Bilim-târihi
gösteriyor ki kuramlar hemen dâima muvakkat -geçici/fâni- kalmaya mahkûmdurlar.
Kuramlar zamanla bir-çok kez tâdilâta uğrarlar ve nihâyet tutunamayarak terk
edilirler.
Modern-bilim,
kendisini şaşmaz-yanılmaz olarak görür ve herhangi bir yanlışın, kendisinden
değil, kendisine yeterince bağlı olmayanların yanlış yorumlarından
kaynaklandığını ileri sürer. “Bilimin sırları ancak kendisine iyice bağlı
olanlara malûm olur. Bilime heves eden, ona bağlandığı ve bilimin elinde
oyuncak mesâbesinde kaldığı ölçüde daha büyük keşifler yapmaya ve daha önemli
başarılar kaydetmeye muvaffak olur” derler. Modern-bilimin militan bir mürîdi
olmadan onun anlaşılamayacağı söylenir. Yâni modern-bilime kul-köle olmadan
olmaz diyorlar. Hâlbuki kul olunacak tek mercî âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Modern-bilim
doğru düşünmek için en doğru ve doğal yöntem değildir. Zîrâ hem Yaratan’ı hem
de doğayı inkâr eder yada hesâba katmaz, hem de doğaya uygun davranmaz ve çoğu
kez doğaya aykırılıklar ortaya çıkarır.
Modern-bilimin
yaptıkları, masa-başında tahminler yürütmektir. Tahmin ile yepyeni bilimsel(!)
sonuçlar bulmaktadırlar. “Esâsen bir-çok bilimsel sonuçlar muhayyile yardımı ile
yapılan tahminlerdir” diyenler vardır. Fakat farklı tahminlere hayat-hakkı
tanımazlar. Çünkü kendi tahminlerini ve buna göre yaptıklarını ve ortaya
çıkardıklarını dayatıyorlar. Üstelik farklı tahminde ve çıkarımda bulunanları
kötü şekilde yaftalarlar. Aslında bilimin potansiyel farklı sonuçları ve
şekilleri olabilir ki eskiden böyleydi. Fakat modernite ve küreselleşme ile
birlikte batı, modern-bilimi tüm Dünyâ’ya “tek bir yöntem ve sonuç ile” dayatarak
yaymaktadır.
Modern
bilim-adamlarının öyle çok karmaşık şekilde bilim yaptıklarını zannetmeyin.
Masa-başında yaptıkları tahminler sonucunda araştırma yapmaya başlarlar. Meselâ
Neptün gezeni “göğü araştırıp dururken” değil, “orada bir gezegen olabileceği”
tahmininden sonra keşfedilmişti.
Klâsik-bilim ve
teknik doğal olduğu için ve zâten haddini bilip çok ileri gitmediğinden dolayı
araştırmasını çok fazla derinleştirmez ve ihtiyaç olanın dışında üretim yapmaz.
Bu nedenle doğal-bilimde “yanlışlanabilirlik” yoktur. Yâni ilerlemesi doğal ve
yavaş olduğu için yanlışlana-yanlışlana ilerlemez. Bâzı masa-başında ürettiği
fikirler yanlışlanabilir ve düzeltilebilir tabi. Fakat bu onun ilerleme metodu
değildir. Modern-bilim ise neredeyse her konuda yanlışlanabilirdir.
Yanlışlanabilir olmadığında modern-bilim olmaz. Yanlışlanabilir olmalıdır ki
yeni şeyler ortaya koyabilsin ve “yeni doğru budur” diyebilsin. Üstelik
ilginçtir, yanlışladığı şeyi de övmeye devâm eder.
Modern-bilim bir
şeyi îzah ediyorsa ve bu îzah bir-çoklarınca kabûl görüyorsa, o îzâhın doğru
olduğunu söyler. Oysa îzah ettiğini söylediği şey, gözlemlenebilecek bir şey
bile olmayabiliyor. Masa-başı beyin fırtınalarının ve zihinlerin hayâlinden
başka bir şey değildir îzah ettikleri şeylerin özü. Bakın günümüzde (Nîsan
2020) nasıl ki korona-virüs için gerçek bir îzah ve tatmin edici açıklama
yapılamıyorsa ve de tüm açıklamalar kafaları daha fazla karıştırıyorsa,
modern-bilimin neredeyse tüm îzahları da böyledir. Net ve kesin bir şey yoktur.
Çünkü doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak düşünmemekte ve çalışmamaktadırlar.
Böylece doğala, normâle ve fıtrata uygun bilim-teknik, şeytana, nefse ve
tâğutlara uygun modern-bilim ve teknoloji hâline gelmiştir.
Modern-bilim
için “sınırsızdır” diyorlar. Oysa Allah’tan başka hiç-bir şey sınırsız
değildir. “Bilim sınırsızdır” demek, “madde sınırsızdır” demektir. Zîrâ bilim
ancak madde üzerinde çalışabilir. Maddenin ise, bizim hepsini bilemeyeceğimiz
sınırlı bir bilgisi vardır.
Klâsik-doğal
bilim (“klâsik doğal bilim” derken “organik
bilim”i kastediyoruz) ve teknik zararsızdır. Çünkü
doğal bir ilerlemesi ve işleyişi vardır. Modern-bilim ise iyi-kötü ayırımı
yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, bilimin kötü ve yıkıcı yönlerini
daha çok açığa çıkaracaktır. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır.
Modern dünyâ’nın yükselttiği çıtayı herkes için eşit yada benzer bir seviyeye
indirmedikçe insanoğlunun azâbı bitmeyecektir.
Teoride olumlu
gibi gözükmesine rağmen pratikte modern-bilim ve teknoloji, insanlığın anasını
ağlatmış durumdadır. Modern-bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın
nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsâli kişiler değildir
ki!. Modern-bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok
fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ modern-bilim ve teknolojinin kötüye
kullanılmasından dolayı, insanoğlu târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm
görmekte ve acı çekmektedir. Modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı
yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür.
Her çağın bir
bilim-anlayışı vardır. Modern-çağın ve modern-insanın Allah’tan bağımsız
bilim-anlayışı modern-bilimi üretmiştir. Fakat nasıl ki önceki medeniyetlerin
bir zamanlar bilimi yükselttikleri ve gün gelip artık onu ilerletememeleri
gerçekse ve aslında bu bir “kânun” ise, modern-biliminin de bir gün sonu
gelecek ve yeni bir telâkki ve anlayışla yeni bir bilim-düşüncesi ve şekli
ortaya çıkacaktır. Önemli olan, ortaya çıkacak olan bilimin ve de tekniğin,
Allah’a, dîne, doğala, normâle ve fıtrata uygun olmasıdır. Aksi-hâlde bir cendereden
başka bir cendereye sıkışmış oluruz.
Bilimsel
ilerleme ancak bir ihtiyâca binâen olursa ve ortaya çıkarsa doğru ve doğal
olur. Yoksa insanı esir ve köle etmeye başlar, aynen modern-bilimde olduğu
gibi. O hâlde bilimin ilerlemesi, ihtiyâca binâen olması ve zorla ihtiyaç
hâline getirilmemesi gerektiğinden dolayı çok yavaş gelişir ve gelişmelidir.
Bilim ve tekniğin hızlı değişmesi doğru ve doğal değildir, eğer hızlı ve çok
hızlı değişirse, aynen modern-bilim ve teknolojide olduğu gibi insanları maddî
ve mânevî olarak kendine köle eder. Yeni bir din ve hattâ tanrı hâline gelir.
Bunu günümüzde modern-bilim üzerinden bâriz bir şekilde görüyoruz.
Batı, bilgi ve
bilim konusunda her zaman bağnazdı. Orta-çağda “klâsik bağnazlık” yaparken,
modernite ile birlikte de “modern bağnazlık” yapmaktadır. Orta-çağda Aristo’ya,
Galen’e ve Ptoleme’ye karşı o zaman gösterilen kölecesine bağlılığın yerini
modern çağda Galileo, Kepler, Copernicus, Newton, Einstein vs. almıştır. Batı,
çok doğal ve basit olan yönteme değil de, çok karmaşık işlere yönelmektedir.
Meselâ bir zamanlar Avrupa Orta-çağ bilginleri arasında, atın ağzındaki diş
sayısı harâretli tartışmalara neden olmuştur. Fakat bu münâkaşanın hâlli için
atın ağzına bakmak gibi tabî bir yol seçilecek yerde otoritelerin yazılarına
başvuruluyor, bunların aralarında anlaşmazlık olduğu için de meselenin çözümü
mümkün olmuyordu. Aynı şey şimdi de yapılıyor. Hayatlarında başlarını göğe
kaldırmamış olanlar, gök-bilimin otoritelerinin sözlerini-teorilerini îman
umdesi yapıyorlar ve ne denmişe ona inanıyorlar.
Bilime değil,
modern-bilime karşıyız; tekniğe değil teknolojiye karşıyız. Zâten bilim ve tekniğin
neyine karşı olacağız ki!. Çünkü bilim ve teknik zâten bizim yaratılışımızda
var ve bize verilen aklın ve “el”in doğal işleyişinin sonucudur bilim ve
teknik. Lâkin modern-bilim ve teknoloji hem aklımızı hem de ellerimizi iptâl
etmektedir.
Klâsik-bilim çok
ilkel görülüyor. Bu, modern-bilimin klâsik-bilim ve tekniği ilkel göstermesi ve
hattâ alay etmesiyle yapılıyor. Fakat klâsik-bilim bir-çok şeyin keşfini
yapmıştı. Meselâ 900’lü yıllarda katarakt ameliyatı yapılıyordu. Hattâ Roma
İmparatorluğu zamânında bile katarakt ameliyatlarında, modern katarakt
ameliyatlarında kullanılan âletlere çok benzer âletler kullanılıyordu.
Modern-bilim, modern-insana, eskiyi çok ilkel ve geri gösterir. Zîrâ
modern-bilim kapitâlist sistemin ana parçalarından biridir. Kapitâlizm ve
modernite “eski” olandan nefret eder, zîrâ “şimdi”den ve “gelecek”ten beslenir.
Oysa ilkel zannedilen zamanlarda insanlar “manuel çamaşır makinesi” bile îcat
etmişlerdi. Tohum dikme makinesi vs. bir-çok îcat vardır. İnsanlar mağara
adamları gibi değildi ve hattâ iddiâ ediyorum; modern insandan daha ahlâklı,
merhâmetli, mütevâzi, sanatkâr ve akıllı idi. Ne klâsik ve doğal bilim-teknik
ilkeldi, ne de klâsik ve doğal insan ilkeldi. İlkel olan bir şey varsa
modern-bilim, teknoloji ve modern insandır. Zîrâ “ilkel” denilen insanların
bile yapmayacağı zulümleri yapabilmektedir.
Önceki
medeniyetler ve bilimleri ilkel değildi ve hâlen de ilkel olarak görülemez.
Çünkü modernlerin çok gururlandıkları modern-bilim ve teknoloji, Mısır
Piramitleri ve Stonehenge gibi ağır ve büyük taşlarlarla yapılan yapıları
meydana getiren çok ağır taşların -ki bunları bugün en büyük vinçlerin bile
kaldırması pek mümkün değildir- nasıl taşınıp yerleştirdiğinin açıklayamıyor.
Düşünsenize; modern-bilim, doğal-bilimin (aslında bilim, “doğal -bilim”dir)
yaptıklarını açıklayamıyor ve hattâ mantıklı bir fikir bile yürütemiyor.
Üstelik doğal-bilimin, tekniğin ve sanatın ortaya koydukları şaheserler
aşılamıyor ve daha üstünü yapılamıyor. Zîra modern-bilim ve teknoloji rûhtan
mahrûmdur. Çünkü modern-bilim ve teknoloji rûhu iptâl etmiştir.
Bilim; Mısır,
Mezopotamya, Yunan, İslâm, Çin vs. ile
doğal seyrini sürdürürken ve bir kötülük ortaya çıkmazken, (çünkü doğala,
normâle ve fıtrata uygundu) dîni, kitabı, îmânı ve nihâyet tanrıyı öldüren,
böylece vicdânını ve merhâmetini kaybeden batı’nın eline “modern-bilim ve
teknoloji” şeklinde geçince çığırından çıkmış ve şeytanın, nefsin ve tâğutların
kışkırtmasıyla fitne olarak yayılarak yeryüzünü ifsâd etmektedir. Modern-bilim
ve teknoloji yeni bir din hâline getirilmiştir. İnsanlar artık modern-bilim
deyince susup kalmaktadırlar.
Aslında
modern-bilim ve teknolojinin de suyu ısındı. Zâten aslında son 50 yıldır yeni
bir şey söylediği ve ürettiği de yok. Sâdece daha önceden üretilmiş olanları
aşırı bir şekilde modernleştiriyor. Modern-bilimin hâlen iktidârını
sürdürebilmesinin nedeni, bir alternatifin henüz ortaya çıkmayışından
dolayıdır. Şu da var ki, insanlar modern-bilim ve teknoloji ile sarhoş olmuş
durumdadırlar ve bu sarhoşluktan ayılmak istememektedirler. O hâlde
sünnetullahın işleyişini düşündüğümüzde, bu değişimin ve dönüşümün güzellikle
değil, zorla ve azapla olacağı görülüyor. Zîrâ insanlar acı azâbı görmeden
değişmezler. İnsanlar modern-bilim ve teknolojinin, başlarına gelen azâbın
nedeni olduğunu anladıklarında ve gördüklerinde, artık doğala uygun yeni bir
bilim-anlayışı ortaya çıkmaya başlayacaktır. Önemli olan, yeni bilim-anlayışının
vicdâna, merhâmete, iyiliğe, doğala, normâle ve fıtrata yâni Allah’a uygun
olmasıdır. Yoksa değişen bir şey olmaz ve insan kendini zehirleyecek başka bir
zehir ortaya çıkarmış olur.
Modern-bilim
kendine yâni modern-bilime dayalıdır. Köksüzdür yâni. Aslında başlangıçta
klâsik doğal-bilime dayanmıştı, fakat Allah’tan kopunca klâsik-doğal bilim ve
teknik anlayışından da koptu. Klâsik-doğal bilim ve teknik; Allah’a, dîne,
kitaba, merhâmete, vicdâna, doğala, normâle ve fıtrata dayanır. Zâten bu
nedenle zarar vermez ve Dünyâ’yı ifsâd etmeye çalışmaz. Bu yüzden hayatta en
hakîki ve doğru mürşit “modern-bilim” değil, ilmin dayanağı olan vahiy yâni Kur’ân’dır.
O insana tüm yönleriyle mürşitlik yapar. Kur’ân’a dayanan ve vahiy ile
yönlendirilen bilim, insanlara zarar vermez ve yarar getirir. Fakat modern
müslümanların zannettiğinin aksine, bilim ve inanç esasları “birbirinin
alternatifi” değildir.
Klâsik-bilim
tümdengelime dayanırken modern-bilim tümevarıma dayanır. Tümdengelim tümevarımdan
dâima daha emin ve daha kesin sonuç verir. Tümdengelim Allah’a dayanmaktır.
Tümevarım ise, -tümdengelim merkezli olmazsa- şeytana, nefse ve tâğutlara
dayanmak zorunda kalır. Zîrâ Allah’a dayanmayan dayanaklar bâtıl olmak
zorundadır.
Klâsik-bilimde
her-şey araştırılmak zorunda değildir. Çünkü araştırılan şey abartıldığında
yapısı ve büyüsü bozulur. Zâten bir-çok şeyin araştırılmasının bir faydası
yoktur ve faydasının olmaması, zararının olması anlamına gelebilir. Meselâ
hayat-kaynağımız olan su, (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana
gelir. Fakat ilginçtir ki 2 hidrojen ve 1 oksijen laboratuvarda birleştiğinde
su oluşmaz-oluşmuyor. Çünkü su, orijinâl olarak yaratılmış bir varlıktır ve onu
çözüp başka şeye dönüştürmek yada elementlerinden onu yeniden oluşturmak mümkün
değildir. O sâdece kendi özel şartlarında ortaya çıkar. H2O ise, sâdece suyun
yapısını teorik olarak anlatmaktan ibârettir. Şu da var ki, suyun, formülünün
H2O yâni “iki hidrojen bir oksijen” olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası
yoktur. Bu formül, suyun rûhu ve büyüsünü ortaya koyan bir anlatım-şekli
değildir. Bu bağlamda su, sâdece bilimin alanıyla sınırlı kalamaz. Onu biraz da
şâirler anlatmalıdır meselâ. Araştırılmaması gerekenler üzerinde yapılan
araştırmalar zâten kesin sonuç da vermezler.
Klâsik-bilim bu
büyüye dokunmaz, oysa modern-bilim ve de teknoloji, meta-fiziği inkâr
ettiğinden dolayı her-şeyi aşırı araştırmaya yönelir ve böylece her-şeyin
doğasının ve büyüsünün bozulmasına neden olur. Dünyâ’nın büyüsü bu şekilde
bozulmuştur.
Matematik için
“kesindir” derler, fakat matematik de kesin değildir. Gerçekte var olmayan
şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü
matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar:
“Matematiğin
lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin
sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak
deneyle yada matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz;
matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi
inceleyerek. Kısaca, matematikte soyut-teorik olarak varılan bir sonuç, bunun
gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.
Her deney
sonucu, doğruyu vermez. Deneme-yanılma yöntemiyle ise sonuçta doğruya ulaşılır.
Fakat sistem bize, ortaya çıkardığı bilim şeklini dayatır. Alexandre Koyré bu
bağlamda şöyle der:
“Gerçekten,
her-şeyi (bilimleri, sanatları, tıbbı, hukûku) okulda öğrenmeye öyle alışmışız
ki, XIX. yüzyıla, hattâ daha da sonrasına dek, ressamlar ile yontucular bir
yana, teknologların, mühendislerin, mîmarların, gemi, hattâ makine
yapımcılarının okullarda eğitilmediğini, mesleklerini işliklerde, iş-başında
öğrendiklerini hemen unutuveriyoruz”.
Tüm modern
kötülükler, “deneyim”in yerine “deney”in geçerli hâle getirilmesiyle başladı.
Deneyim varken deneye gerek yoktur. Modern-bilim “deneyimin yerine deneyi
koymak” demektir. Fakat deney, deneyim kadar kesin sonuçlar vermez. Üstelik
deneyim, deney kadar zararlı sonuçlara yol açmaz. Zîrâ deneyim hayâtın tam
ortasında yapılırken, deney ise dört duvar arasındaki laboratuvara has kılınır.
Klâsik doğal bilimde de yanlış çıkarımlar olur elbette. Fakat bunlar insanlara
maddî zarar vermezler. Bir-süreliğine insanları yanlış düşünmeye yöneltseler
de, insanı ve tabiatı ifsâd etmez.
Açıkçası doğal
olan ve insana bir zarar vermeyen şeyler üzerinde bilimsel inceleme yapmak
-bâzı küçük yararları olsa da- genellikle zarâra yol açar. Zîrâ bir şeyi aşırı
incelemek onu başkalaştıracağından ve dolayısı ile büyüsünü bozacağından dolayı
insana yakın-uzak vâdede mutlakâ zarar vermeye başlayacaktır. Varlığın da bir
mahremi vardır ve bu mahremiyeti zorla aralamaya çalışmak, sünnetullahın bir
gereği olarak maddenin yapısındaki zararları açığa çıkarabilir.
İnsanlar maddeyi
incelemeyi ve araştırmayı ne için istiyorlar?. Sâdece merak mı?. Fazla merakta
işe nefs karışır. Fakat inceleme ve araştırma bir ihtiyaç için ise ona rûh
karışacaktır. Rûhun karıştığı şeyin zarâra yol açması pek de mümkün değildir.
Nefs-merkezli olan bir şey yakın-uzak vâdede mutlakâ zarâra yol açar. Sünnetullah
bunu söyler.
Maddenin doğal
ve kendine-has sınırlı bir devinimi vardır. Bu devinim sonsuza kadar devinmez.
Eğer devindirmeye çalışılırsa yapısı bozulur. Yapısı bozulan şey doğayı ve
insanı da bozar. Maddenin “kendinde hâli”ne çok da fazla dokunmamak gerekir.
Yada ona dokunulması gerektiği kadar dokunulmalıdır. Kendine-özgü, doğal
yerinde durgun hâlde bulunan bir cismin durumunu açıklamaya gerek yoktur. O şey
ne ise odur. Modern-insan orijinâl olanla yetinemiyor. Zîrâ modernite, sûnî ve
sanal olandan beslenir.
Zorla olan
devinim düzensizliğe yol açan bir düzensizliktir; bunun sonsuza dek
sürebileceğini kabûl etmek, gerçekte “çok düzenli kozmos” düşüncesinden
vazgeçmek anlamına gelir. Doğaya karşı hiç-bir şey sürekli olamaz. Bunu sürekli
hâle getirmeye çalışmak, doğanın bir zaman sonra bizden intikâm almasıyla
sonuçlanır ki modernizm sürecinde bu defâlarca görülmüştür.
Bir varlık ancak
kendi yerinde kendini gerçekleştirir ve gerçekten “kendi” olur. Bir şeyi aşırı
araştırmak, onu “yerinden etmek” anlamına geleceğinden dolayı “zulüm” olur. Bu
nedenle “aşırı araştırma” demek olan modern-bilim ve teknoloji, varlığa
zulmetmenin adıdır. Modern-bilim, çok yalın ve basit olan şeylerin karmaşık
olduğunu söyleyerek şeyleri aşırı şekilde araştırmaktadır.
Klâsik-doğal
bilim, insan yarârı için olduğundan dolayı bir düşüncenin madde üzerinde
somutlaştırılması ve kullanıma sunulması gerekir ki bu somutlaştırma
doğala-fıtrata uygun olmalıdır. Zâten bir düşüncenin sağlaması ve yarar-zarar
ölçüsü bu şekilde yapılır. Modern-bilimde masa-başında ulaşılan matematik
sonuçlar doğru olarak kabûl ediliyor ve yarârına-zarârına bakmadan üretime
dönüyor. Doğala-fıtrata uygunluğuna bakılmadan üretime dönüştürüldüğü için de
çoğunlukla insana yakın-uzak vâdede zarar verici oluyor. Çoğunlukla sonuçları
zararlı olsa bile üretim iptâl edilmiyor. Nükleer ve biyolojik silahlar ve
doğayı (dolayısı ile hayâtı) yok etme pahasına enerji üretimi buna örnektir.
Modern-bilimin
somut şekli teknolojidir. Teknolojinin yarar ve zararlarına bakarak bir bilim-anlayışının
ne olduğu hakkında karar verebiliriz. “Bana bilim-anlayışını söyle, sana
biliminin sonuçlarını söyleyeyim”.
Doğal-bilim
üretimini deneme-yanılma yoluyla yavaş-yavaş yapıyordu ve zarar açığa
çıktığında hemen terk ediyordu. Yaptığı denemelerde zorluk, sıkıntı ve zarar
ortaya çıktığını görüyorsa bunu devâm ettirmiyordu. Fakat modern-bilim denemeyi
deneyle laboratuvarda yapıyor ve sonucun dış dünyâda nasıl bir etki yapacağını
somut olarak denemeden deney sonucunu kabûl ediyor. Hâlbuki laboratuvarlarda
yapılan hiç-bir deney doğal değildir. Deneyin sonucunda teknolojik bir ürün
ortaya çıkıyor ama yakın-uzak vâdede zarar verici oluyor. Çünkü masa-başında ve
laboratuvarda yaptığı deneylerle, ortaya öngörülememiş sonuçlar ve zararların
çıkabileceği tam olarak görülemeyebiliyor. Zâten ortaya çıkacak zararlar
önceden göze alınıyor. Meselâ ağır yan-etkisi olan ama görece faydası da olan
bir ilaç üretiyor ve onun yan-etkilerini göze alıyorlar.
Modern-bilimin
en mühim özelliklerinden biri “ilerlemek”tir. Fakat buna göre bugünkü bilimsel
bilgimizde yarın bir-sürü eksikler ve yanlışlar bulunacaktır. Modern-bilim bu
bakımdan da tenkite uğramıştır; “modern-bilim kendi bulduğu sonuçlara sâdık
kalmayan, hiç-bir şeyde karar kılamayan ve dikiş tutturamayarak sebatsız bir
şekilde değişen bir sistem, bilimsel bilgi de zekâ oyunlarının geçici
sonuçlarından başkası değildir” denmiştir. Bu tenkite iknâ edici olmayan şöyle
bir cevap verilir: “Bilimsel bilginin tashih edilebilme kâbiliyeti bir mahzur
ve kusur değil, bir fayda ve meziyet sayılmalıdır. Bilimin ilerleyebilmesi ve
vardığı sonuçları tashih ederek gelişebilmesi, bilime olan güven ve îtimâdımızı
azaltmamalı, bilâkis artırmalıdır. Bilimde terk-edilen sonuçlar çok olmuştur.
Bâzen yeni sonuçların eskileri ile tezat teşkil edecek kadar farklı oldukları
da vâkidir. Fakat bu gibi misâllerde bile, eski sonuçların tamâmen yanlış ve
hakîkatle taban-tabana zıt olduklarını düşünmek hatalı olur; bilimsel
ilerlemenin dâima doğru sonuçlara gittikçe daha fazla yaklaşma şeklinde
olduğunu kabûl etmek gerekir”.
Bâzen de
modern-bilim terk ettiği bir modele geri döner. Meselâ atom teorisinde yeniden
Yunan önermesini kabûl etmeye başlamıştır. Modern-bilimi destekleyip
yönlendiren tâğutların işine o anda ne geliyorsa onu ortaya koyarlar. Çünkü tâğutların Dünyâ’yı
yönetme araçlarından ve yöntemlerinden biri de modern-bilimdir. Modern-bilime
karşı çıkanları yobaz, gerici ve hattâ terörist olarak yaftaladıkları için hiç
kimse modern-bilimin verilerini sorgulayamaz, eleştiremez ve îtirâz edemez.
Böylece modern-bilimin mutlakâ ihtiyâcı olan finansmanı sağlayan finansörler,
bilim-adamlarını ve bilimi istedikleri yönde yönetirler ve yönlendirirler.
Böylece halkı ve Dünyâ’yı yönetmiş olurlar.
Modern-bilim,
modern-bilim ile uğraşan akademisyenlere “bilim-adamı” yada feminist tâbirle “bilim-insanı”
der. Oysa klâsik-doğal bilim, bu kişilere “âlim” derdi.
“Bilim sürekli
ve hızla ilerliyorsa, o zaman bilimin verileri de sürekli olarak değişiyor ve
yanlışlanıyor demektir. O hâlde modern-bilimin bugünkü bilimsel verileri
yanlıştır ve ileride sarih olarak anlaşılacağına göre, biz ona kesin bir gerçek
gibi îman edip de sarılamayız. Zîrâ bir yalana îman edip sarılmış oluruz.
Bilimde demokrasi olmadığı için halkın onu iptâl ve inkâr etme şansı da yoktur.
Halktan bilim ile ilgilenen ve farklı sonuçlara ulaşanlar, bu sonuçları kabûl
ettiremezler ve hattâ bunların açıklanmasına bile izin verilmez.
Modern-bilim lineer düz bir çizgi izler
ve buna “ilerleme” der. Fakat hem doğada hem de insanda bu tür bir ilerleme
yoktur. Meselâ insan doğar, büyür fakat sonra yaşlanır ve küçülür. İlerlerken
birden gerilemeye başlar. Ağaçlar, bitkiler ve tabiat da öyledir. Meselâ
devletler de öyledir. Doğarlar, büyürler ve en sonunda da küçülüp ölürler yâni
yıkılırlar. Modern-bilim ise sanki ölümsüz bir şeymiş gibi sürekli olarak
-sözde- ileriye doğru hareket ettiğini söyler. Zâten kendini ilah gibi
görmesinin ardında da bu yatar. Modern-bilimin kibri buradan gelir. Celaleddin Vatandaş modern-bilim bağlamında şunları
söyler:
“Modem
zihniyetin şiddete yatkınlığını anlamak için kutsadığı bilime ilişkin tutum ve tavrını dikkate almak yerinde
olacaktır. Modernite bilimi oluştururken ona tüm diğer uygarlıkların ve kültürlerin bilgiye yüklediği misyonun çok dışında bir
misyon yüklemiştir. Bilim, modem zamanlarda kazandığı
anlam ve işleviyle varlığın ve hayâtın amacını
bilme çabalarının ürünü değil, egemen olmanın
en önemli aracıdır artık. Heidegger'in tespitleriyle ifâde etmek gerekirse, bilim yeryüzünde önceden hiç-bir zaman karşılaşılmamış
bir güç geliştirmiş ve bu güç bütün yerküreyi
kaplamıştır. Fakat egemen olan güç, bilginin gücü değil, gücün bilgisidir. Bir başka ifâdeyle hegemonik güç olan batı’nın Avrupa-merkezci ideolojisidir”.
İnsan, değişimi
yada “hızlı değişimi” sevmez ve istemez. Çünkü o hızlı değişim insanın maddî ve
mânevî yapısına zarar verir ki modern-bilim ile birlikte bu çok net şekilde
görülmektedir. O hâlde değişim mutlakâ olacaktır ama bu değişim yavaş ve
doğala-normâle-fıtrata uygun olacak ve aykırı da olmayacaktır. Klâsik-doğal
bilim dediğimiz “bilim” böyle çalışır.
Şu söze ne
demeli?: “Bilim insanın insanı daha başarılı bir şekilde öldürebilmesine ve
perişân edebilmesine de yardım edebilir. Fakat bu gibi zararlarını düşünerek
bilimin (tabî ki modern-bilimin H.G.) hesapsız faydalarını unutmak doğru olmaz.
Diğer taraftan, bilimin mümkün kıldığı harp silah ve vâsıtaları o kadar korkunç
ve tesirli bir hâle gelmiştir ki, bâzı kimseler sırf bu sebeple insanların
artık birbirleriyle harbe girişmek cesâretini kaybedeceklerini ummaktadırlar”.
Bu sözleri ancak bir bilim-perest söyleyebilir. İnsanlar; “modern-bilim ve
teknolojinin ürettiği silahlar çok güçlü ve insanları perişân ediyor, o hâlde
bu silahlar varken hiç savaş falan düşünmeyelim” diyecekler öyle mi?.
Savaşçı
aristokrasiler târih boyunca bilimi hor görmüştür; bu yüzden, Isparta’lılar,
Roma’lılar, Osmanlı’lar vs. gibi büyük devletler bilimi geliştirmemişlerdir.
Çünkü buna gerek duymamışlardır. Zîrâ onlar zâten bilim ile ulaşılacağı
söylenen noktaya doğal-bilindik yollardan çoktan ulaşmışlardır. Alexandre Koyré
eski medeniyetlerin, bilimsel bilgi olmadan ortaya koydukları teknikten
bahsederken şunları söyler:
“Eskiçağ
tekniklerine gelince; kabûl etmek zorundayız ki Yunanistan’da bile uygulamalı
bilimden bambaşka şeylerdir bunlar. Ne denli şaşırtıcı görünürse-görünsün,
bilimsel bilgi sâhibi olmadan yada yalnızca ön-bilgilerle, tapınaklar, saraylar
hattâ katedrâller yapılabilir, kanallar kazılıp köprüler kurulabilir,
madencilik ve seramik sanatı geliştirilebilir. Bilim, bir toplumun yaşaması,
bir kültürün gelişmesi, bir devletin, hattâ bir imparatorluğun kurulması için
zorunlu değildir. Bilimden bütünüyle yada hemen bütünüyle geçmiş imparatorluklar, uygarlıklar, (Pers’i yada
Çin’i düşünelim) olmuştur. Onu mîras olarak alıp hiç-bir şey eklemeyenler
(Roma’yı düşünelim) olmuştur. Bundan ötürü, bilimin târihsel etken olarak
rôlünü abartmamalıyız. Geçmişte, Yunanistan yada Yeniçağ-öncesi batı-dünyâsı
gibi, bilimin gerçekten vâr olduğu yerlerde bile bu rôl küçük olmuştu. Bu bizi
toplumsal olgu olarak bilim sorununa, bilimin gelişmesini sağlayan yada
engelleyen koşullar sorununa götürür. Böyle koşullar olduğu apaçıktır.
Bilimin
doğması ve gelişmesi için, Aristoteles’in de söylediği gibi, boş zamânı olan
insanların bulunması gerekir ama bu da yetmez. Teorileri bulan insanların da
olması gerekir. Yine bu teorileri uygulamanın, bilimsel etkinliğin, toplumun
gözünde bir değeri olması gerekir. Oysa bunlar hiç de zorunlu şeyler değildir;
hattâ çok seyrek görülen ve bildiğim kadarıyla, târihte ancak iki kez
gerçekleşmiş şeylerdir. Çünkü insan, özü gereği anlama isteği ile dolup taşmaz.
Atina’lı insan bile. Büyük olsun, küçük olsun, toplumlar, kuramcının hiç kârlılık
beklemeden yaptığı, en azından başlangıçta tümüyle yararsız bulunan bilimsel
etkinliğin değerini genellikle bilmezler. Örneğin geometriyi bulmuş olanlar Nil
Vadisi’ndeki tarlaları ölçmesi gereken Mısır’lılar değil, ölçmeye değer bir
şeyi olmayan Yunan’lılardır. Mısır’lılar reçetelerle yetinmişlerdir. Yine,
gezegen devinimlerine ilişkin bir dizge geliştirenler, müneccimliğe inanan, bu
yüzden de gökteki gezegenlerin konumlarını hesaplayıp önceden görebilmeyi
gereksinen Bâbil’liler değildir. Bunu yapanlar da, yine, müneccimliğe inanmayan
Yunan’lılardır; Babil’lliler son derece ince hesap yöntemleri -ve yine
reçeteler- bulmakla yetinmişlerdir”.
“İyi de peki o
zaman modern-bilim ve teknoloji
insanların çoğu tarafından niçin kabûl edilip yayılıyor?” sorusunun cevâbı ise
şudur. Çünkü modern-bilim Allah’sız olduğu için nefse nişan alır ve nefse aşırı
hitâp eder. Nefsi aşırı besler. Nefs insanların çoğunda insana hâkim olduğundan
dolayı bir kanıksama ve haz meydana getirir. Nedeni budur. İnsanlar Allah’sız
olan şeyleri daha çabuk benimseyip kabûl eder. Çünkü “peşin bedelleri” yoktur
bunun.
Modern-bilime
olan körü-körüne inanç onu put yapmaktadır. Böylece modern-insan modern-bilime
tapmaktadır. Tabi bunu Allah’sız modern-bilimin tatlı-sert zorlamasıyla
yapmaktadır. Modern-bilim ve teknoloji modern-insanın “en büyük putu” hâline
gelmiştir.
Klâsik-doğal
bilim “insan için bilim”dir. Bu nedenle de insana zarârı dokunacak bilimsel
düşünme ve üretim yap(a)maz. Modern-bilim ise “bilim için bilim”dir.
Yarar-zarar hesâbı yapmaz. Yeter ki bilimsel düşünce ve üretim ortaya çıksın ve
çok yüksek kârlar edilsin. Modern-bilim ve teknolojinin finansörleri olan
tâğutlar, edecekleri yüksek kârlardan başkasını düşünmedikleri için yarar-zarar
hesâbı yapmazlar. Bu nedenle de modern-bilimin yararından çok zarârı olur.
Klâsik-bilim ve
tekniğin de zararları varsa da, o şeyin zarârı ilk başta da sonra da apaçıktır
ve aynı derecededir. Mâsum gibi gösterilip de sonradan kötülüğü ortaya çıkmaz.
Meselâ “Rum ateşi”nin zarârının ne olduğu bellidir fakat nükleer enerjinin kötü
sonuçlarının derecesi insanın başına gelmeden bilinemez.
Paul Feyerabend,
“bir bilimsel yöntem var ve her-şeyi bununla açıklayabiliriz” argümanına karşı
çıkmaktadır. Ona göre bilim, akılcı bir şekilde ilerlemedi ve ilerleyemezdi de.
“Yönteme karşı” adını verdiği yaklaşımında modern-bilim için şunları söyler:
“Bugün
hâkim olan batı-bilimi özel şartlarda ortaya çıkmıştır. Bu bilimin hâkim
olmasının sebebi, diğer alternatiflerini yenmesidir. Ama bu durum onun
diğerlerinden daha iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Bu, bilime sâhip olan ve
onu geliştiren ülkelerin daha büyük bir askerî güce sâhip olmalarından
dolayıdır.
Bilim
doğruluğa ve gerçekliğe giden yegâne yol olarak değil, bir-çok görüş arasından
bir görüş olarak öğretilmelidir. Ne kadar eski ve saçma olursa-olsun bilgimizi
geliştirmeyecek düşünce yoktur. Bilim ne yegâne gelenektir nede vâr olanların
içinde en iyisidir, sâdece onun varlığına fayda ve zararlarına alışmış olanlar
onun böyle görürler. Ne bilim ne de aklîlik evrensel üstünlük ölçüleridir.
Bunlar kendi târihsel kökenlerinden habersiz tikel geleneklerdir. Akılcılık
geleneklerin hakemi değil, kendisi de bir gelenek veyâ bir geleneğin
görünümüdür.
İnsanlık
batı-bilimi oluşmasından önce binlerce yıl yaşamıştır. Örneğin Coahuilla’lar
doğal kaynakları bir türlü tüketemiyor, bolluk içinde yaşıyorlardı. Göçebelerin
yaşam biçimlerini sürdürmek için kullandıkları yöntemler bugünkü modern
doğa-bilimi anlamında ‘bilimsel olmayan’ bir biçimde olmasına rağmen kendi
deneyimleri ve öğretileri ile yaşamaya devâm etmekteydiler. Ayrıca yine
belirtmek gerekirse Çin teknolojisi batı’lı-bilimsel temellerden yoksun
olmasına rağmen, çağdaşı batı teknolojisinin çok ötesindeydi. Bugün
batı-biliminin Dünyâ üzerinde hâkimiyet kurduğu doğru; ama bunun sebebi onun
‘içkin aklîlik’inde ki vukûf değil, iktidâr oyunu (sömürgeci uluslara kendi
yaşam-biçimlerini zorla kabûl ettirdiler) ve silahtır”.
Modern-bilim ve teknolojik alanda
ileri seviyede atılımlar yapanların, bu atılımı yapamayanlar üzerinde tahakküm kurması
modern insan tarafından meşrû olarak görülüyor. Bu nedenle de buna ses
çıkarılmıyor.
Modern müslümanlıkta
Kur’ân’ı modern-bilim ile aşırı yoruma tâbi tutma ve hattâ modern-bilime
uymadığında işkence edercesine Kur’ân’ı en olmadık yorumlarla boğma hastalığı
başladı. Modern-bilim karşısında duyulan aşağılık kompleksi hakkında Mustafa
Öztürk şunları söyler:
“Kur’ân’dan
bilim üretme veyâ hemen her bilimsel gelişmeyi bir şekilde Kur’ân’la
ilişkilendirme çabasında, bugün artık ciddî biçimde sorgulanan pozitivist
düşüncenin izlerine rastlamak mümkündür. Ne tuhaftır ki ümmet pozitivist
düşünceye metafizik lehine karşı çıkmakla birlikte bu düşüncenin en temel
bileşeni olan deney ve olguya dayalı bilim ve bilimsel bilgiye büyük teveccüh
göstermektedir. Bu ironik durum, bir kişinin kendi celladına âşık olmasına
ve/veyâ kendisini rehin alan kimseye bir süre sonra hayranlık duymasına
(Stackholm Sendromu) benzetilebilir. Çünkü müslümanlar özellikle son iki
yüzyıldan bu yana biraz gıpta, biraz haset ama daha çok da nefret duygusuyla
hemen her fırsatta eleştirdikleri batı kültürünün ürünü olan bilimsel bilgiye
çok kere abartılı bir müspet değer yüklemekte, bunu bir tebcil aracı olarak
Kur’ân ve tefsir sahasında istismâl etmektedirler. Böylece Kur’ân’ın her çağla
çağdaş olduğunu bilimle de ispatladıklarını düşünmektedirler. Hâlbuki bu
yaklaşımda asıl pâye bilime verilmekte, dolayısıyla Kur’ân, bilim karşısında
bir bakıma mahcûp edilmektedir.
Öte yandan,
bilimselci tefsir eğiliminin Kur’ân’daki temel kavramlardan biri olan ‘ilm’i
modern bilimle eşleştirilmesi kesinlikle vebâldir. Zîrâ Kur’ân’da geçen ‘ilim,
âlim, ulemâ’ gibi kavramların bugünkü yaygın anlam ve kullanımlarıyla hiç-bir
ilişkisi yoktur. Gerçekte Kur’ân’daki el-ilm, vahiyden beslenen kesin, doğru
bilgi demektir ve bu mânâda her-şeyden çok îman ve ubûdiyetle ilişkilidir.
Nitekim bâzı hadislerde ilmin âyet, Sünnet, din gibi kavramlarla özdeş
kılınması da bunun göstergesidir” der.
Ernest Renan’ın; “İslâm
bilim ile çelişen bir dindir” söylemi, (gaybı inkâr eden) “modern-bilim”
söz-konusu olduğunda doğrudur. Fakat İslâm, (fıtrata ve gayba uygun olan)
“bilim” ile çelişmez. Zîrâ Allah’ın kavlî âyetleri olduğu gibi kevnî âyetleri
de vardır ki birbiriyle çelişmesi söz-konusu değildir. İşte bu nedenle İslâm’ın;
gaybı, metafiziği ve Allah’ı inkâr eden “modern-bilim” ile çelişirken; gayba,
metafiziğe, fıtrata ve Allah’a uygun olan “bilim” ile çelişmemesinin nedeni
budur.
Ayhan Küflüoğul, iki bilim
arasında ayırım yaparken şunları söyler:
“Kâinattaki
bilgi ve verinin bilimsel yöntemlerle elde
edilerek; ateist ve materyâlist, determinist ve natürâlist bilimsellik
inancının dayattığı bilimsellik kriterlerine göre dizayn
edilerek, kurgulanmış ve ifâdelendirilmiş hâline “bilim
(science), bilimsel bilim’; bilimin bilimsel yönteminden çok daha geniş ve yüksek “İslâmî b/ilim’in yöntemleri”yle elde edilmiş ve ifâdelendirilmişine de
‘ilim, İslâmî b/ilim’ ismi veriyoruz.
Bilimsellik
felsefe ve anlayışının doğru ve alternatifsiz,
bu bilimin evrensel ve olgusal, bu dünyâ-görüşünün tarafsız ve nötr olduğuna inandırıldığımız
için; Dünyâ’da, metod olarak bilimsellikten başka bir bilgi ve ilim anlayışı; felsefe olarak mevcut bilimin dışında başka
bir araştırma ve açıklama felsefesi olabileceğine
ihtimâl bile ver(e)miyoruz. Ülke, din ve
milliyetten bağımsız olarak, bilimin ‘bilimsel(lik) formatı’ndan geçmiş hemen-hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı bilimsel
gözle okumakta. Daha derin ve geniş ve en önemlisi
doğru başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz.
Elhasıl
‘müslüman(ca) düşünce’ ile ‘bilimsel düşünce’ arasında gidip-geliyoruz. Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu
görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını
têlif edecek köprü ve dolgu-malzemeleri toplama veyâ sentezlerle meşgûlüz. Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız
tutarsız. Gerçeklikle bağını yitirmiş bir
şizofren gibi; akademide ‘seküler, lâik’;
câmide ‘müslüman’ rôlü oynuyoruz.
Bilimin her
söylediğiinin ‘bilimsel, doğru ve deneysellenip,
ispatlanmış olduğu’ ve ‘sâdece gördüğü
fiziksel şeylerden bahsettiği’ ve de ‘objektif ve inançtan bağımsız olduğu’ telkinleriyle programlanmışız, bilim ve bilim-adamına olan güven ve
inanç sihriyle sihirlenmişiz. İsterseniz deneyin; cümlenizin başına ‘bilim ve bilim-adamları diyor ki,
bilimsel bir gerçek ki, bilimsel bilgi’ gibi bir
söz ekleyin, böyle diyerek, bilimin her dediğini
dogmatik ve taklidî bir biçimde, sorgulamadan kabûl edip, inanan ve güvenen birisini iknâ etmemeniz
mümkün değildir. ‘Allah, Kur’ân ve Peygamber şöyle diyor’ derseniz kabûl etmezler, ama ‘bilim ve bilim-adamları şöyle diyor’
deseniz hemen inanırlar”.
Batı’nın bakış-açısıyla doğu’nun
bakış-açısı tüm zamanlarda farklı olmuştur. Modernite, batı’nın bilgi
sisteminin farklılığını bâriz bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Moderniteyi ancak
batı ortaya çıkarabilirdi. Zîrâ modernite doğu’nun zihniyetine uygun değildir.
Hele ki İslâm’ın fikriyâtı ve zihniyeti ile aslâ uyuşmaz. Uyuşturmaya
çalışıldığında sırıtır ve İslâm’a zulmedilmeye başlanır. Batı’nın bilgi sistemi
İslâm’ın özüne aykırıdır çünkü. Zîrâ İslâm Allah-merkezli iken, batı insan-merkezlidir.
Bilim; şeytanın, nefsin
ve tâğutların eline geçtiğinde modernleşir ve anlamsızlaşır. İnsanlığa fayda
vermesi gerekirken zarar vermeye ve ekini ve nesli ifsâd
etmeye başlar. Zîrâ bilim modernleşince Allah’tan, yâni merhâmet ve
vicdandan uzaklaşır.
Bilgi
çoğaldıkça-çoğalıyor ama ilerlemiyor. Çünkü “bilim her zaman başarılıdır” tezi
doğru değildir. Kuramlar arasından birilerinin belirlediği bir kuram seçiliyor
ve “bilimsel dünyâ görüşü” diye dayatılıyor.
Modern-bilim ve
teknoloji, “bilim ve tekniğe karşı” inançtan vazgeçmenin sonucunda açığa çıkmış
ve Dünyâ’yı ifsâd eden büyük bir fitnedir. Modern-insan bunun böyle olduğunu
güzellikle anlamayacağına göre, acı bir azapla anlayacak ve görecektir. Fakat yapacakları
yeni tercih doğal-bilim teknik ve dolayısıyla Allah mı olacak, yoksa yine
şeytânî modern-bilim teknoloji anlayışlarından biri mi olacak?, orasını
bilmiyoruz. Çünkü:
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder