9 Şubat 2019 Cumartesi

Zamâna Uymak



“Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. O halde zaman, maddenin hareketinin sonucunda, insanların bu hareketi arka-arkaya dizerek anlamlandırmasıdır. Yoksa şuursuz bir varlık için zaman, bir döngüden başka bir şey değildir.

Allah, insanı, âhiret-merkezli yaşamaya uygun olarak yaratmıştır. Fakat Dünyâ bir “imtihan ortamı” olduğundan dolayı “nefs”i de vâr ederek, insanın âhiret-merkezli olmayı bilinçli bir şekilde seçmesini istemiştir. İnsan; Allah, âhiret, vahiy ve peygamber merkezli düşündüğünde ve yaşadığında, Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamak ona kolaylaşacakken; nefse uygun yaşadığında ise, o kişiye Dünyâ’ya bağlanmak, bu bağlamda zamâna uymak ve hattâ “zamânı ıskalamamak” yolu kolaylaşacaktır. İnsan hangi yolu seçerse o yol kendisine kolaylaşacaktır. Tabi nefse uygun olan yolu seçerse Dünyâ’dan nasiplenecek ama âhirette ondan bir nasibi olmayacaktır. Oysa âhireti seçenler âhirette mutluluğa (cennet) ulaşacakları gibi, Dünyâ’dan da Allah’ın dilediği oranda nasipleneceklerdir.

“Çağ sana uymuyorsa sen çağa uy” sözüyle ifâdesini bulan “modern zamâna kapılmak” arzusu, insanların Dünyâ’ya göbeklerinden bağlı olmalarının ve nefislerinin bir sonucudur. Âhiret-merkezli yaşamak ve Allah tarafından verilen sorumluluğu yerine getirmek için Dünyâ’ya belli oranda bağlanmak ve bu bağlamda zamâna uymakta bir sakınca yoktur ki zâten Allah Dünyâ’yı bu nedenle yaratmıştır. Dünyâ’da yaşamadan ve insanlarla aynı zamânda bulunmadan “imtihan dünyâsı” sözü anlamını yitirirdi. O hâlde mesele, Dünyâ’ya ve zamâna, “âhiret-merkezli olmayan” bir yaşam ve Dünyâ’ya bağlılık meselesidir. Bu bağlılık, doğal, normâl ve fıtrî olan bir sınırı geçince ve ne olursa-olsun “zamâna uymak” ve hattâ “zamânı ıskalamamak” düşüncesi ağır basınca, kişi artık âhiret-merkezli Dünyâ yaşamı yerine, “hiç ölmeyecekmiş gibi” Dünyâ’ya bağlanma yoluna girmiş ve “kaybedenler”den olmuş olur. 

Tüm zamanlarda olduğu gibi ultra-modern zamanlarda da âhiret-merkezli yaşaması emredilen müslümanlar, Dünyâ’ya olması gerekenden çok fazla bağlanmış ve zamânı ıskalamamak için ellerinden gelenin fazlasını yapmaya başlamışlardır. Bu bağlamda artık dîni de mevcut modern zamana göre yorumluyorlar ve hattâ din zamâna uymayınca, uyana kadar zorluyorlar. Vahyi “mevcut modern zamâna uydurana kadar” te’vil etmektedirler ki, bu te’vilin sonunda vahiy, özünden ve gerçek anlamından sapmakta ve çıkmaktadır. Oysa müslümanlar tam tersini yaparak, zamânı vahye göre düzenlemenin çabasında ve hedefinde olmalıydı. “Çağın sözde gerçekleri”ne göre Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutmak hiç de doğru bir davranış değildir. Zîrâ tek gerçek, vahyin gerçekleridir. O hâlde neden “vahyi hayâta göre yorumlama” düşüncesi yerine, “hayatı vahye göre düzenleme ve inşâ etme” düşüncesi ve eylemi yok?. Fıtrata, doğala ve normâle uygun olan şey, yaşadığımız mevcut hayat tarzı ve zaman mı dır, yoksa vahiy midir?. Vahiy tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir ama şu-andaki mevcut zaman an îtibârıyla meşrû olmadığı gibi, tüm zamanlarda geçerliliğini sürdürecek değildir ki. Zaman akıp gitmekte ve hayat değişmektedir. O hâlde mevcut zamânı “merkeze almak”, “mevcut zamânı din edinmek” anlamına gelir. 

Kendi hâllerine bırakıldıklarında hayvanlar değişmez, doğa da değişmez, onlar hep aynıdır. İnsanların değiştirdiği Dünyâ’ya bir ölçüde mâruz kalsalar da, onların hayatları değişmez ve yaratılışlarına uygun davranmaya devâm ederler. Peki insan niye değişiyor ve zamânı değiştiriyor?. Çünkü insanda hem akıl hem de nefs var. Bu unsurlar insanı sürekli farklı şeyler düşünmeye ve yapmaya zorluyor ki, bunun doğal olanı normâl ve meşrûdur. İnsan bu minvâlde değişiklikler yapıyor ve böylece Dünyâ’da değişiklikler meydana geliyor. Tabi bu değişimler olurken çeşitli sorular ve sorunlar da ortaya çıkıyor. Değişim yavaş ve fıtrî, doğal ve normâl olduğunda sorun olmuyor ve vahiy, bu değişimlere en uygun bir şekilde yön verebiliyor. Fakat değişim doğala, fıtrata ve normâle aykırı olduğunda ve değişim aşırı kışkırtılarak çığırından çıkarıldığında, öyle hızlı ve absürd şeyler ortaya çıkıyor ki, vahiyden bunlara mâkûl bir cevap vermesini beklemek akıllılık değildir. Vahiy böyle “sapma durumları”nda, sapmayı bir inkılâp ve devrim ile değiştirmeyi salık verir. Fakat gelin görün ki, birileri “vahiy bu soru(n)lara cevap verecek hâle getirilmelidir” diyor ve işkence ederek, zamâna uygun hâle getirmek için vahyi aşırı yoruma tâbi tutarak gerçek anlamından saptırıyor. Sonuçta dînin zamâna yada zamânın dîne uygun olduğu ve Allah’ın da bu mevcut modern zamandan râzı olduğu zannedilmeye başlıyor.

            Şu hiç-bir zaman konuşulmuyor; insanlardan kaynaklanan nedenlerle Dünyâ’nın geldiği yer ve mevcut hâli normâl midir, meşrû mudur ve doğru mudur?. Eğer “insan olmaktan dolayı” mutlakâ değişmesi gereken bir Dünyâ varsa ve bu değişme doğru ve doğal ise, zâten vahiyde ona bir cevap bulmak zor olmaz. Lâkin Dünyâ vahye göre değil de şeytana, tâğutlara ve nefse göre değişiyor, daha doğrusu değiştiriliyorsa ve sonuçta da ağır bir sapma meydana geldiyse, Kur’ân’dan bu sapmaya bir cevâz vermesi yada uygun bir cevap vermesi beklenemez. Böyle bir durumda Kur’ân: “Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39) der.
   
Vahye aykırı olan bu ağır sapmayı ortaya çıkaran değişimin mîmârı şeytan iken, taşeronları da tâğutlardır. İnsanların geneli ise bu düzenin işçisi ve tüketicisi oluyor. Fakat bu işin sonunda çok-çok az bir azınlık mutlu-mesut(!) yaşarken, insanların çoğu mahrûmiyet içinde kalıyor.

Kur’ân’ı, yaşanan modern sapık hayâta uydurmaya zorlamak bir zulümdür. Kur’ân’a yapılmış bir zulüm... Fakat Kur’ân’a yapılan zulüm mutlakâ insanların perişanlığı ile sonuçlanacaktır. Çünkü Kur’ân, insanın en doğal, en doğru ve mutlu-huzurlu yaşamasının reçetesidir. Bunun böyle olduğunun delîli, tüm kâinâtın Allah’ın emrine göre hareket etmesi ve bu düzende herhangi bir bozukluğun olmamasıdır. İşte aynen gökler gibi insanlar da Allah’ın emrine göre yaşayıp Kur’ân’a uyarlarsa, yeryüzünde de bir kaos meydana gelmez, değişim normâl bir akışta gider ve zamâna uymak sorun olmazdı. Sonuçta insanlar düzenli ve âhenkli bir Dünyâ’da mutlu-mesut olarak yaşayacakları gibi, âhirette de iyiliklerle karşılaşırlardı. Fakat bundan vazgeçerlerse yada güyâ vazgeçmemiş gibi yaparak Kur’ân’ı aslından sapacak miktarda aşırı yoruma tâbi tutarak, aslında Kur’ân yerine Dünyâ’ya ve zamâna uyarlarsa, yakın-uzak vâdede bir fitnenin çıkması ve ifsâdın başlaması kaçınılmazdır. Zâten târih de bunun örneklerini bolca görmekteyiz. Sonuçta da hem Dünyâ’da hem âhirette pişmanlıklar içinde kalınır.

Esas olan, gelinen mevcut zaman ve yaşanan hayat mıdır, yoksa Kur’ân ve Sünnet midir?. Müslümanlar kesin bir tercih yapmalıdırlar.

Mevcut zamânın doğru ve iyi olduğunu delili nedir?. Nefse hoş gelmesi bir delil midir?. Vicdan ve insan rûhu bu durumdan hoşnut mudur?. Ruhsuzlaşmış ve vicdânını-merhâmetini kaybetmiş çoğu insan için nefse uygun olması yeterlidir. Zîrâ bu kişiler artık Dünyâ’ya tam bağlanmış, zamânı din edinmiş ve âhiret inancı ve bilincini kaybetmiş yada kaybetmek üzeredirler. Fakat müslümanlar açısından durum farklı olmalıdır. Doğal, normâl ve fıtrata uygun bir Dünyâ kurmak hedefinde ve çabasında olmalıdırlar ve vahyi de bu minvâlde yorumlamalıdırlar.  

Meselâ Allah’ın: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60) dendiğinde neden hemen akla tank ve top geliyor?. Modern hayat bir sapmadır ve bu sapmanın taraftarları üzerimize modern dünyânın ürettiği ağır silahlarla gelirken onlara karşı kılıç-kalkan ile çıkacak değiliz tabî ki. Fakat doğru ve doğal olan bu değildir. Bu ağır sapmadan zarar görmemek için biz de bu silahları edinmek zorundayız. Fakat Kur’ân’ın “atlar” dediğinden tankları anlamak zorunda değiliz. Çünkü Allah “en ideâl hayat-tarzı üzerinden” vahyini gönderir. Bu en ideâl hayat-tarzı ise; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki, “barut, elektrik ve motorun olmadığı” bir yaşam-şeklidir.

Târih boyunca değişim, yavaş-yavaş ve ihtiyaç duyuldukça yapılmıştır ve zâten İslâm’da da “ihtiyaçta zarûret” fıkhı vardır. Kapitâlist seküler sistem gibi ilk önce sınırsızca üretip de, insanları üretime göre tüketmeye zorlamak şeklinde bir düşünce yoktur İslâm’da.

İnsan, akla, arzulara ve yeteneklere sâhiptir. Bu nedenle de diğer canlılar olan hayvanlardan ve bitkilerden farklı olarak hayatta değişiklikler yapar. İşte bu yaptıkları şeyler, yaşamda bâzı sorulara ve sorunlara neden olabilir. İslâm’da bu nedenle içtihad denilen bir “sorun çözme yapısı” vardır ve bu yapı yada “kapı”, 1.000 yıl önce, “artık kıyâmete kadar, cevap verilecek her-şeyin cevâbı verilmiştir ve çözülecek bir şey kalmamıştır” dar düşüncesiyle kapanmıştı. Hâlbuki insan sürekli olarak düşünme ve hareket hâlindedir. Bu durum ortaya sürekli olarak yeni şeyler ve soru(n)lar çıkarmaktadır. İşte ortaya çıkan bu soru(n)lara bir cevap-cevaz üretmek için, “içtihad kapısı” sürekli açık olduktan sonra, çok canlı da olmalıdır. Fakat mesele şu ki, insanlar şeytanın telkinleriyle yoldan çıkarak haddini aşıp da aslında insanın ihtiyâcı olmayan, hırsın ve ihtirâsın ürünlerini üretmek için hareket etmektedir. Zâten insan bu nedenle kendi yaptıklarının ve ürettiklerinin altında boğulmaktadır. Zîrâ bu yaşam tarzına tatmin edici bir cevap da üretemediğinden dolayı ruhsal anlamda bunalıma girmiştir. Zamâna uymak, “zamâna tutsak olma”yı da yanında getirmiştir.

Kur’ân bir bütün olarak kabûl edilemiyor. Böyle olunca da birileri 1.000 yıl önceki yorumu dinleştirirken, bir kesim de modern yorumları dinleştiriyor. Birileri mezheplerin düşüncelerini, kitaplarını yanılmaz-tartışılmaz bir din yaparken, birileri de modern bilimi, teknolojiyi dinleştiriyor.

Bir sapmanın sonucu olarak -ki modernizm insanlığın gördüğü en büyük sapmadır-, ortaya çıkan bir hayat tarzına ne olursa-olsun uymaya çalışmak ve bunun olmazsa-olmaz olduğunu zannetmek ve dile getirmek, yine bu uğurda Kur’ân’ı da bu mevcut zamâna uyarlamak için onu canını çıkarırcasına yoruma-te’vile tâbi tutmak yanlıştır. Hattâ birilerinin zannettiği gibi; “Peygamber olsa modernizme uyardı” demek, Kur’ân’ın “anlayarak” okunsa da “rûhundan uzak” olarak okunduğunu gösterir. Allah’ın murâdına, Kur’ân’a, doğala, fıtrata ve normâle uygun olmayan bir zamâna uymak ve uyarlanmaya çalışmak, rûhun ve aklın onayıyla değil, şeytanın ayartması ve nefsin de bunu uygun bulması nedeniyledir.

Mevcut zaman, insanların her türlü zulme sürekli mâruz kaldığı bir zaman ve hayat-şeklidir.. Çünkü şeytanın uşakları, hayâtı ve zamânı zorla ilerletmeye, hem de aşırı bir süratle ilerletmeye çalışıyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı bir hâlde. Böyle olunca da ilerleme ve dolayısı ile değişme yanlış bir istikâmette seyrediyor ve meseleler de en doğru çözüm şekli ve hayat kılavuzu olan İslâm’a göre çözülemiyor. Hayat vahye göre şekillenemiyor.

Peygamberimiz zamânında Hicaz coğrafyasında patates ve domates yetişmiyordu ve yoktu. Şimdi buna tabî ki duyarsız kalamayız ve bunların yenip-yenmesi hakkında konuşmalıyız. Bunlar zamânın getirdikleri yada karşımıza çıkardıklarıdır. Fakat buradaki fark şu dur ki, ortaya çıkan ve yenip-yenmemesi noktasında karşımıza çıkan bu ürünler, doğal ve normâldir. O hâlde bu ürünlere kıyaslama yoluyla bir fetvâ verebiliriz. Temiz ve helâl olduğuna hükmedebiliriz. Bu hükümler insanı kolayca tatmin eder. Zamânın doğal ve normâl ilerlemesi ve değişmesi bu şekildedir ki zâten İslâm-merkezli olarak bu değişime kolayca cevaplar üretilebilir. Fakat modern zamanlarda olduğu gibi; doğala, fıtrata ve normâle aykırı olan değişimlerin ve bu değişim sebebiyle ortaya çıkan şeylere verilen fetvâlar ve verilen cevaplar insanları tatmin etmiyor ki. Çünkü insanlar artık ortaya çıkarılan mevcut modern ve sapık zamâna uymaktadırlar ve hattâ bu zamânı dinleştirmişlerdir. Bu zamâna aykırı olan hiç-bir cevâbı da beğenmiyorlar ve hattâ artık bu cevaplara aşağılayarak düşman oluyorlar. Müslümanlar da ortaya konan bu modern zamandan memnunlar ve zamâna sıkı-sıkıya uyduklarından dolayı vahyin de kendileri gibi zamâna uyarlanmasını istiyorlar.

Doğal, normâl ve fıtrî olanda çok fazla komplekslik yoktur. Her-şey tam da yerli-yerindedir ve belli bir düzende hareket eder gider. Oysa modernizm Dünyâ’yı karmakarışık bir hâle getirmiştir ve artık her-şey birbirine karışmıştır. Bu karışıklığa mâruz kalamayız ve bundan dolayı da bunu es geçemeyiz.

İnsan bir kültür oluşturur ve medeniyet kurar ki bu kültür ve de medeniyet ancak İslâm ile sorunsuz olabilir. O hâlde ortaya çıkacak soru(n)ları gidermek için mutlakâ o zamanda ortaya çıkacak olan meselelere İslâm ile cevap vermek gerekecektir ki bu, modern zamanlarda yapıldığı gibi “zamâna uymak” şeklinde değil, “zamânı İslâm’a uygun hâle getirmek” şeklinde olmalıdır.

Normâlde hem doğa hem de insan sorun(lu) değildir. Onu sorunlu hâle getiren şey zamânı kışkırtmak ve akış hızını aşırılaştırarak hayâtı hızlı bir şekilde değiştirmektir. Fakat süratli değişimler mutlakâ ahengi bozar ve sonuçta istikrar ve insicâm kaybolur.

Dünyâ’nın doğal, normâl ve fıtrî değişimi ve dönüşümü, dolayısı ile de ona en ideâl cevaplar ve yönlendirmeler vermek, sâdece Allah’ın dîni olan İslâm ile mümkündür. Beşerin nefsine göre, beşerî sistemlerle bu değişimi gerçekleştirmek ve sorunlara beşerî sistemlerle-düşüncelerle cevap vermek zinhar mümkün değildir.

Biz zamâna değil, “zamânı Yaratan”a uymakla mükellefiz. Bu uyma şekli de, Yaratıcı’nın gönderdiği Kur’ân’da apaçık şekilde bulunmaktadır. Kur’ân’a uyma şeklinin pratiğini ise en ideâl bir şekilde Peygamberimiz göstermiştir. Bize düşen şey, vahyi idrak ettikten sonra, Peygamberimiz’in yaptığı gibi, hayâtı İslâm ile inşâ etmeye koyulmaktır.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2018
















Devamını Oku »

22 Ocak 2019 Salı

Teknolojik Esâret

 

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

 

Âyette bahsedilen “fesad”, modern/post-modern zamanlarda en çok teknoloji ile açığa çıkıyor. Günümüzde bâriz olarak görüldüğü gibi, teknoloji insanların akıllarını blôke etmekte ve dikkatlerini dağıtmaktadır. Ayrıca, insanları sorumsuzlaştırmakta ve oyalamaktadır. Zîrâ doğal, normâl ve fıtrî olanın yerine sanalı ve sûni olan ikâme edilmiştir ve insanlar artık sanal ve sûni bir ortamda-zamanda yaşamaktalar; duyguları, tasavvurları, akılları ve eylemleri de sanal ve sûni olmaktadır. Teknoloji, insanın dolu-dolu yaşamasını engellemekte ve maddî ve daha çok da mânevi yönünü baltalamaktadır.

 

Teknoloji’nin insanlığa çok fayda sağladığı büyük bir palavradır. Modern Dünyâ’da insanı en çok aptallaştıran şey, teknolojidir. Meselâ modern gençliğin elinden akıllı telefonları, teknolojik ürünleri ve sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak ortada kalırlar. Modern gençliğin sorunu, “sorunu” olmamasıdır. Modern gençlik mahrûmiyetten mahrumdur. Modern insan hiç-bir şeyi dert etmediği gibi, dert etmenin düşüncesinden bile rahatsız olmaktadır. Oysa insanı “insan” yapan etkenlerden biri de, varlığın yapısından ve “imtihan”dan kaynaklanan “doğal sorunlar”la karşılaşmak ve bu sorunların üstesinden gelebilmektir. Zâten insanı tatmin edecek olan şey budur.

 

Modern dünyâ, “teknolojik bir esâret” altındadır. Dolayısı ile modern insan teknoloji ile kuşatılmış ve hapsedilmiş durumdadır. Zîrâ liberâl kapitâlizm, -her şeyde olduğu gibi- teknolojiyi de, “ihtiyaçtan kaynaklanan arz”dan dolayı değil, “üretimden kaynaklanan taleb”e çevirmiştir. Zîrâ teknolojiyi üreten küresel sermâyedarların hırsı ve ihtirasları bitmek bilmiyor.

 

Teknolojiyi tâkip etmek artık “üstün ve bilgili insan” imajı oluşturuyor. Tüm Dünyâ’da büyük bir rağbet görmesi, teknolojinin eleştirilmesini ve hattâ en ufak bir söz bile söylenmesini imkânsızlaştırıyor. Teknolojiye laf edenler ve eleştirenler “bilim düşmanlığı” ile yaftalanıyor ve karalanıyor. Çünkü teknoloji, modern dünyânın ve insanın kutsalı hâline gelmiştir. Fatih Topaloğlu:

 

“Bilim bu-gün teknoloji aracılığıyla günlük yaşantımızı öyle radikâl bir şekilde değiştirmiştir ki, ona yönelik eleştirel her bakış ilerlemeye ve teknolojik gelişmelere karşıtlıkla suçlanmaktadır” der.

 

Bilim ile “bilimcilik” yâni “her şeyi ancak bilimin çözebileceği ve açıklayabileceği” iddiası farklıdır. Kapitâlizm, “bilim”i “bilimcilik”e dönüştürmüştür. “Bilimlilik”e evet; ama “bilimcilik”e hayır! diyoruz. Bilim doğayı araştırmamıza/anlamamıza yarayabilir, fakat bilimciliğin derdi başkadır. Bilim, insanları “teknolojinin kölesi” hâline getirmek istemektedir ve bu yolda epey bir mesâfe kat-etmiştir. Oysa bilim ve teknoloji, hiç-bir insanî soruna cevap verememiş ve insanî sorunu çözememiştir.

 

Aslında insanların bilim ile direkt bir ilişkisi yoktur. Daha çok, bilimin ürünleri olan teknoloji ile yoğun bir ilişki içindedirler. Teknolojiye sâhip olmayı “bilimsel olmak” zannediyorlar. Bilimin görünen yüzü olan teknoloji ilâhlaştırılmaya çok müsâit ve bilimin en sâdık pohpohlayıcısıdır. Teknoloji, yararlarının yanında zararları da birlikte getiriyor.

 

Modern bilim, teknolojinin kölesi durumuna gelmiş bilimdir. Öyle ki artık teknolojiye yaptığı kölelik nedeniyle yeni şeyler de söyleyemiyor. Teknoloji, bilimi duraklattı. Zîrâ son 50-60 yıldır bilimin söylediği yada ürettiği yeni bir şey yoktur. Sâdece, vâr olan teknolojinin “bir tık” ileriye gitmesi durumu vardır ki insanlar bunu, “bilim çok ilerledi” zannı ve ifâdesiyle dile getiriyorlar.

 

Teknoloji, insanları bilim-perest bir hâle getirildi. Teknoloji bu bağlamda ilahlaştı. İnsanlar teknoloji ile istisnâsız her-şeyin yapılabileceğini zannediyorlar ve umutlu bir beklenti içine girmiş durumdadırlar. Teknolojinin daha da gelişmesi(!) ile birlikte hayatlarının kolaylaşacağını zannetmekte ve ummaktadırlar. Oysa son 50 yılda teknoloji insanların yüklerini almaktan çok, onlara yeni-yeni yükler yüklemiştir. Modern bilim ve teknolojiye tapılmaya başlandı. Bu, “teknoloji hayranlığı” sâyesinde yapıldı. İnsanlar, “henüz bilmiyoruz, ama bilim bize öğretecek” yada; “ileride bilim ve teknoloji çok gelişecek ve insan kâinâtın tüm sırlarını çözecek” tarzındaki sihirli sözcüklere ne kadar da inanıyor. Ivan İllich:

 

Deneyimli bir tüketici için büyüsel teknolojilere safça bir güven duymaktan başka bir yol yoktur” der.

 

Kemâl Sayar ise:

 

“Teknoloji hayâtın kendiliğine ve doğallığına müdâhale ediyor. Böyle olunca da doğallık tarafından denetlenemeyen bir standart belirleniyor ve herkesin bunu kabûl etmesi isteniyor” der.

 

Neil Postman, toplumsal ilişkiler ve çocuk tasarımı gibi kültürün bütünü üzerinde büyük değişikliğe yol-açan teknolojinin giderek tanrısal bir statüye kavuştuğunu ve bu nedenle de sorgulanmadığını düşünmektedir. Ona göre, teknolojik gelişmelerin sonuçlarının olumlu yada olumsuz olması, toplum tarafından irdelenmemektedir; çünkü insanın anlama ve duyumsama yetenekleri teknolojinin egemenliği altına girmiştir. Teknolojiye olan bu “körü-körüne inanç” bir “teknoloji çokluğu ve egemenliği” yaratmaktadır. Üzerinde fazla durmamakla birlikte Postman, teknolojik egemenliğin toplumsal temellerinin “kapitâlist dizgenin” içinde olduğunu düşünmektedir.

 

Modernizmin beşiği olan “batı’nın ahlâkını, siyâsetini ve sosyo-kültürel yapısını almayalım ama bilimini alalım” demek hem beyinsizlik hem de bir düşüklük göstergesidir. “Teknolojisini alalım fakat ahlâkını almayalım” dediler ama tersi oldu. Teknolojisini aldığınızda otomatikman ahlâkını da almış oluyorsunuz zâten. Zîrâ batı, teknolojisini, modern batı telâkkisi ile ortaya çıkarmıştır. Batı’nın ahlâkı, teknolojisinin içinde mündemiçtir. O teknolojiler, mevcut ahlâk(sızlık)larının bir ürünüdür. O ahlâksızlık, kitleleri yok edecek silahlar üretir meselâ. Müslümanlar, batı’nın teknolojilerini bir-türlü alamazlarken yada aldıkları teknolojilerin sâdece “kabuğunu” alıp içeriğini alamamışlarken; ne kadar ahlâksızlıkları varsa aldılar ve alıyorlar. İşte bu bir cezâdır. Zîrâ kendi iç-dinamikleri ile üretim yap(a)mayıp, batı’nın hazır ürünlerini almışlardır. Tabi yanında ahlâk(sızlık)larını da..   

 

Ey müslüman bilim-adamı!; eğer modern-bilime hiç-bir eleştirin yoksa, anlattığın şeyler sâdece modern-bilimin hikâyesi ise ve kendi kişisel bir düşüncen-teorin-hipotezin yoksa, sen aslında “modern-bilimin büyüsü altında onun taşeronluğunu yapıyorsun” demektir. Yine; yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi anlıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da inancını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

 

“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: ‘Batı’lıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır’. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, ‘buzdolabı’, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, ‘verme’yi unutturan ‘egoist’ kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir”.

 

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

 

Artık müslümanlar da Kur’ân’ı, İslâm’ı, Peygamber’i, Sünnet’i değil de, modern dünyâyı referans-ölçü almaya başladılar ve işlerini buna göre yapmaya çalışıyorlar. Kur’ân’ı modern dünyâya uydurmaya çalışıyorlar. Hâlbuki doğru olan, modern dünyânın vahye uygun hâle getirilmesidir. Çünkü Kur’ân, “dinsiz dünyâ”yı Kur’ân’a, Allah’a göre değiştirmek için vardır.

 

Deniyor ki, Kur’ân’da bahsedilen; “savaş için hazırlanılması istenen atlar” sözü artık, “savaş için tanklar hazırlayın” sözüne dönmüştür. Tabî ki günümüzde tanklara karşı atlarla savaşa çıkmayacağız ama, doğal ve normâl hayat, yâni Allah’ın istediği hayat da, “atların binek olarak kullanıldığı” hayattır. “Allah’ı referans almak” bu demektir.

 

Kur’ân’da bahsedilen “savaş atları”nın günümüzde tanklar olarak yorumlanması gerektiğinin delîli nedir?. Başka bir Kur’ân âyeti yada sünnet mi?. Hayır. Öyleyse bu delil “modern dünyâ”dır. Fakat o zaman da Kur’ân “nesne”, modern dünyâ “özne” olmuş olmuyor mu?. İyi de biz âhirette Kur’ân’dan sorulmayacak mıydık?. Yoksa herkes kendi yaşadığı, kendine göre “modern” olan zamandan mı sorulacak?. Fakat bunun bir delîli yoktur ki!. O hâlde şunu söylemek gerekir: “En ideâl hayat-şekli, atların binek olarak kullanıldığı, tarım, hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr topluluğudur”. Kur’ân’daki atları da modern zamanlarda yorumlamayacağız. Çünkü onlar, tarım toplumunun binekleridir. Kur’ân’daki “savaş atları”nı, bir-gün gelip de Dünyâ’nın altı üstüne geldiği zaman ve artık hiç-bir teknoloji işe yaramadığında yorumlayacağız. Şimdi ise, bize tankla saldıranlara karşı biz de benzer silahlarla saldıracağız, o kadar.

 

Modern insan; bir cep telefonuna, kendisini uzak diyarlara bir-kaç saatte taşıyan uçağa, televizyona, arabalara vs. modern teknolojik araçlara mest oluyor ve  referans olarak artık hep modern dünyâyı ve teknolojiyi alıyor. Zîrâ “teknolojik bir esâret” altında yaşamaktadır ve teknolojiyi “ilah” edinmiş durumdadır. Modern insan, modern dünyâyı ve teknolojiyi referans edinmeyenleri ise; bağnaz, yobaz, isyankâr, câhil, gerici ve hattâ artık “terörist” îlân ediyor. Hâlbuki teknolojik ürünlerle kuşatılmış mevcut modern dünyânın durumu ve gidişâtı hiç de iyi değildir. Cehennem, modern dünyâyı ve modern insanı kuşatmış olduğu hâlde, insanlar, “modern dünyânın en ileri gelişmişlik düzeyinde” olduğu saçmalığını ağızlarında geveleyip duruyorlar. Aykut Erdoğdu bu konuda şöyle der:

 

“İnsanlık karanlık çağa giriyor. Teknoloji hızla ilerken medeniyet geriliyor. Teknoloji hayâtımızı kolaylaştırırken rûhumuzu çalıyor. Artık yeni şiirler yazılmıyor. Yüreğimizi yakan türkülerin hepsi geçmişten. Tiyatro can çekişiyor. Yeni slogan bile bulamıyoruz. Ama otomobillerimizin konforu arttı. El çırpınca ışıklar yanıyor. Yoksulluğumuzun gece-kondulardan zenginliğimizin sitelerine, plâzalarına, akıllı evlerine taşınıyoruz.

 

Teknoloji, insana olan ihtiyâcı azaltıyor. Eskiden bizim yaptığımız işleri hatâsız bir biçimde yazılımlar ve robotlar yapıyor. Muhâsebeci yerine muhâsebe yazılımları var. Avukatlar yerine hukuk yazılımları gelişiyor. Doktorların yerini test cihazları almaya başladı. İşçilerden çok daha güçlü makineler 7/24 yük taşıyor. Yazılımlar ve robotlar insanoğlundan çok daha düşük mâliyetlerle çok daha fazla üretiyor. Ama bizler yâni işsiz bırakılan insanların bu üretileni tüketecek geliri yok. Bu yüzden batı’lı ekonomistler şu günlerde insanların üzerine helikopterlerden para saçmaktan bahsediyorlar”.

 

Bülent Akyürek ise:

 

“Bizim medeniyetimiz var, batı’nınki ise medeniyet değil teknoloji. Bize; ‘sizin kişi-başına düşen buzdolabı sayınız şu kadar, bilgisayarınız bu kadar. Siz üçüncü dünyâ ülkesi vatandaşsınız’ dediler. Bir sabah uyandık ve psikolojik olarak karatahtada yenildik. Ben de diyorum ki; müslümana göre bu böyle değil. Bize göre âilemizden biri hastalandığında ‘bir saat içinde refâkatçi olmak için hastâne bahçesinde toplanan kişi sayısıdır’ medeniyet. Güç de, medeniyet de budur. Âilenizden biri vefât ettiğinde bir saat içinde bir ölü başına düşen diri miktârıdır. Biz kendi değerlerimizde diretebilirsek bu terâzi bunu tartamayacak. Onlar tank, top diyecek, biz refâkatçi diyeceğiz. O zaman da oturup tekrar medeniyeti tartışacağız. Ortada 2 medeniyet yok, bir tâne var; o da İslâm Medeniyeti” der.

 

Müslümanlar kendilerini modern zamanların bilim ve teknoloji ile renklendirilmiş dünyâsına öyle bir kaptırmışlar ki, kendilerinden geçmişler. “İyi olmayan hiç-bir şey yok”, “ilerlemeyen hiç-bir şey yok”, “her-şey çok gelişmiş” cümleleri müslümanların da dillerine pelesenk olmuş. Nihâyetinde öyle bir duruma gelinmiş ki, sanki; “Allah bile kullarından işte tam da böyle bir Dünyâ istiyordu” denilecek. Allah sanki -hâşâ- bu modern sapmayı onaylıyor. Allah şimdi murâdına erdi mi yâni?. Allah -hâşâ- sanki kullarının elindeki akıllı telefonlarla internette fink attıklarını görünce onlardan çok hoşnut ve râzı. Mağdur olanlar dese ki; “ama modern sapma yüzünden bu duruma gelmenin bedelini birileri çok ağır ödedi-ödüyor”; hemen deyiverecekler ki; “kader”. -Hâşâ- sanki Allah da “Makyavelist” bir düşünceyle şöyle diyor: “Amaca-hedefe ulaşmak için yâni mevcut ve sözde gelişmiş böyle teknolojik bir dünyâ kurmak için bu bedellerin ödenmesi gerekir”. Peki bu bedelleri kim ödeyecek?. Tabî ki; toplumun en garibanları, fakirleri, güçsüzleri, teknolojiye ulaşamayanlar, “yeryüzünün lânetlileri”..

 

Eskiye göre “şimdi”nin daha iyi olduğunun delîli nedir?. Meselâ deniyor ki; “eskiden vebâ vardı ve insanlar ölüyordu, şimdi aşılarla bu önlendi”. Bir-çok şey gibi bu da bir yanılgıdır. Dünyâ’nın modern hâlinin çok gelişmiş olduğunu söyleyenler özellikle tıp alanında büyük bir ilerlemenin olduğunu söylerler câhillikle. Aslında eskiye göre değişen pek bir şey yok. Dünyâ Sağlık Örgütü (WHO) 2015 yılında 13.000 kişinin domuz gribinden öldüğünü açıkladı. (Bunlar resmî rakamlar. Gayr-ı resmî rakamlar çok daha fazla). Hem de bu ölümlerin 7.000’i -güyâ en gelişmiş ülke olan- ABD’de yaşandı. Daha önceki yıllarda ölü sayısı daha fazla idi. “Doğal bağışıklık” ile birlikte azaldı gripten ölüm oranı. Aslında son 100 yılda gripten ölenlerin sayısı yaklaşık olarak 150 milyon. Üstelik aşı-maşı hiç-bir fayda sağlamadı. Daha, gribin bile önlenemediği bir Dünyâ’da “eskiden vebâ vardı” demek ne derece önemlidir ki?.

 

Yine hasta-hâneler de lüksleşti ama hastalıklar hızla ilerliyor ve hastalıklara bir derman bulunamıyor. Bu açık da hasta-hânelerin lüks ile donatılmasıyla kapatılmaya çalışılıyor. Değişik ve gelişmiş(!) tıbbî cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahsedilerek insanlar kandırılıyor. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Lüks cihazlardır. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramaz. O “süper cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek, “tedâvi etmek” demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu lüks cihazların olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Teknoloji “ilaç” olamamaktadır. Belki de tam-aksine, “dert” olmaktadır yeni hastalıkları belirleyerek.

 

Teknoloji teslimiyeti blôke ediyor ve hattâ tam-aksine bir müstağnilik, bir kibir ortaya çıkarıyor.

 

Teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir. Mûsâ’nın ağaçtan âsâsı, büyücülerin teknolojik âletlerini yenivermiştir: 

 

“Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz...” (Tâ-hâ 69).

 

Îmandan yoksun olan insanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini ve ona göre üretim yaptıklarını zannederler. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Bu yüzden îmansız aklın ortaya çıkardığı teknoloji, hem aklı yok ediyor, hem de nice zulümler ortaya çıkarıyor. Bu nedenle post-modern ve ultra teknolojik zamanlarda ise, gürültüyle de paralel şekilde, katlanarak fazlalaşan, târihte hiç olmadığı seviyede bir zulüm, adâletsizlik ve ifsâd oluşmuştur. Atasoy Müftüoğlu, teknoloji hakkında şunları söyler:

 

“İçerisinde yaşadığımız dönemde toplumların dijitalleşmesi, insani ilişkileri de dönüştürüyor; ilişkiler insani sıcaklığını, içtenliğini, derinliğini kaybediyor. Kalıcı hassasiyetleri kaybediyoruz. Toplumların dijitalleşmesi, gözetleme toplumuna dönüşmesi, dijital teknoloji, özel hayat hakkını, mahremiyet hakkını tehdit ediyor. ‘Teknolojik akılcılık’, bilimsel-teknik uzmanlaşmayı mutlaklaştıran teknokrasi, teknolojik ön-yargılar, insanlığa mekanik kitle-katliamları çağını yaşattığı gibi, insâni vâroluşun ve değerler dünyâsının parçalanmasını/yıkılışını da yaşattı. Teknolojik başarılar ‘insanlıktan çıkmak pahasına’ gerçekleştirildi. Modern-seküler iktidarlar; mitolojileri, bilimi, sanatı, felsefeyi araçsallaştırarak bir ideolojiye dönüştürüyor. Bilim ve teknoloji daha çok kapitâlist çıkarlar adına kullanılıyor; bilim, sanâyileşme ve askerî-teknoloji üzerinde yoğunlaşıyor. Din’den bağımsız akıl, tek-bilgi biçimi olarak bilimsel bilgiye yaslandı. Bu durum, ‘insanî anlam ve değerlerin, insanî durumların ve yönelişlerin, bilimsel bilginin ilgi-alanı dışına çıkarılması’ demekti. Sınırları teknik akılcılık tarafından belirlenen bilim-anlayışı, insânî değerlere îtibâr etmedi. Bütün mutlaklara karşı savaşan modern-bilim, sonunda kendi-kendisini mutlaklaştırarak içerisinden çıkamayacağı derin bir çelişkiye düştü. Kibirli bir bilim-zihniyeti insânî vâroluşun ahlâkî/mânevî boyutlarına yabancı kaldı”.

 

Teknoloji de bir ideolojidir. Aklın ortaya çıkardığı teknoloji, aklı yok etmektedir. Zîrâ teknoloji, “modern bir hurâfe”dir. İnsânî değerler bu teknoloji ideolojisi ve hurâfesine fedâ edilmektedir.

 

Birilerini F-16'larla bombalayıp öldürünce “demokrasi getirmek/silah gücü/savunma hakkı” vs. oluyor; fakat kişi kendisini (mecbûren) “canlı bomba” yapıp patlattığında ve karşı taraftan birilerini öldürdüğünde “terörist” oluyor. Kendisine müslüman diyenlerin büyük çoğunluğu da buna inanıyor ve bu yaftalammayı kabûl ediyor. İşte medya/teknoloji büyüsü bu. Bu oyuna ancak câhiller inanır ve katılır.

 

Dünyâ’daki savaş, silah üreticileri ile, teknoloji-yazılım-internet üreticileri arasında sürüyor. Biri savaş isterken diğeri barış istiyor. İkisi de, “kendi istedikleri ortam olduğunda” zenginliklerine zenginlik katabiliyorlar çünkü.

 

Modern teknoloji, “yıkım teknolojisi”dir. Teknoloji ilerledikçe yıkım-gücü artan silahlar ve makineler çıkıyor ortaya. Teknoloji geliştikçe insan sınırlanıyor. Teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini körelttiği için, insan o kendine has özelliklerini kullanamıyor. Teknoloji, insanın sanat ve kültür duygusunu ve özelliğini yok ediyor. Teknoloji geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ teknoloji ruhsuzdur. Teknoloji “sanat” üretemiyor. Zîrâ içine rûh katılmamış hiç-bir şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri “sanat” değildir.

 

Müslümanlarda son 150 yıldır gündemde olan; bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler, hristiyan batı-dünyâsı bunlara sâhip olduğu ve tüm Dünyâ’ya bunu dayattığı içindir. Yoksa İslâm’da bunlar öncel konular değildir.

 

Afrika’nın kahredici yoksulluğunun ve açlığının nedeni, “teknolojik kuşatma”dır. Zîrâ teknolojiyi elinde tutan şeytan uşakları olan tâğutlar, Afrika’nın kalkınmasını ve kendi-kendine yetmesini teknolojik silahlar ve araçlar ile önlemektedirler. Teknolojiyi kullanarak Afrika’nın doğal kaynaklarını da sömürenler, Afrika’nın açlığına ve susuzluğuna neden olanların ta kendileridir. 

 

Teknolojinin ortaya çıkardığı kolaylıklar, yine “teknolojinin ortaya koyduğu zorluklar”ın bir sonucudur. Teknoloji, nefse dönük ve nefse yöneliktir. Bu yüzden teknoloji geliştikçe(!) açlık çoğalıyor. Hâlbuki tam tersi olması gerekmiyor mu?. Olmuyor, çünkü teknoloji ruhsuz olduğu için, zor durumda olanları göremiyor.

 

Evet; teknoloji çıktı, mertlik bozuldu.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2018 

 

Devamını Oku »

12 Ocak 2019 Cumartesi

Bireysel Dindarlık




“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kâlplerinizi uzlaştırdı. O’nun nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz” (Âl-i İmran 103).   

Târih boyunca insanlar, -modern zamanlara kadar- sürekli olarak bir-arada ve iç-içe yaşamışlardır. Çünkü buna mecburlardı. Zîrâ insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını ancak bir-arada yaşayarak karşılayabilmektedir. Üstelik güvenlik açısından da bir-arada olmak “olmazsa-olmaz” bir durumdur.

İlk başta insanlar toplum olarak sürekli bir-arada yaşamışlar fakat çoğalınca mecbûren ayrı topluluklar hâline gelmeye başlamışlardır. Bu durum ilk başlarda insanların birbirleriyle çatışmalarına ve düşünce farklılıklarına neden olmamıştır. Çünkü Allah onlara çeşitli sorunlarda ve anlaşmazlıklarda, aralarında hüküm vermek üzere peygamberler göndermiş ve aralarını uzlaştırmıştır. Topluluklar çoğalıp ayrı toplumlara ve bölgelere dağılınca, o toplumlara da ayrı-ayrı peygamberler ve vahiyler göndermiştir. Aslında özde aynı olan vahiyler ve aynı şeyi farklı anlatımlarla seslendiren peygamber tebliğleri, yorumda farklılaşmaya başlayınca bâzı yorum ve düşünce farklılıkları oluşmuştur. Tabi bunun ilk baştaki nedeni, farklı coğrafyaların nîmetleri ve avantajları olmuş, farklı yaşam-tarzları ve beslenme şekilleri, insanlar arasında farklı yorumlara ve sonuçta kıskançlıklara ve çatışmalara dönmeye başlamıştır. Aslında bu durumun asıl nedeni, Dünyâ’nın bir “imtihan dünyâsı” olmasıdır:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

İnsan zayıf bir varlık olduğu için nefsine yenik düşmüş ve coğrafyadan, bitki örtüsünden yada kişisel becerilerden doğan farklıları, bir “zenginlik” olarak değil de, “kesin farklılık” ve dolayısıyla “ayrışma” olarak kabûl etmiştir. Hâlbuki Allah, farklı toplumları-kavimleri birbirleriyle tanışıp yardımlaşsınlar ve ürettikleri farklı zenginlikleri paylaşsınlar diye ayırdığını söylemektedir. Çünkü Allah üstünlüğü ancak “takvâ” ile ölçer:

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

Bir-arada yaşayan insanlar dinlerini de “cemaat” olarak toplumsal bir şekilde yaşamış ve bireysel bir din anlayışını düşünmemişlerdir bile. Zâten gönderilen peygamberler de sürekli olarak birlik içinde olmayı, bir cemaat birliği içinde dînin yaşanmasını öğretmişlerdir. İnsanlar ne zaman ki Allah’ın emirleri doğrultusunda, zihnen ve kâlben birlik ve dayanışma içinde kardeşçe yaşamışlarsa, güvenlik içinde mutlu-huzurlu olmuşlar ve ne zaman da toplum olarak ve kâlben dağılıp ayrıldılarsa da kendilerini -aynen günümüzde olduğu gibi- “ateş çukuru”nun kenarında buluvermişlerdir:

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş-çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).

O hâlde insanlar-müslümanlar çeşitli kavimler hâlinde olsa da “birlik” içinde (ümmet) olmalıdırlar ki bunun da tek yolu, din-merkezli olabilir. Müslümanlar için bu bir zorunluluktur. Vahiy ve sünnet-merkezli bir birliktelikte hem güvenlik içinde olacaklar hem de huzûr ve mutluluk içinde yaşayacaklardır. Üstelik Allah’ın nîmetlerini de celbetmiş olacaklardır.

İşte son 200-250 yıl öncesine kadar din bağlamında bu zihniyette olan ve yaşayan insanlık, bundan sonra, uydurmalarla, zırvalıklarla ve dolayısı ile haksızlık, adâletsizlik ve zulümlerle yozlaştırılmış dinler nedeniyle bunalmış ve yeni çıkış-yolları aramaya başlamıştır. Fakat bu bir “boşluk durumu” olduğu için şeytan da hemen oraya tezgahını kurmuştur. Aslında olan şey; yozlaşan hristiyanlığa karşı, hırsızlıkla zengin olmuş bâzı sermâyedarların desteği ile kurulan yeni ideolojiler ve bu ideolojilerin din-merkezli değil de beşer-merkezli olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Beşer-merkezli olunca yâni din-merkezli olmayınca mecbûren dinden uzaklaşma olmuş ve din, kâlplere, vicdanlara ve kiliseye hapsedilmiştir. Tabî ki bunun ilhâmını şeytan vermiştir. İdeologlar, tam da şeytanın ve onun dostları olan küresel sermâyedarların isteğine uygun din yorumları ile yeni seküler sistemi desteklemişlerdir. Böylece din-merkezlilik, nefse göre düzenlenmiş olan beşer-merkezliliğe kaymaya başlamış ve bu da zamanla dînin de bireyselleşmesine neden olmuştur. İnsanlar sûni sistemler nedeniyle görünüşte yine birlik içindeymiş gibi görünse de, din bireysel olarak yaşanma(ma)ya başlayınca, kişiler de bireyselliği benimsemeye başladılar. Fakat bireysellik hiç-bir zaman insanları-toplumları paramparça olmaktan kurtaramamıştır ve kurtaramaz da. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın dîni ile mutmain olur ve huzur ve mutluluğa erebilir.

Modernite bireysel bir din, bir yaşam-tarzı ortaya koyarak toplumlar içinde yalnız yaşayan insanların olduğu bir dünyâ kurdu ve zamanla bunu tüm Dünyâ’ya da yaydı. Bu tabî ki de bir fitne ve ifsâd durumudur.

İnsanları bir-arada tutacak gerçek çimento, din-merkezliliktir. Beşer-merkezli düşünceler, ideolojiler ve sistemler ancak geçici birliktelikler kurabilir ama bunlar çok da uzun sürmez ve tez zamanda kargaşa başlayıverir ve dağılma-bölünme kaçınılmaz olur. Zîrâ beşer-merkezlilik insanların mânevi yönünü dikkate almadığından ve hattâ yok saydığından dolayı gerçek ve sağlam bir birlik kuramaz. İşte bu nedenle de modernizm (artık post-modernizm) ile birlikte insanlar hem düşüncelerinde hem de yaşayışlarında bireyselleşmişler ve dağılıp paramparça olmuşlardır. Bu durum normâl, doğal ve fıtrî olana aykırı bir durum olduğundan dolayı da çeşitli bunalımlar yaşanmaktadır. Oysa İslâm’da “birey” değil “şahsiyet” önemlidir ve şahsiyet topluma dönüktür. Şahsiyeti oluşturacak tek şey din olduğundan ve din de toplumu yönlendirdiğinden dolayı, dağılmayı ve yozlaşıp bozulmayı önleyecek tek şey “din” olmuş olur ki bu din elbette İslâm Dîni’dir. Zâten İslâm ülkelerinin bu kadar üzerine gidilmesi, onları kapitâl-liberâl-demokratik bir sistemin içine sokarak bireyselleştirmek içindir. Çünkü (çok azalsa da) müslümanlar, İslâm’ın bilinçlendirmesiyle bireysellikten ve dolayısı ile dağılıp ayrılmaktan en azından yaşayışlarıyla uzak durmakta ve vahyin aydınlatmasıyla bu yaşam-şeklinden kopmak istememekte ve direnmektedirler.

Bu durumdan bir kez tâviz verildiğinde, ilk başta tasavvurlarda olmak üzere, düşüncelerde ve kâlplerde ayrılış başlayacak ve bu, dağılıp bölünmeyle yâni bireyselleşmeyle sonuçlanacaktır ki şeytan, insanları dağılıp ayrıldıklarında çok kolayca yönetebilecektir.

Modernitenin etkisinden uzak olan ve bu yüzden “ilkel” sayılan toplumlarda da benzer bir bilincin olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:

“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: ‘İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?’. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’ dercesine sallayarak yanıtladım”.

“Ubuntu” denen bir felsefe de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:

“Günlerden bir gün,  Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve açıklar: ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak’.

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o anda  bütün çocuklar el ele tutuşur ve berâberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber varırlar ve hep berâber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’ yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül olan meyveyi yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde ‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.

Ultra modern zamanlarda artık müslümanların da dirençleri zayıflamış ve modernitenin parçalama siyâsetine ayak uydurmaya ve hem dinde hem de düşüncede ayrılmaya başlamışlardır. Çünkü artık seküler-bireysel kuşatma çok ağırlaşmış olduğundan, insanlar yeterli direnci gösterememekte ve yenilgiler ve başarısızlıklar insanların umutlarını söndürmektedir. Böyle olunca da müslümanlar da artık daha fazla direnmek istememekte, “beyaz bayrağı” çekmeye başlamaktadırlar. Fakat bunu İslâm’dan kopmadan(!) yapmak istedikleri için, vahyin apaçık âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutmaları kaçınılmaz olmaktadır. Yine bu nedenle “Peygamber örnekliği”ni görmezden gelmek zorunda kalmaktadırlar. Öyle ki, Kur’ân’ı aşırı yorumlayarak; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâlist-beşeri-bireysel ideolojilerle Kur’ân’ın ve İslâm’ın çelişmediğini ve yapılması gereken şeyin de, bu ideolojilerdeki bâzı küçük yanlışları düzelterek İslâm’a uygun(!) hâle getirmek olduğunu söyleyebiliyorlar. Bu bağlamda; “İslâm’ın yönetim şeklinin demokrasi olduğu”, “İslâm’ın modern bir sistem olduğu”, “kapitâlizmi savunduğu”, “liberâl bir din olduğu” vs. gibi şirke ve küfre, dolayısı ile de zulme kapı açan yorumlar yapabilmektedirler. Çünkü bireyselleşmişlerdir ve artık bir yaşam-şekli hâline gelen bireyselliğe göre düşünüp eylemektedirler. İnandığı gibi yaşamayan insanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlamışlardır. Üstelik İslâm, Kur’ân ve Peygamber örnekliği apaçık bir şekilde önlerinde duruyor olmasına rağmen.

Bu bağlamda en çok sarf edilen sözler; “önemli olan adâlettir, adâlet olsun da, kim ve hangi sistemle olursa-olsun”, “ortak akıl”, “çoğunluk-çoğulculuk”, “milliyetçilik”, “madden güçlü olmak” vs. gibi cümlelerdir. Çünkü seküler siteme uyarak şahsiyeti bırakıp bireyselleşilmiş ve İslâm Dîni de “toplum dîni” yâni “ümmet” olmaktan uzaklaşıp, zihinlere kâlplere ve vicdanlara hapsedilmiştir. İslâm’ın îman, sabır, mücâhede, hicret, devlet, cihad, şehâdet, medeniyet gibi kavramları unutulmaya yüz tutmuş ve hattâ bu kavramlar “öcü” gibi görülmeye ve gösterilmeye başlanmıştır. Bunu tabî ki de, “Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutarak” ve “aşırı yoruma boğarak” yapmaktadırlar. Bir de çok önemli bir nokta olarak, Peygamberimiz’in apaçık örnekliğini göz-ardı ederek yapmaktadırlar. Bunu yapmaya mecburdurlar, çünkü Peygamber’in 23 yıllık örnek yaşanmışlığının, mevcut sitem içinde yaşandığı sanılan “din” ile neredeyse hiç-bir ilgisi kalmamıştır. Bu nedenle de “İslâm’ın pratikliği” olan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği “sünnet” bertarâf edilmek istenmekte ve Peygamberimiz, misyonu ve örnekliği ile aramızda olmasına rağmen, “ölüp gitmiş biri” olarak görülmekte ve hattâ bâzıları tarafından da “Muhammed bin Abdullah adında birinin târihte hiç yaşamadığı” gibi absürd laflar edilebilmektedir. Bunda, milliyetçi-ırkçı telâkkinin de rôlü vardır ki, Türk müslümanlar içinde “Arap düşmanlığı” yaparak bunu savunanlar bulunabilmektedir.

Yine bir kısım da, resûlün bir insan değil, “bizzat Kur’ân’ın kendisi” olduğunu söyleyerek, “örneklik” sâhibi canlı bir kişilik olan “insan resûl”ü yok sayabilmektedir. Çünkü artık yeni “modern peygamberler” bulmuşlardır kendilerine ve onların sünnetini birebir ve sıkı-sıkıya tâkip etmektedirler. “Modern peygamberler”in(!) peşine takılıp onların sünnetlerini birebir tâkip edenler, Peygamberimiz’in sünnetini elbette inkâr edeceklerdir. Bireyselliğe-bireyciliğe uygun, dîni, hayâta karıştırmayarak onu hayattan ve hattâ kâlplerden bile uzaklaştıran yeni peygamberler bulmuşlardır kendilerine ve onların sünnetine sıkı-sıkıya uymaktadırlar. Bu “seküler peygamberler”in her dediğini olağan-üstüleştirerek dinleştirirlerken, Allah’ın, “âlemlere rahmet” dediği “güzel örneklik” sâhibi Peygamber yok sayılmakta ve târihe gömülmektedir. Aslında târihe gömülen, İslâm’ın hayâta hâkimiyeti ve bu uğurda yapılan pratikliktir. Bunu yapmak bireyselleşmiş insan için işten bile değildir.

İslâm Dîni, sâdece bireysel olarak ahlâki bir hayat sürmek değil, kişinin iç-âlemini İslâm ile aydınlattıktan sonra dış-âlemi de İslâm ile aydınlatmak olmalıdır. Peygamberimiz İslâm’dan önce de “muhteşem bir ahlâka (hulûkûl azim) sâhipti zâten. Fakat Allah için bu yeterli değildi. Ahlâk, “pratik olarak” da kendini göstermeliydi. Bu nedenle de o’nu Peygamber seçti ve o ahlâkı tüm Dünyâ’da da hâkim kılmak için çalışmasını emretti. Peygamber seçilmesinin nedeni tabî ki insanlar içindeki en ahlâklı insan olmasındandı.

İslâm kişinin bireysel yanını göz-ardı etmez elbette. Fakat onu vahiy ile inşâ ederek bireyken şahsiyet hâline getirir. Şahsiyet olunca sorumluluk da olur çünkü. Oysa bireysellik, sorumsuzluk demektir. Birey kendine dönükken, şahsiyet, topluma dönük olur ve bireyselliğin ayartmalarından uzak kalınır. Zîrâ bireysellik “şeytanla baş-başa kalmak” demektir.

İslâm, bireysel-şahsî alanda “akide ve inanç”, toplumsal alanda ise “din ve şeriat”tır. Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış ve bireyleşmiş kişilerden oluşuyor. Aynen liberâl kapitâlist sistemlerin bireyleri gibi. Zâten bu nedenle görünüşte “aşırı müslüman” imajı verenler, hakkıyla “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapamıyorlar. Zâten İslâm’ın nüsûkları-ibâdetleri de bireysellikten kopuktur aslında ve topluma dönüktür. Meselâ Mâûn Sûresi’nde bireysellikten arındırılmış namazdan bahsedilir ve namazdan sonra olması gereken yardım yapılmadığında, o namazın geçersiz olacağı söylenir. Mâûn Sûresi, “namaz kılanlar, namazın ardından toplumsal yardımlaşmayı da yapmalılar” der:

“Dini yalanlayanı gördün mü?. İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline!, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Gösteriş yapmaktadırlar. Ve ‘ufacık bir yardımı (veyâ zekatı) da’ engellemektedirler” (Mâûn Sûresi).

Dîni kuru-kuruya; namaz, oruç, hac, kurban, başörtüsü vs. olarak “bireysel dindarlık” şeklinde yaşamak, insanlara, topluma ve Dünyâ’ya bir yarar sağlamamaktadır. Allah’ın dînini yeryüzünde hâkim kılma çerçevesinde, “zulmü ortadan kaldırmak” için yapılmayan ibâdetlerin bireysel dindarlığa bile bir faydası yoktur. Bireysel dindarlık her ne kadar bu ibâdetleri (ki aslında bunlar ibâdet değil nüsûk ve riteüellerdir, çünkü dış dünyâdan kopuktur), “sevap biriktirme aracı” olarak kullansa da, bu yaptıklarının sonuçları Dünyâ’da kendisine ve insanlığa “bir fark oluşturacak şekilde” fayda sağlamıyorsa, o hâlde bunlar amacına ulaşmamış olacaktır ki bireysel dindarlığın dünyevî bir amacı da yoktur.

Batı için en üstün değer “birey”dir. Batı’ya göre “insan” demek “birey” demek, “birey” demek ise “uygarlık” demektir. Bu nedenle batı, insana yapılan saldırıyı, uygarlığına yapılmış bir saldırı gibi görmektedir. Tabi bu, her insana değil, bireycilik dîni”ni benimsemiş olanlar için geçerlidir.

Modernizm, devletleri bölüp parçalar ki daha iyi yönetsin; işte insanı da bireyselleştirerek parçalar ki insanı da daha kolay yönetebilsin.

Bireysel dindarlık, “sorumsuz dindarlık”tır. Çünkü bireyin, ona sorumluluk yükleyen ahlâkı yoktur, etiği vardır ve bunun kurallarını kendisi çıkarmıştır. Bu kuralları yeri geldiğinde istediği gibi, nefsine-çıkarına uygun olarak değiştirecektir. Üstelik nefsinin güdümünde yaptığı bu değişikliği “aklıyla” yaptığını zannetmektedir.

Bireysel dindarlıkta “sâlih amel” yoktur. Hattâ artık amel de yoktur. Bireysel dindarlıkta sâdece kuru-kuruya bir “bilme” vardır. Çünkü sâlih amel bedel ister ki bireysel dindarlık, “bedel ödemekten kaçmak” demektir. Bireysel dindarlık, Allah ile kul arasında sıkıştırılmış, “lâik dindarlık”tır. Bireysel dindarlık, iç-âleminde sözde Allah’a bağlıyken, dış-âlemde Allah hâriç tüm sistemlere ve kişilere bağlanabilir. İşine gelene bağlanır. Bireysel alan dışındaki hiç-bir alanda Allah’a kulluk yapılmaz bireysel dindarlıkta. Bireysel dindarlık, liberâl kapitâlizmin ortaya çıkardığı ve desteklediği bir dindarlık şeklidir. Bireysel olunca ayartması kolaylaşır. Bu nedenle de şeytan ve yâverleri, bireysel dindarlığı ölümüne savunurlar. Bireysel dindarlık sâdece câmide ve seccâde üzerinde yaşanır ve hayatta ise “beşerin dîni” yürürlükte olur. Mevdudi bu konuda şunları söyler:

“Allah’a itaatin gerçek anlamı, sâdece fert olarak Allah’a boyun eğmek değil, devlet eliyle tüm topluma zorunlu olarak Allah’ın kânunlarını uygulamak, tek kânun yapıcının Allah olduğunu kabûl ederek toplumsal alanları bu kânunlara göre düzenlemek demektir. Müslüman için hayat bir bütündür; dînî, dünyevî, kişisel, özel, toplumsal diye farklı alanlara ayrılamaz. Hayâtı bu şekilde parçalara bölmek İslâm’ı da parçalamak demektir. Bu yüzden İslâm’ı sâdece kişisel inanç ve ibâdet hayâtı olarak görmek kabûl edilemez bir hatâdır. İslâm hayâtın her alanını içine alan bir sistemdir”.

Allah bizi bireysel dindarlıktan şu âyetleriyle uzak tutar:

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saff 4).

“Ey inananlar, Allah’tan korkun ve doğrularla berâber olun” (Tevbe 119).

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

Dünyâ bir batağın içindeyken ve müslümanlar “yeryüzünün lânetlisi” olarak kabûl edilmişken, bireysel dindarlık ve bireysel kurtuluştan söz etmek hem ağır bir ahmaklık hem de İslâm’ı idrâk edememekten doğan derin bir bencilliktir.

Ne demişti Hz. Zekeriya:

“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: Rabbim, beni yalnız başıma bırakma (bireyleştirme), sen mîrasçıların en hayırlısısın” (Enbiyâ 89).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2018




Devamını Oku »

22 Aralık 2018 Cumartesi

Çokluk, Çoğaltma ve Çoğunluk Üzerine




“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).  

“İnsanlık târihi, ‘çokluk ve çoğaltma tutkusu’ ile ‘çoğunluğa uyma’nın târihidir” dense yeridir. Oysa insan, akıl ve irâde yeteneği nedeniyle, Dünyâ’ya “çoğaltmak ve çoğunluğa uymak” için gelmediğini bilir. O hâlde buna rağmen “çok”un peşinden gitmesinin nedeni, kişinin nefsidir. Tabi bu durum bir zaman sonra, aklın da nefsin emrine girerek ona uymasıyla sonuçlanacaktır. Evet; “çokluk, çoğaltma ve çoğunluğa uyma” nefs ile alakâlıdır. Bunlar insanın nefsine çok hoş gelip -görece- Dünyâ’da yaşamı kolaylaştırdığından ve zevkli hâle getirdiğinden(!) dolayı ve yine, “çoğunluğa uymak” kafa konforunu bozmaya ihtiyaç bırakmadığı için rahat ve stressiz bir yaşam isteği içindir. O hâlde “çoğaltma tutkusu ve çoğunluğa uyma körlüğü” nefsî bir durumdur.

Şeytan, insanı her zaman, “çoğaltma ve çoğunluğa uyma” ile kandırır ve sürdürür iktidârını. İnsan ne zaman Allah’a yâni vahye Peygamber’e (sünnet) uyup “paylaşım”ı esas almaya başlayarak düzeni adâlet lehine değiştirme yoluna girer ve değiştirirse, işte o zaman aklını ve irâdesini doğru anlamda kullanmış ve şeytana ağır bir darbe indirmiş olur.

Şeytan, “ilk insanlar” olan Âdem ve Havvâ’yı, “yok olmayacak bir mülk” (mulkin lâ yeblâ) ile kandırmıştı. Yok olmayacak olan mülk, “çoğalan mülk” olabilir. Çünkü mülk, zamanla azalan ve yok olan şeydir.

Çoğaltma tutkusu insanı kâtil bile yapabilir. Âdem’in oğulları olan Hâbil ve Kâbil’in kavgalarının arkasında da çokluk-çoğaltma tutkusu vardır. Allah karşısında îtibâr çoğaltma isteği, Kâbil’i kâtil yapmıştır ve pişmanlıklar içinde bırakmıştır:

“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlakâ öldüreceğim’. (Öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder” (Mâide 27).

“…Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu” (Mâide 30).

İşte o günden bêri bu kavga şiddetlenerek ve artarak devâm etmektedir.

Şirkin ardında da “çokluk ve çoğaltma tutkusu ve hırsı” vardır. Şirk unsurları olan putlar aslında, birilerinin “putlar üzerinden mal-mülk çoğaltma oyunu”nun nesneleridir. Bu durum modern zamanlarda da “modern putlar” üzerinden devâm etmektedir. Tabi zamanla mala olan düşkünlük, malın çoğalmasına neden olan putlara bir saygıyı da yanında getirmiştir-getirmektedir. Fakat aslında tüm putperestliğin arkasında, garibanların cehâleti, tamahkâr zenginlerin ise çoğaltma tutkusu vardır. İşte Peygamberler bu durumu bozmak için gönderilmişlerdir ve bu nedenle gelen vahiylerde sürekli olarak “çokluk, çoğaltma ve çoğunluğa uyma” kötü gösterilmiştir. Çünkü çokluk ver çoğaltma tutkusu mutlakâ adâletsizliği, şirki ve dolayısı ile zulmü yanında taşır. Bu durum toplumun büyük çoğunluğunun zor bir hayat yaşamasına neden olur. Vahiyle gelen direktifler ise, bu tutkulardan kaynaklanan şirki, adaletsizliği ve zulmü ortadan kaldırmanın yolunu gösterir. 

Kur’ân’ın tümünde çokluk olumsuz anlamda kullanılmıştır. Çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve bir “imtihan dünyâsı”dır. Üstelik insan bir nefse de sâhiptir ve çokluk onu şımartır ve yoldan çıkartır. Yoldan çıkan insanın ise yapmayacağı çirkeflik yoktur. Bu nedenle Allah servetin yâni çokluğun birilerinin elinde birikmesini yasaklar ve toplumun geneline âdil bir şekilde paylaştırılmasını ister. İnsanın aklını başından alan ve onu yoldan çıkaran şey, 2Ş, 2S ve 1C formülüyle gösterilen “şehvet şöhret”, “servet siyâset” ve “cehâlet”tir. Çünkü bunlarda potansiyel bir kışkırtılmışlık ile çokluk-çoğaltma vardır ve bunlar insanı yoldan çıkarır. İnsanı yoldan çıkaran şey, “Çokluk, Çoğaltma ve Çoğunluk” tutkusu ve hırsıdır.  

İnsanlar çokluğa ve çoğaltmaya bir başladılar mı, başkalarının elindeki az olanın bile kendilerine geçmesini isterler:

“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).

“(Dâvûd) dedi ki: ‘Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mâli güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecâvüz ederler; ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır’. Dâvûd, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü” (Sâd 24).

Demek ki îman edip sâlih amel işleyenlerin dışındakileri sürekli olarak çoğaltma ve çokluk yönlendirir ve bu durum onları adâletten saptırarak yoldan çıkartır. Kendi 99 koyunuyla yetinmeyip de başkasının elindeki 1 koyuna da göz koymak, çoğaltma tutkusunun, o kişinin aklını başından aldığını gösterir. Zîrâ çokluk ve çoğaltma tutkusu mutlakâ insanın aklını başından alır ve onu yoldan çıkarır. Kur’ân bu nedenle çokluk ve çoğaltmayı sürekli olarak olumsuz anlamda kullanır. Çünkü yeryüzündeki tüm zulümler ve adâletsizliklerin nedeni budur.

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Tekâsür: “(‘kesret’ten) Çoğalma. Kesret bulma. Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile öğünme” anlamındadır.

Çok olunca “yok olmayacağını” zanneden insanlar, çoğaltmanın peşine düşüyorlar. Çünkü çok olunca biraz azalsa da bitmez ve “çok olunca fazlalaştırıp çoğaltmak daha kolay olur” düşüncesi vardır. Yâni hayâtın garantisini Allah’ın nîmet vermesinde ve korumasında gör(e)meyenler, garantiyi mal-mülk ile yâni çokluk ve çoğaltmayla sağlayabileceğini düşünürler ki bu çok yanlıştır. Üstelik Kur’ân bu konuda hârika bir örnek de vermiştir:

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

         Demek ki mal-mülk elimizde bir şekilde çoğalmışsa, o şey ya adâletli bir şekilde paylaştırılacak yada yerin dibine batacaktır. Çünkü çokluk hiç-bir zaman huzur vermeyecektir. En azından insan, çoğalmış malını bir zaman sonra yetersiz görmeye başlayacak ve daha çoğunu isteyecektir:

“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; ki Ben ona alabildiğine çok mal (servet) verdim. Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).

Çoğunluğun görüşüne uymak insanın genel bir zaafıdır. Kur’ân, bu noktaya dikkat çekerek kötü ve yanlış olanın şaşılacak kadar yaygınlık göstermiş olsa bile, helâl ve iyi olanla hiç-bir zaman eşit olamayacağı için sakınılması gerektiğini belirtir. Maddî ve mânevî alanda şeylerin belirlenmesinde çoğunluğun görüşü hakîkatin kriteri olamaz.


Demokrasi de bir “çoğunluk ve çoğaltma yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile çoğunluk olan 51 kişinin istemesi o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur demokrasilerde. İsterse o şey yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu yakalamış olanlar, insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar. İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına, kısaca tüm hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şeyi iyi iken bir-anda kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de onları oy vermeyerek cezâlandırsın. Hâlbuki kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir. Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.

İslâm’ın sistemi ise şûrâ sistemdir. Ve demokrasiyle hemen-hemen hiç alâkası yoktur. Fakat yine; bu taşeronlar tarafından desteklenen yada pohpohlanan bâzı İslâm bilginleri (âlimleri değil), demokrasi ile şûrânın aynı şey olduğunu, demokrasinin tam da Kur’ân’ın bahsettiği şey olduğunu, bu nedenle de demokrasiye sahip çıkarak demokratik olmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki demokrasi ile şûrâ aynı şey değildir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi” iken, şûrâ, çoğunluğun biatiyle-onayıyla süzüle-süzüle oluşan “yüce şûrâ” (ehlü’l hâl vel akd) denetimindeki bir yönetimdir.

Çoğunluk her zaman doğru karar alacak diye bir şey yoktur. Hattâ tam-aksine yanlış kararlar alır çoğu zaman. Meselâ Allah; fâizi, içkiyi, kumarı, zinâyı vs haram kılıp yasaklamışken, çoğunluğu oluşturanlar, meclislerinde bunları serbest (helâl(!)) yaparlar. Oysa haram ve helâli belirlemek sâdece Allah’a âittir ki bunu insanın belirlemesi şirktir ve şirk zâten budur. O hâlde şirk, hükmün Allah’ın elinden alınarak “çoğunluğa” verilmesidir. Bu durum tüm zamanlarda böyle olmuştur ve şirk, insanlara olmadık işler yaptırmıştır. Meselâ Eski Mısır’da Nil Tanrısı’na her sene bâkire kızlar sunulması uygulaması tüm halkın kararıyla alınıyordu. Çoğunluk, Allah’ın yasaklarını serbest bırakacak bir şekilde karar alsa da o şey aslâ meşrû olmaz ve insana “sorun” ve “zulüm” olarak geri döner ve hayâtı zorlaştırır.

Mekke müşriklerinin cehâlet içinde olmaları ve “câhil” diye anılmalarının bir nedeni de, çokluğu “her-şey” zannetmeleriydi. Zâten Peygamber’i kabûl etmemelerinin bir nedeni de, Peygamberimiz’in malca zengin olmaması yâni çokluğa sâhip olmamasıydı. O yüzden malı fazla olan bir kişinin peygamber olması gerektiğini söylüyorlardı. Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi sebebiyle böyle bir mantık kuruyorlardı:

“Ve dediler ki: Bu Kur’ân, iki şehirden birinin büyük (zengin) bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf 31).

Tabî ki o iki adam, çokluğa ve çoğunluğa sâhip olan iki kişiydi. Peygamberlik hayırlı bir şey ise, o, çokluğa sâhip olmalarından dolayı “en hayırlılar” olarak bilinen iki kişiden birine verilmeliydi. Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi ve tutkusu, kişiyi hep bu üçlü üzerinden düşündürtür ve hareket ettirir.

Modern insan ve devlet düzeninde de aynı şey devâm etmektedir. Çoğa sâhip olanlar yüceltilirken, garibanlar adam yerine bile koyulmuyor. En çok kimde varsa, diğerlerini ezmek ve onların malını-mülkünü ele geçirip mallarının daha da çoğaltılması “normâl” olarak görülüyor. Bir “çokluk sistemi” olan demokraside de, gariban (mustaz’af) birinin aday olarak gösterilmesi mümkün değildir. Buna şiddetle karşı çıkması gereken müslümanlar ise bunu “kader” olarak yorumluyorlar. Fakat Allah, yeryüzünde, çoğa sâhip olanları değil, mustaz’afları mîrasçı kılmak istiyor:

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, “sakındıkları şey”i gösterelim” (Kasas 5-6).

Bâzı müslümanlar bir sapma olarak, İslâm’ın hedefinin “çoğulculuk”, çoğunlukçuluk”, “çokluk” gibi kavramlar olduğunu söylerler. Bunu da, batı’nın psikolojik yada çıkarcı dayatmalarıyla yapmaktadırlar. Çünkü bu kavramlar, Yeni Dünyâ Düzeni projesi bağlamında, İslâm’ı demokratikleştirme gayretlerinin söylemleridir. İslâm’ın demokrasi ile, lâiklik ile, çoğulculuk veyâ çoğunlukçuluk ile ve bunlara çanak tutan sivil toplum yapısı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Ercümend Özkan bu konuda şunları söyler:

“Çoğunluğun kabûl ettiği.. diyorlar. O hâlde kabûl etmeyenler de var. Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu olur?. Allah Kur’ân’da: ‘Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler’ (En-âm 116) der. ‘Kabûl edenler-etmeyenler’ diye bilim yada kânun mu olur?. Parmak sayısına göre bilim-kânun olmaz. Zâten vahiy dışında bir şeyin herkes tarafından kabûl edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir”.

Modernizm, kendisini “hakîkatin tek temsilcisi” olarak görüyordu 2. Dünyâ Savaşı sonuna kadar. 150-200 yıl boyunca bunu seslendirdi ve tüm Dünyâ’ya dayattı bu anlayışı. 1950’lerden sonra bu dayatma artık işe yaramayınca, “post-modernizm” denen ve “hakîkati izâfileştirme ve çoklaştırma” düşüncesi modernizmin yerini aldı. “O da doğru, bu da doğru” diyerek, doğruyu çoğaltarak sulandırdı ve gerçekliği bulandırdı.

Bir “çokluk dayatması yönetimi” olan demokrasinin ana ibâdeti olan oy kullanmada, oyların çoğunluğunu alan partinin yaptıkları kötü de olsa, bu “çoğunluk” için önemli değildir. Birileri ağzında kuş tutsa da, yada ülkeyi ve halkı çok büyük zararlara sokmuş olsa da, kişilerin görüşleri yine de değişmeyecektir. Zîrâ çoğunluk, desteklediği yada kösteklediği odaklara ya güvenmiştir yada kuşku duymaktadır ve ona dost yada düşman olmuştur. Böyle olunca da iki kesim arasında sonu gelmeyen ve bir katkısı da olmayan tartışmalar yapılır ve çeşitli yalanlar da söylenir. “Evet”çiler ve “hayır”cılar insanları farklı açılardan aldatırlar ve korkuturlar. Korkulması gereken şey “vatanın, lâikliğin, cumhuriyetin vs. elden gitmesi” yada görece “eski kötü günlere geri dönüş”tür. Böylece çoğunluğun tahakkümü devâm eder.

İslâm’da çoğa sâhip olanların, çoğaltıp duranların ve çoğunluğun sözü değil, hakkın söz geçer. Bu nedenle tüm insanlar yâni çokluk, vahye aykırı olan şeyi isteseler de, yine de yanlış olur. Bu nedenle, “Allah’tan başkalarının hüküm koyması” anlamında, bir başkan adayının seçimlerde yüzde yüz oy alması bile, çıkan kânunların “şirk” olmasını ve hem başkanın hem de onu seçenlerin câhil yada kâfir-müşrik olmasını engellemez. O hâlde çoğunluk mutlakâ şirke ve küfre alan açar.  

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Asr Sûresi’nde “zararda olan insan” ifâdesinden, sâdece tek bir insanın değil, “tek-tek çoğunluğu oluşturan” insanların zararda olduğu anlaşılır. Yâni “çoğunluğun” hüsranda olduğunu anlarız. Zîrâ çoğunluk olumsuz bir kavramdır. Kitleyi, sürüyü, yönlendirilmiş olanı, güdüleni, kandırılanı, sömürüleni ifâde eder.  

Müslüman için meşrûluğun dayanağı; çokluk, çoğaltma ve “genel çoğunluk” değil, vahiy ve vahyin örnekliğini en iyi gösteren “güzel örneklik” denen sünnettir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2018





















Devamını Oku »