“Ve topluca
Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kâlplerinizi uzlaştırdı. O’nun
nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz,
(Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola
gelesiniz” (Âl-i İmran 103).
Târih boyunca insanlar, -modern
zamanlara kadar- sürekli olarak bir-arada ve iç-içe yaşamışlardır. Çünkü buna
mecburlardı. Zîrâ insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını ancak bir-arada yaşayarak
karşılayabilmektedir. Üstelik güvenlik açısından da bir-arada olmak “olmazsa-olmaz”
bir durumdur.
İlk başta insanlar toplum
olarak sürekli bir-arada yaşamışlar fakat çoğalınca mecbûren ayrı topluluklar
hâline gelmeye başlamışlardır. Bu durum ilk başlarda insanların birbirleriyle
çatışmalarına ve düşünce farklılıklarına neden olmamıştır. Çünkü Allah onlara
çeşitli sorunlarda ve anlaşmazlıklarda, aralarında hüküm vermek üzere
peygamberler göndermiş ve aralarını uzlaştırmıştır. Topluluklar çoğalıp ayrı
toplumlara ve bölgelere dağılınca, o toplumlara da ayrı-ayrı peygamberler ve
vahiyler göndermiştir. Aslında özde aynı olan vahiyler ve aynı şeyi farklı
anlatımlarla seslendiren peygamber tebliğleri, yorumda farklılaşmaya başlayınca
bâzı yorum ve düşünce farklılıkları oluşmuştur. Tabi bunun ilk baştaki nedeni,
farklı coğrafyaların nîmetleri ve avantajları olmuş, farklı yaşam-tarzları ve
beslenme şekilleri, insanlar arasında farklı yorumlara ve sonuçta kıskançlıklara
ve çatışmalara dönmeye başlamıştır. Aslında bu durumun asıl nedeni, Dünyâ’nın bir
“imtihan dünyâsı” olmasıdır:
“İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve
berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında
hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler
geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden
anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece
Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle
eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).
İnsan zayıf bir varlık
olduğu için nefsine yenik düşmüş ve coğrafyadan, bitki örtüsünden yada kişisel
becerilerden doğan farklıları, bir “zenginlik” olarak değil de, “kesin
farklılık” ve dolayısıyla “ayrışma” olarak kabûl etmiştir. Hâlbuki Allah,
farklı toplumları-kavimleri birbirleriyle tanışıp yardımlaşsınlar ve
ürettikleri farklı zenginlikleri paylaşsınlar diye ayırdığını söylemektedir. Çünkü
Allah üstünlüğü ancak “takvâ” ile ölçer:
“Ey insanlar, gerçekten,
biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’
için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en
ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
Bir-arada yaşayan insanlar
dinlerini de “cemaat” olarak toplumsal bir şekilde yaşamış ve bireysel bir din
anlayışını düşünmemişlerdir bile. Zâten gönderilen peygamberler de sürekli
olarak birlik içinde olmayı, bir cemaat birliği içinde dînin yaşanmasını
öğretmişlerdir. İnsanlar ne zaman ki Allah’ın emirleri doğrultusunda, zihnen ve
kâlben birlik ve dayanışma içinde kardeşçe yaşamışlarsa, güvenlik içinde mutlu-huzurlu
olmuşlar ve ne zaman da toplum olarak ve kâlben dağılıp ayrıldılarsa da
kendilerini -aynen günümüzde olduğu gibi- “ateş çukuru”nun kenarında
buluvermişlerdir:
“Hepiniz Allah’ın ipine
sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine
siz, tam ateş-çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete
erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).
O hâlde insanlar-müslümanlar
çeşitli kavimler hâlinde olsa da “birlik” içinde (ümmet) olmalıdırlar ki bunun
da tek yolu, din-merkezli olabilir. Müslümanlar için bu bir zorunluluktur. Vahiy
ve sünnet-merkezli bir birliktelikte hem güvenlik içinde olacaklar hem de huzûr
ve mutluluk içinde yaşayacaklardır. Üstelik Allah’ın nîmetlerini de celbetmiş
olacaklardır.
İşte son 200-250 yıl
öncesine kadar din bağlamında bu zihniyette olan ve yaşayan insanlık, bundan
sonra, uydurmalarla, zırvalıklarla ve dolayısı ile haksızlık, adâletsizlik ve
zulümlerle yozlaştırılmış dinler nedeniyle bunalmış ve yeni çıkış-yolları
aramaya başlamıştır. Fakat bu bir “boşluk durumu” olduğu için şeytan da hemen
oraya tezgahını kurmuştur. Aslında olan şey; yozlaşan hristiyanlığa karşı,
hırsızlıkla zengin olmuş bâzı sermâyedarların desteği ile kurulan yeni
ideolojiler ve bu ideolojilerin din-merkezli değil de beşer-merkezli olarak
ortaya çıkmış olmasıdır. Beşer-merkezli olunca yâni din-merkezli olmayınca mecbûren
dinden uzaklaşma olmuş ve din, kâlplere, vicdanlara ve kiliseye hapsedilmiştir.
Tabî ki bunun ilhâmını şeytan vermiştir. İdeologlar, tam da şeytanın ve onun
dostları olan küresel sermâyedarların isteğine uygun din yorumları ile yeni
seküler sistemi desteklemişlerdir. Böylece din-merkezlilik, nefse göre
düzenlenmiş olan beşer-merkezliliğe kaymaya başlamış ve bu da zamanla dînin de
bireyselleşmesine neden olmuştur. İnsanlar sûni sistemler nedeniyle görünüşte
yine birlik içindeymiş gibi görünse de, din bireysel olarak yaşanma(ma)ya
başlayınca, kişiler de bireyselliği benimsemeye başladılar. Fakat bireysellik
hiç-bir zaman insanları-toplumları paramparça olmaktan kurtaramamıştır ve kurtaramaz
da. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın dîni ile mutmain olur ve huzur ve mutluluğa
erebilir.
Modernite bireysel bir din, bir
yaşam-tarzı ortaya koyarak toplumlar içinde yalnız yaşayan insanların olduğu
bir dünyâ kurdu ve zamanla bunu tüm Dünyâ’ya da yaydı. Bu tabî ki de bir fitne
ve ifsâd durumudur.
İnsanları bir-arada tutacak
gerçek çimento, din-merkezliliktir. Beşer-merkezli düşünceler, ideolojiler ve
sistemler ancak geçici birliktelikler kurabilir ama bunlar çok da uzun sürmez
ve tez zamanda kargaşa başlayıverir ve dağılma-bölünme kaçınılmaz olur. Zîrâ
beşer-merkezlilik insanların mânevi yönünü dikkate almadığından ve hattâ yok
saydığından dolayı gerçek ve sağlam bir birlik kuramaz. İşte bu nedenle de
modernizm (artık post-modernizm) ile birlikte insanlar hem düşüncelerinde hem
de yaşayışlarında bireyselleşmişler ve dağılıp paramparça olmuşlardır. Bu durum
normâl, doğal ve fıtrî olana aykırı bir durum olduğundan dolayı da çeşitli bunalımlar
yaşanmaktadır. Oysa İslâm’da “birey” değil “şahsiyet” önemlidir ve şahsiyet topluma
dönüktür. Şahsiyeti oluşturacak tek şey din olduğundan ve din de toplumu
yönlendirdiğinden dolayı, dağılmayı ve yozlaşıp bozulmayı önleyecek tek şey “din”
olmuş olur ki bu din elbette İslâm Dîni’dir. Zâten İslâm ülkelerinin bu kadar üzerine
gidilmesi, onları kapitâl-liberâl-demokratik bir sistemin içine sokarak bireyselleştirmek
içindir. Çünkü (çok azalsa da) müslümanlar, İslâm’ın bilinçlendirmesiyle
bireysellikten ve dolayısı ile dağılıp ayrılmaktan en azından yaşayışlarıyla
uzak durmakta ve vahyin aydınlatmasıyla bu yaşam-şeklinden kopmak istememekte
ve direnmektedirler.
Bu durumdan bir kez tâviz verildiğinde,
ilk başta tasavvurlarda olmak üzere, düşüncelerde ve kâlplerde ayrılış
başlayacak ve bu, dağılıp bölünmeyle yâni bireyselleşmeyle sonuçlanacaktır ki
şeytan, insanları dağılıp ayrıldıklarında çok kolayca yönetebilecektir.
Modernitenin etkisinden uzak
olan ve bu yüzden “ilkel” sayılan toplumlarda da benzer bir bilincin olduğunu
gözlemleyebiliyoruz. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında, “yarış
yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:
“Bundan
sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara
büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla
maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini
tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en
hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini
kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: ‘İyi ama bir kişi
kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar,
eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek
bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu
anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?’. Ben
bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’ dercesine sallayarak
yanıtladım”.
“Ubuntu” denen bir felsefe
de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:
“Günlerden
bir gün, Afrika’da çalışan bir
antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir.
Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve açıklar: ‘Herkes karşıdaki
ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü
ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak’.
Çocuklar
oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o anda bütün çocuklar el ele tutuşur ve berâberce
koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber varırlar ve hep berâber
meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle
yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’ yaptık:
Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı.
Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül olan meyveyi
yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde
‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.
Ultra modern zamanlarda
artık müslümanların da dirençleri zayıflamış ve modernitenin parçalama siyâsetine
ayak uydurmaya ve hem dinde hem de düşüncede ayrılmaya başlamışlardır. Çünkü
artık seküler-bireysel kuşatma çok ağırlaşmış olduğundan, insanlar yeterli
direnci gösterememekte ve yenilgiler ve başarısızlıklar insanların umutlarını
söndürmektedir. Böyle olunca da müslümanlar da artık daha fazla direnmek
istememekte, “beyaz bayrağı” çekmeye başlamaktadırlar. Fakat bunu İslâm’dan
kopmadan(!) yapmak istedikleri için, vahyin apaçık âyetlerini aşırı yoruma tâbi
tutmaları kaçınılmaz olmaktadır. Yine bu nedenle “Peygamber örnekliği”ni
görmezden gelmek zorunda kalmaktadırlar. Öyle ki, Kur’ân’ı aşırı yorumlayarak;
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâlist-beşeri-bireysel
ideolojilerle Kur’ân’ın ve İslâm’ın çelişmediğini ve yapılması gereken şeyin de,
bu ideolojilerdeki bâzı küçük yanlışları düzelterek İslâm’a uygun(!) hâle
getirmek olduğunu söyleyebiliyorlar. Bu bağlamda; “İslâm’ın yönetim şeklinin demokrasi
olduğu”, “İslâm’ın modern bir sistem olduğu”, “kapitâlizmi savunduğu”, “liberâl
bir din olduğu” vs. gibi şirke ve küfre, dolayısı ile de zulme kapı açan
yorumlar yapabilmektedirler. Çünkü bireyselleşmişlerdir ve artık bir
yaşam-şekli hâline gelen bireyselliğe göre düşünüp eylemektedirler. İnandığı
gibi yaşamayan insanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlamışlardır. Üstelik İslâm,
Kur’ân ve Peygamber örnekliği apaçık bir şekilde önlerinde duruyor olmasına
rağmen.
Bu bağlamda en çok sarf edilen
sözler; “önemli olan adâlettir, adâlet olsun da, kim ve hangi sistemle
olursa-olsun”, “ortak akıl”, “çoğunluk-çoğulculuk”, “milliyetçilik”, “madden
güçlü olmak” vs. gibi cümlelerdir. Çünkü seküler siteme uyarak şahsiyeti bırakıp
bireyselleşilmiş ve İslâm Dîni de “toplum dîni” yâni “ümmet” olmaktan
uzaklaşıp, zihinlere kâlplere ve vicdanlara hapsedilmiştir. İslâm’ın îman,
sabır, mücâhede, hicret, devlet, cihad, şehâdet, medeniyet gibi kavramları unutulmaya
yüz tutmuş ve hattâ bu kavramlar “öcü” gibi görülmeye ve gösterilmeye
başlanmıştır. Bunu tabî ki de, “Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutarak” ve “aşırı
yoruma boğarak” yapmaktadırlar. Bir de çok önemli bir nokta olarak, Peygamberimiz’in
apaçık örnekliğini göz-ardı ederek yapmaktadırlar. Bunu yapmaya mecburdurlar,
çünkü Peygamber’in 23 yıllık örnek yaşanmışlığının, mevcut sitem içinde
yaşandığı sanılan “din” ile neredeyse hiç-bir ilgisi kalmamıştır. Bu nedenle de
“İslâm’ın pratikliği” olan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği “sünnet”
bertarâf edilmek istenmekte ve Peygamberimiz, misyonu ve örnekliği ile aramızda
olmasına rağmen, “ölüp gitmiş biri” olarak görülmekte ve hattâ bâzıları
tarafından da “Muhammed bin Abdullah adında birinin târihte hiç yaşamadığı” gibi
absürd laflar edilebilmektedir. Bunda, milliyetçi-ırkçı telâkkinin de rôlü vardır
ki, Türk müslümanlar içinde “Arap düşmanlığı” yaparak bunu savunanlar
bulunabilmektedir.
Yine bir kısım da, resûlün bir
insan değil, “bizzat Kur’ân’ın kendisi” olduğunu söyleyerek, “örneklik” sâhibi
canlı bir kişilik olan “insan resûl”ü yok sayabilmektedir. Çünkü artık yeni “modern
peygamberler” bulmuşlardır kendilerine ve onların sünnetini birebir ve
sıkı-sıkıya tâkip etmektedirler. “Modern peygamberler”in(!) peşine takılıp
onların sünnetlerini birebir tâkip edenler, Peygamberimiz’in sünnetini elbette
inkâr edeceklerdir. Bireyselliğe-bireyciliğe uygun, dîni, hayâta
karıştırmayarak onu hayattan ve hattâ kâlplerden bile uzaklaştıran yeni peygamberler
bulmuşlardır kendilerine ve onların sünnetine sıkı-sıkıya uymaktadırlar. Bu
“seküler peygamberler”in her dediğini olağan-üstüleştirerek dinleştirirlerken,
Allah’ın, “âlemlere rahmet” dediği “güzel örneklik” sâhibi Peygamber yok
sayılmakta ve târihe gömülmektedir. Aslında târihe gömülen, İslâm’ın hayâta hâkimiyeti
ve bu uğurda yapılan pratikliktir. Bunu yapmak bireyselleşmiş insan için işten
bile değildir.
İslâm Dîni, sâdece bireysel
olarak ahlâki bir hayat sürmek değil, kişinin iç-âlemini İslâm ile
aydınlattıktan sonra dış-âlemi de İslâm ile aydınlatmak olmalıdır.
Peygamberimiz İslâm’dan önce de “muhteşem bir ahlâka (hulûkûl azim) sâhipti zâten.
Fakat Allah için bu yeterli değildi. Ahlâk, “pratik olarak” da kendini
göstermeliydi. Bu nedenle de o’nu Peygamber seçti ve o ahlâkı tüm Dünyâ’da da
hâkim kılmak için çalışmasını emretti. Peygamber seçilmesinin nedeni tabî ki
insanlar içindeki en ahlâklı insan olmasındandı.
İslâm
kişinin bireysel yanını göz-ardı etmez elbette. Fakat onu vahiy ile inşâ ederek
bireyken şahsiyet hâline getirir. Şahsiyet olunca sorumluluk da olur çünkü.
Oysa bireysellik, sorumsuzluk demektir. Birey kendine dönükken, şahsiyet, topluma
dönük olur ve bireyselliğin ayartmalarından uzak kalınır. Zîrâ bireysellik
“şeytanla baş-başa kalmak” demektir.
İslâm,
bireysel-şahsî alanda “akide ve inanç”, toplumsal alanda ise “din ve
şeriat”tır. Zamâne müslüman cemaatlerin
bireyleri, “şahsiyet” olamamış ve bireyleşmiş kişilerden oluşuyor. Aynen
liberâl kapitâlist sistemlerin bireyleri gibi. Zâten bu nedenle görünüşte
“aşırı müslüman” imajı verenler, hakkıyla “emr-i bil mâruf ve nehyi anil
münker” yapamıyorlar. Zâten İslâm’ın nüsûkları-ibâdetleri de bireysellikten
kopuktur aslında ve topluma dönüktür. Meselâ Mâûn Sûresi’nde bireysellikten
arındırılmış namazdan bahsedilir ve namazdan sonra olması gereken yardım
yapılmadığında, o namazın geçersiz olacağı söylenir. Mâûn Sûresi, “namaz
kılanlar, namazın ardından toplumsal yardımlaşmayı da yapmalılar” der:
“Dini yalanlayanı gördün mü?. İşte yetimi itip-kakan,
yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline!,
ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Gösteriş yapmaktadırlar. Ve ‘ufacık bir
yardımı (veyâ zekatı) da’ engellemektedirler” (Mâûn Sûresi).
Dîni kuru-kuruya; namaz,
oruç, hac, kurban, başörtüsü vs. olarak “bireysel dindarlık” şeklinde yaşamak,
insanlara, topluma ve Dünyâ’ya bir yarar sağlamamaktadır. Allah’ın dînini
yeryüzünde hâkim kılma çerçevesinde, “zulmü ortadan kaldırmak” için yapılmayan
ibâdetlerin bireysel dindarlığa bile bir faydası yoktur. Bireysel dindarlık her
ne kadar bu ibâdetleri (ki aslında bunlar ibâdet değil nüsûk ve riteüellerdir,
çünkü dış dünyâdan kopuktur), “sevap biriktirme aracı” olarak kullansa da, bu
yaptıklarının sonuçları Dünyâ’da kendisine ve insanlığa “bir fark oluşturacak şekilde”
fayda sağlamıyorsa, o hâlde bunlar amacına ulaşmamış olacaktır ki bireysel
dindarlığın dünyevî bir amacı da yoktur.
Batı için en üstün değer
“birey”dir. Batı’ya göre “insan” demek “birey” demek, “birey” demek ise
“uygarlık” demektir. Bu nedenle batı, insana yapılan saldırıyı, uygarlığına
yapılmış bir saldırı gibi görmektedir. Tabi bu, her insana değil, bireycilik
dîni”ni benimsemiş olanlar için geçerlidir.
Modernizm, devletleri bölüp
parçalar ki daha iyi yönetsin; işte insanı da bireyselleştirerek parçalar ki
insanı da daha kolay yönetebilsin.
Bireysel dindarlık,
“sorumsuz dindarlık”tır. Çünkü bireyin, ona sorumluluk yükleyen ahlâkı yoktur,
etiği vardır ve bunun kurallarını kendisi çıkarmıştır. Bu kuralları yeri
geldiğinde istediği gibi, nefsine-çıkarına uygun olarak değiştirecektir.
Üstelik nefsinin güdümünde yaptığı bu değişikliği “aklıyla” yaptığını
zannetmektedir.
Bireysel dindarlıkta “sâlih amel” yoktur. Hattâ artık
amel de yoktur. Bireysel dindarlıkta sâdece kuru-kuruya bir “bilme” vardır.
Çünkü sâlih amel bedel ister ki bireysel dindarlık, “bedel ödemekten kaçmak”
demektir. Bireysel dindarlık, Allah ile kul arasında sıkıştırılmış, “lâik
dindarlık”tır. Bireysel dindarlık, iç-âleminde sözde Allah’a bağlıyken,
dış-âlemde Allah hâriç tüm sistemlere ve kişilere bağlanabilir. İşine gelene
bağlanır. Bireysel alan dışındaki hiç-bir alanda Allah’a kulluk yapılmaz
bireysel dindarlıkta. Bireysel dindarlık, liberâl kapitâlizmin ortaya çıkardığı
ve desteklediği bir dindarlık şeklidir. Bireysel olunca ayartması kolaylaşır. Bu
nedenle de şeytan ve yâverleri, bireysel dindarlığı ölümüne savunurlar.
Bireysel dindarlık sâdece câmide ve seccâde üzerinde yaşanır ve hayatta ise “beşerin
dîni” yürürlükte olur. Mevdudi bu konuda şunları söyler:
“Allah’a itaatin gerçek anlamı, sâdece
fert olarak Allah’a boyun eğmek değil, devlet eliyle tüm topluma zorunlu olarak
Allah’ın kânunlarını uygulamak, tek kânun yapıcının Allah olduğunu kabûl ederek
toplumsal alanları bu kânunlara göre düzenlemek demektir. Müslüman için hayat
bir bütündür; dînî, dünyevî, kişisel, özel, toplumsal diye farklı alanlara
ayrılamaz. Hayâtı bu şekilde parçalara bölmek İslâm’ı da parçalamak demektir.
Bu yüzden İslâm’ı sâdece kişisel inanç ve ibâdet hayâtı olarak görmek kabûl
edilemez bir hatâdır. İslâm hayâtın her alanını içine alan bir sistemdir”.
Allah bizi bireysel dindarlıktan şu âyetleriyle uzak
tutar:
“Şüphesiz Allah, kendi
yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever” (Saff 4).
“Ey inananlar,
Allah’tan korkun ve doğrularla berâber olun” (Tevbe 119).
“Sizden; hayra çağıran,
iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
Dünyâ bir batağın içindeyken
ve müslümanlar “yeryüzünün lânetlisi” olarak kabûl edilmişken, bireysel
dindarlık ve bireysel kurtuluştan söz etmek hem ağır bir ahmaklık hem de İslâm’ı
idrâk edememekten doğan derin bir bencilliktir.
Ne demişti Hz. Zekeriya:
“Zekeriya da; hani
Rabbine çağrıda bulunmuştu: Rabbim, beni yalnız başıma bırakma (bireyleştirme), sen mîrasçıların en hayırlısısın”
(Enbiyâ 89).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder