20 Ağustos 2018 Pazartesi

Kur’ân’ı Hicaz’dan Okumak



“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-am 92).

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

Bu yazıda târihselcilik yapmak gibi bir niyetimiz yok, zîrâ Kur’ân’ın hiç-bir âyeti “belli bir târihe özel” değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Tabi her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, ne olursa-olsun uygulanacak diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır.  Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde ortaya konacak ve o âyetlerle hükmedilecektir. Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu, tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez. Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.  

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın ilk indiği târihten, coğrafyadan ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür etmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

Bu “güzel örneklik”in uygulamasının yapıldığı yer tabî ki Mekke ve Medîne şehirlerini içine alan Hicaz’dır. (Hicaz=Arabistan’da Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’nin bulunduğu mıntıka). O hâlde Hicaz’ın bu târihini ve genel durumunu iyi bilmek gerekir ki Kur’ân iyi idrâk edilebilsin ve bu mekânda-dönemde uygulanan “güzel örneklik” üzerinden günümüzde de İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilebilsin. Buna “Kur’ân’ı Hicaz’dan okumak” diyebiliriz. Tabi bu, “Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmek demek” değildir.

Kur’ân’ın indiği coğrafyanın; genel durumunu, sosyo-kültürel ortamını, sosyo-ekonomik seviyesini, siyâsal ve kültürel özelliklerini bilmek, Kur’ân’ı “hakkıyla” anlamaya başlamanın en ideâl yolu olacaktır. Aksi-hâlde 1.400 yıl öncesi Hicaz’ından kopuk olarak Kur’ân’ı okumak ve anlamaya çalışmak, mutlakâ eksik ve yanlış anlamalara yol açacaktır ve bu yanlışlığın telâfisi için de Kur’ân, aşırı yoruma boğulmak zorunda kalacaktır ki, modern dönemde müslümanların büyük çoğunluğunun yaptığı şey budur. Hem Kur’ân, Hicaz-merkezli değil de modern dünyâ-merkezli okunduğunda, mecbûren modern-bilim, modern-siyâset, modern-ekonomi ve modern-kültür üzerinden okunmak zorunda kalınacaktır ki, Kur’ân’ın bu yolla okumasıyla doğru anlaşılıp idrâk edilmesi imkânsızdır. Zîrâ modern zaman ve modern insan, madde ve beşer-merkezli bir düşünme ve amel-eyleme sâhiptir.

İbn Haldûn, bir zamandaki haberin ve olayların doğrusunu-yanlışını ayırmanın en iyi yolunun, o târihteki sosyâl hayâtın nasıllığının bilinmesiyle olacağını söyler ve şunları der:

“Haberlerin doğru ve gerçek olanını yalan olanından ayırmanın en iyi yolu, sosyâl hayâtın karakterini ve doğasını bilmektir. Bu, haberi nakleden râvilerin güvenilir olup-olmadıklarının araştırılmasından daha önemlidir”.

Modernizm, “eski olan”dan nefret eder ve eskiye meydan vermez. Hâlbuki Kur’ân, 1.400 yıl önce inmiştir ve târihsel bir yönü de vardır. Zâten Kur’ân kıssaları da Hicaz’dan çok daha eski zamanlardan örnekler verir ve peygamberlerin mücâdelesi üzerinden verilen bu örnekler, bir idrâk sürecine sokar mü’min kişiyi. O hâlde Kur’ân’ın, indiği târihten ve mekândan yâni Hicaz’dan koparıp, “sâdece modern üzerinden okunması” gerektiğini söylemek, “kıssaların anlaşılamayacağını” yada “anlaşılmasına gerek olmadığı söylemek” anlamına gelecektir ki, bu büyük bir tutarsızlık olur. Zîrâ Kur’ân’da, kıssaların yaşandığı yerlerin gezilip görülmesi ve bu ziyâret ile birlikte bir idrâk sürecine girilmesi ve bundan ibret alınması emri de vardır:

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler (yaşam-tarzları) gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkibet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azâba karşı) onlara hiç-bir şey sağlayamadı” (Mü’min 82).

Şimdi; Mekke’yi ve Medîne’yi yâni Hicaz’ı baz almadan, bu âyetleri nasıl anlayacağız ve de anlamdıracağız?. Çünkü burada bahsedilen toplumların ortaya koydukları şeyler, ilk muhâtaplar üzerinden söylenmektedir. Orantı olarak eski kavimlerin yaptıkları işler ve ortaya koydukları ürünler, modern dünyâya göre belki de üstün özellikte ve incelikte olabilir. Fakat artık her şeyin çığırından çıkarcasına çoğaldığı bir zamanda insanlar şöyle diyebilirler: “Eski kavimler bizden daha fazla ve daha çok miktarda ne yapmış olabilirler?”. Tabî ki orantı ve kalite farkından bahsedilebilir ve söylenmek istenen şey de bu olabilir ama bu durumun en açık anlamı, eski kavimlerin ortaya koyduğu çokluğun, Mekke ve Medîne yâni Hicaz’a ve Hicaz’da yaşayanlara göre olduğudur. O hâlde Hicaz’ın genel durumunu, kültürünü, ürünlerini, ekonomik seviyesini vs. anlamadan eski kavimlerin yaptıklarının üstünlüğünü, yaptıklarının ne ve ne kadar olduğu bilinemeyecektir. Bu da, Kur’ân’ı hakkıyla anlamak için Hicaz’ın o günkü genel durumunun bilinmesinin şart olduğunu gösterir. Hicaz’ın genel durumunu bilmeliyiz ki, eski kavimlerin yaptıklarını ve üstün konuma ulaşmalarını sağlayan şeyin de ne olduğunu öğrenelim. Tabi bunu bilmek, eski kavimlerin neden şirke ve küfre düşüp helâke uğradıklarını da anlamamızı sağlayacak ve bizi onlar gibi yapmaktan ve onlar gibi bir âkıbete uğramaktan uzak tutacaktır.  

“Siz o’na (Peygamber’e) yardım etmezseniz, Allah o’na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak o’nu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle berâberdir’. Böylece Allah o’na ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 40).

Şimdi, Hicret sırasında Hz. Muhammed ile Ebu Bekir’in yolculuk öncesi Sevr Mağarası’nda yaşadıklarını bilmeden bu âyeti nasıl anlamlandıracağız?. O hâlde Hicaz’ın târihini ve bu konuyla ilgili olayı bilmemiz gerekmektedir. Yâni Kur’ân’ı Hicaz’dan okumamız gerekmektedir.  

Kur’ân’ın âyetlerinin büyük çoğunluğu, Hicaz’da yaşayan inanan ve inanmayan insanların bâzı söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yâni Kur’ân âyetlerinin büyük çoğunluğunun inişinde arka-plân Hicaz’dır. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmemek şartıyla “Hicaz-merkezli” okumak çok yararlı ve en doğru yöntem olacaktır.

Hicaz’ı göz-ardı ederek Kur’ân’ın hükmünü aynen tatbik etmeye kalktığımızda, Hicaz’ı yâni 23 yıllık örnek yaşanmışlığı hesâba katmadığımız için, Kur’ân’ın hedeflemediği yanlış sonuçlara varabilir ve yanlışa düşerek zulme varan uygulamalar yapabiliriz. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz-merkezli okumalıyız ki bu, “Kur’ân’ı asr-ı saadet merkezli okumak” anlamına gelir.

“Ve şu emin beldeye (güvenilir şehir Mekke’ye) andolsun” (Tîn 3), âyeti de, vahyin Mekke’yi hesâba katarak okunmasını salık verir gibidir.

Kur’ân’ın en doğru çevirisi, Kur’ân’ı Hicaz’dan okumakla yapılabilecektir. Zîrâ Kur’ân’ın örnek yaşanmışlığı oradadır ve bu yaşanmışlık üzerinden Kur’ân’ın en doğru çevirisine ulaşmak mümkün olabilecektir. En azından, Kur’ân’ın çevirisi yapılırken Hicaz da gözetilmelidir. Çünkü Kur’ân’ı modern zamanlardan okuyunca mutlakâ zamânın telâkkisi işe karışmaktadır ve Kur’ân modern zamânın nesnesi yapılmaktadır. Oysa Peygamber’imizin yaşadığı zamân ve mekân olan Hicaz telâkkisinin işe karışması sorun olmaz ve zâten Kur’ân en ideâl bir şekilde o zaman okunup uygulanmıştır.

Kur’ân’ı esbâb-ı nüzûlden kopuk olarak okumak, onu anlayıp idrâk etmeyi zorlaştıracak yada bambaşka bir anlam verilerek okunmasına neden olacaktır ki, bu anlam mecbûren çağın telâkkisine göre olacaktır. Çağın telâkkisi ise modern-seküler-lâik telâkki olduğundan, Kur’ân bu din-dışı ideolojilerin nesnesi durumuna düşecektir. Daha doğrusu modern müslümanlar, Kur’ân’ın sanki, tam da modernizmin istediği şeyi söylediğini zannedeceklerdir.  

Kur’ân’ı Hicaz’dan okumak, Kur’ân’ı kendi târihsel, sosyo-kültürel zamânından, kendi iç-dinamikleriyle okumak demektir. Aksi-hâlde Kur’ân’ın, bir-çok âyeti, anlamlandırılamayacak şekilde boşta kalacaktır.

Tabî ki bu söylediklerimiz “Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmek” anlamına gelmemelidir. Kur’ân tüm zamanların ve tüm mekânların Kitab’ıdır. Hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Muhammed Celil bu bağlamda şöyle der:

“Kur’ân’ın, târihin belirli bir zaman diliminde Arapça konuşan bir kavme inmiş olması, onun diğer zamanlar için bâzı hükümlerinin geçersiz olacağını savunmak, akla ve ilme uygun bir iddia değildir. Beşerî hukuk yapıcıları bile bir kânunun geçerliliğini en uzun zaman-dilimine göre düşünerek yaparlar”.

Târih hesâba katılmadığı için bir konu hakkında çok gereksiz ve uzayıp giden tartışmalar yapılmaktadır. Oysa târihteki (Hicaz’daki) durum ortaya konulsa ve Kur’ân ile ilgili âyet bu merkezde okunsa, mesele kolayca anlaşılabilecektir.

Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’sini yâni Hicaz’ı, Kitab’ın hakkıyla anlaşılıp idrâk edildiği ve uygulandığı tek doğru referans yeri olarak kabûl etmek önemlidir.

Kur’ân’ın ilk muhâtaplarının ilk-anda anladığı şey, Kur’ân’ın ilk anlamı ve “Allah kontrôlünde örnek bir yaşanmışlık olduğu” için en doğru anlamıdır. Peygamberimiz ve sahabe, Kur’ân’ı o ilk anlama göre düşündükleri ve o ilk anlama göre amele-eyleme döktükleri için, eğer Allah bu anlayışa ve amel-eyleme bir müdâhalede bulunmadıysa yada yanlışlıkları hemen düzelttiyse, bu, “Peygamber’in ve sahabenin anlayışında ve yaşayışında bir sorun yoktur” demektir. Tabi bu, “o ilk anlamı mutlaklaştırmak” demek değil, “o ilk anlamı da göz-önüne almak” demektir. Çünkü Kur’ân, anlamı tüketilebilecek bir Kitap değildir ve bize her zaman yeni anlamlar verir. Zîrâ bu: Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetiyle sâbittir.  

Târihselcilikten bahsetmiyorum tabî ki. Fakat Dünyâ’nın en doğal, normâl ve fıtrî olan durumuna göre yapılacak anlamlandırma en doğru anlamlandırma, yaşama da en doğru yaşama olacaktır. Zîrâ Kur’ân, doğal ve normâl olana göre inmiştir. Meselâ Kur’ân; “onlara karşı savaş atları hazırlayın” demekle, “en doğal, normâl, fıtrî ve dolayısı ile Dünyâ’da olabilecek en doğru yaşam-şeklinden bahsetmekte ve Allahuâlem bunun da; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki yaşam-şekli” olduğu mesajını vermektedir ki, 1.400 yıl öncesi Hicaz’daki yaşam-şekli tam da böyledir. Modern Dünyâ’daki yaşam-şekli ise bir sapmadır ve büyük bir imtihandır. Modern yaşam-şekli, “küresel bir sapma”nın sonucudur. Fakat Allah bizi, iyiliklerle olduğu gibi, bizim ortaya çıkardığımız kötülükler üzerinden de imtihan eder:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35). Tabî ki Allah’tan hep iyilik geleceği ve hiç-bir zaman şer gelmeyeceği için, bahsedilen şer, bizim kendi ellerimizle ortaya çıkarttığımız “şer”dir.

Mesele şu ki, küresel bir sapma olan modernizm, kendini Dünyâ’ya öyle bir dayattı ve insanlar da bunu nefse uygun olduğu için öyle bir benimsediler ki, artık insanlar modernizme uygun olamayan hiç-bir şeyi kabûl etmemektedirler. Bu, Kur’ân’ın, tam da modernizme uygun olarak yorumlanıp uydurulması noktasına kadar da geldi. Artık Kur’ân; sosyâl, siyâsal, ekonomik, ideolojik ve bilimsel anlamda Hicaz’a göre değil; tam da modernizme uygun olarak yorumlanmakta ve modernizme uydurulmaktadır. Fakat bunu yapmak için Kur’ân’ın apaçık âyetlerinin anlam kaymasına uğratılması hattâ âyetin tümden değiştirilmesi bile gerekebilmektedir ki bu, “aşırı yorumlama” ile yapılmaktadır. Çünkü modernizm “eski olan”dan nefret eder ve sürekli olarak “yeni” olanı savunur.

Sonuçta Kur’ân, Hicaz-merkezli okunup amele-eyleme dökülmediği için, modernizm-merkezli yorumlanıp uygulan(ma)makta ve modernizmin nesnesi yapılmaktadır. Böyle olunca da onun en ideâl ve kesin yargıları, tavsiyeleri ve emirleri görmezden gelinmekte yada aşırı yoruma tâbi tutularak saptırılmaktadır. Çünkü vahyin ilk ortamı, mekânı ve kişileri yâni ilk muhâtaplar olan Peygamber ve sahabelerin Kur’ân’dan ne anladıkları ve neyin mücâdelesini verdikleri hesâba katılmamakta ve göz-ardı edilmektedir. Yâni Hicaz göz-ardı edilmektedir.

İslâm ve Kur’ân, 1.400 yıl önce Hicaz’da yaşayan arap ve diğer milletlerin yaşamından ve kültüründen bağımsız olarak okunamaz, okunsa da yeterli bir şekilde anlaşılamaz. Çünkü Kur’ân, târihsel bağlamından kopuk olarak okunarak idrâk edilemez. Zîrâ Kur’ân, o târihi ıskalayan âyetlerden müteşekkil değildir. Bahsedilen târihten kopuk olarak yapılan okuma biçiminde mutlakâ modern ve nefsî yorumlar işe karışacaktır ki, bunların çoğu, vahyin rûhuna aykırı olacaktır.

1.400 yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını, fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı hakkıyla öğrenmek, bilmek, anlamak, idrâk etmek ve hayâta uygulayıp hâkim kılmak imkânsızdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018



Devamını Oku »

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Müslümanlarda Eksen Kayması




“..Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Müslümanlar çok bilen, çok konuşan ama hiç “yapmayan” insanlar olup çıktı. Zîrâ yapmayı başkalarına bıraktılar. Üstelik bunu yapanlar, bir zamanlar “devlet” hayâli olanlar, İslâm’ı hayâta hâkim kılma hayâlleri ve plânları olanlardır. Peki ne oldu da bu hayâllerinden ve plânlarından vazgeçtiler?. Ne oldu da düşünceleri değişti?. Buna verilecek cevap herhâlde en temelde, bir yorgunluk yaşamaları ve İslâmî direnç gösterememeleri olsa gerek. Belki modernizmin getirdiği medya ile görünür-bilinir-tanınır olmak ve dünyevî olanın çoğalarak sûni gündemler ve modeller ortaya koyması da eklenebilir.

Bu değişimi yâni eksen kaymasını yaşayanlar, bir zamanlar savunduklarının tam-aksini savunuyorlar ve bir zamanlar şirk ve küfür olarak etiketlediklerini şimdilerde “İslâm’ın siyâsi ideolojisi” olarak görmeye başladılar. Demokrasi eksen kayması yaşayanlar için “İslâm’ın yönetim şekli” oldu. Hâlbuki bir zamanlar küfür ve şirk olarak görüyorlardı demokrasiyi ve demokratik yönetimleri.

İslâm’a ucundan-kıyısında îman edenler için bu değişimi yapmak çok da zor olmadı ve zâten onlar çok da samîmi değillerdi. Fakat bir zaman önce tam tersi bir düşüncede ve amel-eylemde olanlar nasıl oldu da değişti ve seküler-lâik sistemlerle uyum sağlayarak bu sistemlere destek vermeye başladılar, bunu çok da anlamak mümkün değildir. Bu olsa-olsa bir sapmadır. Fakat sapmanın nedeninin ne olduğudur asıl önemli olan. Herhâlde bu sapmanın nedeni, olması gerekeni, yapılması gerekeni yeterli ciddiyetle ve gayret harcayarak tam zamânında yerine getirmemek olsa gerek. Yâni dik duruşu koruyamadılar. Esas duruş bir kere bozulduğunda tekrar eski hâline getirmek kolay olmamış ve zâten ucundan-kıyısında îman edenler de bu durumu körüklemiştir:

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

Şu da var ki, şeytanın kontrôlündeki ideolojiler ve bu ideolojilerin taşeronları, eksen kayması yaşayanlara mal-makam ve görece îtibar kazanacak alan açarak ortam oluşturmuşlardır. Bu durumun farkında olanlar mevcuda karşı ilk önce eleştiri ve îtirâzı bırakmış, sonra da yumuşak konuşmaya ve hattâ mevcudu savunmaya başlamıştır. Zamanla da artık mevcudun sözcülüğünü yapmaya başlamışlardır. Çünkü kimin ekmeğini yerseniz onun davulun çalmaya başlarsınız. 

Müslümanların İslâmî bir hareketi düşünmemeleri ve buna yönelik eylemde bulunmamaları, Dünyâ ile iyice tatmin olmalarından, yada Dünyâ ile tatmin olmak istemelerindendir. Böyle olunca da, artık Dünyâ’da “çeşmenin başını tutanlarla iyi geçinmek” hesâbı yapılmaya başlanıyor. Sonuçta da müslümanlarda İslâm-merkezli düşünceler, yerini lâik ve seküler parti yada cemaat-merkezli düşüncelere bırakıyor, fakat bu kısır düşüncelerle de doğru bir değerlendirme yapamıyorlar. Sonuçta da etkili bir düşünce ve eylem içerisinde olamıyorlar. Aslında iki arada bir derede kalıyorlar. Kafaları çok fazla karışık. Zîrâ bir tercih yapmak durumundalar. Çünkü ikisi birlikte gitmiyor. Kur’ân’ın apaçık âyetlerini nasıl yorumlayacaklar da mevcut sistemi onaylamaya devâm edecekler ki?..

Sonuçta Kur’ân’ın apaçık olan âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutmak ağır basıyor ve müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranarak Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar. Böyle olunca da meydan lâik-seküler-demokratik ideolojilere, yönetimlere ve yöneticilere kalıyor. Müslümanların demokrasiye râzı edilmesi; “ölümü gösterip sıtmaya râzı etme”nin diğer adıdır.

Müslümanların anlamak ve yerine getirmek istemediği şey şudur: Eğer müslümanım diyorsanız, bilginiz arttıkça hayâtınız da mü’mince değişmelidir. Fakat eksen kayması yaşayanlarda böyle olmamış ve demokratça bir değişme olmuştur. Müslümanların günümüzdeki temel sorunu, “uygulanan bir fıkıh”larının olmayışıdır. O fıkhı uygulayacak dirâyetten yoksun olmalarıdır. Bunun için ödenmesi gereken bedelleri ödemeyi göze alamadılar. Böyle olunca da bir eksen kayması yaşayarak hazır sistemlere eklemlenmek çok kolay oldu. Demek ki eksen kayması yaşanmanın nedeni, zorluğa göğüs gerememek ve bunda devamlı olamamaktır. Sarp yokuşa sabredememektir:

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)” (Beled 11-18).

Eksen kayması yaşayan müslümanlar artık Kur’ân'a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, konjonktüre bakarak Kur’ân'ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri, işleri vs. belirliyor. Oysa bu bir şirktir.

Müslümanlar hakîki müslüman olamayınca, sûni milliyetçiliklerle teselli buluyorlar. Artık milliyetçi ve lâik kurumlarda faaliyetlerde bulunmaktan çekinmiyorlar. Meselâ  “Ulustan Ümmete” adında programlar yapıyorlar ama fiiliyatta tam tersi yönde hareket ediyorlar. Ümmetten ulusa doğru bir gidişâta destek veriyorlar. Yazdıkları kitabın adı “Hayat Kitabı Kur’ân”, ama kitabı kapattıkları anda kitaba göre değil de sisteme göre konuşuyorlar, düşünüyorlar ve amelde-eylemde-söylemde bulunuyorlar.

Eksen kayması yaşayan müslümanların “gelmiş” oldukları yer, “ulaşmış” oldukları yer değildir. Eksen kayması yaşayan müslümanların 30 yıllık çalışmalarının sonunda ulaştıkları yer, liberâl demokrasi ve Ak Parti oldu. Bu sonucu İslâm’ın başarısı olarak görüyorlar. Oysa mü’min kişi, seküler modern sistemde yaşamayı zûl kabûl eden kişidir.

Müslüman demek, “muhâlefet eden” demektir. Zîrâ İslâm, Allah-merkezli olmayan Dünyâ’ya muhâlefet için gelmiştir. Fakat bu durum günümüzde tersine çevrildi ve müslümanın tanımı; “etliye-sütlüye karışmayan” anlamına (ç)evrildi. Muhâlefet eden müslümanlara ise “terörist” denmeye başlandı. Böyle olunca da eksen kayması yaşayan müslümanlar sisteme muhâlefet etmekten vaçgeçtiler ve mecbûren Kurân’ın açık ayetlerini aşırı yoruma tâbi tutmaya başladılar. Oysa müslüman, değerlendirmelerini “güncel” üzerinden değil, Kur’ân üzerinden yapan kişidir. Çünkü güncel olan, günü-birlik olandır. Kur’ân ise bir hayat kitabıdır, hayâtın her zerresine-noktasına dokunan..

Eksen, vahiy ve sünnet eksenidir. Allah-merkezli eksendir. Bu ekseni terk edenler lâik-seküler-kapitâlist-demokratik eksenlerin sözcülüğünü ve mêmurluğunu yapmaya başladılar. Böylece dîni resmîleştirdiler. Çoğunlukçu oldular. Çünkü demokrasiyi İslâm’ın ideâl yönetim şekli olarak görmeye başladılar ve oy vermeyi “cihad” olarak kabûl ettiler. Hâlbuki bir zamanlar oy kullanmamak alâmet-i fârikaları idi. Müslüman için meşrûluğun dayanağı “genel çoğunluk” değil, vahiy ve vahyin örnekliğini en iyi gösteren sünnettir. Müslüman olarak “mevcut sistem” içinde bir şeyler yapmaktansa, hiç-bir şey yapmamak daha iyidir.

Müslüman ve gayr-ı müslim mazlumların, “arkasında duracak” değil, “yanında olacak” adamlar lâzım. Zîrâ “arkada duranlar”a pek de güvenilmez. Çünkü bu kişiler her an eksen kayması yaşayabilecek olanlardır. Kendilerinin yanında olduğunu zanneden samîmi mü’minlerin eksen kayması yaşayanların kendilerini de bu sapmaya doğru götürdüğünü genelde göremediler. Bâzıları ise bunu fark edince onlardan ayrıldılar. Tabi sonuçta yalnızlaştılar. Fakat bu yalnızlaşma “Allah için olan bir yalnızlaşma” olduğundan, gerçek bir yalnızlaşma değildir. Zîrâ yanında Allah olan kişi aslâ yalnız değildir.

Müslüman; kâlbinde “kerîm hedefler”e yönelik ajandaları olan kişidir. Başlarda bu ajandalara sâhip olanlar ne yazık ki bu ajandaları yırtıp attılar ve yeni demokratik ajandalar edindiler ve bu ajandaları savunmaya başladılar. Apaçık âyetlere karşı “kevnî ayetler”den bahsetmeye başladılar. Oysa kevnî âyetler ile Kur’ân’ın âyetleri çelişmez. Kevnî âyetler dedikleri, aslında mevcut yönetimlerin ortaya koydukları hayat tarzlarıdır, uygulamalardır. Müslümanın gündemini güncel olan değil, vahiy belirler. Müslümanın hedefi “modern olmak” değil, “medenî olmak” olmalıdır.

Eksen kayması yaşayan müslümanlar lâik-seküler ideolojiye göre olan muhâfazakâr demokrat bir hükümetin kurulmasıyla yelkenleri suya indirdiler. Muhâfazakâr İslâmcılar hükûmet olunca işler değişti. 28 Şubat’ın korkusuyla oluşan kompleksin ortadan kalktığını görenler, bu muhâfazakârlığa sıcak baktı ve eklemlendi. Sonunda da bunu savunmaya başladılar. Oysa müslümanlar, hükûmete değil, devlete tâlip olmalıdır. Tabi müslümanın gerçek vazîfesi devlet kurmak değil, medeniyet kurmaktır. Çünkü devlet yıkılır gider ama medeniyet kolay-kolay yıkılmaz.

Öyle bir duruma gelindi ki, eksen kayması yaşayan bu müslümanlar artık mevcut sistemi ve sistemin lîderini ölümüne savunmanın farz olduğunu, buna karşı çıkmanın ise vatan hâinliği ve hattâ küfür olduğunu söylemeye başladılar.

“Kevnî âyetler” diyorlar, “reel-politik”, “ictihâdi durum” vs. diyorlar, Hz. Yûsuf’un durumundan, Hudeybiye’den, Medîne Vesîkasından vs. bahsederek peygamberlerin de tâviz vererek bu sistemlerle iş tuttuğundan bahsederek büyük bir yanılgıya düşüyorlar. Çünkü işin gerçeğini bilmiyorlar. Bir kere tâviz verince tâviz yerinde durmuyor. Aslında yaşadıkları eksen kayması tevhidden bir kopuş ve dönüştür. Artık hakkı hâkim kılmayı değil de, sistemi onaylayıp sağlamlaştırmayı düşünmektir kaygıları.

Tevhidden bir sapmadır bu. Zîrâ tevhid, ilâhi düzenin aynen göklerde olduğu gibi tam da Allah’ın istediği ve emrettiği şekilde yeryüzünde de kurulmasıdır. Tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yeryüzünde de “tek ilah” kabûl etmek ve her-şeyi buna göre düzenlemek demektir. Eksen kayması yaşayanlar ise, göklerin düzenini mecbûren Allah’a verirlerken ve hattâ bunu konuşmalarında da dile getirmelerine rağmen, pratikte tam tersini yaparak Allah’ı yeryüzünün hâkimi kılmaya izin vermeyen lâik-seküler-demokratik sistemlere göre hareket ediyorlar ve herkesi de buna çağırıyorlar.

İlk başta seküler sistemin pasif savunuculuğunu yapanlar, artık sistemin yılmaz savunucuları olmuşlardır ve herkesi de bir sapma alâmeti olarak buna çağırmaktadırlar. Bu çağrıda en çok da ekonomik argümanları kullanmaktadırlar.

Demek ki sâdece bilgiye ve bilince ulaşmak yetmiyor, dik duruş göstermek ve o duruşu korumak daha önemlidir. Tabi bunun bir bedeli vardır ve bu bedel bâzen çok ağır da olabilmektedir. Bu zorluğa yeterli süre boyunca göğüs geremeyenler ve dik duruşlarını koruyamayanlar, maâlesef eksen kaymasına uğrayarak, İslâm-merkezlilikten çıkarak İslâm-dışı sistemlerin güdümüne girebiliyorlar yada onlarla barışabiliyorlar. Eksen kayması yaşayan müslümanların başına gelen budur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2018



Devamını Oku »

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Kur’ân’ı Modernizme Uydurmak



“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

Aldatmanın bir çeşidi de, “Kur’ân ile aldatmak”tır. Bu aldatma, “modern Kur’ân okuma metodu” yoluyla yapılıyor. İslâm’a birebir aykırı olan modern yorumlar, Kur’ân’a “etimolojik işkence” altında söylettirilen sapık sözler ve düşünceler ortaya çıkarıyor. Müslümanlar Kur’ân’ı okuyor fakat yorumunu İslâm’ın kendi iç-dinamikleri yerine, modern-seküler sisteme göre yapıyorlar. Böylece seküler-modern sistem eleştirisi yerine, bu sisteme sıkı bir bağımlılık ortaya çıkıyor. Bu bağımlılık da, Kur’ân’ı modernizme uydurmaya dönüşüyor ve artık modernizme uymayan Kur’ân’ın apaçık âyetleri, aşırı yorumlamaya uğratılıyor ve modernizme “tam uyar” hâle gerilerek bambaşka anlamlar ortaya çıkarılıyor. Öyle ki, ortaya konan bu anlamları Peygamber ve sahabe gelip okusa idi, içten bir “eyvahhh!” derlerdi.

Modern müslümanlar, îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde-eylemde modern ideolojilere göre hareket ediyorlar ki bu ideolojilerden en yaygını demokrasidir. Kur’ân’ı okuyup da “güzel örnekliğe” (Ahzâb 21) göre hareket edeceklerine, İslâm’a düşman bir ideoloji beşerî bir sistem olan demokrasiye göre hareket ediyorlar.

Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Böyle olunca da demokrasinin, tam da Kur’ân’ın istediği bir yönetim-biçimi yada sistemi olduğu düşünülmeye başlıyor.

Kur’ân’ı modernizme uydurmak için yapılan modern Kur’ân araştırmaları, “dananın altında buzağı arama” faaliyetleridir. Aranan dana, “modernizm danası”dır. Bu bağlamda modern Kur’ân çalışmaları, hayattan kopuk “arapça gramer dersleri”nden ibâret hâle gelmiştir. Hayâta dönük olmayan bu çalışmalar, mevcut modern sisteme uymakla sonuçlanıyor. Çünkü ortaya “İslâmî bir hayat-sistemi” koymak düşüncesi oluşturmuyor. Modern Kur’ân çalışmaları, “Kur’ân’ı hayâta sokmama” merkezli çalışmalardır.

Kur’ân’ı hayat rehberi yapmak için, onu amel ve eylemin kaynağı olan “sünnet-merkezli” olarak hayâta hâkim kılmak gerekir. Uydurulmuş ve İslâm ile hiç alâkası olmayan rivâyetlere (haklı olarak) düşman olan müslümanlar, bu konuda zamanla aşırıya kaçmışlar ve bâtıla olan nefret, sahih olan sünnetin de göz-ardı edilmesine sebep olmuştur. Modern Kur’ân çalışmaları, sünneti göz-ardı ettiğinden dolayı, müslümanlar büyük bir yanlışlık ve haksızlıkla Peygamber’e ve sünnete de düşman olmaya başlamışlardır. Çünkü Kur’ân’ı modernizme uyduran modern Kur’ân çalışmalarında “İslâm’ın hayâta hâkim kılınması”nın “düşüncesi bile” olmadığından ve yapılan şey de sâdece “gelenek eleştirisi” ve “Kur’ân’ı moderniteye uygun yorumlamak” olduğundan dolayı, bu tarz çalışmalar zamanla insanları Peygamber ve sünnetten soğutuyor ve hattâ bâzılarını da Peygamber-sünnet düşmanı yapmaya başlıyor.

Sanki Kur’ân 1.400 yıldır bir türlü anlaşılamıyordu da, modern çağ, modern teknoloji ve modern müslümanlar ortaya çıktı ve Kur’ân’ı anlamaya başladık(!). İyi de, Kur’ân’ın “kendisiyle amel edilmesi ve hayâta hâkim kılınması gereken bir kitap” olduğunu yine anlayamıyoruz ki. Değişen pek bir şey yok. Böylece olunca da şeytâni-tâğuti bir sistem olan modern seküler sistemin hâkimiyeti sağlamlaşarak devâm etmiş oluyor. Çünkü müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl, ekonomik ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere ve kâlplere hapsediyorlar. Böylece Kur’ân, bir türlü hayatta “görünür” kılınıp hâkim olamıyor.

“Kur’ân okumak” demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Çünkü modernizm, “İslâm’a karşı oluşturulmuş” bir sistemdir. Bu nedenle de olumsuz yönleri apaçık olan modernizmin “günah dünyâsı”na karşı içinde bir bulantı duymayanlar, Kur’ân’ı henüz idrâk edememişler demektir. Kişisel şartları ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar ve açmaktadır.

Modern Kur’ân çalışmaları yapanlar ve vahyi modernizm-merkezli yorumlayanlar, sürekli olarak; “acaba Allah ne demek istiyor” diye Kur’ân’ı didikleyip durmaktadırlar. Allah’ın “ne demek istediği”, “ne dediği”dir. Ne dediği ise Kur’ân’daki âyetlerle apaçık gösterilmiştir. Allah’ın “dediği”ni yapmayanlar, “acaba ne demek istedi”nin peşine düşmüşlerdir-düşmektedirler. Herkes Kur’ân’ın, tam da kendi düşündükleri gibi söylemesini-söylememesini istiyor. Olmadı, bunu zorluyorlar. Bu zorlama İslâm’ın kendi iç-dinamikleriyle yapılmadığından, mevcut seküler düzene yâni modernizme göre yapılıyor ve sonuçta mevcut modern sistemi onaylayan yorumlar çıkıyor meydana. Böylece Kur’ân modernizme uydurulmuş oluyor. Fakat unutulmamalı ki bu, “Kur’ân’ı modernizmin güdümüne sokmak” anlamına geliyor.

Hurâfeye; Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, modern seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, tersinden hurâfe üretmektir. “Klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfe” ortaya çıkıyor böylece. Modern müslümanların gittiği yön-yol budur. Geleneğe aşırı düşmanlık, moderniteye aşırı bağlılıkla sonuçlanıyor ve modernizm ile Kur’ân aynılaştırılarak, Kur’ân modenizme uydurulmuş oluyor. Fakat Kur’ân modernizme uydurulunca bir zaman sonra Kur’ân nesneleşirken, modern olan ise özne oluyor ve modernizm, -her şeyde olduğu gibi- Kur’ân’ı tam da kendine uydurmaya başlıyor.

“Aman modernizmi eleştirme, moderniteye aykırı söz söyleme!, çünkü gençler ateist-deist-agnostik olurlar-oluyorlar” diyorlar. Furkân olan Kur’ân’ın apaçık âyetlerine bakarak ateist-deist olanlar, olurlarsa da olsunlar. Onlar zâten modernizme gönül verdikleri ve de tam da modernizme uygun bir yaşam üzere oldukları için ateist-deist olmak için mâzeret arayıp durmaktadırlar.

Târihin hiç-bir döneminde (bir ideâl olsa da) insanlar kitleler hâlinde hak yoluna girmemişlerdir. Önemli olan, belli bir sayıya ulaşmış ve İslâmî bilince ermiş olan “kurucu kadro”nun oluşmasıdır. Yoksa, İslâm hayâta henüz hâkim olmadığında, toplumun tamâmının İslâmî yönde bir değişim geçirmesini beklemek boşunadır. Bu bir süreçtir. Toplumun geneli, bir güç hâline gelerek hayâta hâkim olmuş olana uyar. İnsanların yetiştirilmesi kolay bir süreç değildir. Bu nedenle de toplumun tamâmının, bir-anda büyük bedelleri göze alarak değişmesini bekleyemeyiz. Zâten bu pratik olarak da mümkün değildir. Çünkü bir nesli tam “düzelttik” ve “yetiştirdik” derken, düzeltilecek ve yetiştirilecek yeni bir nesil yetişmiş olur. Böylece insanı düzeltmenin ve yetiştirmenin sonu gelmez. Sonuçta da harekete geçilemediğinden dolayı Dünyâ düzeltilmeden kalmış olur. Tabi bu, insan yetiştirme konusunu önemsiz görmek demek değildir. Ne Dünyâ’yı düzeltmeden insanı, ne de insanı düzeltmeden Dünyâ’yı düzeltebilirsiniz. İkisinin berâber düzeltilmesi şarttır. Nitekim Peygamberimiz de Kur’ân (düzeltici) tamamlanmadan yâni daha yarısı inmemiş iken Dünyâ'yı düzeltme işine (hicret) başlamıştı.

Birileri; Kur’ân’ı çok iyi anlayınca tam olarak ahlâklı bir insan-müslüman olacağını zannediyor. Fakat ahlâkın salt bilgisi ahlâk değildir. Kur’ân; “iç-âlemleri aydınlattıktan ve ahlâkî hâle getirdikten” sonra, dış âlemi de aydınlatıp ahlâkî hâle getirmelidir. Böylece ahlâk, “potansiyel ahlâk” olmaktan kurtulur ve “yaşayan ahlâk” hâline gelir. Zâten Kur’ân; siyâsal, sosyâl ve ekonomik hayâta karışmayacak bir kitapsa, “kitaplardan bir kitap” olur. Hattâ çoğunluk için “olsa da olur, olmasa da olur” cinsinden bir Kitap hâline gelir. Amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, “dönüp-dönüp Arapça okumak”la, modernizmin tam da istediği gibi, “dönüp-dönüp Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.

Kur’ân’ı modern-merkezli okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve modernizme göre yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya “nesh edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılmakta ve anlamlar verilmektedir. Tabî ki bu, aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir.

Hz. Muhammed’in, “Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan sünnetini (yâni hayat tarzını) inkâr edenler, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetini (yâni hayat tarzını) harfiyen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Yâni modern müslümanlar ve genel insanlar için sorun, “Peygamber’in sünnetini kabûl etmemek”tir. Yoksa onlar çoğu kişinin sünnetini yâni hayat-tarzını kabûl edip, adım-adım uygulamaktadırlar.

Modern telakkiyle Kur’ân’ı yorumlamak modern müslümanlar için bir zevke dönüştü. Böyle olunca da sanki Kur’ân’ın hayât için söylediği bir şey yokmuş gibi konuşuyorlar. Hattâ artık bunu savunuyorlar ve bu bağlamda Resûl-Nebi’ ayrımı yapılıp, “Nebi’nin -güyâ- örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ediyorlar. Sünnetin inkâr edilmesinin bir nedeni de budur. Sünnetin inkâr edilmesi, “Kur’ân’ı hayâta dâir söylediği bir şeyin olmadığı” anlamına gelir.

İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan oryantâlistlerden öğrenenler “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır. Oryantâlizm merkezli Kur’ân okumaları, “kelle başı müslümanlık tipi” ortaya çıkarıyor. Bu müslümanlık tipinin, modernite ile hiç-bir sorunu olmuyor. Abdurrahman Arslan bu konuda şunları söyler:

“Bugünün müslümanları neyi bulmak istiyorlarsa Kur’ân’da onu arıyorlar. Bağlamlarından kopartılmış âyetlerin başka bağlamlar içerisinde yeniden anlamlandırıldığı bir                  süreç yaşıyoruz. Bu, yeni bir dindarlık olarak da geliyor. Müslüman içsel olarak fakirleşiyor, ama dış görünüş îtibâriyle de dindarlığı yoğun bir şekilde çağrıştıracak bir                       görüntünün içerisinde oluyor. Müslümanın âfâki ve enfüsi dünyâsındaki uyum alabildiğine bozulmuş durumda.

‘Kur’ân anlaşılarak hayâta geçirilmesi gerekir’ diye inanan dindar aydınlar, dindar yazarlar, dindar akademisyenler, batı’nın düzenine uyarak, kapitâlizmin ekmeğini yiyerek,                    müslümanların kurtuluşundan söz edemezler. Çünkü sorunun asıl kaynağı batı’nın sömürgeci düzeni, batı’nın yaşam-biçimi, batı’nın ekmeğini yemektir. Bütün bu                            oluşumlar batı kültürüyle dünyâyı öğrenmekten, batı kültürüyle Kur’ân okumaktan, batı kültürüyle Kur’ân’ı anlamaya çalışmaktan geçer. Batı kültürüyle dünyâyı öğrenenler,                  batı kültürüyle Kur’ân’ı anlayıp bir batı’lı gibi Kur’ân’ı hayâta geçirmeye çalışanlar, batı’nın köleliğinden aslâ kurtulamazlar. Çünkü batı-kültürü baştan-aşağıya şirktir. Şirki                          reddetmeyen bir topluluk İslâm’ın hidâyetini anlayamaz”.

O hâlde yapılması gereken şey, “Kur’ân’ı, İslâm’ın kendi iç-dinamiklerini gözeterek okumak ve de o şekilde anlamak” olmalıdır. Bunun için de yapılması gereken şey, Peygamberimiz’in “güzel örnekliği”nin târihi olan “asr-ı saadet” sürecini göz-önüne alarak okuma yapmak ve amel-eylemde bulunmaktır. İslâm târihini de göz-önüne alarak okumaktır. Çünkü 1.400 yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını, fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı öğrenmek, bilmek, anlamak ve idrâk etmek imkânsızdır. Bu süreçte tabî ki, Peygamber adına uydurulmuş zırvalıkların ayıklanması ve amel-eyleme dönük özveriyle ve fedâkârlıkla yapılan eylemlere ve eylemcilere ihtiyaç olacaktır.

Geleneğe olan aşırı düşmanlığın arkasında bile modern telakki vardır. Çünkü modernizm “eski olan”dan nefret eder ve bu nedenle de onu boğmak ister. Çünkü modernizmin ilk ve en önemli düşmanı “gelenek”tir. Fakat gelenek, modernizme hem sahih hem de uydurma rivâyetlerle karşı çıkar. Oysa modernizme ancak Kur’ân ve Sünnet ile karşı çıkıldığında bir farkındalık ortaya konulabilir.

Şu-an Dünyâ’ya hâkim olan modernitenin söylediğinin-yaptığının %90’ına îtirâz etmeyen ve eleştirmeyen kişiler, İslâm dîninin ne olduğunu hiç anlamadıkları gibi, Kur’ân’dan da bi-haberdirler.

Ey müslüman!. Allah’ın sana bir mesajı var: Kur’ân... Kur’ân’daki mesaj ise, sapık modern seküler sisteme karşı çıkmak ve Peygamberimiz gibi o sistemden uzaklaşarak İslâmî sistemi yeryüzüne kurmak ve onu Dünyâ’ya hâkim kılma yoluna sokmaktır. Çünkü Dünyâ bir “zulüm diyârı”na dönmüştür ve gidişâta ve müstakbel projelere bakılırsa bu zulüm katlanarak artacaktır. Bu, “adâletsizliğin de artması” anlamına gelir. O hâlde mevcut modern sistem yıkılıp, yerine İslâmî sistem gelmeli ve bu sistemin anayasası da Kur’ân olmalıdır. Zîrâ ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.

Kur’ân’ın, günümüzün (ve de tüm zamanların) problemlerini çözebilecek formüllere sâhip “tek Kitap” olduğunu idrâk edemeyenler, sürekli Kur’ân okusalar da, Kur’ân’dan hâlâ habersizdirler demektir.

Vel hâsıl kelam; Modernizme öfkeli bir “lâ” demeden Kur’ân’ı ne idrâk edebilirsiniz, ne de onu hayâta hâkim kılabilirsiniz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018




Devamını Oku »

29 Temmuz 2018 Pazar

Barut, Elektrik, Motor


“O, gökten su indirendir. Bununla her-şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş tâneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten âyetler vardır” (En-âm 99).

 

“Hayvanlardan yük taşıyan ve (yünlerinden, tüylerinden) döşek yapılanları da (yaratan O’dur). Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır” (En-âm 142).

 

“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz” (Nâhl 5).

 

“Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız” (Nâhl 10).

 

Barut, elektrik ve motor... Dünyâ’nın ve insanlığın doğal, normâl ve fıtrî olandan, modern olana doğru değişmesini sağlayan üç temel etken. Diğer etkenler hep bu üç temel etkenin sonucudur.

 

Modernizm; normâl, doğal ve fıtrî olandan nefret eder ve onu “modern olan” ile yâni yeni ve sûni olan ile değiştirmek ister. Modernizm târihi, “doğal, normâl ve fıtrî olanın, sûni olanla değiştirilmesinin târihi”dir. Aslında bu bağlamda modernizm bir sapmadır. Çünkü doğal, normâl ve fıtrî olan “asıl olan”dır. Sûni olan ise bunların yerine kurulmuş olan şeydir. İşte Dünyâ ve insanlık son 200 yıldır bu sapmanın etkisi ve kuşatması altındadır.

 

Allah; doğal, normâl ve fıtrî olandan yanadır. Zâten tüm kâinâtı da buna göre yaratmıştır. Zîrâ doğal, normâl ve fıtrî olan tam da şuur-irade sâhibi olan insana göredir. Kâinât sûni ve sahte olanı barındırmaz. O hâlde sûniliğin ideolojisi olan modernizm, Allah’a karşı bir isyân şeklidir.

 

İnsanlığın ilk zamanlarında her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak işliyordu. Evler, araçlar, âletler, yiyecek, içecek, giyecek vs. her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygundu. Hattâ savaşlar bile doğal silahlarla yapılıyordu. Doğal, normâl ve fıtrî olana göre programlanmış insan için “doğal zorluklar”dan başka zorluklar olmuyordu. Tâ ki birileri bir-takım varlıklarla Allah’a şirk koşana kadar.

 

Şirk insanlığın ilk sapmasıdır aslında. Fakat insanlara zulüm ve adâletsizlik getirse de, modern-öncesi dönemdeki şirk ve şirk unsurları bile doğaldı. Adamlar taştan-tahtadan-demirden-metâlden varlıkları put yapıyorlardı. Modern zamanlarda ise; doğal, normâl ve fıtrî olana düşmanlık yapılırken, sûni ve sanal olan şeylere tapılmaya başlandı. Bunları üretenler “en yüce ilahlar(!)” olarak görülmeye başlandı. Eskiden şirk, bir sapma olmasına rağmen “doğal bir şirk”ti. Tabi şirkin doğalı da sûnisi de aynı şirktir ve tövbe edip de dönmediğinde kişiyi ebedî cehennemlik yapar.

 

Klâsik zamandaki devletler için en önemli şey savaştı. İnsan sayısı ve demir mâdeni çok olanlar ve biraz da kahramanlık gösterenler gâlip oluyorlardı. Tabi bu durum güçlü olanın zulmetmesine de neden olabiliyordu. Fakat netîcede güçsüz olanlar birlik olup karşı tarafa gâlip gelebiliyorlardı. Tâ ki, “barut” bulunana ve silah olarak kullanılana kadar.

 

Barut bulunana kadar Dünyâ sessizdi yada doğal seslerden başka sesler yoktu. Sapma, gürültüyü de yanında getirdi. Barutu bulanlar ve barutun silah olarak kullanılması, devletler arasındaki savaş şeklini değiştirdi. Artık daha çok baruta sâhip olan ve demir madeninden silahlar yapanlar, insan sayısı az olsa da gâlip gelebiliyordu. Barutun toplarda kullanılması hem gürültüyü arttırdı hem de insan telefâtını çoğalttı. Bu durum insanlarda bir şoka sebep oldu. Çünkü artık insanlar tek-tek ölmüyor, toplarla 50’şer 100’er kişilik gruplarla bir-anda ölebiliyordu. Güçlü ve büyük toplara sâhip olanlar, karşıdaki orduyu bir-kaç saatte kesin yenilgiye uğratıyor ve hattâ bire kadar da kırabiliyordu. 28 tâne kuşatmaya dayanan İstanbul’un surları, 29. kuşatmada Fatih’in “şâhi topları”na dayanamadı. Zîrâ bu toplar sur dayanmıyordu. Barutun bulunmasıyla birlikte artık hiç kimse güvende değildi. Çin Seddi de artık güvenliğin değil, estetiğin ve mîmârinin ve hattâ “uzaydan bile görülebiliyormuş”un konusu oldu.

 

“Çinliler barutu silah olarak ilk defâ 904 yılında patlayıcı olarak kullandılar. Adını “uçan ateş” koymuşlardı. Ardından barut bombalarını mancınıklarda da kullanmaya başladılar. Barutun kayıtlı ilk itici güç olarak kullanılması 1132 yılında bambudan yapılmış toplarda kullanılması denemeleridir. Metâl boruya sâhip topların kullanımı 1268-1279 târihleri arasında Moğollar ile Song Hanedanlığı arasındaki savaşta görülür. Barutun Araplar tarafından kullanılması 13. yüzyılda gerçekleşmiştir” (Vikipedi).

 

Tabi toplar ve de dolayısı ile barut, sâdece savaşlarda ve bâzı törenlerde kullanılıyordu. O yüzden Dünyâ her dâim gürültülü değildi. Gürültü ile “sesi” de ayırmak gerekir. Doğal, normâl ve fıtrî olanda gürültü değil “ses” olur ve bu sesler isterse yüksek sesli yıldırımlar ve şimşeklerin sesi olsun, rahatsız edici değildir. Doğal olanda rahatsız edicilik yoktur. Fakat iş barut ve toplarla durmadı ki; 1800’lü yıllara gelince doğal ve normâl seslere sâhip ve fazla ses çıkarmayan doğal makinelerin yerini, elektrikle çalışan ve motorlu makineler almaya başladı ki bunlar çok gürültülü çalışıyordu ve çok fazla ses çıkarıyordu.

 

Tabi önce elektrik bulundu. İlk zamanlarda sâdece aydınlatma gibi amaçlarla kullanıldı ama ardından ondaki büyük güç fark edilince elektrik pratik olarak kullanılmaya başlandı. Elektriğin gücü kullanılarak yeni makineler, âletler ve de silahlar yapılabileceği görüldü. Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren ilk motor bulunduktan sonra, petrôl ürünleriyle üretilen motorlar da ondan 50 sene sonra îcâd edildi. Motorlar geliştikçe makine ve arabalar çoğaldı. Çünkü motorlar işi kolaylaştırarak üretimi arttırdı. Tabi gürültü de o oranda fazlalaştı. Motorlar çoğaldıkça gürültü de arttı, gürültü arttıkça modernizm gelişti. Modernizm bir “gürültü uygarlığı”dır. Tabi modernizm geliştikçe; doğal, normâl ve fıtrî olmadığı için zulüm de arttı.

 

Motorlar, buhar makinelerinde, gemilerde ve trenlerde de kullanılmıştır. Fakat yaygın kullanımı 1800’lü yılların ortalarında ve özellikle sonlarındadır. O hâlde Dünyâ son 200 yıldır gürültülüdür ve gürültünün şiddeti gün geçtikçe artmaktadır. Oysa Hz. Nûh’un Gemisi çok da gürültülü değildi. Taşıt olarak kullanılan atlar, eşekler ve develer, ses çıkarsalar da gürültü yapmıyorlardı.

 

Evet; gürültü, sapmanın boyutunu gösterir. Ne kadar çok gürültü varsa o oranda sapma vardır. Çünkü gürültü doğal, normâl ve fıtrî değildir. Doğal, normâl ve fıtrî olmayan ise yanlıştır ve doğru olandan bir sapmadır.

 

Elektrik ve motor, nice makineler, araçlar, âletler ve hızı gün geçtikçe artan arabalar ve diğer ulaşım araçlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Gürültü arttıkça arttı. Büyük kentler gürültünün merkezleri hâline geldi. Öyle ki bu gürültü, insanı bunalttığından, arada bir doğal ortamlara kaçamaklar yapılmaya başlandı ve imkânı olanlar kendilerine, doğal ve sessiz ortamlarda yaşam alanları edindiler. Bu durum, aslında modernizmin ve modern gürültünün insanı ne kadar rahatsız ettiğinin delîlidir. Çünkü barut, elektrik ve motor; doğal, normâl ve fıtrî değildir. Dolayısı ile barut bir yana, motor ve elektrik; doğal, normâl ve fıtrî olandan sapmanın ana araçlarıdır.

 

Elektrik, gürültü yapan çeşitli araçların çalışmasını sağlayan enerjidir. Fakat elektrik aynı-zamanda doğal olan işleyişe bir darbe daha vurdu ve bir zulmü daha açığa çıkardı. Ampulü îcâd etti ve ortalığı aydınlattı. Allah’ın sistemine çomak soktu. Ampûlü bulanlar yanlışlıkla “cennetlik” îlan edildi. Bu îlânı yapanlar tabî ki ilk başta ampûlden rant sağlayanlardı. Yoksa ampûl gariban için bir zulüm oldu. Zîrâ onun çalışma saatlerini arttırdığı gibi, çalışma zamânını da olumsuz anlamda değiştirdi. Allah’ın sistemine (sünnetullah) çomak sokulduğunda, sünnetullah gereği mutlakâ bir bedeli olur ve bu bedel mutlakâ ödenir. Bu bedeli en çok da garibanlar ve mâsumlar öder.

 

Ortalık aydınlanınca günün tüm zamânı kullanılmaya başlandı. Artık sâdece gündüz değil, geceleri de mesâi saatine eklendi ve geceleri de gürültü çıkarmaya başladılar. İnsanlar elektriğin verdiği enerjiyle çalışan makinelerin efmrinde birer köle hâline geldiler ve doğal ve normâl olmayan şekilde çalıştıkları için fıtratları bozuldu.

 

İşte gürültünün ve modernizmin kısa târihi budur. Bu uygarlık doğal, normâl ve fıtrî olandan, “ağır bir sapmayla” sapmıştır ve sapma gün geçtikçe artmaktadır. Bu sapmadan rahatsız olmayan ve hoşlanan insanlar da sapmışlardır. Doğal olana düşman olan insanlar türemiştir. Ottan, yeşillikten, meyve-sebzeden korkan insanlar türemiştir.

 

Barut, elektrik ve motor, Dünyâ’nın, ekinin ve insanların ifsâd olmasının temel etkenleridirler. Şeytanın uşakları olan tâğutlar, ekini ve nesli dolayısı ile tüm canlılığı ve cansızlığı ifsâd etmişler ve etmektedirler. Bu ifsâdın temel nedenleri barut, elektrik ve motordur. Dünyâ’yı ifsâd etmişlerdir ve hattâ artık ifsâd etmek için gözlerini uzaya çevirmişlerdir. İfsâd bir kere başladığında yerinde durmaz çünkü. Katlanarak devâm eder. Tâ ki bir “isyân” ile karşılaşıncaya kadar.

 

Barutun, elektriğin ve motorun îcâdı, sayılamayacak kadar çok sorun ortaya çıkartmıştır ve gün geçtikçe de bu sorunlar fazlalaşmaktadır. Post-modern zamanlarda ve ultra teknolojik zamanlarda ise, gürültüyle de paralel şekilde, katlanarak fazlalaşan, târihte hiç olmadığı seviyede bir zulüm, adâletsizlik ve ifsâd oluşmuştur. İnsanlık barut, elektrik ve motor tarafından kuşatılmıştır. Bu üç etken insanların ve de diğer canlı ve cansızların başının belâsı olmuştur.

 

Şimdi; şeytan diyor ki (belki de bunu söyleyen şeytan değildir), tüm barutları imhâ et ve tüm silahları sustur. Tüm barajları yık, tüm nükleer santralleri yak ve elektrikle çalışan tüm her-şeyi işlevsiz bırak. Tüm motorları sustur ki hem gürültü bitsin hem de ifsâd. Barutu, elektriği ve motoru târihten sil ki bu ağır sapma bitsin ve modernizm târihin çöplüğüne gömülsün.

 

İnsanlar aynen eskisi gibi; tarlalarını yine öküzlerle sürsünler, ekinlerini tırpanlarla biçsinler, mahsûllerini yel ve su değirmenlerinde öğütsünler ve odun fırınlarında yapsınlar ekmeklerini. Ulaşımlarını; at, eşek, deve ve bu hayvanların koştuğu arabalarla, kağnılarla yapsınlar. Hem de sesli ama gürültüsüz bir şekilde. Tabi bunun için, hayvanların yürümesini zorlaştıran asfaltın kazınıp doğal ve normâl olan şekline yâni toprağa dönüştürülmesi gerekir. Böylece asfaltın zehirli kokusu yerine, toprağın mis gibi kokusu koklanarak yolculuk yapılabilir. Hele bir de yağmurdan sonraki toprak kokusunun keyfi gibisi yoktur. Yine insanlar, aydınlığı sâdece “Allah’ın lambası” olan Güneş ile ve bir de dolunay zamanında Ay ışığıyla görsünler. Üstelik de daha görkemli bir şekilde. Gürültüsüz bir şekilde.

 

İnsanlar evlerini yine taş, tahta ve bâzı metallerden yapsınlar. Toprak, tahta ve metâl ev eşyâlarını kullansınlar. Plâstiği hiç tanımasınlar. İnsanlar tekrar birbirlerine muhtâç hâle gelsinler de kaynaşsınlar, yardımlaşsınlar. İmece yenide başlasın. Gürültü bitsin ve sadece doğal sesler olsun. Geceleri “tık” bile çıkmasın. İnsanları namaza-sahura pilli saatler değil, kurmalı saatler yada “Allah’ın çalar saatleri” olan horozlar ve kuşlar uyandırsın. Haberleşmeler yine mektupla yapılsın. Hasretle ve umutla mektuplar beklensin ve gözyaşları içinde okunsun. Kadınlar kadınlığını, erkekler erkekliğini, hayvanlar da hayvanlığını bilsin. İyilerle kötüler belli olsun, şerefsizler de ortaya çıkıversin. Kısaca her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olsun. Her-şey. Gelişme olacaksa o bile doğal ve normâl şekilde ağır-ağır ve zarûret oldukça ortaya çıksın.

 

Lâmbalar ve onların aydınlığı olmasa da olur, yüzyıllarca olmuştur da. Barut, elektrik, motor ve bunlara bağlı hiç-bir îcâd olmasın ve kalmasın. “Dünyâ’nın Durduğu Gün” filmindeki gibi, o “esrârengiz şey” doğal olmayan her-şeyi yok etsin.

 

İnsanlık yüzyıllar boyu bu üç temel etkene bağlı îcatlar olmadan da yaşamışlardır ve bu îcatların bir-an önce çıkması için can atmamışlardır. Doğal yaşam-şekli, modern yaşam-şeklinden kat-kat iyi ve de üstündür. Kur’ân’dan öğrendiğimize göre, Allah modern Dünyâ’dan râzı değildir.

 

Fabrikalar, elektrik ve motorun (hattâ hammadde têmini için barutun) çok yoğun olarak kullanıldığı “gürültü merkezleri”dir. Fabrikalar; doğallığın, normâlliğin ve fıtrî olanın yok sayıldığı baltalandığı yerlerdir. Üstelik insanların neredeyse bedâvaya çalıştırıldıkları ve ömürlerinin tüketildiği yerlerdir. Fabrikalar “modern fitne”nin merkezleridir. Fabrikalar; Barut, elektrik ve motorun bir sonucudur.

 

Doğal, normâl ve fıtrî hayat, modern hayattan üstündür. Birileri ultra-modern hayâtı, geleneksel-klâsik hayâta göre bir “ilerleme” sana-dursun, gerçek şu ki, “klâsik olandan nefret eden modern hayat, ağır bir sapıklıktan başka bir şey değildir.

 

Modernizm tarafından ağır bir kuşatma ile kuşatılmış olan “modern insan” bu yazılanlara tabî ki hayret edecek ve de karşı çıkacaktır. Çünkü modern insan tembel, korkak ve de sorumsuzdur ve sorumsuz bir hayâtın karşılığını modernizmde bulabilmektedir. Bu nedenle de modernizmin ortaya koyduğu her-şeyi bir “kazanım” olarak görüyor. İşte bu zihniyettir modernizmi besleyen. Yada modernizm bu zihniyeti üretmiştir.

 

Gürültü, insanı rahatsız, hasta eden ve hattâ kafayı bile yemesine neden olan bir etkendir. Doğada ve normâlde gürültü yoktur, olmaz. Ses vardır ama gürültü yoktur. Celaleddin Vatandaş bu konuda şunları söyler:

 

“İnsanların beden ve rûh sağlığını olumsuz yönde etkileyen gürültü tamâmıyla modem zamanların sorunudur. Dünyâ Sağlık Örgütü'nün (WHO) belirlediği standarda göre işitme kaybı oluşturabilecek gürültünün şiddeti 85 desibeldir. Uzmanlar ise, büyük şehirlerdeki gürültü şiddetinin 80-100 desibel arasında seyrettiğine dikkat çekerek, kent insanının risk altında olduğunu vurgulamaktadırlar. Gürültü insan vücûdunda bir tepki oluşturmaktadır. Vücutta adrenalin salgısı artmakta, kâlp atışları hızlanmakta, hazım ve salgılar yavaşlamaktadır. Gürültü oluşumu sonucunda tansiyon yüksekliği ve adale kasılmalarının da sıklaştığı ifâde edilmektedir. Gürültü insanlarda sinirlilik ve stres gibi pek-çok psikolojik sorunları da ortaya çıkarmaktadır. Gürültü, özellikle davranış bozuklukları, öfkelenme, sıkılma ve genel rahatsızlık duygusu gibi psikolojik etkiler ile; iş verimini düşürme, konsantrasyon bozukluğu ve hareketlerin engellenmesi gibi performans düşürücü etkilerde de bulunmaktadır. İnsan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, endüstri alanlarındaki gürültüler de işçi sağlığını etkileyen faktörlerdendir. Gürültü devamlılığı, işitme organındaki ciddî zedelenmeleri kronikleştirmekte ve ruhsal dengede olumsuz durumlar meydana getirmektedir. Aşırı yoğunlaşma karşımıza kentlerde yaşanan gürültü kirliliğini de çıkarmıştır. Gürültü kirliliği, insanları hem fizyolojik hem de psikolojik etkileyen bir çevre sorunudur. Bütün bu sorunlar hızlı bir şekilde “gelişmekte olan ülkelerde” görülmektedir”.

 

Modernizm ile birlikte barut, elektrik ve motor üretimi ve kullanımı çok aşırı bir şekilde artmıştır. Dolayısı ile gürültü de o oranda fazlalaşmıştır. Bu gürültü uğruna nice güzel ve değerli sesler kısılmış ve duyulmaz olmuştur. Sonuçta Dünyâ, yaşanmaz ve çekilmez bir yer hâline gelmiştir. Barut, elektrik ve motor; Dünyâ’yı yok oluşa doğru büyük bir hızla sürüklemektedir. Barut, elektrik ve motordan oluşan bu temel etkenlere bağlı sonsuz îcatların Dünyâ’da karşılığı yoktur ve Dünyâ bu temel etkenlere bağlı üretime ve de tüketime dayanamaz. Çünkü modern insanın “ihtiyaçları” zannettiği “ihtirasları” sınırsız olsa da, Dünyâ’nın bir sınırı vardır.

 

         Barut, elektrik ve motor Dünyâ’yı öldürmektedir. İnsanlık ölmektedir.

 

Kahrolsun barut, elektrik ve motor. Yuh olsun bunları bir “gelişmişlik” olarak görenlere...

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2018

 

 

 


Devamını Oku »