26 Ocak 2016 Salı

İlerleme Yanılgısı

 

(Fe eyne tezhebûn?. “Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26).

 

Post-modern zamanlarda neredeyse her cümleye onunla başlanan “ilerleme” kelimesi, üzerinde gereğince düşünülmemiş-düşünülmeyen bir “yanılgı-yanılsama” sözcüğüdür. Yanılgıdır, çünkü insanlar ilerlemenin “nereye” doğru olduğunu hem düşünmüyorlar hem de bunu sorgulamıyorlar. “Sürü psikolojisi” ile hareket eden post-modern toplumlar, tağutlar tarafından empoze edilmiş olan bu kelimeye körü-körüne bağlanmışlar ve gerçekten de bir ilerlemenin olduğunu düşünmekteler. Küresel kapitâlist-liberâl tüketim kültürünün ürettiği ve dayattığı “ilerleme” kelimesine halk, “tükettiği” oranda katkı yaptığını düşünüyor. İlerlemeyi, tüketiminin artması olarak görüyor. Tüketim arttığında, ilerleme var zannediliyor. Zâten tüketim-şekli ve oranı farklı nedenlerden dolayı azalan kesimler de bir ilerlemenin değil, gerilemenin olduğunu düşünüyorlar ve söylüyorlar. “Dümeni yerinde” olanlar yada tüketimlerini borç ile yâni geleceklerini ipotek ederek istedikleri ölçüde tüketim yapabilenler hızlı bir ilerlemenin olduğunu düşünürken; savaşların-ölümlerin olduğu, açlıkların-feryatların yaşandığı yerlerdeki insanlar ise tam-aksine, hızlı bir gerilemenin olduğunu düşünürler. O hâlde ilerleme-gerileme denilen söz, izâfi-görece bir durumu yansıtıyor demektir. Kubilay Aysevener:

 

“Târihte bir ilerleme var mıdır?. Bu soru 16. ve 17. yüzyıllarda doğa-bilimlerindeki büyük gelişmelerin ve teknik yeniliklerin insan yaşamına sağladığı kolaylıklar göz-önünde tutularak ortaya atılmış bir sorudur. Toplumların belirli bir durumdan daha iyi bir duruma yükselmiş olmaları, onları, toplum olarak gelişmekte ve belirli bir yöne doğru ilerlemekte oldukları inancına itmiştir. Bilimde ve buna bağlı olarak toplumda bir ilerlemenin olduğuna inanç, Avrupa’da bir slogan olarak yayılmış ve sonunda, târihte de bir ilerlemenin olduğu inancına yol açmıştır” der.

 

İlerleme “daha sonra gelen daha iyidir” düşüncesine dayanır fakat târihte görülen süreç böyle değildir. Tecrübeden yararlanılarak yapılan hatâlar tekrar yapılmadığı gibi, aynı hatâların yeniden yapıldığı da gözlenmiştir ve gözlenmektedir. Martin Bernal, “ilerleme”nin oluşumu hakkında şunları söyler:

 

“İlerleme” kavramı Avrupa’da 16. yüzyıldan, yâni insanların artık şeker, kâğıt, matbaa, rüzgâr değirmenleri, pusula, barut vb. -tümü de Asya’dan getirilmiştir- gibi eskiçağ insanlarının yoksun olduğu ürünlere ve îcatlara sâhip olduklarını anlamaya başladıkları zamandan bêri mevcut olmuştur. Fakat 1560’tan 1660’a kadar süren yıkıcı Din Savaşları sırasında böylesi bir görüşün yayılması hattâ sağlam bir kök salması bile zordu. Ne var ki, 1670 ile 1770 arasındaki yüzyıl, büyük bir ekonomik yayılma, bilimsel ve teknik ilerleme yüzyılı olmuş ve bu dönemde siyâsal iktidar merkezileşmiştir”.

 

İlerleme hem bir yanılsamadır hem de yanıltıcıdır. Siyon Protokôlleri’nin 13.sünde: “İlerleme, Tanrı’nın Seçtiği kavim olan biz Yahudilerden başkası bilmesin diye, gerçeği gizlemeye hizmet eden yanıltıcı bir kavramdır” denir.

 

Şöyle bir soru sormak lâzım: Nereye doğru bir ilerleme, nereye doğru bir gerileme?. Sorgulanmayan her-şey, körü-körüne kabûl edilmek zorundadır. Peki sorgulanan şeyler nasıl sonuçlanıyor?. Çok basit bir düşünme sonucunda ilerleme ve gerilemeyle ilgili şöyle bir sonuç çıkıyor; Eğer bir “ilerleme” varsa, şu-anda gelinen yer en zirve, en son gelinecek yer olması gerekir. Çünkü böyle olmadığında, ilerleyerek gelindiği zannedilen mevcut yer, biraz sonra ilerleme devâm edeceğinden, az sonraki ilerlemeye göre bir-önceki gerileme noktası “geri” kalmış olur ve geri kalınan yer “ileri” olmak özelliğini kaybetmiş olur. Gerileme de öyle; biraz geriye gidildiğinde, orası mecbûren görece bir gerileme olacaktır, çünkü geriye doğru gidilen yerin başlangıcı olan “ilerisi” orada durmaktadır. Öyleyse olan nedir?. Şudur: Bir ilerleme ve gerileme yoktur, bir döngü vardır. Bu döngü, evrende de gözlemlediğimiz şekilde dâire yada elips bir şekilde, mutlak olarak aynı yere gelinmeyen ve aynı noktadan tekrar geçilmeyen helezon-vâri bir döngüdür. Bu döngü gibi, Dünyâ’da da bir döngü vardır ve bu döngü sürecinde insanların ne kadar mutlu-huzurlu-güvenli bir durumda olduğu yada zulme mâruz kaldığıdır esas önemli olan. Savaşların, işkencelerin, mazlûmiyetin, feryatların olduğu, 1 milyar insanın aç yaşadığı, 4’te 3’ü su olmasına rağmen insanların susuzluktan öldüğü Dünyâ’da bir “ilerleme”nin olduğundan mı bahsediliyor?. Bu ne bencil bir düşünce?; neyde ilerlediniz?; hangi mazlûmiyeti bitirdiniz ki?; hangi hastalığı tedâvi ettiniz meselâ?, (Tıp dünyâsında kronik bir hastalığın tamâmen tedâvi edildiğinin (şifâ) bir örneği yoktur), yada hangi savaşı bitirdiniz? vs. vs. Neye ilerleme diyorsunuz siz?; çirkefliğe mi?; pisliğe mi?; ayyuka çıkan ahlaksızlığa mı?.

 

Aslında bilimsel olarak da bir ilerlemenin ve gerilemenin olması mümkün değildir. Termodinamiğin 2. yasası olan entropi kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Yâni her-şey zamanla daha kullanışsız bir şekle doğru gider. Bunun nedeni, bir ilerlemenin yada gerilemenin olması değil, döngünün yıpratıcı özelliğindendir. Fakat bu bile bir döngü içindeyken, döngü devâm ederken olur. Bir ilerlemenin ve gerilemenin olup-olmadığı tartışması bile evrensel ve küresel döngü devâm ederken yapılır-yapılıyor. Şu-an îtibârıyla bir ilerleme yok, bir “döngü” var. Bu döngüyü, doğallıktan ve normâllikten uzak olan ve insanları mutsuz-huzursuz eden, fakat birileri tarafından çeşitli kanallarla “varmış gibi gösterilen” bir “ilerleme” zannediyoruz. Bu döngünün içinde iken entropiye karşı koymanın tek bir yolu vardır; İslâm-vahiy-Kur’ân merkezli, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreci oluşturup, sonuçta zulmün bitirilmesi, hayâtın güzelleştirilmesi, medeniyetin her zerrede kendini göstermesi, göklerde olduğu gibi yerde de muazzam düzenin gerçekleştirilmesi sonucunda her türlü zulmün yok edilip, mutluluk ve huzûrun yaşandığı bir Dünyâ kurmak. İşte bu ancak; Allah’ın düzenlediği-yarattığı döngüye katılmakla entropiden en az şekilde etkilenilir ve insanlık bir kez daha mutluluğa-huzûra kavuşur.

 

İslâmî gelenekte târih, “sürekli kötüye giden bir süreç” olarak algılanır ve bu algılama, âhir-zaman peygamberine atfedilen şu sözün delâletiyle dinsel bir temele dayandırılır: “İnsanların en hayırlısı benim kuşağım; sonra onları izleyenler; daha sonra onları izleyenlerdir”. Bu söze göre en hayırsız insanlar, Peygamberimiz’e en uzak zamanlarda yaşayanlardır. Tabiatıyla, şu-anki fiîlî yaşantıya sahne olan modem dönem de son derece hayırsız, fitne ve fesadın hüküm-fermâ olduğu bir dönemdir.

 

Burada hadisin “sağlamlığı” değil ama “sonucu”, mevcut zaman îtibârıyla doğrudur. Fakat Kur’ân bir ilerlemeden yada gerilemeden değil, bir döngüden bahseder ve “günleri insanlar arasında döndürüyoruz” der. O döngü, insanların düşünce, tutum ve davranışlarına göre sonuç verir. Sürekli olarak ileriye ve sürekli olarak geriye gitme durumu olmaz. Sürekli olarak döngü vardır ve bu döngü sırasında insanların düşünce vfe davranışlarına göre iyilik yada kötülük ortaya çıkar. Entropiye göre her-şey zamanla kullanışsızlığa doğru gider ama bu, maddî şeyler için geçerlidir. Mânevî olan ise, Allah’a göre olduğunda canlılığını ve gücünü her zamana korur.

 

Evet; bir ilerleme yoktur; bir değişim vardır sâdece ve bu değişim-süreci dikkatli bakılmadığında izlenemeyecek olan bir değişmedir. Zâten bu nedenle de insanları olumsuz etkilemez. İnsanların bu değişime alışmaları zor olmaz. Çünkü bu değişimler küçük değişikliklerdir. Dünyâ’da ve kâinatta maddî anlamda büyük değişimler olmaz zâten. Meselâ dağlar olduğu yerde durur, (Dünyâ ile birlikte döngüye katılsalar da) bir yere ilerlemez yada gerilemezler; denizler dalgalıdır ve hareketlidir ama hep aynı yerdedir; hayvanlar için bir ilerleme yada gerileme yoktur meselâ. Hayvanlar binlerce yıldır aynı şekilde bir ilerleme ya da gerileme olmadan yaşarlar, sâdece hareketlidirler ve döngüden kaynaklanan değişimler yaşarlar.

 

“Dönüşlü olan göğe andolsun” (Târık 11).

 

Kâinat da, her zerresiyle bir döngü ve hareket hâlindedir ama bir yere gittiği yoktur, bu nedenle de bir ilerlemeden yada gerilemeden bahsedilemez. Zâten nereye ilerlenecek ki?. İlerlenilen yer oraya varıldığında “ilerisi” olmaktan otomatikman çıkıyor.

 

Evrenin genişlediği teorisi de aslında bir yanılsamadır. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş-Sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık, varlığını sürdürmek için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür.

 

İşte bu galaksilerin döngüsü genelde eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında meselâ x galaksisi elipsin en ucuna doğru giderken (ilerlerken değil, döngü yaparken), Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz x galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz. Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını zannettiğimiz galaksilerin bir-süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Çünkü artık yakınlaşma başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrafında bir elips çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü küçük-çaplı bir döngüdür. Genişleme Teorisi, bir ilerlemenin olduğu zannedildiği için yanlıştır, olan şey bir ilerleme değil, “döngü”dür.

 

Değişim-döngü de ancak, göklerde olduğu gibi Allah-Kur’ân merkezli olursa iyi olur. Aksi-hâlde değişimler zulme döner. Meselâ kentler (şehir değil) de değişiyor ama olumsuz anlamda. Çünkü fıtrata uygun ve doğal-normâl bir değişim yoktur. Bu nedenle de insanlar bu kentlerde mutlu-huzurlu değillerdir ve olamazlar da. Bünyamin Zeran:

 

“İslâm’i temelden meseleye baktığımızda ilericilik ve gericilik diye bir tanımlamaya rastlayamayız. Bunun yerine kullanılan kavramlar “ahseni takviym ve esfele safilin”dir. İlericilik ve gericilik kavramı daha çok maddî dünyânın tanımlamasına girmektedir. (Modernizmde) bireysel ve toplumsal algıda ileride olmak, salt ekonomik anlamda iyi düzeyde olmak anlamındadır. Gericilik ise salt maddî anlamda gelir düzeyinin düşüklüğünü ifâde etmez, bunun yanında modern dogmaların yâni aklın dışında bir kânun koyucu, yaşam belirleyici birini kabûl etmek anlamına da gelir. Toplumsal anlamda “ilerde olmayı gayr-i sâfi millî hâsıla” belirlerken, geride olmayı ise; “ilhâmı gökten ve gâipten almak, yaşadığı hayattan, realiteden almamak” belirler” der.

 

İlerleme bir yanılgıdır, “zannetme”dir. Bu yüzden “ilerleme”yi bırakın ve Allah’ın istediği yönde değişimler yapmaya bakın ki insanların geneli hem zulümden kurtulsun, hem de mutlu-huzurlu olsunlar. Böylelikle Allah’ın sözü ve murâdı gerçekleşsin:

 

“Onlardan öylesi de vardır ki: 'Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru' der” (Bakara 201).

 

Meryem Cemile ilerleme ve gelişme hakkında şunları söyler: “Gelişme dogması, ateizm ve materyalizme dayalı bir efsânedir. Gelişme, bütün hayâtın bağlı olduğu tabî ve beşerî çevrenin kirletilmesini ve sür’atle tahribini netîce veren bir faaliyete verilen yanlış bir isimdir. Sanâyileşme ve ekonomik büyüme ile denkleştirilen kalkınma, Dünyâ’nın tabî kaynaklarının ve servetinin, vahim şekilde yağma edilmesinden ve hızla tahribinden başka bir şey değildir. Gelişme hiç-bir gerçek temeli bulunmayan bir canavar ve yanlış bir efsânedir”. Cemil Meriç ise ilerleme hakkında şöyle der:

 

“Mânevî dünyâda ağır basan, ‘atâlet kânunu’dur, madde dünyasında olduğu gibi. Toplumda pek açık değildir bu hakikat. Dikkatimize ilk çarpan, durgunluktan çok ilerlemedir. Ne var ki bu ilerleyiş ne kâinat çapındadır, ne birden-bire belirir. Yenilik çok ağır değişmelerin toplamıdır. Dünyâ’da medeniyetle barbarlık yan-yana yaşamaktadır. Kaldı ki ‘uygarlık’ diye adlandırdığımız yenileşmeler çok kere cilâdan ibâret. İnsanlar ‘yeni’ olandan nefret ederler. Hayvanlar da öyle. Çocuklar, kadınlar ve ilkeller değişiklikten daha çok tedirgin olurlar. Bir nefis müdâfaasıdır yenilik karşıtlığı. Alışkanlıkları alt-üst eden yenilikler sinir hastalıkları yaratır. Yığın, dâima tutucudur. Demek ki ‘ilerleyelim’ diye harcanan ânî ve sert gayretler fizyolojiye aykırıdır. Her terakki, ancak ağır-ağır gerçekleşince kabûl edilebilir. Yoksa faydasız ve zararlı bir çabadır”.

 

Modernizm ile birlikte ortaya çıkan “ilerleme” düşüncesi, “ileride her-şeyin daha iyi olacağı zannı ve umûdu”dur. Her-şeyin zamanla bozulmaya yâni kullanışsız olmaya doğru gideceğini söyleyen Termodinamiğin 2. Yasası’na da ters olan “ilerleme” düşüncesi, “döngüden kaynaklanan hareket”i ilerleme zannediyor. Oysa kâinatta bir ilerleme yoktur ve olan şey, döngüden kaynaklanan değişim ve dönüşümdür. Bu döngü, evrensel olandan sosyâl alana kadar olabilen her değişimi ve dönüşümü bünyesinde taşır.

 

İnsanlar, ilerlediklerini zannederek ve bunu “din” yaparak, “eski” olandan nefret ediyorlar ve eski zamanları yok sayıyorlar. Abdurrahman Arslan:

 

“İnsan ilerleme fikri ile ikibin yıllık târihte ilk defâ herhangi bir istisnâ yapmadan; kendinden önce yaşamış insanların ve kendi atalarının bütün yaptıklarını, elde ettikleri bütün kazanımları, sâhip olduklarını, târihsel tecrübelerini değersiz ve işe yaramaz bulmuştur” der.

 

Caner Taslaman, ilerleme konusunda şunları söyler:

 

“Peygamberlerin gönderildiği toplumların birbirlerinden farklı özelliklere sâhip olduğunu Kur’ân’ın anlatımlarından anlıyoruz. Kur’ân, târihin geçmiş dönemlerinde yaşamış bir-çok toplumun sonrakilerden daha gelişmiş toplumlar olduğuna dikkat çeker. 30-Rûm Sûresi 9: ‘Onlar kendilerinden daha güçlü idiler, yeryüzünü alt-üst etmişler ve kendilerinin îmâr ettiğinden daha çok îmâr etmişlerdi. 40-Mü’min Sûresi 82: Kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmek için yeryüzünü dolaşmıyorlar mı?. Öncekiler bunlardan daha çoktu, daha güçlüydüler  ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstündüler. Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiç-bir şey sağlamadı. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda felsefe, sosyoloji ve târih gibi alanlarda ortaya çıkan evrimci, doğrusal ilerlemeci târih anlayışlarını ve bunların sonuçlarını incelediğimizde Kur’ân’da bu ifâdelerin olmasının önemini daha iyi anlarız. Bu anlayışlara göre târihte yaşayan toplumlar sürekli gelişmektedir; daha sonradan yaşayan toplumlar daha öncekilerden daha gelişmiştir, daha sonradan gelen toplumlar ise şimdiki toplumlardan daha gelişmiş olacaklardır. Hâlâ bir-çok kimsede etkili Comteçu pozitivizm ve Marksçı târih anlayışı gibi felsefi ve sosyolojik yaklaşımlarda doğrusal târih anlayışından kaynaklı hatâları görmekteyiz.

 

16. yüzyıl ve sonrasına bakarak, târihin bütün dönemlerinde benzer bir gelişme doğrultusu olduğunu sanmak, târihteki toplumların yanlış anlaşılmasına sebep olan hatâlı bir ön-kabûl olmuştur. Bu yanlış ön-kabûlle târih değerlendirmesi yapıldığında komik iddiâlar da ortaya çıkmıştır. Örneğin bir zamanlar Mısırlılarca inşâ edilen piramitleri, onlardan çok sonra yaşamış bir-çok toplum bile yapabilecek teknolojiye sâhip olmadığından, bu piramitleri ‘uzaylıların eseri’ tâbir edecek kadar ileri gidenler olmuştur. Oysa Mısır’daki  inşaat teknolojisinin sonraki bir-çok medeniyetten daha gelişmiş olduğu gibi bir açıklama, bu durumu îzah etmek için yeterlidir. Kur’ân’ın, geçmiş kavimlerin bir-çok açıdan sonrakilerden daha üstün olduğunu ifâde etmesine (bunu destekleyen arkeolojik bulgu sayılamayacak kadar çoktur) de dikkatlerinizi çekmek istiyorum”.

 

İlerlemenin motoru olan yenilik yapma abartıldığında, sekülerizm kaçınılmazdır. Hiç-kimse Allah kadar yenilik oluşturma ve yapmaya kalkışmamalıdır. Sırıtır çünkü. Hem de bu sözde yenilikler zulme döner. Aşırı yeniliği Allah yaptığında nîmet, insan yaptığında zulm olur. Yenilik yapma ameliyesi zamanla katlanarak artar ve sonunda işin içinden çıkılmaz bir hâl alır. O kadar da yenilik yapmaya gerek yok. İslâm’da “ihtiyaçta zarûret” fıkhı vardır. Zarûri yenilikler yapılmalıdır sâdece. Doğal ve normâl olan budur. İlerleme uğruna yapılan aşırı yenilikler doğaya da bir zulüm olur ki doğa intikâmını çok kötü alır sonra. Doğada ve doğal olanda ilerleme yoktur, dolayısıyla ilerleme doğal değildir. Doğal olmayınca da doğala ve doğaya aykırı sonuçlar üretmesi kaçınılmaz olmaktadır. Dünyâ’nın en hızlı ilerleyen ülkesi, her alanda her türlü aşırılıkların ve sorunların aşırı şekilde yaşandığı ülkedir.

 

İlerleme söylemi bir mit hâline geldi. (mit=söylence durumuna gelmiş kişi yada ülküsel kavram). Abdurrahman Arslan bu bağlamda şunları söyler:

 

“İlerleme, his ve inancın/dînin “eski” dünyâsından, aklın ve ilerlemenin yeni dünyâsına geçiş, diğer bir ifâde ile duygudan entelektüel alana doğru bir seyir izleyen bir sürecin adı sayılır. Toplumsal pratiğin ve bütün değerlerin -buna din de dâhildir- aklın ve mantığın temel ilkeleri üstünde yeniden inşâ edilmesini sağlayacak bu süreç, netîcede onların basitleştirilmesini ve standartlaştırılmasını sağlamış olacaktır.

 

“İlerleme sâdece insanın değil, bizzat hayâtın târihin yeniden inşâsı meselesi olduğundan, geçmiş hayat biçimlerinin mevcut idrak süzgecinden geçirilmesi mecbûri olmuştur. Bu kabûlün netîcesi olarak dînin hayâta ilişkin açıklayıcı hükümlerinin aşınmaya uğradığı görülür. İlerleme anlayışı dîne âit “hurâfelerle” mücâdele edebilmek için bilime ve özellikle ampirik gözlemin önemine vurgu yaparken, aynı-zamanda da sosyâl disiplinlerin imkânları ile geçmişin yeniden inşâsı söz-konusu olur.

 

Yeniden inşâ edilmeye girişilen geçmişin başlangıcı “taş devri” îcât edilerek belirlenir. Ve insanın serüveni eksik ve kusurlu dönemlerden, -yine Batı’nın üretimi olan- çağlar içerisinde mükemmelleşip “ilerleyerek” devâm etmektedir”.

 

İlerleme fikri modern-Darwinist bir söylemdir. Evrime göre sürekli bir ilerlemeyle insansılar “insan” durumuna gelmiştir. Modernitenin bahsettiği ilerlemenin dayanağı ve kökü daha çok buna dayanır. Hâlbuki İslâm’a göre lineer bir ilerleme aslâ yoktur. Zâten bu durum kâinatta da câri değildir. Kâinât döngü hâlinde olduğu gibi, insan da imtihan nedeniyle döngü hâlindedir. Bir zaman ilerler ve bir zaman geriler. Fakat insan biyolojik olarak, Kur’ân’ın dediği gibi, Allah’ın “ol” demesiyle bir-anda “ilk kez” yaratılmıştır. Sonraki yaratılışlar zâten bilip gördüğümüz üremelerdir. Ayhan Küflüoğlu ilerleme hakkında şunları söyler:

 

“Bir-kaç yüzyıl öncesine âit bâzı aklî-bilimsel çıkarımların, her ne kadar o zaman için çok kesin ve doğru olduğuna inanılsa da bugün yanlışlıkları anlaşılmıştır. Bir yada iki yüzyıl sonra şu-anda elde bulunan bilgi veyâ algılama tarzımızın geçersizliğinin ortaya çıkmayacağının hiç-bir têminâtı yoktur ve bu durum ‘ilerleme’ inancının bir paradoksudur. İlerleme inancı kısmî ve izâfî algılama biçimlerine dayanmak mecbûriyetinde kaldığı için ‘muvakkat hakîkatlerle’ günü kurtarmaktan ve idâre-i maslahattan başka çâresi yoktur. Hayâtın anlamını, tabiatı, zamânı ve eşyânın özünü idrak noktasında insanlığın ilerlemeden ziyâde sinüzoidal (dalgalı) bir hareket içinde olduğu söylenebilir. Yâni, vahye muntazır ve tâbi olunduğunda çıkış ve tekâmül, aksi durumlarda ise iniş ve tefessüh söz-konusudur. Batı, kendi serüvenine meşrûiyet zemini kazandırabilmek için çeşitli teoriler uydurur ve bunları alternatifsiz gerçekler olarak bilimsel kılıfına uygun hâle getirdikten sonra alıcı olmaya dünden meraklı müşterilerinin hizmetine sunar. Bunlardan bir tânesi de lineer târih anlayışıdır; buna göre, ilerlemek isteyen tüm toplumlar kaçınılmaz bir şekilde batı’nın geçtiği yolları ve süreçleri izlemek zorundadır”.

 

İlerleme fikri, birilerine göre geride kalanın ilkel görülmesine neden olur. İlerlemede artık eski olan geçip gitmiş ve bir önemi kalmamıştır. Modernitenin dîni inkâr ve iptâl etmek istemesinin nedeni budur. Celaleddin Vatandaş, ilerleme hakkında şunları söyler:

 

“Spencer ile gelişen Sosyal Darwinizm, pozitivizm ile Evrim Teorisi’nin eklemlenmiş hâlini temsil etmektedir. Şöyle ki, Pozitivizm ilerleme fikrini getirmiştir. Evrim Teorisi de, uyarlanma yeteneğine göre bu ilerleyen çizginin herhangi bir basamağında yer alınabileceğini iddiâ etmiştir. Dolayısıyla Sosyâl Darwinizm’e göre, toplumlar ve uygarlıklar ilerleme  çizgisinin farklı noktalarında yer almaktadırlar. Bulunduğu yer, bir toplumun değişen koşullara ve çevreye uyarlanma gücüne ve yeteneğine bağlıdır. Irk düşüncesinin gelişmesine katkı sağlayan Sosyal Darwinizm, beyaz ırkı evrim çizgisinin en üst basamağına yerleştirmiştir. Diğer ırklar da alt basamaklarda kendilerine yer bulmuşlardır. Bu sıralama da en güçlü ve iyi olan yine beyaz ırk olmaktadır. İlerleme ve evrim fikirleri ise diğer ırkların geriliğini kanıtlamada birer dayanaktır sâdece.

 

Tâğutların konforları ve hâkimiyetleri “ilerleme” düşüncesine bağlıdır. İlerleme olmadığında yıkılır giderler. Bu nedenle modern insan sürekli olarak ilerlemeden dolayısıyla gelişmeden bahseder durur. Modern gelişmeye ve ilerlemeye ayak uyduramayan kişileri geri, ilkel ve “evrimlerini tamamlamamışlar” olarak görür.

 

İnsanın maddî ilerlemesi arttıkça mânevî gerilemesi fazlalaşmaktadır yada Dünyâ’nın yarısı ilerledikçe diğer yarısı gerilemektedir. İlerleme, birilerini gerilemesidir. O hâlde ilerleme kimin nereye ilerlemesidir?. Herhâlde batı’nın belli bir yöne doğru ilerlemesiyle tüm Dünyâ uçuruma doğru ilerlemektedir. Allah’ım!; bu tür “ilerleme”den bir kurtuluş yolu göster. Aliya İzzetbegoviç ilerleme hakkında şunları söyler:

 

“Akılcılarla materyâlistler; târihi, bir bakıma, ‘doğru bir çizgi üzerinde seyreden gelişme’ olarak telâkki ederler. Bu onların başlıca özelliğidir. Onlara göre, Dünyâ’nın gelişmesi sıfırdan başlamıştır. Târih de, zik-zaklı hareket etmesine ve ara-sıra geriye doğru gitmesine rağmen, devamlı bir ilerleme sayılmaktadır. Şimdiki zaman dâima geçmişe nispetle daha ileri, geleceğe nispetle ise daha geridir. Fakat bu, insanlığın ‘kültür-târihi’ değil, ‘uygarlık târihi’dir. İnsan ve kültür târihi ise, sıfırdan başlamaz ve doğru bir çizgi üzerinde de seyretmez. İnsanlık târihi “semâdaki prolog” ile başlar. ‘Geçmişin kötü olduğuna dâir umûmi kanaat tekâmül teorisi ile berâber yerleşmiştir’ diyor Bertrand Russell.

 

Uygarlığın taş devri ve atom devri vardır, kültürde ise böyle bir gelişme yoktur. Cilâlı taş, uygarlık açısından bir ilerlemedir, sanat açısından ise bir düşüştür. Eski taş devri sanatı cilâlı taş devri sanatından binlerce sene daha eski olduğu hâlde ondan daha güçlü ve daha hakikîdir”.

 

Evet; bir ilerleme ve gerileme yoktur; her-şey hareket hâlinde olduğu için bir “değişim vardır” sâdece ve zâten değişmeyen hiç-bir şey yoktur. Varlığı ayakta tutan şey, döngüden, hareketten kaynaklanan değişimlerdir. Bu değişimler, -insanların cüz-i irâdeleriyle yaptıkları hâriç-, mü’mince olan değişimlerdir. Cüz-i irâde ile yapılan değişimler de mü’minleşince, zulümler bitecek ve Dünyâ cennetin bir şûbesi (kendisi değil) hâline gelecektir. Bu nedenle mü’minler şu âyeti yeryüzünde tezâhür ettirmekle mükelleftirler:

 

Göklerde ilah O olduğu gibi, yerde de ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

İlerleme denilen şey, “şeytana yeni âletler vermek” ve “yeni alanlar açmak” demektir.

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç-bir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir” (Fâtır 44 ve bkz. Meryem 74, Mü’min 21, Ahkâf 26).

 

“Öncekilere daha çok şeyler vermiştik” deniyor. Peki kime göre?. Âyetin ilk muhâtaplarına yâni Mekke’lilere göre. Yâni “Mekke’lilere göre, daha önce yaşamış olanlara daha çok şey vermiştik” deniyor. Hâlbuki bir “ilerleme” olduğunu ve zamanla ileri doğru gidildiğini varsaydığımızda, bahsedilen eski kavimlere, onlardan çok daha sonra yaşayan Mekke’lilerden daha çok şey verilmiş olması, bir ilerlemenin olmadığını gösteriyor. O hâlde toplumlar bâzen ilerler ve bâzen de gerileyebilir. Bu nedenle de sürekli bir ilerlemeden bahsedilemez.  

 

İlerleme her-zaman ve sürekli olarak “iyi yönde ilerleme” olarak görülür, oysa sürekli ilerleme, varlığın fıtratına aykırıdır. Çünkü sürekli bir ilerleme değil, sürekli bir döngü vardır. Zâten ilerleme düşüncesi özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra çökmüştür ve insanlar modernizm ile kol-kola yürüyen ilerleme fikrini sorgulamaya başlamışlardır.

 

Mehmet Akif Çeç, ilerleme hakkında şunları söyler:

 

“İlerlemeci târih görüşünün, her-şeyden önce aydınlanma düşüncesinin seküler ve evrensel bir târih inşâ etme çabasının bir ürünü olduğunu ifâde etmek gerekir. Tanrıyı târihin dışına atan ve târihi tanrıdan kopartan aydınlanma düşüncesinin/modern-bilimin; varlığın, hayâtın, insanın ve evrenin târihine/menşeine dâir, dînî söylemin yerine ikâme ettiği, târihin en büyük hurâfesi ve mitolojik öyküsünün adıdır ilerleme. Müslümanların, modernitenin ürettiği ‘terakki’ ve onunla illiyet-bağı olan ‘geri kalma’ kavramlarını bir değer olarak okumaları, iki asırdır olan-biteni yanlış temellendirmelerine sebebiyet veren sâiklerden biri olmuştur. Eğer doğru bir temellendirme üzerinden yola çıkılabilmiş olunsaydı, ‘İslâm terakkiye mânidir’ diyenlere karşı yazılan reddiyelerin ilk cümlesi ‘hayır’ diye değil, büyük bir özgüvenle ‘evet’ diye başlayarak devâm ediyor olmalıydı. ‘Evet, çünkü siz, kural-dışı ve kulvar-dışı bir yola saparak tüm insanlığı felâkete sürükleyecek kadar çok fazla ileri gittiniz, (haddi aştınız)’.

 

Âdem-oğlunun bir peygamberle başlayan târihinin, bugün insanın ve insan aklının tanrılaştırıldığı bir noktaya evrilmesi, insanlığın bir yükselişe doğru değil de düşüşe doğru yol aldığının, kökeninden/orijinden uzaklaştığının göstergesi olarak okunmalıdır. İyiden kötüye, hak’tan bâtıla doğru bir evrim geçirdiğini iddiâ etmek mümkündür”.

 

İlerlemede iyilik yönünde bir istikrâr olmaz. Oysa ilerlemeden çok, istikrâr önemlidir. Çünkü insanlık istikrâr dönemlerinde mutlu olmuştur daha çok. “İlerleme”de bir “güdüklük” vardır. Zamânı, târihi, insanı, doğayı düz bir çizgide ilerletmek zulüm olur. Çünkü insan, doğa, târih ve zaman, doğallığında lineer değildir. Lineer yâni dümdüz olan bir ilerleme, modern bir zulüm-sistemi oluyor insanlar için; “haz-körlüğü” yaşayan birileri göremese de.

 

20. yüzyılda öldürülen insan sayısı, 21. yüzyıla gelinen zamâna kadar 5.000 yıllık târih boyunca öldürülen insan sayısından fazladır. Bu durumda nasıl bir ilerlemeden bahsedeceğiz?. Öldürmenin, yıkımın ilerlemesinden mi?. Modernizmin bahsettiği ve dillere doladığı ilerleme; yıkımların, cinâyetlerin, ölümlerin, zulümlerin, feryatların, sömürünün, ahlâksızlığın ve bir-çok çirkefliğin ilerlemesidir.

 

Bir yazıda şöyle denir: “Bu ilerleme kavramı kendimizi beğenmişlik ve budalalıktan başka bir şey değildir. Genellikle her çağdaki bilge kişiler, hep aynı şeyi söylemişlerdir ve dâima büyük çoğunluğu meydana getiren budalalar da karşıtını söylemişlerdir; bu böyle sürüp gidecektir. Çünkü, Voltaire’in dediği gibi, Dünyâ’yı ne kadar budalaca ve kötü olarak bulduysak, yine öyle bırakıp gideceğiz”.

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azâba karşı) onlara hiç-bir şey sağlayamadı” (Mü’min 82).

 

Âyette de görüldüğü gibi, târih her zaman “ilerlemeci târih” düşüncesinin zannettiği gibi sürekli ileriye doğru gitmez ve ilerlemez. Târih, iyiye doğru gidebildiği gibi, kötüye doğru da gidebilmektedir. 

 

Mustafa Aydın, ilerleme konusunda şunları söyler:

 

“Pozitivizm, aydın kuşak üzerinde çok etkili olmuştur. O dönemlerde modern kültür İslâm dünyâsının üzerine amansız bir şekilde abanmıştı. Paradigmaları da henüz yeni idi ve test edilmemişti. Meselâ ‘ilerleme’ tartışmasız bir ilke idi. Onun için de bu dönemin aydınları ilerlemeyi tartışamadılar, onu bir veri olarak aldılar ve İslâm’ı savunurken de onu referans gösterdiler. Bir dönemler bir hayli meşhûr olan ‘İslâm terakkiye (ilerlemeye) mâni değildir’ sözü böylesi bir ortamın ürünüdür. Buna göre İslâm ilerlemeyi kabûl ettiği için iyi bir din’dir. Aynı durum pozitivizm ve diğerleri için söz-konusudur”.

 

“İslâm terakkiye mâni değildir” denir. Peki gerçekten de İslâm terakkiye mâni midir, değil midir?. İslâm “ilerleme” anlamında terakkiye mânidir, fakat “yükselme” anlamında mâni değildir ve tam-aksine insan ancak İslâm ile yükselir. Çünkü İslâm, Allah’ın kâinâta koyduğu yasalara aykırı bir yapıda değildir. Kâinâtın yasalarını da, İslâm’ın yasalarını da Allah koymuştur ve aralarında çelişki olmaz. Kâinatta ilerleme yoktur, “döngü” vardır. İslâm Dîni de ilerleme denilen şeyi değil, döngüyü savunur. Bu döngü sırasında insanca ve müslümanca şeyler yapılır yada yapılmaz. Eğer bu döngü sürecinde insanca ve müslümanca şeyler yapılırsa Allah râzı olur, yapılmazsa Allah râzı olmaz. İnsanlar bu döngüde iyi şeyler yaptıkları gibi kötü ve çirkin şeylerde yaparlar. İmtihan budur ve işte bu döngünün içindeyken olur. İlerleme denilen şey bir yanılsamadır. Şeytanın insanlara uyguladığı bir kandırmacadır. İnsanlığın ve müslümanlığın en az görüldüğü ve yaşandığı son 200 yıllık sürece “ilerlemişlik” demek ancak câhillerin inanacağı bir şeydir. İlerleme, -aynen günümüzde olduğu gibi- insanlığı sonunda rayından çıkarır ve saptırır. “İlerleme” denilen modernizmde gelinen yer bir sapma olmuştur. Modern insan işte bu sapmanın kötü sonuçlarını yaşamaktadırlar.

 

İlerleme düşüncesine göre ekonomik ilerleme, zenginlerin durumlarına ve arzularına göre olur. Çünkü onlar zâten “diğerleri”ne göre ileridirler ve ilerlemenin motoru durumundadırlar. Böylece “çıkarılan kânunlar tam da onların işine yarayacak şekilde olmalı ve devlet, garibanları değil de zenginleri daha fazla desteklemelidir” düşüncesi açığa çıkar. Zenginler iyice kalkınsınlar da ilerlemek için yatırım yapsınlar istenir. Buradan basitçe anlaşılacak olan şey, ilerleme fikrini mutlu azınlığın çıkardığı ve sürdürdüğüdür.

 

Bu bağlamda toplumsal yaşamda rasyonel kararlar verenler, doğru adımlar(!) atanlar ve daha çok çalışanlar doğal olarak ekonomik açıdan daha iyi bir konumda olacaklardır. Fakat asında zâten her zaman ekonomik açıdan iyi durumda olanlar çeşitli avantajlar ve fırsatlar nedeniyle beklenen ve arzulanan adımları atacak ve kararları verecek adımları atmak için fırsatlara sâhip olurlar. Garibanlar bu fırsatı ya çok zor bulurlar yada hiç bulamazlar.

 

İlerlemeci târih anlayışına göre bütün dinler insanlık târihinin kültür mîrâsıdır. Kültüreldir yâni. O yüzden “dinler kültüre indirgenmelidir” denir. 

 

2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra insanlık, başına gelen belâdan az da olsa ders alıp modern-seküler sisteme güvenini kaybederek dînî-mânevî alana yönelme olmuştur. Bu durum “ilerleme” fikrini çökertmiştir. Aguste Comte’un “üç hâl kânunu”nda ilerleme; teolojik, metafizik ve pozitivist” aşamalar şeklindedir. Meydana gelen iki dünyâ savaşı Comte’un “üç hâl kânunu” da çöpe atmıştır. Rodney Stark: “Son üç asırdır devâm eden ‘dînin sonuna yaklaşıldığına’ dâir beklenti içeren tezlerin başarısızlığını ‘toprağın bol olsun sekülerleşme’ diyerek îlân eder. Çünkü 1. ve 2. Dünyâ Savaşı, insanları yoldan çıkararak “ilerleme”yi durdurmuştur.

 

“Siz adım-adım ilerleyeceksiniz” diye çevrilmek istenen İnşikâk 19. âyetinin, batı’nın “ilerlemeci târih anlayışı” ile alâkası yoktur ve insanın cenin hâlinden ölümüne kadar geçireceği zamandan bahseder. Zâten “ilerleme” diye bir şey yoktur. Çünkü ilerlemeden bahsettiğimizde hiç-bir zaman ileriye varılamaz. Çünkü ilerinin bir ilerisi, ilerinin “ilerisi” olmadığı anlamına gelir. O hâlde ilerleme diye bir şey yoktur, olan şey ilerleme değil, döngüdür.

 

Kâinatta; süper-küme denilen galaksi adaları, galaksiler, yıldızlar, Güneş, Ay ve gezegenler “ilerleme” içinde değildirler ve düz<enli bir döngü içindedirler. Yine doğada; bitkiler, ağaçlar, ormanlar, dağlar, denizler, nehirler, göller, taşlar, kayalar ve toprak ilerleme hâlinde değildir. Hayvanlar da ilerlemezler ve 10.000 yıl önce ne iseler bugün de aynıdırlar. İnsan dışında vâr olan hiç-bir şey ilerleme hâlinde değildir ve ilerlememektedir. Dolayısıyla yaratılmış olan hiç-bir şey “modern” değildirler. Çünkü ilk yaratıldıklarından bêri hiç değişmemişlerdir.  

 

Kâinatta “ilerleme” diye bir şey yoktur. Bu nedenle “ilerleme” doğal da değildir. Kâinattaki doğal işleyiş “döngü” şeklindedir. İnsan rûhu da doğası da işte bu döngüye uygundur. İlerleme denilen şey ise şeytânî, nefsî ve tâğûtîdir. Bu yüzden hep zarar verir-veriyor. İlerledikçe zarar görürsünüz. Zîrâ ilerlemek mutlaka sapmaya ve yanlış yola girmeye neden olur. Böylece yanlış yolda ilerleyip durursunuz da farkına varamazsınız. Tâ ki “acı azabı” görünnceye kadar. İlerleme zarar verir ve târih boyunca zarar vermiştir. Hayra dönük döngü ise insanlar için en hayırlı olandır. İlerlemede sizin için bâzı yararlar vardır fakat zararları ve günahları daha büyüktür. Allah “ilerleme”den muhâfaza etsin.

 

İlerleme kavramı ve düşüncesi modern batı’dan çıkmıştır. Çünkü batı eskiyi ve geçmişi unutmak istemektedir. Zîrâ batı’nın geçmişi; yalan, talan, hırsızlık, sömürü ve cinâyetlerle doludur. Bunların gündeme gelmemesi için, eski olandan nefret eden batı, sürekli olarak hep yeni olanı ve ileriyi konuşur ve gösterir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir: “Batı uygarlığı, eski çağların ve uygarlıkların çökeltisinin bir ürünüdür. Ve batı’lı için târih can sıkıcı, yalanla dolu ve tehlikeli bir ilgi alanıdır. Hep ileriye bakmayı öğütleyecektir onun için. Geride bıraktığı çirkinlikleri kimse görmesin diye. Gelecek ise, pırıltılı bir ütopyadır, yaşanan anların acılarını gizleyecek..”

 

Doğada ve doğal olanda bir ilerleme yoktur. İnsan ise ilerlediğini zanneder; gerileyip dururken.

 

İlerleme, her türlü doğal ve ahlâkî engellerin ve de kırmızı çizgilerin çiğnenmesinin bir sonucudur

 

İlerleme kuramı, ispât edilmiş bir gerçeklik değildir. Modernistlerin temennileri ve kendilerini avutmaları için kullandıkları bir yalandır sâdece.

 

M.Ö. 8. yüzyılda  yaşamış olan Yunanlı ozan Hesiodos, insanlık-târihini “ilksel bir Altın Çağ’dan, insanlığın ortadan kalkacağı bir demir-çağına doğru olan bir gerileme” süreci olarak resmetmiştir. 2.700 yıl sonra ise demir çağından, daha dayanıksız bir malzeme olan “plâstik çağı”na doğru bir gerileme yaşanmaktadır.

 

İlerleme düşüncesinde hep, “ilerleyip durma ama bir türlü nihâî sona gelmeme” durumu vardır. Oysa Allah’ın bir ideâli ve hedefi vardır. Çaba bu ideâl ve hedef içindir. Fakat imtihan  gereğince, bu hedefe varıldığında da döngü devâm edeceğinden dolayı en ideâl hedeften daha aşağılara doğru bir sapma yaşanacak ve döngü, sâdece Allah’ın bildiği bir zamâna kadar devâm edecektir.

 

İnsanlık-târihinde en büyük kıyımlar, kırımlar ve soykırımlar ilerleme uğruna yapılmıştır-yapılmaktadır. Çünkü ilerleme her zaman yanında terörü de taşımıştır. Lewis Namier: “Hitler ve Üçüncü Reich yâni Nazi Devleti, başka hiç-bir çağın inanmadığı kadar ilerlemeye inanan ve bunun başarılmakta olduğundan emin olan bir çağın korkunç ve uygunsuz meyvesiydi” der. İnsan bilgisi artma eğilimindedir ama insanlar bunun bir sonucu olarak daha uygar olmazlar. Her tür barbarlığa yatkın olmaya devâm ederler ve bilginin artışı onların maddî koşullarını iyileştirmelerine olanak vermekle birlikte aralarındaki çatışmanın vahşetini de artırır.

 

İlerleme, İslâm’ın, daha doğrusu müslümanların duraklamalarından dolayı gerilemesinden kaynaklanan sûnî bir algıdır. Çünkü seküler model ilerlemeyle; İslâmî model ise gerilemeyle eş tutuluyor. Yâni modernite, ilerlediği düşüncesini dîne-İslâm’a bakarak yapıyor. Din-İslâm, “haddini bilmek” demek olduğu için, normâl-doğal döngüsünün dışına çıkmadığından dolayı duraklıyor gibi görünüyor.

 

İlerleme düşüncesi, sâbitelerin olmayışının yada sâbitelerin inkâr edilmesinin bir sonucudur. Hiç-bir sâbiti olmayanların tek kârı “sürekli olarak ilerlemek” olur. Lâkin “ilerleme”, bir süre sonra sapmayı da mutlakâ yanında getirir.

 

Şeytan insanları “modernite bisikleti”ne bindirdi. “Ya sürekli pedal çevirip ilerleyeceksin, yada düşeceksin” diyor. Böylece “ilerleme” denen şey ortaya çıktı. Hâlbuki bir ilerleme değil, imtihan nedeniyle olan bir döngü vardır.

 

İlerleme-ilerleme diye-diye insanları aşağıların en aşağısına attılar. “En geri”yi özletir oldular.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

 

Devamını Oku »

25 Ocak 2016 Pazartesi

Allah “Modern Dünyâ”dan Râzı Mıdır?


“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki “siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak” diye” (Kalem 36-39).

Modern ve post-modern zamanlarda bir-şey için insanların ölçü aracı, o şeyden; “hoşlanılması”, o şeyin “haz vermesi”, “herkesçe kabûl edilip onaylanması”, “o şeye bir îtirâzın olmaması” gibi nedenlerdir. İnsanların, “doğal olan”ı varken, “sûni ve zararlı olan”ı seçmesinin nedeni nedir?. Meselâ çocuklar kahvaltıda; doğal ve el/ev yapımı bal, pekmez, reçel, peynir, zeytin vs. varken neden bunları yemezler de, ekmeklerine; ne olduğu belirsiz, fabrikasyon bir üretim olan “krem çikolata” sürüp onları yerler ve ana-babalar buna pek de ses çıkarmazlar?. Yine, neden insanlar rahat ve hareket etmeye, oturup-kalkmaya çok daha uygun olan kıyâfetleri giymezler de, her yerlerinden sıkıştıran dar ve kısa kıyâfetleri giyerler?. İki-üç inek alıp baksa çok daha rahat, özgür ve doğal yaşayacağı köyünde kalmaz da, asgari ücretle, bir çeşit “kölelik yapmak” (çalışmak) için, gürültülü, kalabalık, sıkışık, ruhsuz şehirlere gelmek için can atar?. Bu soruları modern zamanların îcatları sayısınca çoğaltabiliriz. Tüm bu modern ürünler ve yaşam-tarzları insanlara medya aracılığı ile gösteriliyor ve özendiriliyor, insanlar gördüklerine ulaşmak istiyorlar ve kıyısından-köşesinden ulaşmakla bile vazgeçilemeyecek alışkanlıklar oluşuyor. Alıştıkları şeyler nefse hitâp eden hoşlandıkları ve haz aldıkları şeyler olduğu için bu alışkanlıkları eleştirmiyor-sorgulamıyorlar ve tabî ki de bu alışkanlıklarından vazgeçmeyi düşünmüyorlar. Hâlbuki Kur’ân’da şöyle denir:

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

Peygamberimiz dünyevî olan için: “Allah’ım alıştırma” diye duâ ederdi sık-sık.

İnsanlar pek sevdikleri, çok iyi olduğunu düşündükleri, büyük bir ilerlemenin sonucu olarak gördükleri son 250 yıldaki Dünyâ’nın genel durumunu neye göre; iyi, güzel ve hoş îlan ediyorlar?. Şimdiki zamânın önceki zamanlara göre daha iyi olduğunun delîli nedir?.

Bu sorulara aslında bir-kaç kelime ile cevap verilebilir: “Çünkü ‘hayâtı düzenleyenler’ öyle istiyor”; “çünkü biz buna alıştık/alıştırıldık, hiç-bir îtirâzımız da yok”; “çünkü başka alternatif yok” gibi. Yine birilerine göre, ezberlenilmiş-ezberletilmiş bir cevap: “köyde çocuklar nasıl okuyacak?”. (Acaba köylerini-kasabalarını bırakıp gelenlerin çocuklarının ne kadarı okuyup da (görece) iyi bir yere geldi?. Yine, bir-kısım kişileri şehirlere çeken etken, şehirlerde kolay ulaşılabilen günah çeşitleridir. Bu modern günahlar eskiden olmadığı ya da açığa çıkma olanağı bulamadığı için ve modern zamanlarda ayyuka çıktığından, mevcut zamanlar görece daha “iyi” olarak görülüyor. Çünkü, çeşitli çıkarlara neden olan bu günahlar insanları cezbediyor.

İnsanlık-târihinde sürekli bir değişme (ilerleme değil) vardır ve bu değişme eskiden doğal ve normâl bir hızla giderdi. İnsanlar sâdece zarûret olduğunda yenilikleri düşünüp isterdi. Modern/post-modern zamanlarda ise çok hızlı bir “değişim” var (ilerleme değil). Öyle ki aslında insanlar buna ayak uyduramıyorlar. Bu nedenle de bir-türlü tatmin olamıyorlar. Hâlbuki eskiden daha mutmaindiler. Peki neden?. Çünkü eskiden hemen her-şey daha iyiydi: İnsanlar daha doğal ve normâl davranışlara sâhiptiler, her şey doğal ve normâldi. Bu yüzden Allah, önceki zamanlarda yaşamış insanları daha değerli tutuyor. Bunu Kur’ân şu şekilde söylüyor:

“Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır. Nîmetlerle donatılmış cennetler içinde; Bir-çoğu geçmiş (ümmet)lerden, Birazı da sonrakilerden” (Vâkıa 10-14).

Hele 2. dünyâ-savaşından sonra ve özellikle de “soğuk savaş”ın bitmesiyle birlikte tek-merkezli bir Dünyâ’da insanlar post-modern dünyânın nîmetleri içinde büyülenmiş ve boğulmuş duruma gelince, “işte insanlığın gelebileceği zirve burasıdır” inancına kapılmışlar ve tüm eski zamanları “öcü” gibi göstermişler ve “eski” kelimesini neredeyse küfür olarak kullanmaya meyletmektedirler. Hâlbuki modernizmin ürünleri onları bir-çeşit “köle” durumuna sokmuştur ama o köleliğe de alışmış olan insan, köleliği ya kabûl etmez, ya da eleştirmez ve isyân etmez. “Tek-dünyâlı” inanan ve yaşayanların post-modern dünyânın ürünlerini, teknoloji, bilim ve görüntülerini ilahlaştıracak derecede gözlerinde ve kâlplerinde büyütmeleri anlaşılabilir. Çünkü onların tek hedefi, “bir kere gelinecek” olan Dünyâ’nın dibine kadar tadını çıkarmaktır. Hazzı zirvede yaşamaktır post-modern ve âhiret inancı olmayan insanın amacı ve hedefi.

Peki bizim müslümanlara ne oluyor?. Âhiretteki cenneti unutup da post-modernizmin görece bu Dünyâ’da kurduğu “cennete” onlar da mı kapıldılar?. Onlar da mı büyülendiler bu görüntülere?. Hem de âhiretteki cennete rağmen. Âhiretteki cennet yerine bu Dünyâ’daki cennet için yapılan “yarışlar” insanın başını döndürüyor, kâlbini karartıyor ve rûhunu daraltıyor, aynı-zamanda büyük umutsuzluklara dûçar ediyor. Hâlbuki Allah:

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21) diyerek âhiretteki cennete kilitler mü’minleri.

Fakat müslümanlar (mü’minler değil), kendilerini modern zamanların bilim ve teknoloji ile renklendirilmiş dünyâsına öyle bir kaptırmışlar ki, kendilerinden geçmişler. “İyi olmayan hiç-bir şey yok”, “ilerlemeyen hiç-bir şey yok”, “her-şey çok gelişmiş” cümleleri müslümanların da dillerine pelesenk olmuş. Nihâyetinde öyle bir duruma gelinmiş ki, sanki; “Allah bile kullarından işte tam da böyle bir Dünyâ istiyor” denilecek. Allah şimdi murâdına erdi mi yâni?. Allah -hâşâ- sanki kullarının elindeki akıllı telefonlarla internette fink attıklarını görünce onlardan çok hoşnut ve râzı. Birileri dese ki “ama bu duruma gelmenin bedelini birileri çok ağır ödedi-ödüyor”; hemen deyiverecekler ki: “kader”. -Hâşâ- sanki Allah da “Makyavelist” bir düşünceyle şöyle diyor: “amaca-hedefe ulaşmak için yâni mevcut ve -sözde- gelişmiş böyle bir Dünyâ kurmak için bu bedellerin ödenmesi gerekir”. Peki bu bedelleri kim ödeyecek?. Tabî ki; toplumun en garibanları, fakirleri, güçsüzleri, yeryüzünün lânetlileri..

Eskiye göre “şimdi”nin daha iyi olduğunun delîli nedir?. Meselâ deniyor ki; “eskiden vebâ vardı ve insanlar ölüyordu, şimdi aşılarla bu önlendi”. Bir-çok şey gibi bu da bir yanılgı. Dünyâ’nın modern hâlinin çok gelişmiş olduğunu söyleyenler özellikle tıp alanında büyük bir ilerlemenin olduğunu söylerler câhillikle. Aslında eskiye göre değişen pek bir şey yok. Dünyâ Sağlık Örgütü (WHO) 2015 yılında 13.000 kişinin domuz gribinden öldüğünü açıkladı. (Bunlar resmî rakamlar. Gayr-ı resmî rakamlar çok daha fazla).  Hem de bu ölümlerin 7.000’i -güyâ en gelişmiş ülke olan- ABD’de yaşandı. Daha önceki yıllarda ölü sayısı daha fazla idi. “Doğal bağışıklık”la birlikte azaldı gripten ölüm oranı. Aslında son 100 yılda gripten ölenlerin sayısı yaklaşık olarak 150 milyon. Üstelik aşı-maşı hiç-bir fayda sağlamadı. Daha, gribin bile önlenemediği bir Dünyâ’da “eskiden vebâ vardı” demek ne derece önemlidir ki?.

Eskiden doğal ortamlarında yetişen meyve-sebze-et-süt-bal vs. mi daha iyi idi, yoksa kanserojen malzeme ile çevrelenen ortamlarda (sera) yetişen meyve-sebze mi?. Yaylalarda doğal ortamlarda yetişen büyük ve küçük-baş hayvanlar mı daha besleyici ve sağlıklıdır, yoksa fabrikasyon ortamlarda psikolojisi bozulmuş hâldeki hayvanların etleri mi?. Tüm gıdâ maddeleri için geçerlidir bu soru?. Modern zamanlar sâdece teknolojik ürünlerin değil, her türlü hastalık ve çeşitli çirkefliklerin de üretildiği zamanlardır.

Aykut Erdoğdu:

“İnsanlık karanlık çağa giriyor. Teknoloji hızla ilerken medeniyet geriliyor. Teknoloji hayâtımızı kolaylaştırırken rûhumuzu çalıyor. Artık yeni şiirler yazılmıyor. Yüreğimizi yakan türkülerin hepsi geçmişten. Tiyatro can çekişiyor. Yeni slogan bile bulamıyoruz. Ama otomobillerimizin konforu arttı. El çırpınca ışıklar yanıyor. Yoksulluğumuzun gece-kondulardan zenginliğimizin sitelerine, plâzalarına, akıllı evlerine taşınıyoruz.

Teknoloji, insana olan ihtiyâcı azaltıyor. Eskiden bizim yaptığımız işleri hatâsız bir biçimde yazılımlar ve robotlar yapıyor. Muhâsebeci yerine muhâsebe yazılımları var. Avukatlar yerine hukuk yazılımları gelişiyor. Doktorların yerini test cihazları almaya başladı. İşçilerden çok daha güçlü makineler 7/24 yük taşıyor. Yazılımlar ve robotlar insanoğlundan çok daha düşük mâliyetlerle çok daha fazla üretiyor. Ama bizler yâni işsiz bırakılan insanların bu üretileni tüketecek geliri yok. Bu yüzden Batılı ekonomistler şu günlerde insanların üzerine helikopterlerden para saçmaktan bahsediyorlar” der.

Allah, insanların ürettiği, oluşturduğu şeyler üzerinden de onları imtihân eder fakat Allah’ın murâdı, doğal ve normâl olan bir Dünyâ’da olacak bir imtihandır. Çünkü en kolay imtihan böyle doğal olan bir Dünyâ’da olur. Allah post-modern zamanlardaki gibi bir Dünyâ hedeflemedi, böyle bir isteği yok Kur’ân’da. Kur’ân’da işâret edilen tüm eşyâ, doğal ve normâl olan eşyâdır. Orijinâl olan doğal bir Dünyâ’dır Allah’ın insanları yarattığı Dünyâ. İnsanlardan beklediği “îmar”, doğal ve sınırlı olan bir îmardır. Çünkü Allah ile yarıştırılacak bir îmar-şekli, yakın-uzak vâdede yine insanların anasını ağlatır:

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rum 41).

“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhâmetlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır-yaratıyor (Nâhl 5-8).

Âyetin son kelimesinin söylediği gibi; “yaratacak” değil, “yaratmaktadır”, “yaratıyor” deniliyor. Bu yaratmalar tüm zamanlarda gözlemlenebilen yaratmalardır. Allah, tüm zamanlardaki kullarının bilmedikleri-tanımadıkları şeylerden bahsetmez Kur’ân’da. “Yahlugû” gelecek-zamandan ziyâde, geniş-zamânı ifâde eder Kur’ân boyunca. Yâni deniyor ki; o yörede bilinmeyen şeyler, o bölgenin insanlarının bilmediği daha neler-neler yaratıyor Allah. Meselâ günümüzde de sâdece o coğrafyalara gidenlerin bilebildiği, bizim ise bilmediğimiz, Allah’ın yarattığı çeşit-çeşit meyveler var.

Eğer âyet, Peygamberimize, sahabeye ve o zamanda yaşayan kişilere; “daha sizin bilmediğiniz neler yaratacak” şeklinde “gelecek zamânı” ifâde eden bir okuma şeklinde geliyorsa, âyet sâdece o zamâna ve o zamandaki kişilere inmedi ki!. Âyet şimdi de bize konuşuyor. “Binek hayvanları” bağlamında olan âyeti biz de okuyoruz. O hâlde at-eşek-deve gibi hayvanların yerine yaratıldığı söylenen şeyler otomobil-tren-gemi-uçak değildir. Çünkü bunlar şu-anda var ve âyeti; “ileride daha neler yaratacak” şeklinde okuduğumuzda, bizim de bilmediğimiz şeylerin yaratılmasından bahsettiğini anlarız. Yâni, yaratılacağından bahsedilen şeyler henüz yaratılmamıştır. Peygamberimiz zamânında yaratılmamıştı, şu-anda da yaratılmamıştır. Çünkü aynı âyet önümüzde peygamberimiz zamânındaki gibi duruyor ve aynı şeyi söylüyor. O zaman bilinmeyecek bir yaratılıştan bahsediliyorsa, şimdi de “bilinmeyen” bir yaratıştan bahsediliyor demektir. Buna göre o bahsedilen şeyler, âyet ortadan kalkmayacağına göre “hiç-bir zaman yaratılmayacak” ya da “âhirette yaratılacak” anlamına gelir. Peygamberimiz ve sahabenin bilmediğini bilmek için, tağutların öncülüğünde kurulmuş olan modern zamanlar mı beklendi bu âyetin tezâhür etmesi için?. “Yaratıyor” olarak değil de “yaratacak” olarak okunduğunda böyle bir sonuca ulaşmak kaçınılmaz olacaktır.

“Biz âyetlerimizi hem âfakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her-şeyin üzerinde Rabbinin şâhid olması yetmez mi?” (Fussilet 53).

Âfak, “ufuklar, dört bir taraf” anlamındadır. Bir şeyin âfakta ve enfüste görülmesi demek, o şeyin her-yerde ve herkesin göreceği şekilde, âyetin de söylediği gibi “açıkça” görülmesi demektir.

Meselâ “at”ları ele alalım.. Atlara şöyle karşıdan bakınca görülen şey, tam da insana göre, insan için yaratılmış, sırtı insanın oturmasına göre ayarlanmış, uzun koşulara-yürümelere müsâit olduğu görülür. Tam da insana uygun yaratılmıştır atlar. Fakat atlardan vazgeçilip onun yerine çeşitli modern taşıtlar üretildiğine ve Allah’ın da “görece” bunu istediği söylendiğine göre; Allah artık atlardan vazgeçmiş ve onun yerine araba, gemi, uçak, tren mi yaratmıştır?. Fakat atlar da hâlen yaratılıp durduklarına göre atların yaratılmasının sürmesini neye yoracağız?. Bu kadar at ne olacak?. İnsanlığın vâr-olduğu tüm zamanlarda vâr-olan ve insanların en yakın arkadaşı olan atlar ne işe yarar?. Türkiye’de 150.000 tâne at olduğu söyleniyor. Dünyâ’da 350’nin üzerinde at türü vardır. Şimdi bu kadar at ne olacak?. Bütün atları yarış-atı yapacak değilsiniz ya!. 100 yıllık ömrü olan otomobil, insanlıkla yaşıt atlara tercih ediliyor ve otomobiller için 15-20 yıllık ömürler ipotek edilebilirken ve onlar için bir-çok masraflara girilirken; bir zamanlar insanların ellerinin bir uzantısı olan ve ekmek-su istemeyen masrafsız atlardan korkuluyor. Lütfi Bergen, “Atlar Boşuna Yaratılmamıştır” yazısında şunları söyler:

“Seküler zamanlar için seküler vahiy indirilmez. Vahiy indirildiğinde bir sonraki peygambere değin geçerli olan ahkâm, din belirlenir. Kur’ân hatem’ûl enbiyâ olan Hz. Peygamber’e indirildiğine göre tamamlanmış bir kitaptır. Seküler zamanları da kapsayan hükümlerle gelir.

Kur’ân şimdiki döneme indirilseydi bu dönemin şartlarına göre indirilmezdi. Kur’ân milâdi 610 yılında indirilmeye başlanmıştır. Allah katında zaman bizim yaşadığımız zaman değildir. Bu nedenle Kur’ân’ı Allah'ın insanlıkla zamansız konuşması olarak görmek kaçınılmazdır.

“Kur’ân bu-gün inseydi bu-günün şartlarına göre inerdi, zîrâ o zamanki toplumla bu zamanki toplumun kavrayış ve yaşayışı bir değil” şeklindeki ifâde şu nedenle eksik bir çıkarıma dayanıyor: Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde Roma ve Îran uygarlıkları bulunuyordu. Dolayısıyla inen vahiy o çağda yaşayan “ileri” uygarlıkları da kendine muhâtap edinmişti. Hz. Peygamber’in yaşadığı zamanı “ilkel” görmek Hz. Peygamber’i bedevi sayan Batı tasavvurunun (oryantalizmin) yeniden üretilmesi demektir.

Kur’ân’ın bin türlü tefsiri yapılabilir. Diğer taraftan Kur’ân’ın sentetik, toplumdan-topluma değişebilen, zamandan-zamana değişebilen bir vahiy olduğunu düşünmek Kur’ân’a müdâhale etmektir. Kur’ân kendisine şeytanların dokunamadığını beyân etmektedir. Bu nedenle o çağlar-üstüdür. Bu-gün inseydi ve tıpkı Mûsa’ya verildiği gibi “levha” olarak yeryüzüne bırakılsaydı 610 yılında indiği gibi indirilecekti.

Kur’ân bu-gün inseydi “mercedes” demeyecekti. Otomobilden de bahsetmeyecekti. Kur’ân’ın binek olarak hayvanlardan bahsetmesi bilinçli bir tercihtir. İnsanın “zamânın şartları” diyerek ululadığı şey paganizmdir. Kur’ân’ın binek olarak at’ı (hayvanları) öne sürmesi tarım-toplumunun, insanlığın görmüş ve göreceği en üst îmar-bereket-umran seviyesi olmasındandır. Otomobil kıtlıktır. Atlar boşuna yaratılmamıştır.

İnsanın asfalt gibi bir malzeme üretmesi, atom bombasını îcâdı, betona yaslanarak ev-binâlar yapması Allah’ın murâdı değildir. Tabiatı bozmak insanın bozgunculuğuna ilişkin bir sapmadır. Bu nedenle yaşadığımız Dünyâ’nın koşullarına göre vahyin kendini “ayarlayacağını” düşünmek, Allah'ın zamânın peşinde koştuğunu söylemekten farksızdır”.

Şu âyet, devri geçmiş bir âyet değildir: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

“Allah’ın yaratması” ile “insanların üretmesi” aynı şey değildir. İnsanların üretmesi, Allah’ın yaratmasıyla çelişiyorsa, bu üretimler zararlı üretimlerdir ve bir-an önce “eski”ye dönmek gerekir. İnsanlar ancak bu şekilde mutlu, sağlıklı, güvenilir, huzurlu ve fıtratıyla uyumlu hayatlar yaşayabilir..

Evet; “fabrika ayarları”na dönmek şarttır..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Devamını Oku »

19 Ocak 2016 Salı

Modern Tıp


“Modern tıp, ona sorgusuz-suâlsiz tapanlar olmasaydı aslâ hayatta kalamazdı, çünkü modern tıp ne bir sanat, ne de bir bilim-dalıdır; bu açık ve net olarak inanç-temelli bir din’dir. Eğer yeterince “neden?” diye sormazsanız er yada geç kendinizi bu inanç bataklığında bulacaksınız”. Dr. Robert. S. Mendelsohn. 

 

Geçmişi 1800’lü yıllara dayansa da gerçek anlamda modern tıp 1950’li yıllarda, 2. dünyâ-savaşından sonra uygulanmaya başlanmıştır. Zâten kimyâsal ilaçlar da o târihlerde geleneksel ilaçların yerini almıştır. İlaçlar artık tamâmen kimyâsaldır. Bir bitki ekstresinden ilaç neredeyse yapılmıyor artık. İlaçlar “fabrikasyon ilaç”lardır. Tablet hâline getirilmiş şekilleriyle görece daha pratik bir kullanıma sâhip olan bu kimyâsal ilaçlar, aynı-zamanda daha hızlı etki ediyor. Fakat bu ilaçlar doğallıktan uzak olduğu için %100 doğal olan geleneksel ilaçlar gibi zararsız değildirler. Bu ilaçlar aslında bir yönden iyileştirirken, diğer taraftan da hastalığı hem derinleştiriyor hem de hastalığın devâm etmesine neden oluyor. Zâten modern tıp ve modern ilaçlar, yine 2. dünyâ-savaşından sonra ortaya atılan Yeni Dünyâ Düzeni, Küreselleşme ve iyice yerleştirilen kapitâlizmin projelerinden biridir. Bu projede hastalıkların hiç-bir zaman tam anlamıyla tedâvi edilmesi düşünülmemiştir. Hastaların hastalıklarını tamâmen iyileştirmeyi (şifâ) düşünmeyenler, sâdece, “hastalığın sıkıntı yapmayacak ve kişiyi ayakta tutabilecek oranda etki edecek şekilde tedâvi etme” olarak düşünülmüş ve uygulanmıştır. Çünkü hastalık tamâmen iyileşirse o kişi hasta-hâneye gitmeyecek ve ilaç kullanmayacak, böylece küresel güçlerin küresel güç olmasında büyük pay-sâhibi olan tıp ve ilaç piyasası çökecektir. Bu nedenle bu piyasa bir şekilde canlı tutulmalı ve hattâ katlanarak büyümelidir. 

 

Penisilinin ve antibiyotiğin icâdı ile enfeksiyon hastalıkların tedâvisindeki başarı, modern tıp ve modern ilaçların aşırı rağbet görmesine sebep olmuş, reklâmının ve “pohpohlanma”sının iyi yapılması ile de binlerce yıllık geleneksel tıb, “koca-karı tıbbı” olarak îlan edilmiştir. Artık insanlık-târihi kadar kadim olan geleneksel tıb kötü gösterilmiş, modern denen tıp ise insanların gözünde âdetâ aşırı yüceltilerek tabulaştırılmıştır. Geleneksel tıpta tedâvi ve ilacın etkisi daha yavaş bir süreçte işler fakat vücûdumuz da doğanın bir parçası olduğu ve geleneksel tıbbın ilaçları doğadan îmâl edildiği için vücûdumuzla barışıktır ve bir yan-etkisi nerdeyse hiç olmaz. Üstelik görece uzun kullanımından sonra hastalık tam anlamıyla tedâvi edilebilir ve “şifâ” bulunur ki şifâ, tıbbın (tıp’ın değil) amacı ve hedefidir. Zâten geleneksel tıbda insanlar modern zihniyetle düşünmediklerinden, tedâviye ve hastalığın yok olmasına odaklanırlar ve tüm gayretlerini bu yolda sürdürürler. Hastalığı tamâmen bitirmeyi düşünen hekim-tabib için hastalık üzerinde sonsuz-sınırsız paralar kazanma düşüncesi yoktur. Zâten başarılı olmasının bir nedeni de bu tür düşüncelerin olmaması sebebiyle, mânevi bereketin de yok olmaması nedeniyle Allah’ın yardımı daha etkili olacaktır. Çünkü bir işin ne niyetle yapıldığı o işin nasıl sonuçlanacağını da etkiler. Modern tıpta ise hastalığın yok olması değil, hastalığın etkisinin-sıkıntısının azaltılarak yok olmaması sağlanır ki, hastalık sürsün ve hattâ katlanarak artsın ve hem muâyene ve hasta-hâne masrafları artsın ve devâm etsin, hem de insanlar modern ilaçların bağımlısı hâline gelsin. Tağutlar tarafından kapitâlist zihniyetle düşünülüp uygulamaya sokulan modern tıp, bir nevî para-makinesi ve mekanizması hâline getirilir böylece. Niyet de, Allah’ın nefret ettiği “sömürü” olunca, bu tıptan bir hayır beklemek çok mümkün değildir ve modern tıp’ın günümüzde ne felâket durumlara geldiğinin örneği günümüzde açıkça gözükmektedir. Hayâtın hızlandırıldığı bir Dünyâ’da modern tıp insanlar tarafından benimsenmiş ve ona inanılarak teslim olunmuştur. Böylece modern tıp bir tekel kurmuştur ve onu sımsıkı elinde tutmaktadır.

 

Yavuz Şâhin:

 

“Yeni Çağ ve sonrasında ‘modern’ olarak adlandırılan bilimlerin yeniden sistematize edilmesi ve daha çok deneye ve lâboratuvara dayalı hâle getirilmesi, eski tecrübeleri yok sayma meylini doğurmuştur.

 

Batı'da modern tıbbın gelişmesi, kilise kontrolünden çıkmasından sonra olmuştur. Ortaya çıkan inanç-boşluğu karşısında, modern tıp kısa-zamanda batılı insanın yeni kutsallarından biri hâline gelmiştir. Bu duruma bilimin tabulaştırılması da eklenince, modern tıbbın fert üzerindeki hâkimiyeti ortaya çıkmıştır. Psikoterapi seansları günah çıkartmanın yerini almış; ama bir paradoks olarak tıp tamâmen insan bedenine yönelmiştir. Tıp, bu yeni akademik görüntüsüyle her yaptığı ‘doğru’ kabûl edilmesi gereken bir fenomen hâline gelmiştir. Batı'da ilk dönem modern tıp uygulamalarının sorgulanamaz, tartışılamaz, bir-birine bağlı ve pahalı olması karşısında, insanlar daha anlaşılır ve tabiî buldukları, bütçelerine nispeten uygun, karar aşamasında kendilerinin de yer aldığı çözüm arayışlarına yönelmişlerdir.

 

Hastalar, üretim bandı üzerine dizili, uygun görülen şablona göre hızla teşhis ve tedâvi edilen varlıklar olarak görülebilmektedir. Hekim sâdece yaygın görüşün sıradan bir uygulayıcısı olmamalı, aynı-zamanda uygulamalarını eleştirel gözle değerlendirebilmelidir. Çünkü, bu-gün kesin doğru bildiklerimizin yanlış olduğu yarın ortaya çıkabilir. Artık, günümüzde insan bedenine hasta-hânelerde verilen zararları tanımlamak üzere geliştirilmiş bir kavram olan ‘Hospitalismus’tan bahsedilmektedir. Hasta-hâne enfeksiyonları da enfeksiyon hastalıkları içinde önemli bir yer tutmaktadır. Sâdece Almanya'da bir yıl içinde bir milyondan fazla hastanın hasta-hâne enfeksiyonuna yakalandığı, bunlardan 30-40 bininin ölümcül nitelikte olduğu açıklanmıştır. Yine Almanya'da yılda 30.000 hastanın hekim eliyle verilen ilâçlardan zehirlendiği belirlenmiştir. Sâdece ABD'de anti-romatizmâl ilâçların yan-tesirlerinden 3.000'e yakın kişinin öldüğü, 20.000 kişinin hasta-hânelerde yatarak tedâvi görmek zorunda kaldığı bildirilmiştir.

 

İnsanın bedeni üzerindeki haklarını dikkate almadan gerçekleştirilen uygulamalar, soğuk yüzlü muâyene ve ameliyat odaları, robotlaşmış sevgisiz mühendis hekim tipi, tıbbın büyük başarılarının yanında, ‘okul tıbbının krizi'ni doğurmuştur. Türkiye'de yapılan bir araştırmada hastaların yarısı; hasta fazlalığı sebebiyle hekimlerin zaman ayıramaması, açıklama yapmaması, dinlememesi, sıcak davranmaması gibi sebeplerle hekimlerden memnuniyetsizliğini ifâde etmiştir.

 

İşte bu-zeminde, gelişmiş ülkelerde insanların giderek artan biçimde tabiî tedâvilere yöneldikleri görülmektedir. İnsanın tabiatın içinde yaratılmış bir parça olduğunu, sağlığın ancak onunla dengeye gelerek kazanılabileceğini ileri süren, beden ve ruh arasındaki ‘bütünlük’e dikkati çeken tedâvi akımları yaygınlaşmaktadır. ‘Bilimsel tıp’ teşhis ve tedâvi için ağırlığını ‘hastalıktan’ yana koyarken (mîde kanseri, akciğer iltihabı gibi), ‘tamamlayıcı tıp’ ağırlığını ‘hastaya’ vermektedir. Onlar için “Bir-birinin aynısı iki yaprak olmadığı gibi, hastalıkları ve tedâvisi tıpatıp aynı olan iki insan da bulmak mümkün değildir”. Metotları farklı olsa da, ‘bilimsel tıp’ da ‘tamamlayıcı tıp’ da hastalık belirtilerini, ortadan kaldırma yerine, sağlığa kavuşturma üzerinde durmaktadır. Tamamlayıcı tıbba karşı çıkan ‘bilimsel tıbbın’ muhâfazakâr savunucularının “Kim iyileştiriyorsa o haklıdır” sözü iki tarafı da bağlar” der.

 

Modern tıp’ın ana-sloganı şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü, 20-25 yıldır hasta-hâne hasta-hâne koşturan, gitmediği hasta-hâne, doktor; yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan, kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın; hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri bile söyleyebiliyor. Aslında hasta-hânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir fayda bulmadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka yol gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif” deniyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca geleneksel tıp vardı ve modern denen tıp ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü var. Yâni alternatif olan geleneksel tıb değil, modern tıptır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..

 

Aslında tedâvi anlamında gelişen bir şey yok. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hasta-hâne ortamları, daha teknolojik ve incelikleri görüntüleyebilen tıp cihazları. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar aslında bir sömürü aracıdır. Hasta-hânelerde yapılan şey, sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Zorla hastalık aranıp bulunur ve ona bir isim takılır modern tıpta. Oysa hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle bırak! Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur doktorların ve tıp araştırmacılarının.

 

Doktorların bilimsel ve ahlâksal anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla gidiyor. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi. Artık muâyene de yok. Doktorların %95i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve mêmurluk olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor. Çok az bir kısım ilkeli insanlar bunlardan farklı. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan ya da çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet hasta-hâneler ve sağlık ocaklarında işin bürokratik işlemlerini yapıyorlar, kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî üst-düzey mêmurluk yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun yanına takılmak ya da eczâcı kalfası olmak yeterli. Carl Jung:

 

“Doktor kendisi de etkilendiğinde etkili olur” der.

 

Modern zihniyete sâhip doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar.

 

Bir de şöyle bir durum var modern tıp sektöründe: Yan-etkileri faydasından daha etkili olan milyarlarca liralık ilaçları sâdece bir raporla bedâvaya alabilen hastalar, kendisine pratik hayatta çok faydası dokunan ortopedik cihazları “perişân” olmadan alamıyorlar. Meselâ bir ortopedik tabanlık almanın öyküsü şu şekildedir: Tabanlık şu şekilde alınır. Bir ortopedi yada fizik-tedâvi doktoruna gidip tabanlığa ihtiyâcınız olduğunuzu söylersiniz. Doktor bakar. Gerçekten de ihtiyaç varsa tabanlığı yazar. Hem rapor, hem de reçete gerekir bunun için. Sonra bir ortopedik malzeme satan dükkana gidip ölçünüzü aldırırsınız ve bir gün sonra tabanlığınız yapılır ve ayakkabınızın içine koyarsınız. %75 iyi de gelir. Bu tabanlığın parasını o anda cebinizden dükkana ödersiniz ve çıkıp gidersiniz. Dükkanla işiniz bu kadar kolay. Sonra tekrar doktora gidip faturayı onaylattıktan sonra elinizdeki yaklaşık 15-20 parça kağıda hastanede 15-20 adet kaşe/imzâ/mühür vurdurursunuz. Sonra “dosya”yı teslim etmek üzere bu tür dosyaların teslim edildiği SGK kurumuna götürürsünüz. Onlar dosyada 6-7 tâne eksik bulup sizi tekrar; İl Sağlık Müdürlüğüne, ortopedi dükkanına, hasta-hâneye ve doktora gönderirler ve işlemleri yapıp tekrar o kuruma dönersiniz. Tabi bu-arada 7-8 tâne de fotokopi çektirmişsinizdir. En sonunda mırın-kırın ederek dosyayı kabûl ederler. Okuma-yazma bilmeyen garip-gariban insanlar ise oraya bir-kaç defâ daha gitmek mecbûriyetindedirler. (Ben sıra beklerken 10 kişiden 7’sini eksik var gerekçesiyle geri göndermişlerdi). Neyse artık paranızı yaklaşık 1 ay sonra bankaya göndereceklerini beklerken, İl Sağlık Müdürlüğünden dosyanız bir mektup ile birlikte adresinize gönderilir. Yazıda, yaklaşık 20 sayfadan birinde kimlik no’su yazılmamıştır. 2 tâne kimlik fotokopisi ek’te ilişik olmasına rağmen. Tabi bu işlerden iyice yorulmuş, yılmış ve sinirlenmiş olduğunuz için, bir de zâten tabanlığın parasını vermiş olduğunuz için gelen kâğıtların tamâmını yırtıp atarsınız. Yâni geri ödeme almaktan vaz-geçmişsinizdir. Tabi 100 liralık tabanlık; git-gel, fotokopi, yol parası vs. derken 150 TL olmuştur.

 

Başta ilaçlar olmak üzere tüm tıp masrafları aslında küresel bir çarkın etrâfında döner. Yâni aldığınız bir aspirin bile o çarkın etrafında döner-dolaşır ve halkın tepesine biner. Devlet zarar etmez aslında bu masraftan. Zâten baksanıza; SGK şu-anda zarardan kurtulmuş ve hatta kâra geçmeye başlamış. Sosyâl devletlerde bu tür kurumların her zaman zararda olması gerekir. Bu kurumlar kapitâlist devletlerde kâr yapar. Aldığımız ilaçlar ki neredeyse tamâmı yurt-dışı ilaçlardır, küresel ilaç-çarklarından geçe-geçe bir pazar olur ve bu pazardan bu çarka dâhil olan şirketler/şahıslar ve devletler büyük miktarda para kazanır. Devlet bu masrafları göstererek primlere gereğinden fazla zam yapar. Ne kadar masraf varsa, masraftan daha fazla prim-zammı yapar. İlaç ve tıp-malzemelerinin satıcısından/alıcısından vergi alır. Ayrıca halk, faydalandığı her hizmet için primden ayrı bir de katkı payları, muâyene paraları öder. Mesele “can/sağlık meselesi” olduğu için halk zammı meşrû görür ve sesini çıkarmaz. Yâni; “devlet bu kadar sağlık giderini nasıl karşılıyor” merâkı gereksiz bir kaygılanmadır. Devlet verdiği hizmetten kâr eder aslında. Tabi buna hizmet denmez artık. “Hizmet’te kâr olmaz” çünkü. Yâni aldığınız ilaç eğer o “çark”a girmişse halktan başka kimse zarar etmez. Üretenler; satanlar, alanlar hep kazanır. İlacı kullananlar ve prim yatıranlar zarar eder bir tek.

 

Hiç-bir şey %100 kötü ve % 100 iyi olmayacağı için, modern tıbbın bir-kaç olumlu iyi yanları vardır. Bunlardan biri âcil vak’alardır ki; “hayâta döndürme”, kalp masajı, sûni teneffüs ve kanama, dikiş, kırık-çıkık, yara-bere, diş çekimi gibi âcil müdâhale edilmesi gereken konulardır. Bir de âcil ameliyatlar var tabi. İnsanlar olası bu durumlarda yararlar bulabiliyorlar modern tıptan. Modern tıp sâdece bu alanda faydalıdır. Diğer tüm alanlarda ise başarısızdır. En iyi durumda hastalık iyileşmese de ilerlemez. Zâten modern tıp târihinde kronik bir hastalığın tamâmen iyileştiğinin bir örneği yoktur. Zâten onlar da iyileştirmeyi değil, hastalığın olması ile berâber, hayat konforunu en az etkileyecek şekilde sürdürmektir.

 

İşte bu nedenle İslâm’i şifâda tüm dikkatler ilk önce koruma hekimliğine verilmiş, daha sonra da buna rağmen hastalık oluşmuşsa tedâvi (şifâ) unsuruna yönelinmiştir târih boyunca. Hastalık daha başlamadan yada ilerlemeden önlem almanın çâresi üzerine yoğunlaşılmıştır. Zâten İslâm’da sağlık kurumlarına hasta-hâne değil, şifâ-hâne, sağlık ocağı gibi isimler verilmiştir. “Adı şifâ-hâne olsun ki burada şifâ bulsun” düşüncesi ile bu ad verilmiştir. Bilindiği gibi pasta-hâneye pasta almak için gidildiği gibi, hasta-hâneye ye de “hastalık almaya” gidilir ki modern tıp-târihi bunun kanıtlarıyla doludur. Yine İslâm’i doğal anlayışta gerçekten gerekmedikçe ya da âcil bir durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz. Hele bir organın “küçük bir sorun var” diye ameliyatla alınması görülmemiş bir şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.

 

Kemâl Sayar, “ölüm” bağlamında modern tıptan şu şekilde bahseder:

 

“Ölüm hasta-hânelerde gözden uzaklaştırılıyor ve tıbbîleştiriliyor. Tıp-bilimindeki ilerlemeler bize her-şeyin önünde-sonunda tâmir edilebileceğini, kimsenin hasta kalmasına izin verilmeyeceğini îmâ ediyor. Hastalık bir zayıflık, ölüm ise nihâi bir başarısızlık olarak telâkki ediliyor. Aşırı tıbbîleştirme, ölümlülüğü sarmalaması gereken tefekkürü gönülden ırak tutuyor ve onun yerine içimizi utanç ve felâket hissiyle dolduruyor. Böylece kendi hayatlarımızı kontrôl edemediğimiz hissiyle temâs ediyoruz.

 

Tıp, günümüzde hayâtı uzatmaya çalışmıyor, ölümü uzatıyor. Hastanın insan ve kişi olarak saygınlığı hanidir tıp mesleğinin ilgi alanında değil, o yüzden hayâtın mevsimleri olduğunu ve yaşlılığın tedâvi edilmesi gereken bir sorun olarak telâkki edilemeyeceğini kabûllenemiyoruz. Ölüm kişisel bir bozgun değil. Hayâtın da çevrimleri var ve insan için önemli olan ecel-vakti gelip çatana dek anlamlı bir hayâtın izini sürmek. Modern tıp hastalığa ardındaki toplumsal anlamı da hesâba katarak bakmak yerine, bir organın düzeltilmesi gereken işlev-bozukluğu olarak bakıyor. Tıp-bilimi insanın ölümlülüğünü kabûllenmekte ayak direttiği oranda, ‘bir can-çekişme olarak” hayat uzuyor. Modern toplumda insanın ölüm üzerine düşünerek, âile fertleri tarafından sevgiyle kuşatılmış olarak kendi yatağında ölmesi âdetâ haram edildi”.

 

Geleneksel tıbta “sağlığı korumak” amaç iken, modern tıpta “hastalığı korumak” amaçtır.

 

Alexis Carrel:

 

“Vücut “bütünü” ile hasta olur. Hiç-bir hastalık tamâmen bir tek organa münhasır kalmaz. Hekimleri her hastalıktan bir ihtisas işi çıkarmaya sevk eden şey, canlı varlık hakkındaki eski anatomi anlayışıdır. Doğal ve sûnî olmak üzere iki türlü sağlık vardır. Biz doğal sağlığı, dokuların ateşli ve dejenere edici hastalıklara karşı dayanıklılığından, sinir-sisteminin dengesinden gelen sağlığı arzu ederiz. Beslenme rejimlerine, aşılara, serumlara, enzim içeren ürünlere, vitaminlere, periyodik tıbbî muâyenelere, hekimlerin, hasta-hânelerin ve hasta-bakıcıların pahalı korumasına dayanan sûnî sağlığı istemeyiz.

 

Modern hekimlik, sûnî sağlığın, bir-çeşit güdümlü fizyolojinin meydana getirilmesine yöneliyor. Onun ideali, saf kimyâsal maddelerin yardımı ile dokuların ve organların fonksiyonlarına müdâhale etmek, yetersiz fonksiyonları harekete geçirmek veyâ yerlerine başkalarını koymak, enfeksiyonlara karşı direnme gücünü artırmak, hastalık yapıcı unsurlara karşı organların ve iç sıvıların tepkisini hızlandırmak vs.’dir.

 

Biz insan vücûdunu, hâlâ, kötü îmâl edilmiş, parçaları sürekli takviye ve tâmir edilmesi gereken bir makine gibi algılıyoruz. Sağlık, hastalıksız olmaktan daha fazla bir şeydir. Sağlık, vücûdun her kısmının yapısal ve kimyâsal yapısına ve bütünün bâzı özelliklerine tâbidir. Her organın çalışmasına müdâhale edecek yerde bu bütünün tamâmiyetini korumasına yardım etmeliyiz.

 

Yalnız kasları değil de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı veren cihazları da kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha değişik egzersizler gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor. Kasları, damarları, kâlbi, ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün organizmayı oluşturan sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir. Engebeli arazide yarış, dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma, aynı-zamanda hava değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların, iskeletin, organların ve şuurun âhengini temin ederler.

 

Modern sağlık ömrü bir hayli uzatmışsa da hastalıkları yok etmekten uzaktır. Sâdece onların mâhiyetlerini değiştiriyor” der.

 

Modern tıp süreci şu şekilde işler: Bir hastalık varsa, ya da hastalık olmasa bile modern cihazlarla aranıp bulunan hastalığa ilk önce bir ilaç verilir. O ilaç hastalığı geçirmez tabi. Dediğimiz gibi o ilaçlar şifâ için değil, “sürekli kullanım için” üretilmiştir. Bir-süre sonra vücut hastalığa direnç göstereceği için ikinci bir ilaç eklenir, sonra üçüncü ve dördüncü bir ilaç. Bir-zaman sonra bu grup ilaçlar artık işe yaramadığı için bir üst gruptaki “kuvvetli ilaçlar” devreye girer. Bir ilaç, iki, üç, dört, beş ve daha fazla ilaç. Bir-süre bu ilaçlarla idâre edilir ama hastalık hâlen ilk günkü gibi hattâ çoğunlukla daha da kötüleşmiş olarak durur. Bu-arada ilaçların yan-etkisi olarak mîde-barsak, karaciğer, kâlp-damar, göz, cilt vs. hastalık sâhibi de olunmuştur ve yan-etkilerden doğan bu hastalıklar için de o branşın doktorlarına gidilir, tahlil-tetkik yaptırılır ve o hastalıklar için de ayrıca ilaçlar kullanılır. Ana-hastalık bir-zaman sonra tekrar alevlendiğinde artık iş ilaçlarla onarılacak bir durumda olmadığından, ameliyata başlanır. İlk-önce birinci, sonra ikinci, üçüncü ameliyatlar. Artık tam bir klinik vak’asınızdır. Bu-arada modern tıpla ilgili de epey bilgi edinmişsiniz ve hattâ konu-komşu-akraba size gelip ne yapması gerektiğini sormaya başlar. Vel hasıl kelâm; modern tıp, insanı öldürmeden-ölmeden rahat bırakmaz. Kendine bağlamıştır çünkü. Bu durumu fark eden hastalar için de artık çok geçtir.

 

Hâlbuki doğal ve normâl bir tedâvi şekli olan geleneksel tıbda, insanlar bu kadar hastalıklar ile boğuşmuyorlardı. Belki ölüyorlar ama sürünmüyorlardı. Geleneksel tıb ile insanlar binlerce yıl tedâvi görmüşler, hastalıklarından tamâmen kurtulmuşlardı. İnsan doğumlarının çoğu, insanların kendi evlerinde ebeler tarafından yaptırılmıştır. Bu gâyet normâl bir olaydır çünkü. Hâmilelik bir hastalık değildir zîrâ. Şimdilerde bakmayın hasta-hâneye giden herkesin otomatikman hasta îlan ve kabûl edildiğinde. Üç aylık hâmile kadın, kontrol için doğum doktoruna gidiyor ve doktor onu “hasta” olarak kabûl ediyor ve meselâ o anda içeriye giren birine “hastam var” diyor. İnsanlar hasta kabûl ediliyor. Zâten sürekli olarak belli aralıklarla sağlam olan insanların bile hasta-hâneye gitmesi gerektiği tavsiye ediliyor ve hattâ şart koşuluyor. Neden meselâ “hacamat” denilen özel bölgelerden kan aldırmayı hiç tartışmıyor, araştırmıyor ve uygulamıyor modern tıp denen melânet?.

 

“Peki sen kimsin? Nerden biliyorsun bunları” mı diyorsunuz? Söyleyeyim.. Bu satırların yazarı; 23 yıllık Romatoid Artrit-Ankilozan Spondilit hastası olan, yan-etkilerden dolayı da mîde-barsak, cilt, göz, kâlp-damar, tansiyon, karaciğer, vs. hastalıklara müptelâ; yaklaşık 110 değişik doktorla muhâtap olmuş; 350-400 kez tahlil-tetkik yaptırmış, bir o kadar da 25-30 farklı hasta-hâneye gitmiş; 150-200 gün hasta-hânede yatmış; 2 kez ameliyat olmuş ve hastalık hayâtı boyunca 95-100.000 adet ilaç kullanmış ve hâlen kullanan biridir. Şu-anda doktorlardan çok kendi düşüncesi ve anlayışı ile hareket etmektedir ve inanın ki bu şekilde daha iyi bir durumdadır. Fakat bu anlayışa varmak için ya bunca yıl modern tıp’ın çilesini çekmek gerekiyor ya da birilerinin vicdâna gelerek ya da birileri zorla vicdâna getirilerek bu sistemim baştan-ayağa değiştirilmesi gerekiyor. Çok da zor değil.

 

Geleneksel tıbbın yanında bir de “mânevi ve bambaşka bir alternatif tıb yaklaşımı” sunan âyet ve hadislerle yazımızı noktalayalım..

 

Kur’ân:

 

“Yiyiniz, içiniz, aşırı gitmeyiniz” (A’raf 31).

“Hastalandığımda şifâyı Allah verir” (Şuârâ 80).

“Balda insanlar için şifâ vardır” (Nâhl 69).

“Zinâya sakın yanaşmayınız. Bu çirkindir ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).

“Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar, onlara yaklaşmayın” (Bakara 222).

“Leş, Kan,Domuz eti, Allah’tan başkası anılarak kesilenler size haram kılındı” (Mâide 3).

“Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler” (Bakara 233).

 

Hadis:

 

“Size şifâ olarak iki şey yeter. Bal ve Kur’ân” (Hadis).

“Göz değmesi haktır (gerçektir). Her-hangi bir şeyin kaderini değiştirecek olsaydı, bu göz değmesi olurdu” (Hadis).

“Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç” (Hadis-Buhâri).

“Haram ve pis şeylerde şifâ yoktur” (Hadis).

“Ateşli hastalıklar cehennemin kaynamasındandır. Onu su ile serinletiniz” (Hadis).

“Öfkenin zarârı ve öfkeyi önleme metodu: Sizden birisi ayakta iken öfkelenirse otursun, yine öfkesi geçmiyorsa yatsın, öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateşi su söndürür, öfkelenirseniz abdest veya duş alınız” (Hadis-Müsnedi-Ahmed).

“Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz” (Hadis).

“Şu beş şey Peygamberin sünnetindendir; 1-Sünnet olmak, 2-Kasık tıraşı olmak, 3-Tırnakları kesmek, 4-Koltuk altını tıraş etmek, 5-Bıyığı kısaltmak” (Hadis-Müslim).

“Bir hastanın yanına girince onu teselli ediniz, morâl veriniz” (Hadis-İbni- Mace).

“Hastalarınıza, yiyecek ve içecekleri zorla vermeyin. Çünkü Allah Tealâ onları yedirir ve içirir” (Hadis-Tirmizi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

 

 

Devamını Oku »