19 Ocak 2016 Salı

Modern Tıp


“Modern tıp, ona sorgusuz-suâlsiz tapanlar olmasaydı aslâ hayatta kalamazdı, çünkü modern tıp ne bir sanat, ne de bir bilim-dalıdır; bu açık ve net olarak inanç-temelli bir din’dir. Eğer yeterince “neden?” diye sormazsanız er yada geç kendinizi bu inanç bataklığında bulacaksınız”. Dr. Robert. S. Mendelsohn. 

 

Geçmişi 1800’lü yıllara dayansa da gerçek anlamda modern tıp 1950’li yıllarda, 2. dünyâ-savaşından sonra uygulanmaya başlanmıştır. Zâten kimyâsal ilaçlar da o târihlerde geleneksel ilaçların yerini almıştır. İlaçlar artık tamâmen kimyâsaldır. Bir bitki ekstresinden ilaç neredeyse yapılmıyor artık. İlaçlar “fabrikasyon ilaç”lardır. Tablet hâline getirilmiş şekilleriyle görece daha pratik bir kullanıma sâhip olan bu kimyâsal ilaçlar, aynı-zamanda daha hızlı etki ediyor. Fakat bu ilaçlar doğallıktan uzak olduğu için %100 doğal olan geleneksel ilaçlar gibi zararsız değildirler. Bu ilaçlar aslında bir yönden iyileştirirken, diğer taraftan da hastalığı hem derinleştiriyor hem de hastalığın devâm etmesine neden oluyor. Zâten modern tıp ve modern ilaçlar, yine 2. dünyâ-savaşından sonra ortaya atılan Yeni Dünyâ Düzeni, Küreselleşme ve iyice yerleştirilen kapitâlizmin projelerinden biridir. Bu projede hastalıkların hiç-bir zaman tam anlamıyla tedâvi edilmesi düşünülmemiştir. Hastaların hastalıklarını tamâmen iyileştirmeyi (şifâ) düşünmeyenler, sâdece, “hastalığın sıkıntı yapmayacak ve kişiyi ayakta tutabilecek oranda etki edecek şekilde tedâvi etme” olarak düşünülmüş ve uygulanmıştır. Çünkü hastalık tamâmen iyileşirse o kişi hasta-hâneye gitmeyecek ve ilaç kullanmayacak, böylece küresel güçlerin küresel güç olmasında büyük pay-sâhibi olan tıp ve ilaç piyasası çökecektir. Bu nedenle bu piyasa bir şekilde canlı tutulmalı ve hattâ katlanarak büyümelidir. 

 

Penisilinin ve antibiyotiğin icâdı ile enfeksiyon hastalıkların tedâvisindeki başarı, modern tıp ve modern ilaçların aşırı rağbet görmesine sebep olmuş, reklâmının ve “pohpohlanma”sının iyi yapılması ile de binlerce yıllık geleneksel tıb, “koca-karı tıbbı” olarak îlan edilmiştir. Artık insanlık-târihi kadar kadim olan geleneksel tıb kötü gösterilmiş, modern denen tıp ise insanların gözünde âdetâ aşırı yüceltilerek tabulaştırılmıştır. Geleneksel tıpta tedâvi ve ilacın etkisi daha yavaş bir süreçte işler fakat vücûdumuz da doğanın bir parçası olduğu ve geleneksel tıbbın ilaçları doğadan îmâl edildiği için vücûdumuzla barışıktır ve bir yan-etkisi nerdeyse hiç olmaz. Üstelik görece uzun kullanımından sonra hastalık tam anlamıyla tedâvi edilebilir ve “şifâ” bulunur ki şifâ, tıbbın (tıp’ın değil) amacı ve hedefidir. Zâten geleneksel tıbda insanlar modern zihniyetle düşünmediklerinden, tedâviye ve hastalığın yok olmasına odaklanırlar ve tüm gayretlerini bu yolda sürdürürler. Hastalığı tamâmen bitirmeyi düşünen hekim-tabib için hastalık üzerinde sonsuz-sınırsız paralar kazanma düşüncesi yoktur. Zâten başarılı olmasının bir nedeni de bu tür düşüncelerin olmaması sebebiyle, mânevi bereketin de yok olmaması nedeniyle Allah’ın yardımı daha etkili olacaktır. Çünkü bir işin ne niyetle yapıldığı o işin nasıl sonuçlanacağını da etkiler. Modern tıpta ise hastalığın yok olması değil, hastalığın etkisinin-sıkıntısının azaltılarak yok olmaması sağlanır ki, hastalık sürsün ve hattâ katlanarak artsın ve hem muâyene ve hasta-hâne masrafları artsın ve devâm etsin, hem de insanlar modern ilaçların bağımlısı hâline gelsin. Tağutlar tarafından kapitâlist zihniyetle düşünülüp uygulamaya sokulan modern tıp, bir nevî para-makinesi ve mekanizması hâline getirilir böylece. Niyet de, Allah’ın nefret ettiği “sömürü” olunca, bu tıptan bir hayır beklemek çok mümkün değildir ve modern tıp’ın günümüzde ne felâket durumlara geldiğinin örneği günümüzde açıkça gözükmektedir. Hayâtın hızlandırıldığı bir Dünyâ’da modern tıp insanlar tarafından benimsenmiş ve ona inanılarak teslim olunmuştur. Böylece modern tıp bir tekel kurmuştur ve onu sımsıkı elinde tutmaktadır.

 

Yavuz Şâhin:

 

“Yeni Çağ ve sonrasında ‘modern’ olarak adlandırılan bilimlerin yeniden sistematize edilmesi ve daha çok deneye ve lâboratuvara dayalı hâle getirilmesi, eski tecrübeleri yok sayma meylini doğurmuştur.

 

Batı'da modern tıbbın gelişmesi, kilise kontrolünden çıkmasından sonra olmuştur. Ortaya çıkan inanç-boşluğu karşısında, modern tıp kısa-zamanda batılı insanın yeni kutsallarından biri hâline gelmiştir. Bu duruma bilimin tabulaştırılması da eklenince, modern tıbbın fert üzerindeki hâkimiyeti ortaya çıkmıştır. Psikoterapi seansları günah çıkartmanın yerini almış; ama bir paradoks olarak tıp tamâmen insan bedenine yönelmiştir. Tıp, bu yeni akademik görüntüsüyle her yaptığı ‘doğru’ kabûl edilmesi gereken bir fenomen hâline gelmiştir. Batı'da ilk dönem modern tıp uygulamalarının sorgulanamaz, tartışılamaz, bir-birine bağlı ve pahalı olması karşısında, insanlar daha anlaşılır ve tabiî buldukları, bütçelerine nispeten uygun, karar aşamasında kendilerinin de yer aldığı çözüm arayışlarına yönelmişlerdir.

 

Hastalar, üretim bandı üzerine dizili, uygun görülen şablona göre hızla teşhis ve tedâvi edilen varlıklar olarak görülebilmektedir. Hekim sâdece yaygın görüşün sıradan bir uygulayıcısı olmamalı, aynı-zamanda uygulamalarını eleştirel gözle değerlendirebilmelidir. Çünkü, bu-gün kesin doğru bildiklerimizin yanlış olduğu yarın ortaya çıkabilir. Artık, günümüzde insan bedenine hasta-hânelerde verilen zararları tanımlamak üzere geliştirilmiş bir kavram olan ‘Hospitalismus’tan bahsedilmektedir. Hasta-hâne enfeksiyonları da enfeksiyon hastalıkları içinde önemli bir yer tutmaktadır. Sâdece Almanya'da bir yıl içinde bir milyondan fazla hastanın hasta-hâne enfeksiyonuna yakalandığı, bunlardan 30-40 bininin ölümcül nitelikte olduğu açıklanmıştır. Yine Almanya'da yılda 30.000 hastanın hekim eliyle verilen ilâçlardan zehirlendiği belirlenmiştir. Sâdece ABD'de anti-romatizmâl ilâçların yan-tesirlerinden 3.000'e yakın kişinin öldüğü, 20.000 kişinin hasta-hânelerde yatarak tedâvi görmek zorunda kaldığı bildirilmiştir.

 

İnsanın bedeni üzerindeki haklarını dikkate almadan gerçekleştirilen uygulamalar, soğuk yüzlü muâyene ve ameliyat odaları, robotlaşmış sevgisiz mühendis hekim tipi, tıbbın büyük başarılarının yanında, ‘okul tıbbının krizi'ni doğurmuştur. Türkiye'de yapılan bir araştırmada hastaların yarısı; hasta fazlalığı sebebiyle hekimlerin zaman ayıramaması, açıklama yapmaması, dinlememesi, sıcak davranmaması gibi sebeplerle hekimlerden memnuniyetsizliğini ifâde etmiştir.

 

İşte bu-zeminde, gelişmiş ülkelerde insanların giderek artan biçimde tabiî tedâvilere yöneldikleri görülmektedir. İnsanın tabiatın içinde yaratılmış bir parça olduğunu, sağlığın ancak onunla dengeye gelerek kazanılabileceğini ileri süren, beden ve ruh arasındaki ‘bütünlük’e dikkati çeken tedâvi akımları yaygınlaşmaktadır. ‘Bilimsel tıp’ teşhis ve tedâvi için ağırlığını ‘hastalıktan’ yana koyarken (mîde kanseri, akciğer iltihabı gibi), ‘tamamlayıcı tıp’ ağırlığını ‘hastaya’ vermektedir. Onlar için “Bir-birinin aynısı iki yaprak olmadığı gibi, hastalıkları ve tedâvisi tıpatıp aynı olan iki insan da bulmak mümkün değildir”. Metotları farklı olsa da, ‘bilimsel tıp’ da ‘tamamlayıcı tıp’ da hastalık belirtilerini, ortadan kaldırma yerine, sağlığa kavuşturma üzerinde durmaktadır. Tamamlayıcı tıbba karşı çıkan ‘bilimsel tıbbın’ muhâfazakâr savunucularının “Kim iyileştiriyorsa o haklıdır” sözü iki tarafı da bağlar” der.

 

Modern tıp’ın ana-sloganı şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü, 20-25 yıldır hasta-hâne hasta-hâne koşturan, gitmediği hasta-hâne, doktor; yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan, kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın; hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri bile söyleyebiliyor. Aslında hasta-hânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir fayda bulmadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka yol gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif” deniyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca geleneksel tıp vardı ve modern denen tıp ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü var. Yâni alternatif olan geleneksel tıb değil, modern tıptır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..

 

Aslında tedâvi anlamında gelişen bir şey yok. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hasta-hâne ortamları, daha teknolojik ve incelikleri görüntüleyebilen tıp cihazları. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar aslında bir sömürü aracıdır. Hasta-hânelerde yapılan şey, sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Zorla hastalık aranıp bulunur ve ona bir isim takılır modern tıpta. Oysa hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle bırak! Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur doktorların ve tıp araştırmacılarının.

 

Doktorların bilimsel ve ahlâksal anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla gidiyor. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi. Artık muâyene de yok. Doktorların %95i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve mêmurluk olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor. Çok az bir kısım ilkeli insanlar bunlardan farklı. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan ya da çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet hasta-hâneler ve sağlık ocaklarında işin bürokratik işlemlerini yapıyorlar, kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî üst-düzey mêmurluk yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun yanına takılmak ya da eczâcı kalfası olmak yeterli. Carl Jung:

 

“Doktor kendisi de etkilendiğinde etkili olur” der.

 

Modern zihniyete sâhip doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar.

 

Bir de şöyle bir durum var modern tıp sektöründe: Yan-etkileri faydasından daha etkili olan milyarlarca liralık ilaçları sâdece bir raporla bedâvaya alabilen hastalar, kendisine pratik hayatta çok faydası dokunan ortopedik cihazları “perişân” olmadan alamıyorlar. Meselâ bir ortopedik tabanlık almanın öyküsü şu şekildedir: Tabanlık şu şekilde alınır. Bir ortopedi yada fizik-tedâvi doktoruna gidip tabanlığa ihtiyâcınız olduğunuzu söylersiniz. Doktor bakar. Gerçekten de ihtiyaç varsa tabanlığı yazar. Hem rapor, hem de reçete gerekir bunun için. Sonra bir ortopedik malzeme satan dükkana gidip ölçünüzü aldırırsınız ve bir gün sonra tabanlığınız yapılır ve ayakkabınızın içine koyarsınız. %75 iyi de gelir. Bu tabanlığın parasını o anda cebinizden dükkana ödersiniz ve çıkıp gidersiniz. Dükkanla işiniz bu kadar kolay. Sonra tekrar doktora gidip faturayı onaylattıktan sonra elinizdeki yaklaşık 15-20 parça kağıda hastanede 15-20 adet kaşe/imzâ/mühür vurdurursunuz. Sonra “dosya”yı teslim etmek üzere bu tür dosyaların teslim edildiği SGK kurumuna götürürsünüz. Onlar dosyada 6-7 tâne eksik bulup sizi tekrar; İl Sağlık Müdürlüğüne, ortopedi dükkanına, hasta-hâneye ve doktora gönderirler ve işlemleri yapıp tekrar o kuruma dönersiniz. Tabi bu-arada 7-8 tâne de fotokopi çektirmişsinizdir. En sonunda mırın-kırın ederek dosyayı kabûl ederler. Okuma-yazma bilmeyen garip-gariban insanlar ise oraya bir-kaç defâ daha gitmek mecbûriyetindedirler. (Ben sıra beklerken 10 kişiden 7’sini eksik var gerekçesiyle geri göndermişlerdi). Neyse artık paranızı yaklaşık 1 ay sonra bankaya göndereceklerini beklerken, İl Sağlık Müdürlüğünden dosyanız bir mektup ile birlikte adresinize gönderilir. Yazıda, yaklaşık 20 sayfadan birinde kimlik no’su yazılmamıştır. 2 tâne kimlik fotokopisi ek’te ilişik olmasına rağmen. Tabi bu işlerden iyice yorulmuş, yılmış ve sinirlenmiş olduğunuz için, bir de zâten tabanlığın parasını vermiş olduğunuz için gelen kâğıtların tamâmını yırtıp atarsınız. Yâni geri ödeme almaktan vaz-geçmişsinizdir. Tabi 100 liralık tabanlık; git-gel, fotokopi, yol parası vs. derken 150 TL olmuştur.

 

Başta ilaçlar olmak üzere tüm tıp masrafları aslında küresel bir çarkın etrâfında döner. Yâni aldığınız bir aspirin bile o çarkın etrafında döner-dolaşır ve halkın tepesine biner. Devlet zarar etmez aslında bu masraftan. Zâten baksanıza; SGK şu-anda zarardan kurtulmuş ve hatta kâra geçmeye başlamış. Sosyâl devletlerde bu tür kurumların her zaman zararda olması gerekir. Bu kurumlar kapitâlist devletlerde kâr yapar. Aldığımız ilaçlar ki neredeyse tamâmı yurt-dışı ilaçlardır, küresel ilaç-çarklarından geçe-geçe bir pazar olur ve bu pazardan bu çarka dâhil olan şirketler/şahıslar ve devletler büyük miktarda para kazanır. Devlet bu masrafları göstererek primlere gereğinden fazla zam yapar. Ne kadar masraf varsa, masraftan daha fazla prim-zammı yapar. İlaç ve tıp-malzemelerinin satıcısından/alıcısından vergi alır. Ayrıca halk, faydalandığı her hizmet için primden ayrı bir de katkı payları, muâyene paraları öder. Mesele “can/sağlık meselesi” olduğu için halk zammı meşrû görür ve sesini çıkarmaz. Yâni; “devlet bu kadar sağlık giderini nasıl karşılıyor” merâkı gereksiz bir kaygılanmadır. Devlet verdiği hizmetten kâr eder aslında. Tabi buna hizmet denmez artık. “Hizmet’te kâr olmaz” çünkü. Yâni aldığınız ilaç eğer o “çark”a girmişse halktan başka kimse zarar etmez. Üretenler; satanlar, alanlar hep kazanır. İlacı kullananlar ve prim yatıranlar zarar eder bir tek.

 

Hiç-bir şey %100 kötü ve % 100 iyi olmayacağı için, modern tıbbın bir-kaç olumlu iyi yanları vardır. Bunlardan biri âcil vak’alardır ki; “hayâta döndürme”, kalp masajı, sûni teneffüs ve kanama, dikiş, kırık-çıkık, yara-bere, diş çekimi gibi âcil müdâhale edilmesi gereken konulardır. Bir de âcil ameliyatlar var tabi. İnsanlar olası bu durumlarda yararlar bulabiliyorlar modern tıptan. Modern tıp sâdece bu alanda faydalıdır. Diğer tüm alanlarda ise başarısızdır. En iyi durumda hastalık iyileşmese de ilerlemez. Zâten modern tıp târihinde kronik bir hastalığın tamâmen iyileştiğinin bir örneği yoktur. Zâten onlar da iyileştirmeyi değil, hastalığın olması ile berâber, hayat konforunu en az etkileyecek şekilde sürdürmektir.

 

İşte bu nedenle İslâm’i şifâda tüm dikkatler ilk önce koruma hekimliğine verilmiş, daha sonra da buna rağmen hastalık oluşmuşsa tedâvi (şifâ) unsuruna yönelinmiştir târih boyunca. Hastalık daha başlamadan yada ilerlemeden önlem almanın çâresi üzerine yoğunlaşılmıştır. Zâten İslâm’da sağlık kurumlarına hasta-hâne değil, şifâ-hâne, sağlık ocağı gibi isimler verilmiştir. “Adı şifâ-hâne olsun ki burada şifâ bulsun” düşüncesi ile bu ad verilmiştir. Bilindiği gibi pasta-hâneye pasta almak için gidildiği gibi, hasta-hâneye ye de “hastalık almaya” gidilir ki modern tıp-târihi bunun kanıtlarıyla doludur. Yine İslâm’i doğal anlayışta gerçekten gerekmedikçe ya da âcil bir durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz. Hele bir organın “küçük bir sorun var” diye ameliyatla alınması görülmemiş bir şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.

 

Kemâl Sayar, “ölüm” bağlamında modern tıptan şu şekilde bahseder:

 

“Ölüm hasta-hânelerde gözden uzaklaştırılıyor ve tıbbîleştiriliyor. Tıp-bilimindeki ilerlemeler bize her-şeyin önünde-sonunda tâmir edilebileceğini, kimsenin hasta kalmasına izin verilmeyeceğini îmâ ediyor. Hastalık bir zayıflık, ölüm ise nihâi bir başarısızlık olarak telâkki ediliyor. Aşırı tıbbîleştirme, ölümlülüğü sarmalaması gereken tefekkürü gönülden ırak tutuyor ve onun yerine içimizi utanç ve felâket hissiyle dolduruyor. Böylece kendi hayatlarımızı kontrôl edemediğimiz hissiyle temâs ediyoruz.

 

Tıp, günümüzde hayâtı uzatmaya çalışmıyor, ölümü uzatıyor. Hastanın insan ve kişi olarak saygınlığı hanidir tıp mesleğinin ilgi alanında değil, o yüzden hayâtın mevsimleri olduğunu ve yaşlılığın tedâvi edilmesi gereken bir sorun olarak telâkki edilemeyeceğini kabûllenemiyoruz. Ölüm kişisel bir bozgun değil. Hayâtın da çevrimleri var ve insan için önemli olan ecel-vakti gelip çatana dek anlamlı bir hayâtın izini sürmek. Modern tıp hastalığa ardındaki toplumsal anlamı da hesâba katarak bakmak yerine, bir organın düzeltilmesi gereken işlev-bozukluğu olarak bakıyor. Tıp-bilimi insanın ölümlülüğünü kabûllenmekte ayak direttiği oranda, ‘bir can-çekişme olarak” hayat uzuyor. Modern toplumda insanın ölüm üzerine düşünerek, âile fertleri tarafından sevgiyle kuşatılmış olarak kendi yatağında ölmesi âdetâ haram edildi”.

 

Geleneksel tıbta “sağlığı korumak” amaç iken, modern tıpta “hastalığı korumak” amaçtır.

 

Alexis Carrel:

 

“Vücut “bütünü” ile hasta olur. Hiç-bir hastalık tamâmen bir tek organa münhasır kalmaz. Hekimleri her hastalıktan bir ihtisas işi çıkarmaya sevk eden şey, canlı varlık hakkındaki eski anatomi anlayışıdır. Doğal ve sûnî olmak üzere iki türlü sağlık vardır. Biz doğal sağlığı, dokuların ateşli ve dejenere edici hastalıklara karşı dayanıklılığından, sinir-sisteminin dengesinden gelen sağlığı arzu ederiz. Beslenme rejimlerine, aşılara, serumlara, enzim içeren ürünlere, vitaminlere, periyodik tıbbî muâyenelere, hekimlerin, hasta-hânelerin ve hasta-bakıcıların pahalı korumasına dayanan sûnî sağlığı istemeyiz.

 

Modern hekimlik, sûnî sağlığın, bir-çeşit güdümlü fizyolojinin meydana getirilmesine yöneliyor. Onun ideali, saf kimyâsal maddelerin yardımı ile dokuların ve organların fonksiyonlarına müdâhale etmek, yetersiz fonksiyonları harekete geçirmek veyâ yerlerine başkalarını koymak, enfeksiyonlara karşı direnme gücünü artırmak, hastalık yapıcı unsurlara karşı organların ve iç sıvıların tepkisini hızlandırmak vs.’dir.

 

Biz insan vücûdunu, hâlâ, kötü îmâl edilmiş, parçaları sürekli takviye ve tâmir edilmesi gereken bir makine gibi algılıyoruz. Sağlık, hastalıksız olmaktan daha fazla bir şeydir. Sağlık, vücûdun her kısmının yapısal ve kimyâsal yapısına ve bütünün bâzı özelliklerine tâbidir. Her organın çalışmasına müdâhale edecek yerde bu bütünün tamâmiyetini korumasına yardım etmeliyiz.

 

Yalnız kasları değil de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı veren cihazları da kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha değişik egzersizler gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor. Kasları, damarları, kâlbi, ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün organizmayı oluşturan sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir. Engebeli arazide yarış, dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma, aynı-zamanda hava değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların, iskeletin, organların ve şuurun âhengini temin ederler.

 

Modern sağlık ömrü bir hayli uzatmışsa da hastalıkları yok etmekten uzaktır. Sâdece onların mâhiyetlerini değiştiriyor” der.

 

Modern tıp süreci şu şekilde işler: Bir hastalık varsa, ya da hastalık olmasa bile modern cihazlarla aranıp bulunan hastalığa ilk önce bir ilaç verilir. O ilaç hastalığı geçirmez tabi. Dediğimiz gibi o ilaçlar şifâ için değil, “sürekli kullanım için” üretilmiştir. Bir-süre sonra vücut hastalığa direnç göstereceği için ikinci bir ilaç eklenir, sonra üçüncü ve dördüncü bir ilaç. Bir-zaman sonra bu grup ilaçlar artık işe yaramadığı için bir üst gruptaki “kuvvetli ilaçlar” devreye girer. Bir ilaç, iki, üç, dört, beş ve daha fazla ilaç. Bir-süre bu ilaçlarla idâre edilir ama hastalık hâlen ilk günkü gibi hattâ çoğunlukla daha da kötüleşmiş olarak durur. Bu-arada ilaçların yan-etkisi olarak mîde-barsak, karaciğer, kâlp-damar, göz, cilt vs. hastalık sâhibi de olunmuştur ve yan-etkilerden doğan bu hastalıklar için de o branşın doktorlarına gidilir, tahlil-tetkik yaptırılır ve o hastalıklar için de ayrıca ilaçlar kullanılır. Ana-hastalık bir-zaman sonra tekrar alevlendiğinde artık iş ilaçlarla onarılacak bir durumda olmadığından, ameliyata başlanır. İlk-önce birinci, sonra ikinci, üçüncü ameliyatlar. Artık tam bir klinik vak’asınızdır. Bu-arada modern tıpla ilgili de epey bilgi edinmişsiniz ve hattâ konu-komşu-akraba size gelip ne yapması gerektiğini sormaya başlar. Vel hasıl kelâm; modern tıp, insanı öldürmeden-ölmeden rahat bırakmaz. Kendine bağlamıştır çünkü. Bu durumu fark eden hastalar için de artık çok geçtir.

 

Hâlbuki doğal ve normâl bir tedâvi şekli olan geleneksel tıbda, insanlar bu kadar hastalıklar ile boğuşmuyorlardı. Belki ölüyorlar ama sürünmüyorlardı. Geleneksel tıb ile insanlar binlerce yıl tedâvi görmüşler, hastalıklarından tamâmen kurtulmuşlardı. İnsan doğumlarının çoğu, insanların kendi evlerinde ebeler tarafından yaptırılmıştır. Bu gâyet normâl bir olaydır çünkü. Hâmilelik bir hastalık değildir zîrâ. Şimdilerde bakmayın hasta-hâneye giden herkesin otomatikman hasta îlan ve kabûl edildiğinde. Üç aylık hâmile kadın, kontrol için doğum doktoruna gidiyor ve doktor onu “hasta” olarak kabûl ediyor ve meselâ o anda içeriye giren birine “hastam var” diyor. İnsanlar hasta kabûl ediliyor. Zâten sürekli olarak belli aralıklarla sağlam olan insanların bile hasta-hâneye gitmesi gerektiği tavsiye ediliyor ve hattâ şart koşuluyor. Neden meselâ “hacamat” denilen özel bölgelerden kan aldırmayı hiç tartışmıyor, araştırmıyor ve uygulamıyor modern tıp denen melânet?.

 

“Peki sen kimsin? Nerden biliyorsun bunları” mı diyorsunuz? Söyleyeyim.. Bu satırların yazarı; 23 yıllık Romatoid Artrit-Ankilozan Spondilit hastası olan, yan-etkilerden dolayı da mîde-barsak, cilt, göz, kâlp-damar, tansiyon, karaciğer, vs. hastalıklara müptelâ; yaklaşık 110 değişik doktorla muhâtap olmuş; 350-400 kez tahlil-tetkik yaptırmış, bir o kadar da 25-30 farklı hasta-hâneye gitmiş; 150-200 gün hasta-hânede yatmış; 2 kez ameliyat olmuş ve hastalık hayâtı boyunca 95-100.000 adet ilaç kullanmış ve hâlen kullanan biridir. Şu-anda doktorlardan çok kendi düşüncesi ve anlayışı ile hareket etmektedir ve inanın ki bu şekilde daha iyi bir durumdadır. Fakat bu anlayışa varmak için ya bunca yıl modern tıp’ın çilesini çekmek gerekiyor ya da birilerinin vicdâna gelerek ya da birileri zorla vicdâna getirilerek bu sistemim baştan-ayağa değiştirilmesi gerekiyor. Çok da zor değil.

 

Geleneksel tıbbın yanında bir de “mânevi ve bambaşka bir alternatif tıb yaklaşımı” sunan âyet ve hadislerle yazımızı noktalayalım..

 

Kur’ân:

 

“Yiyiniz, içiniz, aşırı gitmeyiniz” (A’raf 31).

“Hastalandığımda şifâyı Allah verir” (Şuârâ 80).

“Balda insanlar için şifâ vardır” (Nâhl 69).

“Zinâya sakın yanaşmayınız. Bu çirkindir ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).

“Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar, onlara yaklaşmayın” (Bakara 222).

“Leş, Kan,Domuz eti, Allah’tan başkası anılarak kesilenler size haram kılındı” (Mâide 3).

“Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler” (Bakara 233).

 

Hadis:

 

“Size şifâ olarak iki şey yeter. Bal ve Kur’ân” (Hadis).

“Göz değmesi haktır (gerçektir). Her-hangi bir şeyin kaderini değiştirecek olsaydı, bu göz değmesi olurdu” (Hadis).

“Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç” (Hadis-Buhâri).

“Haram ve pis şeylerde şifâ yoktur” (Hadis).

“Ateşli hastalıklar cehennemin kaynamasındandır. Onu su ile serinletiniz” (Hadis).

“Öfkenin zarârı ve öfkeyi önleme metodu: Sizden birisi ayakta iken öfkelenirse otursun, yine öfkesi geçmiyorsa yatsın, öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateşi su söndürür, öfkelenirseniz abdest veya duş alınız” (Hadis-Müsnedi-Ahmed).

“Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz” (Hadis).

“Şu beş şey Peygamberin sünnetindendir; 1-Sünnet olmak, 2-Kasık tıraşı olmak, 3-Tırnakları kesmek, 4-Koltuk altını tıraş etmek, 5-Bıyığı kısaltmak” (Hadis-Müslim).

“Bir hastanın yanına girince onu teselli ediniz, morâl veriniz” (Hadis-İbni- Mace).

“Hastalarınıza, yiyecek ve içecekleri zorla vermeyin. Çünkü Allah Tealâ onları yedirir ve içirir” (Hadis-Tirmizi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder