Geçmişi 1800’lü yıllara dayansa da gerçek anlamda
modern tıp 1950’li yıllarda, 2. dünyâ-savaşından sonra uygulanmaya
başlanmıştır. Zâten kimyâsal ilaçlar da o târihlerde geleneksel ilaçların
yerini almıştır. İlaçlar artık tamâmen kimyâsaldır. Bir bitki ekstresinden ilaç
neredeyse yapılmıyor artık. İlaçlar “fabrikasyon ilaç”lardır. Tablet hâline
getirilmiş şekilleriyle görece daha pratik bir kullanıma sâhip olan bu kimyâsal
ilaçlar, aynı-zamanda daha hızlı etki ediyor. Fakat bu ilaçlar doğallıktan uzak
olduğu için %100 doğal olan geleneksel ilaçlar gibi zararsız değildirler. Bu
ilaçlar aslında bir yönden iyileştirirken, diğer taraftan da hastalığı hem
derinleştiriyor hem de hastalığın devâm etmesine neden oluyor. Zâten modern tıp
ve modern ilaçlar, yine 2. dünyâ-savaşından sonra ortaya atılan Yeni Dünyâ
Düzeni, Küreselleşme ve iyice yerleştirilen kapitâlizmin projelerinden biridir.
Bu projede hastalıkların hiç-bir zaman tam anlamıyla tedâvi edilmesi
düşünülmemiştir. Hastaların hastalıklarını tamâmen iyileştirmeyi (şifâ)
düşünmeyenler, sâdece, “hastalığın sıkıntı yapmayacak ve kişiyi ayakta
tutabilecek oranda etki edecek şekilde tedâvi etme” olarak düşünülmüş ve
uygulanmıştır. Çünkü hastalık tamâmen iyileşirse o kişi hasta-hâneye gitmeyecek
ve ilaç kullanmayacak, böylece küresel güçlerin küresel güç olmasında büyük
pay-sâhibi olan tıp ve ilaç piyasası çökecektir. Bu nedenle bu piyasa bir şekilde
canlı tutulmalı ve hattâ katlanarak büyümelidir.
Penisilinin ve antibiyotiğin icâdı ile enfeksiyon
hastalıkların tedâvisindeki başarı, modern tıp ve modern ilaçların aşırı rağbet
görmesine sebep olmuş, reklâmının ve “pohpohlanma”sının iyi yapılması ile de binlerce
yıllık geleneksel tıb, “koca-karı tıbbı” olarak îlan edilmiştir. Artık
insanlık-târihi kadar kadim olan geleneksel tıb kötü gösterilmiş, modern denen
tıp ise insanların gözünde âdetâ aşırı yüceltilerek tabulaştırılmıştır. Geleneksel
tıpta tedâvi ve ilacın etkisi daha yavaş bir süreçte işler fakat vücûdumuz da
doğanın bir parçası olduğu ve geleneksel tıbbın ilaçları doğadan îmâl edildiği
için vücûdumuzla barışıktır ve bir yan-etkisi nerdeyse hiç olmaz. Üstelik
görece uzun kullanımından sonra hastalık tam anlamıyla tedâvi edilebilir ve
“şifâ” bulunur ki şifâ, tıbbın (tıp’ın değil) amacı ve hedefidir. Zâten
geleneksel tıbda insanlar modern zihniyetle düşünmediklerinden, tedâviye ve
hastalığın yok olmasına odaklanırlar ve tüm gayretlerini bu yolda sürdürürler.
Hastalığı tamâmen bitirmeyi düşünen hekim-tabib için hastalık üzerinde
sonsuz-sınırsız paralar kazanma düşüncesi yoktur. Zâten başarılı olmasının bir
nedeni de bu tür düşüncelerin olmaması sebebiyle, mânevi bereketin de yok
olmaması nedeniyle Allah’ın yardımı daha etkili olacaktır. Çünkü bir işin ne
niyetle yapıldığı o işin nasıl sonuçlanacağını da etkiler. Modern tıpta ise
hastalığın yok olması değil, hastalığın etkisinin-sıkıntısının azaltılarak yok
olmaması sağlanır ki, hastalık sürsün ve hattâ katlanarak artsın ve hem muâyene
ve hasta-hâne masrafları artsın ve devâm etsin, hem de insanlar modern ilaçların
bağımlısı hâline gelsin. Tağutlar tarafından kapitâlist zihniyetle düşünülüp
uygulamaya sokulan modern tıp, bir nevî para-makinesi ve mekanizması hâline
getirilir böylece. Niyet de, Allah’ın nefret ettiği “sömürü” olunca, bu tıptan
bir hayır beklemek çok mümkün değildir ve modern tıp’ın günümüzde ne felâket
durumlara geldiğinin örneği günümüzde açıkça gözükmektedir. Hayâtın
hızlandırıldığı bir Dünyâ’da modern tıp insanlar tarafından benimsenmiş ve ona
inanılarak teslim olunmuştur. Böylece modern tıp bir tekel kurmuştur ve onu
sımsıkı elinde tutmaktadır.
Yavuz Şâhin:
“Yeni Çağ ve sonrasında ‘modern’ olarak adlandırılan bilimlerin yeniden
sistematize edilmesi ve daha çok deneye ve lâboratuvara dayalı hâle
getirilmesi, eski tecrübeleri yok sayma meylini doğurmuştur.
Batı'da modern tıbbın gelişmesi, kilise kontrolünden çıkmasından sonra
olmuştur. Ortaya çıkan inanç-boşluğu karşısında, modern tıp kısa-zamanda batılı
insanın yeni kutsallarından biri hâline gelmiştir. Bu duruma bilimin
tabulaştırılması da eklenince, modern tıbbın fert üzerindeki hâkimiyeti ortaya
çıkmıştır. Psikoterapi seansları günah çıkartmanın yerini almış; ama bir
paradoks olarak tıp tamâmen insan bedenine yönelmiştir. Tıp, bu yeni akademik
görüntüsüyle her yaptığı ‘doğru’ kabûl edilmesi gereken bir fenomen hâline
gelmiştir. Batı'da ilk dönem modern tıp uygulamalarının sorgulanamaz,
tartışılamaz, bir-birine bağlı ve pahalı olması karşısında, insanlar daha
anlaşılır ve tabiî buldukları, bütçelerine nispeten uygun, karar aşamasında
kendilerinin de yer aldığı çözüm arayışlarına yönelmişlerdir.
Hastalar, üretim bandı üzerine dizili, uygun görülen şablona göre hızla
teşhis ve tedâvi edilen varlıklar olarak görülebilmektedir. Hekim sâdece yaygın
görüşün sıradan bir uygulayıcısı olmamalı, aynı-zamanda uygulamalarını
eleştirel gözle değerlendirebilmelidir. Çünkü, bu-gün kesin doğru
bildiklerimizin yanlış olduğu yarın ortaya çıkabilir. Artık, günümüzde insan
bedenine hasta-hânelerde verilen zararları tanımlamak üzere geliştirilmiş bir
kavram olan ‘Hospitalismus’tan bahsedilmektedir. Hasta-hâne enfeksiyonları da
enfeksiyon hastalıkları içinde önemli bir yer tutmaktadır. Sâdece Almanya'da
bir yıl içinde bir milyondan fazla hastanın hasta-hâne enfeksiyonuna
yakalandığı, bunlardan 30-40 bininin ölümcül nitelikte olduğu açıklanmıştır.
Yine Almanya'da yılda 30.000 hastanın hekim eliyle verilen ilâçlardan
zehirlendiği belirlenmiştir. Sâdece ABD'de anti-romatizmâl ilâçların yan-tesirlerinden
3.000'e yakın kişinin öldüğü, 20.000 kişinin hasta-hânelerde yatarak tedâvi
görmek zorunda kaldığı bildirilmiştir.
İnsanın bedeni üzerindeki haklarını dikkate almadan gerçekleştirilen
uygulamalar, soğuk yüzlü muâyene ve ameliyat odaları, robotlaşmış sevgisiz
mühendis hekim tipi, tıbbın büyük başarılarının yanında, ‘okul tıbbının
krizi'ni doğurmuştur. Türkiye'de yapılan bir araştırmada hastaların yarısı;
hasta fazlalığı sebebiyle hekimlerin zaman ayıramaması, açıklama yapmaması,
dinlememesi, sıcak davranmaması gibi sebeplerle hekimlerden memnuniyetsizliğini
ifâde etmiştir.
İşte bu-zeminde, gelişmiş ülkelerde insanların giderek artan biçimde
tabiî tedâvilere yöneldikleri görülmektedir. İnsanın tabiatın içinde yaratılmış
bir parça olduğunu, sağlığın ancak onunla dengeye gelerek kazanılabileceğini
ileri süren, beden ve ruh arasındaki ‘bütünlük’e dikkati çeken tedâvi akımları
yaygınlaşmaktadır. ‘Bilimsel tıp’ teşhis ve tedâvi için ağırlığını
‘hastalıktan’ yana koyarken (mîde kanseri, akciğer iltihabı gibi), ‘tamamlayıcı
tıp’ ağırlığını ‘hastaya’ vermektedir. Onlar için “Bir-birinin aynısı iki
yaprak olmadığı gibi, hastalıkları ve tedâvisi tıpatıp aynı olan iki insan da
bulmak mümkün değildir”. Metotları farklı olsa da, ‘bilimsel tıp’ da
‘tamamlayıcı tıp’ da hastalık belirtilerini, ortadan kaldırma yerine, sağlığa
kavuşturma üzerinde durmaktadır. Tamamlayıcı tıbba karşı çıkan ‘bilimsel
tıbbın’ muhâfazakâr savunucularının “Kim iyileştiriyorsa o haklıdır” sözü iki
tarafı da bağlar” der.
Modern tıp’ın ana-sloganı şudur: “Tıp çok gelişti”.
Öyle ki bu sözü, 20-25 yıldır hasta-hâne hasta-hâne koşturan, gitmediği hasta-hâne,
doktor; yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan, kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna
rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın; hastalığında en ufak bir gerileme
bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış olmasından dolayı daha beter bir
duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar nedeniyle yeni hastalıklara
(mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri bile söyleyebiliyor. Aslında
hasta-hânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir fayda bulmadığını kendisi de
çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka yol gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor.
Ona alternatif deniyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca geleneksel tıp vardı ve
modern denen tıp ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü var. Yâni alternatif olan
geleneksel tıb değil, alternatif tıptır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..
Aslında tedâvi anlamında gelişen bir şey yok.
İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey”
var ki o da, daha konforlu hasta-hâne ortamları, daha teknolojik ve incelikleri
görüntüleyebilen tıp cihazları. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların
hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbi
cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz
kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın
ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden
tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi
değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme
aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar
aslında bir sömürü aracıdır. Hasta-hânelerde yapılan şey, sürekli yapılan şey
hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Zorla hastalık aranıp bulunur ve
ona bir isim takılır modern tıpta. Oysa hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek
demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla
olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle bırak! Hastalıkları
belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur
doktorların ve tıp araştırmacılarının.
Doktorların bilimsel ve ahlâksal anlamda bir
gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla gidiyor. O eski
doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu
anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdiği güven ile
birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi. Artık muâyene de yok.
Doktorların %95i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski
doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken, modern
zamanlarda reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve mêmurluk olarak
gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor.
Çok az bir kısım ilkeli insanlar bunlardan farklı. Doktorların bilgileri çok
zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi
alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan ya da
çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan
fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler
karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet
hasta-hâneler ve sağlık ocaklarında işin bürokratik işlemlerini yapıyorlar,
kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî üst-düzey mêmurluk
yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun yanına
takılmak ya da eczâcı kalfası olmak yeterli. Carl Jung:
“Doktor kendisi de etkilendiğinde etkili olur” der.
Modern zihniyete sâhip doktorların bir kısmı da
hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında: “Acaba
bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım” vs. gibi
düşüncelere kapılıyorlar.
Bir de şöyle bir durum var modern tıp sektöründe:
Yan-etkileri faydasından daha etkili olan milyarlarca liralık ilaçları sâdece
bir raporla bedâvaya alabilen hastalar, kendisine pratik hayatta çok faydası
dokunan ortopedik cihazları “perişân” olmadan alamıyorlar. Meselâ bir ortopedik
tabanlık almanın öyküsü şu şekildedir: Tabanlık şu şekilde alınır. Bir ortopedi
yada fizik-tedâvi doktoruna gidip tabanlığa ihtiyâcınız olduğunuzu söylersiniz.
Doktor bakar. Gerçekten de ihtiyaç varsa tabanlığı yazar. Hem rapor, hem de
reçete gerekir bunun için. Sonra bir ortopedik malzeme satan dükkana gidip
ölçünüzü aldırırsınız ve bir gün sonra tabanlığınız yapılır ve ayakkabınızın
içine koyarsınız. %75 iyi de gelir. Bu tabanlığın parasını o anda cebinizden
dükkana ödersiniz ve çıkıp gidersiniz. Dükkanla işiniz bu kadar kolay. Sonra
tekrar doktora gidip faturayı onaylattıktan sonra elinizdeki yaklaşık 15-20
parça kağıda hastanede 15-20 adet kaşe/imzâ/mühür vurdurursunuz. Sonra
“dosya”yı teslim etmek üzere bu tür dosyaların teslim edildiği SGK kurumuna götürürsünüz.
Onlar dosyada 6-7 tâne eksik bulup sizi tekrar; İl Sağlık Müdürlüğüne, ortopedi
dükkanına, hasta-hâneye ve doktora gönderirler ve işlemleri yapıp tekrar o
kuruma dönersiniz. Tabi bu-arada 7-8 tâne de fotokopi çektirmişsinizdir. En
sonunda mırın-kırın ederek dosyayı kabûl ederler. Okuma-yazma bilmeyen garip-gariban
insanlar ise oraya bir-kaç defâ daha gitmek mecbûriyetindedirler. (Ben sıra
beklerken 10 kişiden 7’sini eksik var gerekçesiyle geri göndermişlerdi). Neyse
artık paranızı yaklaşık 1 ay sonra bankaya göndereceklerini beklerken, İl
Sağlık Müdürlüğünden dosyanız bir mektup ile birlikte adresinize gönderilir.
Yazıda, yaklaşık 20 sayfadan birinde kimlik no’su yazılmamıştır. 2 tâne kimlik
fotokopisi ek’te ilişik olmasına rağmen. Tabi bu işlerden iyice yorulmuş,
yılmış ve sinirlenmiş olduğunuz için, bir de zâten tabanlığın parasını vermiş
olduğunuz için gelen kâğıtların tamâmını yırtıp atarsınız. Yâni geri ödeme
almaktan vaz-geçmişsinizdir. Tabi 100 liralık tabanlık; git-gel, fotokopi, yol
parası vs. derken 150 TL olmuştur.
Başta ilaçlar olmak üzere tüm tıp masrafları aslında
küresel bir çarkın etrâfında döner. Yâni aldığınız bir aspirin bile o çarkın
etrafında döner-dolaşır ve halkın tepesine biner. Devlet zarar etmez aslında bu
masraftan. Zâten baksanıza; SGK şu-anda zarardan kurtulmuş ve hatta kâra
geçmeye başlamış. Sosyâl devletlerde bu tür kurumların her zaman zararda olması
gerekir. Bu kurumlar kapitâlist devletlerde kâr yapar. Aldığımız ilaçlar ki
neredeyse tamâmı yurt-dışı ilaçlardır, küresel ilaç-çarklarından geçe-geçe bir
pazar olur ve bu pazardan bu çarka dâhil olan şirketler/şahıslar ve devletler
büyük miktarda para kazanır. Devlet bu masrafları göstererek primlere
gereğinden fazla zam yapar. Ne kadar masraf varsa, masraftan daha fazla
prim-zammı yapar. İlaç ve tıp-malzemelerinin satıcısından/alıcısından vergi
alır. Ayrıca halk, faydalandığı her hizmet için primden ayrı bir de katkı
payları, muâyene paraları öder. Mesele “can/sağlık meselesi” olduğu için halk
zammı meşrû görür ve sesini çıkarmaz. Yâni; “devlet bu kadar sağlık giderini
nasıl karşılıyor” merâkı gereksiz bir kaygılanmadır. Devlet verdiği hizmetten
kâr eder aslında. Tabi buna hizmet denmez artık. “Hizmet’te kâr olmaz” çünkü.
Yâni aldığınız ilaç eğer o “çark”a girmişse halktan başka kimse zarar etmez.
Üretenler; satanlar, alanlar hep kazanır. İlacı kullananlar ve prim yatıranlar
zarar eder bir tek.
Hiç-bir şey %100 kötü ve % 100 iyi olmayacağı için, modern
tıbbın bir-kaç olumlu iyi yanları vardır. Bunlardan biri âcil vak’alardır ki;
“hayâta döndürme”, kalp masajı, sûni teneffüs ve kanama, dikiş, kırık-çıkık,
yara-bere, diş çekimi gibi âcil müdâhale edilmesi gereken konulardır. Bir de
âcil ameliyatlar var tabi. İnsanlar olası bu durumlarda yararlar bulabiliyorlar
modern tıptan. Modern tıp sâdece bu alanda faydalıdır. Diğer tüm alanlarda ise
başarısızdır. En iyi durumda hastalık iyileşmese de ilerlemez. Zâten modern tıp
târihinde kronik bir hastalığın tamâmen iyileştiğinin bir örneği yoktur. Zâten
onlar da iyileştirmeyi değil, hastalığın olması ile berâber, hayat konforunu en
az etkileyecek şekilde sürdürmektir.
İşte bu nedenle İslâm’i şifâda tüm dikkatler ilk önce
koruma hekimliğine verilmiş, daha sonra da buna rağmen hastalık oluşmuşsa tedâvi
(şifâ) unsuruna yönelinmiştir târih boyunca. Hastalık daha başlamadan yada
ilerlemeden önlem almanın çâresi üzerine yoğunlaşılmıştır. Zâten İslâm’da
sağlık kurumlarına hasta-hâne değil, şifâ-hâne, sağlık ocağı gibi isimler
verilmiştir. “Adı şifâ-hâne olsun ki burada şifâ bulsun” düşüncesi ile bu ad
verilmiştir. Bilindiği gibi pasta-hâneye pasta almak için gidildiği gibi, hasta-hâneye
ye de “hastalık almaya” gidilir ki modern tıp-târihi bunun kanıtlarıyla
doludur. Yine İslâm’i doğal anlayışta gerçekten gerekmedikçe ya da âcil bir
durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz.
Hele bir organın “küçük bir sorun var” diye ameliyatla alınması görülmemiş bir
şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah
o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.
Kemâl Sayar, “ölüm” bağlamında modern tıptan şu
şekilde bahseder:
“Ölüm hasta-hânelerde gözden uzaklaştırılıyor ve tıbbîleştiriliyor.
Tıp-bilimindeki ilerlemeler bize her-şeyin önünde-sonunda tâmir
edilebileceğini, kimsenin hasta kalmasına izin verilmeyeceğini îmâ ediyor.
Hastalık bir zayıflık, ölüm ise nihâi bir başarısızlık olarak telâkki ediliyor.
Aşırı tıbbîleştirme, ölümlülüğü sarmalaması gereken tefekkürü gönülden ırak
tutuyor ve onun yerine içimizi utanç ve felâket hissiyle dolduruyor. Böylece
kendi hayatlarımızı kontrôl edemediğimiz hissiyle temâs ediyoruz.
Tıp, günümüzde hayâtı uzatmaya çalışmıyor, ölümü uzatıyor. Hastanın
insan ve kişi olarak saygınlığı hanidir tıp mesleğinin ilgi alanında değil, o
yüzden hayâtın mevsimleri olduğunu ve yaşlılığın tedâvi edilmesi gereken bir
sorun olarak telâkki edilemeyeceğini kabûllenemiyoruz. Ölüm kişisel bir bozgun
değil. Hayâtın da çevrimleri var ve insan için önemli olan ecel-vakti gelip
çatana dek anlamlı bir hayâtın izini sürmek. Modern tıp hastalığa ardındaki
toplumsal anlamı da hesâba katarak bakmak yerine, bir organın düzeltilmesi
gereken işlev-bozukluğu olarak bakıyor. Tıp-bilimi insanın ölümlülüğünü
kabûllenmekte ayak direttiği oranda, ‘bir can-çekişme olarak” hayat uzuyor.
Modern toplumda insanın ölüm üzerine düşünerek, âile fertleri tarafından
sevgiyle kuşatılmış olarak kendi yatağında ölmesi âdetâ haram edildi”.
Geleneksel tıbta “sağlığı korumak” amaç iken, modern
tıpta “hastalığı korumak” amaçtır.
Alexis Carrel:
“Vücut “bütünü” ile hasta olur.
Hiç-bir hastalık tamâmen bir tek organa münhasır kalmaz. Hekimleri her
hastalıktan bir ihtisas işi çıkarmaya sevk eden şey, canlı varlık hakkındaki
eski anatomi anlayışıdır. Doğal ve sûnî olmak üzere iki türlü sağlık vardır.
Biz doğal sağlığı, dokuların ateşli ve dejenere edici hastalıklara karşı
dayanıklılığından, sinir-sisteminin dengesinden gelen sağlığı arzu ederiz.
Beslenme rejimlerine, aşılara, serumlara, enzim içeren ürünlere, vitaminlere,
periyodik tıbbî muâyenelere, hekimlerin, hasta-hânelerin ve hasta-bakıcıların
pahalı korumasına dayanan sûnî sağlığı istemeyiz.
Modern hekimlik, sûnî sağlığın,
bir-çeşit güdümlü fizyolojinin meydana getirilmesine yöneliyor. Onun ideali,
saf kimyâsal maddelerin yardımı ile dokuların ve organların fonksiyonlarına
müdâhale etmek, yetersiz fonksiyonları harekete geçirmek veyâ yerlerine
başkalarını koymak, enfeksiyonlara karşı direnme gücünü artırmak, hastalık
yapıcı unsurlara karşı organların ve iç sıvıların tepkisini hızlandırmak
vs.’dir.
Biz insan vücûdunu, hâlâ, kötü îmâl
edilmiş, parçaları sürekli takviye ve tâmir edilmesi gereken bir makine gibi
algılıyoruz. Sağlık, hastalıksız olmaktan daha fazla bir şeydir. Sağlık, vücûdun her kısmının yapısal ve kimyâsal yapısına ve bütünün
bâzı özelliklerine tâbidir. Her organın çalışmasına müdâhale edecek yerde bu
bütünün tamâmiyetini korumasına yardım etmeliyiz.
Yalnız kasları değil de, bu kasları
beslemekle görevli olan ve bütün vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı
veren cihazları da kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha
değişik egzersizler gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük
ihtiyaçların gerekli kıldığı egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve
ihtisas hâline getirilmiş atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor.
Kasları, damarları, kâlbi, ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün
organizmayı oluşturan sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir.
Engebeli arazide yarış, dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma,
aynı-zamanda hava değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların,
iskeletin, organların ve şuurun âhengini temin ederler.
Modern sağlık ömrü bir
hayli uzatmışsa da hastalıkları yok etmekten uzaktır. Sâdece onların
mâhiyetlerini değiştiriyor” der.
Modern tıp süreci şu şekilde işler: Bir hastalık
varsa, ya da hastalık olmasa bile modern cihazlarla aranıp bulunan hastalığa
ilk önce bir ilaç verilir. O ilaç hastalığı geçirmez tabi. Dediğimiz gibi o
ilaçlar şifâ için değil, “sürekli kullanım için” üretilmiştir. Bir-süre sonra
vücut hastalığa direnç göstereceği için ikinci bir ilaç eklenir, sonra üçüncü
ve dördüncü bir ilaç. Bir-zaman sonra bu grup ilaçlar artık işe yaramadığı için
bir üst gruptaki “kuvvetli ilaçlar” devreye girer. Bir ilaç, iki, üç, dört, beş
ve daha fazla ilaç. Bir-süre bu ilaçlarla idâre edilir ama hastalık hâlen ilk
günkü gibi hattâ çoğunlukla daha da kötüleşmiş olarak durur. Bu-arada ilaçların
yan-etkisi olarak mîde-barsak, karaciğer, kâlp-damar, göz, cilt vs. hastalık
sâhibi de olunmuştur ve yan-etkilerden doğan bu hastalıklar için de o branşın
doktorlarına gidilir, tahlil-tetkik yaptırılır ve o hastalıklar için de ayrıca
ilaçlar kullanılır. Ana-hastalık bir-zaman sonra tekrar alevlendiğinde artık iş
ilaçlarla onarılacak bir durumda olmadığından, ameliyata başlanır. İlk-önce
birinci, sonra ikinci, üçüncü ameliyatlar. Artık tam bir klinik vak’asınızdır.
Bu-arada modern tıpla ilgili de epey bilgi edinmişsiniz ve hattâ konu-komşu-akraba
size gelip ne yapması gerektiğini sormaya başlar. Vel hasıl kelâm; modern tıp,
insanı öldürmeden-ölmeden rahat bırakmaz. Kendine bağlamıştır çünkü. Bu durumu
fark eden hastalar için de artık çok geçtir.
Hâlbuki doğal ve normâl bir tedâvi şekli olan
geleneksel tıbda, insanlar bu kadar hastalıklar ile boğuşmuyorlardı. Belki
ölüyorlar ama sürünmüyorlardı. Geleneksel tıb ile insanlar binlerce yıl tedâvi
görmüşler, hastalıklarından tamâmen kurtulmuşlardı. İnsan doğumlarının çoğu, insanların
kendi evlerinde ebeler tarafından yaptırılmıştır. Bu gâyet normâl bir olaydır
çünkü. Hâmilelik bir hastalık değildir zîrâ. Şimdilerde bakmayın hasta-hâneye
giden herkesin otomatikman hasta îlan ve kabûl edildiğinde. Üç aylık hâmile kadın,
kontrol için doğum doktoruna gidiyor ve doktor onu “hasta” olarak kabûl ediyor
ve meselâ o anda içeriye giren birine “hastam var” diyor. İnsanlar hasta kabûl
ediliyor. Zâten sürekli olarak belli aralıklarla sağlam olan insanların bile hasta-hâneye
gitmesi gerektiği tavsiye ediliyor ve hattâ şart koşuluyor. Neden meselâ “hacamat”
denilen özel bölgelerden kan aldırmayı hiç tartışmıyor, araştırmıyor ve
uygulamıyor modern tıp denen melânet?.
“Peki sen kimsin? Nerden biliyorsun bunları” mı
diyorsunuz? Söyleyeyim.. Bu satırların yazarı; 23 yıllık Romatoid
Artrit-Ankilozan Spondilit hastası olan, yan-etkilerden dolayı da mîde-barsak,
cilt, göz, kâlp-damar, tansiyon, karaciğer, vs. hastalıklara müptelâ; yaklaşık
110 değişik doktorla muhâtap olmuş; 350-400 kez tahlil-tetkik yaptırmış, bir o
kadar da 25-30 farklı hasta-hâneye gitmiş; 150-200 gün hasta-hânede yatmış; 2
kez ameliyat olmuş ve hastalık hayâtı boyunca 95-100.000 adet ilaç kullanmış ve
hâlen kullanan biridir. Şu-anda doktorlardan çok kendi düşüncesi ve anlayışı
ile hareket etmektedir ve inanın ki bu şekilde daha iyi bir durumdadır. Fakat
bu anlayışa varmak için ya bunca yıl modern tıp’ın çilesini çekmek gerekiyor ya
da birilerinin vicdâna gelerek ya da birileri zorla vicdâna getirilerek bu
sistemim baştan-ayağa değiştirilmesi gerekiyor. Çok da zor değil.
Geleneksel tıbbın yanında bir de “mânevi ve bambaşka
bir alternatif tıb yaklaşımı” sunan âyet ve hadislerle yazımızı noktalayalım..
Kur’ân:
“Yiyiniz,
içiniz, aşırı gitmeyiniz” (A’raf 31).
“Hastalandığımda
şifâyı Allah verir” (Şuârâ 80).
“Balda
insanlar için şifâ vardır” (Nâhl 69).
“Zinâya
sakın yanaşmayınız. Bu çirkindir ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).
“Âdet hâlinde
kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar, onlara yaklaşmayın” (Bakara 222).
“Leş,
Kan,Domuz eti, Allah’tan başkası anılarak kesilenler size haram kılındı” (Mâide 3).
“Anneler
çocuklarını tam iki sene emzirirler”
(Bakara 233).
Hadis:
“Size şifâ olarak iki şey yeter. Bal ve Kur’ân”
(Hadis).
“Göz değmesi haktır (gerçektir). Her-hangi bir şeyin
kaderini değiştirecek olsaydı, bu göz değmesi olurdu” (Hadis).
“Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç” (Hadis-Buhâri).
“Haram ve pis şeylerde şifâ yoktur” (Hadis).
“Ateşli hastalıklar cehennemin kaynamasındandır. Onu
su ile serinletiniz” (Hadis).
“Öfkenin zarârı ve öfkeyi önleme metodu: Sizden
birisi ayakta iken öfkelenirse otursun, yine öfkesi geçmiyorsa yatsın, öfke
şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateşi su söndürür, öfkelenirseniz
abdest veya duş alınız” (Hadis-Müsnedi-Ahmed).
“Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz” (Hadis).
“Şu beş şey Peygamberin sünnetindendir; 1-Sünnet
olmak, 2-Kasık tıraşı olmak, 3-Tırnakları kesmek, 4-Koltuk altını tıraş etmek,
5-Bıyığı kısaltmak” (Hadis-Müslim).
“Bir hastanın yanına girince onu teselli ediniz,
morâl veriniz” (Hadis-İbni- Mace).
“Hastalarınıza, yiyecek ve içecekleri zorla vermeyin.
Çünkü Allah Tealâ onları yedirir ve içirir” (Hadis-Tirmizi).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder