“Modern tıp, ona
sorgusuz-suâlsiz tapanlar olmasaydı aslâ hayatta kalamazdı, çünkü modern tıp ne
bir sanat, ne de bir bilim-dalıdır; bu açık ve net olarak inanç-temelli bir din’dir.
Eğer yeterince “neden?” diye sormazsanız er yada geç kendinizi bu inanç
bataklığında bulacaksınız”. Dr. Robert. S. Mendelsohn.
Geçmişi 1800’lü yıllara
dayansa da gerçek anlamda modern tıp 1950’li yıllarda, 2. dünyâ-savaşından sonra
uygulanmaya başlanmıştır. Zâten kimyâsal ilaçlar da o târihlerde geleneksel
ilaçların yerini almıştır. İlaçlar artık tamâmen kimyâsaldır. Bir bitki ekstresinden
ilaç neredeyse yapılmıyor artık. İlaçlar “fabrikasyon ilaç”lardır. Tablet hâline
getirilmiş şekilleriyle görece daha pratik bir kullanıma sâhip olan bu kimyâsal
ilaçlar, aynı-zamanda daha hızlı etki ediyor. Fakat bu ilaçlar doğallıktan uzak
olduğu için %100 doğal olan geleneksel ilaçlar gibi zararsız değildirler. Bu
ilaçlar aslında bir yönden iyileştirirken, diğer taraftan da hastalığı hem
derinleştiriyor hem de hastalığın devâm etmesine neden oluyor. Zâten modern tıp
ve modern ilaçlar, yine 2. dünyâ-savaşından sonra ortaya atılan Yeni Dünyâ
Düzeni, Küreselleşme ve iyice yerleştirilen kapitâlizmin projelerinden biridir.
Bu projede hastalıkların hiç-bir zaman tam anlamıyla tedâvi edilmesi
düşünülmemiştir. Hastaların hastalıklarını tamâmen iyileştirmeyi (şifâ)
düşünmeyenler, sâdece, “hastalığın sıkıntı yapmayacak ve kişiyi ayakta
tutabilecek oranda etki edecek şekilde tedâvi etme” olarak düşünülmüş ve
uygulanmıştır. Çünkü hastalık tamâmen iyileşirse o kişi hasta-hâneye gitmeyecek
ve ilaç kullanmayacak, böylece küresel güçlerin küresel güç olmasında büyük
pay-sâhibi olan tıp ve ilaç piyasası çökecektir. Bu nedenle bu piyasa bir şekilde
canlı tutulmalı ve hattâ katlanarak büyümelidir.
Penisilinin ve antibiyotiğin
icâdı ile enfeksiyon hastalıkların tedâvisindeki başarı, modern tıp ve modern
ilaçların aşırı rağbet görmesine sebep olmuş, reklâmının ve “pohpohlanma”sının
iyi yapılması ile de binlerce yıllık geleneksel tıb, “koca-karı tıbbı” olarak
îlan edilmiştir. Artık insanlık-târihi kadar kadim olan geleneksel tıb kötü
gösterilmiş, modern denen tıp ise insanların gözünde âdetâ aşırı yüceltilerek
tabulaştırılmıştır. Geleneksel tıpta tedâvi ve ilacın etkisi daha yavaş bir
süreçte işler fakat vücûdumuz da doğanın bir parçası olduğu ve geleneksel
tıbbın ilaçları doğadan îmâl edildiği için vücûdumuzla barışıktır ve bir yan-etkisi
nerdeyse hiç olmaz. Üstelik görece uzun kullanımından sonra hastalık tam
anlamıyla tedâvi edilebilir ve “şifâ” bulunur ki şifâ, tıbbın (tıp’ın değil)
amacı ve hedefidir. Zâten geleneksel tıbda insanlar modern zihniyetle
düşünmediklerinden, tedâviye ve hastalığın yok olmasına odaklanırlar ve tüm
gayretlerini bu yolda sürdürürler. Hastalığı tamâmen bitirmeyi düşünen hekim-tabib
için hastalık üzerinde sonsuz-sınırsız paralar kazanma düşüncesi yoktur. Zâten
başarılı olmasının bir nedeni de bu tür düşüncelerin olmaması sebebiyle, mânevi
bereketin de yok olmaması nedeniyle Allah’ın yardımı daha etkili olacaktır.
Çünkü bir işin ne niyetle yapıldığı o işin nasıl sonuçlanacağını da etkiler. Modern
tıpta ise hastalığın yok olması değil, hastalığın etkisinin-sıkıntısının
azaltılarak yok olmaması sağlanır ki, hastalık sürsün ve hattâ katlanarak
artsın ve hem muâyene ve hasta-hâne masrafları artsın ve devâm etsin, hem de insanlar
modern ilaçların bağımlısı hâline gelsin. Tağutlar tarafından kapitâlist
zihniyetle düşünülüp uygulamaya sokulan modern tıp, bir nevî para-makinesi ve
mekanizması hâline getirilir böylece. Niyet de, Allah’ın nefret ettiği “sömürü”
olunca, bu tıptan bir hayır beklemek çok mümkün değildir ve modern tıp’ın
günümüzde ne felâket durumlara geldiğinin örneği günümüzde açıkça gözükmektedir.
Hayâtın hızlandırıldığı bir Dünyâ’da modern tıp insanlar tarafından benimsenmiş
ve ona inanılarak teslim olunmuştur. Böylece modern tıp bir tekel kurmuştur ve
onu sımsıkı elinde tutmaktadır.
Yavuz Şâhin:
“Yeni Çağ ve sonrasında ‘modern’ olarak adlandırılan
bilimlerin yeniden sistematize edilmesi ve daha çok deneye ve lâboratuvara
dayalı hâle getirilmesi, eski tecrübeleri yok sayma meylini doğurmuştur.
Batı'da modern tıbbın gelişmesi, kilise kontrolünden
çıkmasından sonra olmuştur. Ortaya çıkan inanç-boşluğu karşısında, modern tıp
kısa-zamanda batılı insanın yeni kutsallarından biri hâline gelmiştir. Bu
duruma bilimin tabulaştırılması da eklenince, modern tıbbın fert üzerindeki
hâkimiyeti ortaya çıkmıştır. Psikoterapi seansları günah çıkartmanın yerini
almış; ama bir paradoks olarak tıp tamâmen insan bedenine yönelmiştir. Tıp,
bu yeni akademik görüntüsüyle her yaptığı ‘doğru’ kabûl edilmesi gereken bir
fenomen hâline gelmiştir. Batı'da ilk dönem modern tıp uygulamalarının
sorgulanamaz, tartışılamaz, bir-birine bağlı ve pahalı olması karşısında,
insanlar daha anlaşılır ve tabiî buldukları, bütçelerine nispeten uygun, karar
aşamasında kendilerinin de yer aldığı çözüm arayışlarına yönelmişlerdir.
Hastalar, üretim bandı üzerine dizili, uygun görülen şablona
göre hızla teşhis ve tedâvi edilen varlıklar olarak görülebilmektedir. Hekim sâdece
yaygın görüşün sıradan bir uygulayıcısı olmamalı, aynı-zamanda uygulamalarını
eleştirel gözle değerlendirebilmelidir. Çünkü, bu-gün kesin doğru
bildiklerimizin yanlış olduğu yarın ortaya çıkabilir. Artık, günümüzde insan
bedenine hasta-hânelerde verilen zararları tanımlamak üzere geliştirilmiş bir
kavram olan ‘Hospitalismus’tan bahsedilmektedir. Hasta-hâne enfeksiyonları da
enfeksiyon hastalıkları içinde önemli bir yer tutmaktadır. Sâdece Almanya'da
bir yıl içinde bir milyondan fazla hastanın hasta-hâne enfeksiyonuna
yakalandığı, bunlardan 30-40 bininin ölümcül nitelikte olduğu açıklanmıştır.
Yine Almanya'da yılda 30.000 hastanın hekim eliyle verilen ilâçlardan
zehirlendiği belirlenmiştir. Sâdece ABD'de anti-romatizmâl ilâçların yan-tesirlerinden
3.000'e yakın kişinin öldüğü, 20.000 kişinin hasta-hânelerde yatarak tedâvi
görmek zorunda kaldığı bildirilmiştir.
İnsanın bedeni üzerindeki haklarını dikkate almadan
gerçekleştirilen uygulamalar, soğuk yüzlü muâyene ve ameliyat odaları,
robotlaşmış sevgisiz mühendis hekim tipi, tıbbın büyük başarılarının yanında, ‘okul
tıbbının krizi'ni doğurmuştur. Türkiye'de yapılan bir araştırmada hastaların
yarısı; hasta fazlalığı sebebiyle hekimlerin zaman ayıramaması, açıklama
yapmaması, dinlememesi, sıcak davranmaması gibi sebeplerle hekimlerden
memnuniyetsizliğini ifâde etmiştir.
İşte bu-zeminde, gelişmiş ülkelerde insanların giderek
artan biçimde tabiî tedâvilere yöneldikleri görülmektedir. İnsanın tabiatın
içinde yaratılmış bir parça olduğunu, sağlığın ancak onunla dengeye gelerek
kazanılabileceğini ileri süren, beden ve ruh arasındaki ‘bütünlük’e dikkati
çeken tedâvi akımları yaygınlaşmaktadır. ‘Bilimsel tıp’ teşhis ve tedâvi için
ağırlığını ‘hastalıktan’ yana koyarken (mîde kanseri, akciğer iltihabı gibi),
‘tamamlayıcı tıp’ ağırlığını ‘hastaya’ vermektedir. Onlar için “Bir-birinin
aynısı iki yaprak olmadığı gibi, hastalıkları ve tedâvisi tıpatıp aynı olan iki
insan da bulmak mümkün değildir”. Metotları farklı olsa da, ‘bilimsel tıp’ da
‘tamamlayıcı tıp’ da hastalık belirtilerini, ortadan kaldırma yerine, sağlığa
kavuşturma üzerinde durmaktadır. Tamamlayıcı tıbba karşı çıkan ‘bilimsel
tıbbın’ muhâfazakâr savunucularının “Kim iyileştiriyorsa o haklıdır” sözü iki
tarafı da bağlar” der.
Modern tıp’ın ana-sloganı
şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü, 20-25 yıldır hasta-hâne hasta-hâne
koşturan, gitmediği hasta-hâne, doktor; yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan,
kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın;
hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış
olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar
nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri
bile söyleyebiliyor. Aslında hasta-hânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir
fayda bulmadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka yol
gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif”
deniyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca geleneksel tıp vardı ve modern denen
tıp ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü var. Yâni alternatif olan geleneksel tıb
değil, modern tıptır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..
Aslında tedâvi anlamında
gelişen bir şey yok. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok,
“değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hasta-hâne ortamları, daha teknolojik
ve incelikleri görüntüleyebilen tıp cihazları. Eğer “gelişti” denecek bir şey
varsa bunların hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve
gelişmiş! tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye
gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi
etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden
bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve
tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi
etme aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar
aslında bir sömürü aracıdır. Hasta-hânelerde yapılan şey, sürekli yapılan şey
hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Zorla hastalık aranıp bulunur ve
ona bir isim takılır modern tıpta. Oysa hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek
demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla
olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle bırak! Hastalıkları
belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur
doktorların ve tıp araştırmacılarının.
Doktorların bilimsel ve ahlâksal
anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla
gidiyor. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta
hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla
verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi. Artık
muâyene de yok. Doktorların %95i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri
iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite
kazanırlarken, modern zamanlarda reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir
meslek ve mêmurluk olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para
için bu alana kilitleniyor. Çok az bir kısım ilkeli insanlar bunlardan farklı.
Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı
da doktorlar sâdece kendi alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda
ortaya çıkan ya da çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve
hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara
yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan
doktorlar ise devlet hasta-hâneler ve sağlık ocaklarında işin bürokratik
işlemlerini yapıyorlar, kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî
üst-düzey mêmurluk yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir
doktorun yanına takılmak ya da eczâcı kalfası olmak yeterli. Carl Jung:
“Doktor kendisi de etkilendiğinde
etkili olur” der.
Modern zihniyete sâhip
doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha
ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli
hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar.
Bir de şöyle bir durum var
modern tıp sektöründe: Yan-etkileri faydasından daha etkili olan milyarlarca
liralık ilaçları sâdece bir raporla bedâvaya alabilen hastalar, kendisine
pratik hayatta çok faydası dokunan ortopedik cihazları “perişân” olmadan
alamıyorlar. Meselâ bir ortopedik tabanlık almanın öyküsü şu şekildedir:
Tabanlık şu şekilde alınır. Bir ortopedi yada fizik-tedâvi doktoruna gidip
tabanlığa ihtiyâcınız olduğunuzu söylersiniz. Doktor bakar. Gerçekten de
ihtiyaç varsa tabanlığı yazar. Hem rapor, hem de reçete gerekir bunun için.
Sonra bir ortopedik malzeme satan dükkana gidip ölçünüzü aldırırsınız ve bir
gün sonra tabanlığınız yapılır ve ayakkabınızın içine koyarsınız. %75 iyi de
gelir. Bu tabanlığın parasını o anda cebinizden dükkana ödersiniz ve çıkıp
gidersiniz. Dükkanla işiniz bu kadar kolay. Sonra tekrar doktora gidip faturayı
onaylattıktan sonra elinizdeki yaklaşık 15-20 parça kağıda hastanede 15-20 adet
kaşe/imzâ/mühür vurdurursunuz. Sonra “dosya”yı teslim etmek üzere bu tür
dosyaların teslim edildiği SGK kurumuna götürürsünüz. Onlar dosyada 6-7 tâne
eksik bulup sizi tekrar; İl Sağlık Müdürlüğüne, ortopedi dükkanına,
hasta-hâneye ve doktora gönderirler ve işlemleri yapıp tekrar o kuruma dönersiniz.
Tabi bu-arada 7-8 tâne de fotokopi çektirmişsinizdir. En sonunda mırın-kırın
ederek dosyayı kabûl ederler. Okuma-yazma bilmeyen garip-gariban insanlar ise
oraya bir-kaç defâ daha gitmek mecbûriyetindedirler. (Ben sıra beklerken 10
kişiden 7’sini eksik var gerekçesiyle geri göndermişlerdi). Neyse artık
paranızı yaklaşık 1 ay sonra bankaya göndereceklerini beklerken, İl Sağlık
Müdürlüğünden dosyanız bir mektup ile birlikte adresinize gönderilir. Yazıda,
yaklaşık 20 sayfadan birinde kimlik no’su yazılmamıştır. 2 tâne kimlik
fotokopisi ek’te ilişik olmasına rağmen. Tabi bu işlerden iyice yorulmuş,
yılmış ve sinirlenmiş olduğunuz için, bir de zâten tabanlığın parasını vermiş
olduğunuz için gelen kâğıtların tamâmını yırtıp atarsınız. Yâni geri ödeme
almaktan vaz-geçmişsinizdir. Tabi 100 liralık tabanlık; git-gel, fotokopi, yol
parası vs. derken 150 TL olmuştur.
Başta ilaçlar olmak üzere
tüm tıp masrafları aslında küresel bir çarkın etrâfında döner. Yâni aldığınız
bir aspirin bile o çarkın etrafında döner-dolaşır ve halkın tepesine biner.
Devlet zarar etmez aslında bu masraftan. Zâten baksanıza; SGK şu-anda zarardan
kurtulmuş ve hatta kâra geçmeye başlamış. Sosyâl devletlerde bu tür kurumların
her zaman zararda olması gerekir. Bu kurumlar kapitâlist devletlerde kâr yapar.
Aldığımız ilaçlar ki neredeyse tamâmı yurt-dışı ilaçlardır, küresel ilaç-çarklarından
geçe-geçe bir pazar olur ve bu pazardan bu çarka dâhil olan şirketler/şahıslar
ve devletler büyük miktarda para kazanır. Devlet bu masrafları göstererek
primlere gereğinden fazla zam yapar. Ne kadar masraf varsa, masraftan daha
fazla prim-zammı yapar. İlaç ve tıp-malzemelerinin satıcısından/alıcısından
vergi alır. Ayrıca halk, faydalandığı her hizmet için primden ayrı bir de katkı
payları, muâyene paraları öder. Mesele “can/sağlık meselesi” olduğu için halk
zammı meşrû görür ve sesini çıkarmaz. Yâni; “devlet bu kadar sağlık giderini
nasıl karşılıyor” merâkı gereksiz bir kaygılanmadır. Devlet verdiği hizmetten
kâr eder aslında. Tabi buna hizmet denmez artık. “Hizmet’te kâr olmaz” çünkü.
Yâni aldığınız ilaç eğer o “çark”a girmişse halktan başka kimse zarar etmez.
Üretenler; satanlar, alanlar hep kazanır. İlacı kullananlar ve prim yatıranlar
zarar eder bir tek.
Hiç-bir şey %100 kötü ve %
100 iyi olmayacağı için, modern tıbbın bir-kaç olumlu iyi yanları vardır.
Bunlardan biri âcil vak’alardır ki; “hayâta döndürme”, kalp masajı, sûni
teneffüs ve kanama, dikiş, kırık-çıkık, yara-bere, diş çekimi gibi âcil müdâhale
edilmesi gereken konulardır. Bir de âcil ameliyatlar var tabi. İnsanlar olası
bu durumlarda yararlar bulabiliyorlar modern tıptan. Modern tıp sâdece bu
alanda faydalıdır. Diğer tüm alanlarda ise başarısızdır. En iyi durumda hastalık
iyileşmese de ilerlemez. Zâten modern tıp târihinde kronik bir hastalığın tamâmen
iyileştiğinin bir örneği yoktur. Zâten onlar da iyileştirmeyi değil, hastalığın
olması ile berâber, hayat konforunu en az etkileyecek şekilde sürdürmektir.
İşte bu nedenle İslâm’i şifâda
tüm dikkatler ilk önce koruma hekimliğine verilmiş, daha sonra da buna rağmen
hastalık oluşmuşsa tedâvi (şifâ) unsuruna yönelinmiştir târih boyunca. Hastalık
daha başlamadan yada ilerlemeden önlem almanın çâresi üzerine yoğunlaşılmıştır.
Zâten İslâm’da sağlık kurumlarına hasta-hâne değil, şifâ-hâne, sağlık ocağı gibi
isimler verilmiştir. “Adı şifâ-hâne olsun ki burada şifâ bulsun” düşüncesi ile
bu ad verilmiştir. Bilindiği gibi pasta-hâneye pasta almak için gidildiği gibi,
hasta-hâneye ye de “hastalık almaya” gidilir ki modern tıp-târihi bunun kanıtlarıyla
doludur. Yine İslâm’i doğal anlayışta gerçekten gerekmedikçe ya da âcil bir
durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz.
Hele bir organın “küçük bir sorun var” diye ameliyatla alınması görülmemiş bir
şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah
o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.
Kemâl Sayar, “ölüm”
bağlamında modern tıptan şu şekilde bahseder:
“Ölüm hasta-hânelerde gözden uzaklaştırılıyor ve
tıbbîleştiriliyor. Tıp-bilimindeki ilerlemeler bize her-şeyin önünde-sonunda
tâmir edilebileceğini, kimsenin hasta kalmasına izin verilmeyeceğini îmâ
ediyor. Hastalık bir zayıflık, ölüm ise nihâi bir başarısızlık olarak telâkki
ediliyor. Aşırı tıbbîleştirme, ölümlülüğü sarmalaması gereken tefekkürü
gönülden ırak tutuyor ve onun yerine içimizi utanç ve felâket hissiyle
dolduruyor. Böylece kendi hayatlarımızı kontrôl edemediğimiz hissiyle temâs
ediyoruz.
Tıp, günümüzde hayâtı uzatmaya çalışmıyor, ölümü
uzatıyor. Hastanın insan ve kişi olarak saygınlığı hanidir tıp mesleğinin ilgi
alanında değil, o yüzden hayâtın mevsimleri olduğunu ve yaşlılığın tedâvi
edilmesi gereken bir sorun olarak telâkki edilemeyeceğini kabûllenemiyoruz.
Ölüm kişisel bir bozgun değil. Hayâtın da çevrimleri var ve insan için önemli
olan ecel-vakti gelip çatana dek anlamlı bir hayâtın izini sürmek. Modern tıp
hastalığa ardındaki toplumsal anlamı da hesâba katarak bakmak yerine, bir
organın düzeltilmesi gereken işlev-bozukluğu olarak bakıyor. Tıp-bilimi insanın
ölümlülüğünü kabûllenmekte ayak direttiği oranda, ‘bir can-çekişme olarak”
hayat uzuyor. Modern toplumda insanın ölüm üzerine düşünerek, âile fertleri
tarafından sevgiyle kuşatılmış olarak kendi yatağında ölmesi âdetâ haram
edildi”.
Geleneksel tıbta “sağlığı
korumak” amaç iken, modern tıpta “hastalığı korumak” amaçtır.
Alexis
Carrel:
“Vücut “bütünü” ile hasta olur. Hiç-bir hastalık tamâmen bir tek organa
münhasır kalmaz. Hekimleri her hastalıktan bir ihtisas işi çıkarmaya sevk eden
şey, canlı varlık hakkındaki eski anatomi anlayışıdır. Doğal ve sûnî olmak
üzere iki türlü sağlık vardır. Biz doğal sağlığı, dokuların ateşli ve dejenere
edici hastalıklara karşı dayanıklılığından, sinir-sisteminin dengesinden gelen
sağlığı arzu ederiz. Beslenme rejimlerine, aşılara, serumlara, enzim içeren
ürünlere, vitaminlere, periyodik tıbbî muâyenelere, hekimlerin, hasta-hânelerin
ve hasta-bakıcıların pahalı korumasına dayanan sûnî sağlığı istemeyiz.
Modern hekimlik, sûnî sağlığın, bir-çeşit güdümlü fizyolojinin meydana
getirilmesine yöneliyor. Onun ideali, saf kimyâsal maddelerin yardımı ile
dokuların ve organların fonksiyonlarına müdâhale etmek, yetersiz fonksiyonları
harekete geçirmek veyâ yerlerine başkalarını koymak, enfeksiyonlara karşı
direnme gücünü artırmak, hastalık yapıcı unsurlara karşı organların ve iç
sıvıların tepkisini hızlandırmak vs.’dir.
Biz insan vücûdunu, hâlâ, kötü îmâl edilmiş, parçaları sürekli takviye
ve tâmir edilmesi gereken bir makine gibi algılıyoruz. Sağlık, hastalıksız
olmaktan daha fazla bir şeydir. Sağlık, vücûdun her
kısmının yapısal ve kimyâsal yapısına ve bütünün bâzı özelliklerine tâbidir.
Her organın çalışmasına müdâhale edecek yerde bu bütünün tamâmiyetini
korumasına yardım etmeliyiz.
Yalnız kasları değil de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün
vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı veren cihazları da
kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha değişik egzersizler
gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı
egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş
atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor. Kasları, damarları, kâlbi,
ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün organizmayı oluşturan
sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir. Engebeli arazide yarış,
dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma, aynı-zamanda hava
değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların, iskeletin,
organların ve şuurun âhengini temin ederler.
Modern sağlık ömrü bir hayli uzatmışsa da hastalıkları yok
etmekten uzaktır. Sâdece onların mâhiyetlerini değiştiriyor” der.
Modern tıp süreci şu şekilde
işler: Bir hastalık varsa, ya da hastalık olmasa bile modern cihazlarla aranıp
bulunan hastalığa ilk önce bir ilaç verilir. O ilaç hastalığı geçirmez tabi.
Dediğimiz gibi o ilaçlar şifâ için değil, “sürekli kullanım için” üretilmiştir.
Bir-süre sonra vücut hastalığa direnç göstereceği için ikinci bir ilaç eklenir,
sonra üçüncü ve dördüncü bir ilaç. Bir-zaman sonra bu grup ilaçlar artık işe
yaramadığı için bir üst gruptaki “kuvvetli ilaçlar” devreye girer. Bir ilaç,
iki, üç, dört, beş ve daha fazla ilaç. Bir-süre bu ilaçlarla idâre edilir ama
hastalık hâlen ilk günkü gibi hattâ çoğunlukla daha da kötüleşmiş olarak durur.
Bu-arada ilaçların yan-etkisi olarak mîde-barsak, karaciğer, kâlp-damar, göz,
cilt vs. hastalık sâhibi de olunmuştur ve yan-etkilerden doğan bu hastalıklar
için de o branşın doktorlarına gidilir, tahlil-tetkik yaptırılır ve o
hastalıklar için de ayrıca ilaçlar kullanılır. Ana-hastalık bir-zaman sonra
tekrar alevlendiğinde artık iş ilaçlarla onarılacak bir durumda olmadığından,
ameliyata başlanır. İlk-önce birinci, sonra ikinci, üçüncü ameliyatlar. Artık
tam bir klinik vak’asınızdır. Bu-arada modern tıpla ilgili de epey bilgi edinmişsiniz
ve hattâ konu-komşu-akraba size gelip ne yapması gerektiğini sormaya başlar. Vel
hasıl kelâm; modern tıp, insanı öldürmeden-ölmeden rahat bırakmaz. Kendine
bağlamıştır çünkü. Bu durumu fark eden hastalar için de artık çok geçtir.
Hâlbuki doğal ve normâl bir
tedâvi şekli olan geleneksel tıbda, insanlar bu kadar hastalıklar ile
boğuşmuyorlardı. Belki ölüyorlar ama sürünmüyorlardı. Geleneksel tıb ile
insanlar binlerce yıl tedâvi görmüşler, hastalıklarından tamâmen kurtulmuşlardı.
İnsan doğumlarının çoğu, insanların kendi evlerinde ebeler tarafından
yaptırılmıştır. Bu gâyet normâl bir olaydır çünkü. Hâmilelik bir hastalık
değildir zîrâ. Şimdilerde bakmayın hasta-hâneye giden herkesin otomatikman
hasta îlan ve kabûl edildiğinde. Üç aylık hâmile kadın, kontrol için doğum
doktoruna gidiyor ve doktor onu “hasta” olarak kabûl ediyor ve meselâ o anda
içeriye giren birine “hastam var” diyor. İnsanlar hasta kabûl ediliyor. Zâten
sürekli olarak belli aralıklarla sağlam olan insanların bile hasta-hâneye
gitmesi gerektiği tavsiye ediliyor ve hattâ şart koşuluyor. Neden meselâ “hacamat”
denilen özel bölgelerden kan aldırmayı hiç tartışmıyor, araştırmıyor ve
uygulamıyor modern tıp denen melânet?.
“Peki sen kimsin? Nerden
biliyorsun bunları” mı diyorsunuz? Söyleyeyim.. Bu satırların yazarı; 23 yıllık
Romatoid Artrit-Ankilozan Spondilit hastası olan, yan-etkilerden dolayı da
mîde-barsak, cilt, göz, kâlp-damar, tansiyon, karaciğer, vs. hastalıklara
müptelâ; yaklaşık 110 değişik doktorla muhâtap olmuş; 350-400 kez tahlil-tetkik
yaptırmış, bir o kadar da 25-30 farklı hasta-hâneye gitmiş; 150-200 gün hasta-hânede
yatmış; 2 kez ameliyat olmuş ve hastalık hayâtı boyunca 95-100.000 adet ilaç
kullanmış ve hâlen kullanan biridir. Şu-anda doktorlardan çok kendi düşüncesi
ve anlayışı ile hareket etmektedir ve inanın ki bu şekilde daha iyi bir durumdadır.
Fakat bu anlayışa varmak için ya bunca yıl modern tıp’ın çilesini çekmek
gerekiyor ya da birilerinin vicdâna gelerek ya da birileri zorla vicdâna
getirilerek bu sistemim baştan-ayağa değiştirilmesi gerekiyor. Çok da zor
değil.
Geleneksel tıbbın yanında
bir de “mânevi ve bambaşka bir alternatif tıb yaklaşımı” sunan âyet ve
hadislerle yazımızı noktalayalım..
Kur’ân:
“Yiyiniz, içiniz, aşırı gitmeyiniz” (A’raf 31).
“Hastalandığımda şifâyı Allah verir” (Şuârâ 80).
“Balda insanlar için şifâ vardır” (Nâhl 69).
“Zinâya sakın yanaşmayınız. Bu çirkindir ve kötü bir
yoldur” (İsrâ 32).
“Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye
kadar, onlara yaklaşmayın” (Bakara
222).
“Leş, Kan,Domuz eti, Allah’tan başkası anılarak
kesilenler size haram kılındı” (Mâide
3).
“Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler” (Bakara 233).
Hadis:
“Size şifâ olarak iki şey
yeter. Bal ve Kur’ân” (Hadis).
“Göz değmesi haktır
(gerçektir). Her-hangi bir şeyin kaderini değiştirecek olsaydı, bu göz değmesi
olurdu” (Hadis).
“Cüzzamlıdan aslandan kaçar
gibi kaç” (Hadis-Buhâri).
“Haram ve pis şeylerde şifâ
yoktur” (Hadis).
“Ateşli hastalıklar
cehennemin kaynamasındandır. Onu su ile serinletiniz” (Hadis).
“Öfkenin zarârı ve öfkeyi
önleme metodu: Sizden birisi ayakta iken öfkelenirse otursun, yine öfkesi
geçmiyorsa yatsın, öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateşi su
söndürür, öfkelenirseniz abdest veya duş alınız” (Hadis-Müsnedi-Ahmed).
“Seyahat ediniz, sıhhat
bulursunuz” (Hadis).
“Şu beş şey Peygamberin
sünnetindendir; 1-Sünnet olmak, 2-Kasık tıraşı olmak, 3-Tırnakları kesmek,
4-Koltuk altını tıraş etmek, 5-Bıyığı kısaltmak” (Hadis-Müslim).
“Bir hastanın yanına girince
onu teselli ediniz, morâl veriniz” (Hadis-İbni- Mace).
“Hastalarınıza, yiyecek ve
içecekleri zorla vermeyin. Çünkü Allah Tealâ onları yedirir ve içirir” (Hadis-Tirmizi).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder