6 Eylül 2022 Salı

El-Âlem Ne Der?

 

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz?” (Nâhl 52).

 

İnsan iç-âleminde ne varsa onu söyler ve onu yapar. Testi, içinde ne varsa onu sızdırır. Önemli olan, insanın iç-âlemini kimin-neyin belirlediğidir. İnsanlar târih boyunca, o kadar uyarıya, tebliğe, dâvete ve korkutmaya rağmen Allah’ın ne dediğine değil de, insanların yâni el-âlemin ne dediğine bakar ve ona göre hareket eder. Modern gençlik el-âlemi takmıyor gibi görünse de aslında sâdece el-âlemin kim olduğu farklıdır gençlerin düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını belirlemede.

 

İnsanın tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini, konuşmalarını ve davranışlarını ya Allah belirler yada insanlar. İnsanlar bu belirlemeyi Allah için ve Allah’ın istediği gibi yaparlarsa ne âlâ. Ama bu ancak peygamberlerde ve onları tâkip eden az bir insan tarafından yapılmıştır. İnsanı genelde başka insanlar belirler ve insanlar başka insanlara göre yaşarlar. Fakat bu nedenle insanlar çoğunlukla sapıtırlar ve yanlış yola girerler. En isâbetlileri bile yanlış düşüncelere ve tavırlara sâhiptir.     

 

İnsan ancak, “insanı en bilen”in yoluna uyduğu zaman doğru yolu bulur. İnsanı en bilen ise, onu yaratan Allah’tır. Yoksa el-âlem bilmez. El-âlem ne biliyor ki size ne desin. Bu nedenle el-âlemin ne dediği değil, âlemlerin Rabbi’nin ne dediği önemlidir. Alemlerin Rabbi olan Allah bir şey dedikten sonra bırakın el-âlemin ne dediğini, dünyâ-âlem dese ne yazar?.

 

Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettiği ve oğlu olmadığı için Mekke’li müşrikler Peygamberimiz’e “soyu kesik” demişlerdi. Fakat Allah, Peygamberimiz’i âlemlere rahmet kıldı: “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107). Yeryüzünde ismi o’nun kadar anılan bir insan daha yoktur, olmamıştır, olmayacaktır. Allah’ın “âlemlere rahmet” dediğine kim ne derse-desin hiç-bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

 

Allah: “İnsanlardan korkmayın Ben’den korkun” (Âl-i İmran 175) der. Günümüzde tam tersi olarak “el-âlem ne der” diye insanlardan çekiniliyor ve insanlardan korkuluyor. müslümanlar, “insanlar ne der” diye yaşıyor, bütün korkuları insanlar. Oysa müslümanların çekinecekleri ve korkacakları güç el-âlem olan insanlar değil, Allah olması gerekir. Hattâ “sâdece Allah’tan korkmak” mü’minlerin şiarıdır.

 

El-âlam ne der yada “el bir şey demesin” diye namaz kılan, oruç tutan, kurban kesen, infâk yapan ve en önemlisi de hacca giden insanlar vardır. Hâlbuki bunlar Allah rızâsı için farz kılınan ibâdetlerdir, el-âlemin gönlü hoş olsun ve sesini kessin diye değil.

 

İnsanın ne olduğunu Allah bildikten sonra el-âlem yanlış bilse de zarârı yoktur. Yoksa el-âlem ne der diyerek yaşayanlar sonunda el-âlemin maskarası olur. Çünkü bu kişiler hep el-âleme göre hareket etmişler ve yapacaklarını onlara göre yapmışlardır. Bir türlü kendileri olamamışlardır. El-âlem ne der kaygısı doğru-düzgün mü’min olmanın önündeki bir engeldir. Çünkü mü’minlik “Allah ne demiştir ve ne der” kaygısıyla ortaya çıkan şeydir.

 

El-âlem ne derse-desin; ben sürekli olarak “acaba el-âlem ne yorum yapacak” diye mi konum alacağım ve el-âleme göre mi hareket edeceğim?. Sürekli olarak el-âleme göre konum alan ve hareket edenler el-âleme tapıyorlar demektir. Allah’tan daha fazla el-âlemden korkmaktadırlar. İnsanlarda “Allah ne der” korkusu neredeyse hiç yokken, el-âlemden ödleri patlamaktadır.

 

Belki de el-âlemin demelerine aykırı davranmak daha iyidir. “Atma bu taşları ben yaralıyım; El-âlem al giymiş ben karalıyım” türküsü söylemek gerekebilir. Tüm peygamberler, el-âlemin ne diyeceğine bakmadan onların demelerine aykırı şeyler demişler ve yapmışlardır.

 

El-âlem  çoğunluğu ifâde eder. El-âlem ne der kaygısı, “çoğunluk ne der” kaygısıdır ve çoğunluğa göre konum almak demektir. Fakat bu yanlış bir konumlanma ve hareket etmedir. Çünkü çoğunluk Kur’ân’a göre insanı sapkınlığa götürür. Kur’ân boyunca çoğunluk yâni el-âlem için olumsuz ifâdeler kullanılmıştır. Çoğunluk için olumsuz kullanımlar yapan Kur’ân âyetlerinin en önemlisi ve etkilisi kanımca En-âm 116. âyettir:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).  

 

El-âlemin kendilerine bir hayrı mı var ki, ne derler diye sakınalım yada onlardan bir hayır bekleyelim. El-âlemin ne diyeceği önemli olsaydı el-âlem ilk önce kendilerine bir şeyler derler ve kendilerine bir çeki-düzen verirlerdi. El-âlem denilen kişiler, kendilerine hayırları olmadığı için sana da bir hayırları dokunmaz. Hayırları dokunacak olanlar ise sana ancak güzel bir üslupla öğüt verir, akıl verir ve uyarıda bulunur.

 

El-âlem ne der diye yaşamak gerçek bir yaşama değildir. Böyle yaşamak mahalle baskısıyla yaşamaktır. Mahalle baskının iyi olduğu yerler de vardır elbette. Ama çoğunluk yâni el-âlem genelde yanılır.

 

Hayatlarını hep “el-âlem ne der” diye yaşayanlar kendilerine yazık etmişlerdir. O-hâlde bir-an önce “Allah ne der” diye yaşamaya başlamalıdırlar. Zîrâ âhirette el-âlemin dediklerine göre değil, Rabbül-âlemin’in dediklerine göre hesâba çekileceğiz. 

 

Tabi işin bir de şu yönü vardır. Modernite ile birlikte etkisi kaybolan “el-âlem ne der?” sözü, bir “toplumsal denetim mekanizması” da olabilir, kısmen olmuştur da. İnsanlar en azından “el-âlem ne der” diye sözlerine, hâllerine-hareketlerine dikkat ederdi ki bu da toplumsal bozulmanın ve yozlaşmanın önüne geçerdi. Tabi bir şeyden sakınmak ancak Allah korkusu ve rızâsı için yapıldığında ebedî olur ve âhirette de kişiye fayda verir. Ama bir şey el-âlem için yapıldığında yada yapılmadığında da toplumsal anlamda bâzı faydalar olabilir.

 

El-âlem ne derse-desin, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emrettiğine göre yaşamak “âlemlere rahmet” yapar kişiyi. Aksi-hâlde âleme “ibret” olunur. Allah rızâsı için yaşayan kişi Dünyâ’da iyilik bulduğu gibi, âhirette de sonsuz nîmetlerle sevinir Allahuâlem.

 

El-âlemin tecrübeden kaynaklı bâzı doğru bildikleri olsa da;

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2022

 

 

Devamını Oku »

30 Ağustos 2022 Salı

Din Nedir?, Felsefe Nedir?


“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır…” (Âl-i İmran 19).

 

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114-115).

 

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır” (Âl-i İmran 85).

 

Aslında hiç-bir bilgi sisteminin tek kelimeyle yada kısa bir cümleyle târifi yapılamaz. Özellikle soyut bilgi alanlarının kısa tanımını yapmak pek mümkün değildir. Çünkü soyut olan şeyin tanımı “kısaca” yapılamaz. Bu yüzden de insanlar, “din nedir?” ve “felsefe nedir?” sorularına herkesin üzerinde ittifak ettiği ortak bir cevap veremezler. Aslında insanların ezici çoğunluğu “din ve felsefe nedir?” sorularına bir cevap bile veremezler yada sâdece zanlarını yâni bildiklerini sandıkları şeyleri söylerler. Özellikle felsefe için insanların %99’unun net bir tanım yapabilmesi bir-kaç cümleyle de olsa pek mümkün değildir. Çünkü sözlük-lûgat anlamları da ortak bir tanım vermez. Bu nedenle insanlar din konusunda bir şeylere inanıyor olsalar ve din ile ilgili bir şeyler yapıyor olsalar da dînin ne olduğunu bilmezlerken, felsefe hakkında ise hiç-bir bilgileri yoktur. Bundan dolayı da felsefeyi “hiç-bir işe yaramayan boş bir iş” olarak görürler.

 

Fakat buna rağmen işin traji-komik tarafı nedir biliyor musunuz?. Aslında insanlar, dînin ve felsefenin ne demek olduğunu bilmedikleri için, hayatları boyunca düşüncelerini, duygularını, söylemlerini, amel, eylem ve davranışlarını, duygularını ve inançlarını -mecbûren- din yada felsefenin belirlediğini de bilmezler. Çünkü başka bir belirleyici yoktur. Zîrâ insanın tasavvurunu, düşüncesini, duygularını, inancını, bağlı olduğu şeyleri, ideolojisini, gittiği yolu, konuşmalarını, yazdıklarını, söylediklerini ve yaptıklarını ya din belirler ki bahsettiğimiz din İslâm’dır, yada felsefe yâni akıl-mantık belirler. Kısaca; insana âit olan şeyleri ya din belirler yada felsefe belirler. O-hâlde insanlar dînin yada felsefenin ne olduğunu ister bilsinler ister bilmesinler, şunu çok iyi bilmelidirler ki, ya dîne yada felsefeye uyuyorlardır ve hayatlarının her alanını ya din yada felsefe belirlemektedir. Söylediklerini ve yaptıklarını, hakkında hiç bilgi-sâhibi olmadıkları din yada felsefe belirlemektedir. Bu konuyu aşağıda biraz daha ayrıntılandıracağız.   

 

Şimdi dînin ve felsefenin sözlük anlamlarını verelim..

 

Din: “Tanrı’ya, doğa-üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve sembôller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veyâ ülkü, kült. İnsanların ilk yaratılışından bu yana Dünyâ’da olduğuna inanılan, insanın yaratıcıyla ve çevreyle ilişkisini düzenleyen yapıya verilen isim” (TDK).

 

Felsefe: “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş” (TDK).

 

“Felsefe (Yunanca: φιλοσοφία, philosophia, “bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı”); varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” (Vikipedi).

 

Felsefe, bilginin temelinde bulunan bir takım gerçeklere ve insan davranışını yöneten ilkelere ulaşma çabasıdır. Felsefe aslen bir düşünme etkinliğidir. İnsanların ve yaşamın anlamı üzerine düşünmeyi sağlar. Bu düşünme etkinliğinin sonucunda ortaya çıkan ürüne “felsefi bilgi” denir. Felsefenin doğuşundaki iddiâ, evreni ve varlığı, varoluşun anlamını kavramanın sistematik aklî bir çaba ile mümkün olduğudur.

 

Bertrand Russell’e, “felsefe nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı verir: “Oldukça tartışmalı bir sorudur bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur. Benim görüşüm ise şu şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı meseleler üzerine yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir… Bana göre filozofun işi Dünyâ’yı değiştirmek değil, onu anlamaktır”.

 

Bâzılarının zannettiği gibi din ile felsefe aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara da ulaşmazlar. Tertullianus, “din ve felsefe arasındaki mesâfe, Atina ile Kudüs arasındaki mesâfe kadardır” der.

 

Felsefe için “bilgiyi ve hakîkati arama işidir” denilir, oysa felsefe bir hakîkat ortaya koyamaz. Zîrâ hakîkat kesin ve mutlak olandır ve onu da ancak vahiy ve din sağlar. Zâten felsefede bilgiden ziyâde “bilginin aranması” önemlidir. Bir soruya ille de cevap vermek bile gerekmez. Önemli olan aramadır. Felsefe “sürekli bir arayış ama hiç-bir zaman netliğe ulaşamayış” düşüncesidir. Zîrâ felsefe madde-merkezlidir ve maddenin sonsuz olduğunu düşünür. Böylece “madde sonsuz olduğu için yorum ve arayış da sonsuz olur” düşüncesi açığa çıkar. Felsefe sâdece “nedir?” sorusunu sorar, oysa “niçin?” sorusu daha önemlidir ve hayâtın iki yönünü de kapsar ki buna cevâbı ancak din verebilir.

 

Felsefe düşüncenin yaşama geçmesine bakmaz ve bunu önemsemez, din ise bir yaşam-biçimidir. İslâm aklı kullanmayı şart koşar ama aklı merkeze almak ve onu tapınırcasına olmazsa-olmaz görmek İslâm’da yoktur. Tek hak din olan İslâm, bilimsel-felsefi bir kuram olmanın ötesinde bir yaşam-biçimi olduğundan dolayı felsefî sorgulamalara ve cevaplara çok da gereksinim duymaz.

 

Din, felsefeden farklı olarak aklın yerine hakîkatin kaynağı olarak merkeze Allah’ı koyar. Felsefenin önermeleri ve yaptığı temellendirmeler göreceli ve sorgulamaya açık esnek iddiâlardır. Oysa İslâm, mutlak hakîkatin temsilcisi olduğu için sorgulanamaz önermeler vâz eder. Sınırları belli ve mutlak aşkınlığı kavrama açısından yetersiz olan insan-aklının karşısına İslâm, saf îmânı koyar ve aklın âciz kaldığı noktada rûhu ve kâlbi de tatmin edecek açıklamalar yapar. Felsefenin ve de bilimin böyle bir yeteneği yoktur, olamaz.

 

Felsefe her zaman farklı teoriler ortaya koyar. Devlet ortaya konan teoriyi benimserse yürürlüğe koyar ve insanlar bu teoriye dayanarak kendilerine bir yaşam-tarzı kurarlar. İslâm’da ise teoriyi Allah oluşturur ve seçtiği peygamberlerin örnekliği üzerinden de pratiği gösterir ve öğretir.

 

Şu ayrımı da hemen yapmamız gerekir ki; sözlükler ve tanım yapanlar “din” derken genelde “hak din” ve “bâtıl din” ayırımı yapmazlar. Oysa ya “tek hak din” olan İslâm vardır, yada İslâm dışında bâtıl dinler vardır. Allah katında tek hak, tek hakîkat, tek gerçek ve tek geçerli din vardır, o da İslâm’dır. İslâm’dan başka tüm dinler yâni inanç ve davranış şekilleri bâtıldır. Bunların içlerinde bâzen olumlu ve yararlı şeyler gözükse de, İslâm-dışı dinler mutlak anlamda Allah’ı merkeze almadığı için temel ilkelerde ve düşüncesinde mutlakâ şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm üreteceği için “bâtıl dinler/yollar” olmak zorunda kalırlar. İçerisinde şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve zulüm taşımayan ve hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi bayraklaştıran tek din İslâm’dır. Demek ki bir tarafta İslâm varken, diğer tarafa bâtıl ve sapkın dinler/yollar vardır.

 

Peki İslâm nedir?. İslâm: “Tasavvurun, düşüncenin, söylemin, amel ve eylemin, davranışın, sosyâl, kültürel, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî, toplumsal vs. her alanda hayâtın merkezine Allah’ı koyan; âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri, vahyi-Kur’ân’ı, peygamberleri, onların örnekliklerini, hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı yâni tevhidi koyan ve şirkin, küfrün, ahlâksızlığın, haksızlığın ve zulmün her çeşidinden mutlâk ve kesin anlamda uzak duran, Allah tarafından tüm kâinatta olduğu gibi, Dünyâ’da ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, iç-âlemleri İslâm ile inşâ edip aydınlattıktan sonra, dış-âlemde de mutlak anlamda “sâdece Allah’ı ilah bilen ve O’ndan başka gerçek bir güç-sâhibi kabûl etmeyen sistem”in adıdır. Allah’ın tüm kâinâta ve insana koyduğu “sünnetullah” denen yasalarla birebir uyumlu olan tek din ve tek yol, tek düşünce ve hareket metodu İslâm’dır. Allah çıkışlı, her dâim sâdece Allah’la birlikte olan din. Beşerî, dünyevî, bâtıl dinler ve yolların ise (ki hepsi de aslında birer felsefedir) sonuna kadar uzanan bir kökü ve dayanağı yoktur ve -mecbûren- hep sonradan türemedir. İslâm-dışı dinler ve yollar, İslâm’sızlığın birer sonucudurlar.   

 

Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler İslâm üzeredirler ve bu nedenle de müslim ve mü’mindirler. İslâm son peygamber Hz. Muhammed ile açığa çıkan “dinlerden bir din” değildir. Tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda her zaman tek “hak din” olmuştur, o da İslâm’dır. Tüm peygamberlere İslâm’ın âyetleri inmiş ve tüm peygamberler de İslâm’ı vâz etmiştir. Tüm peygamberler İslâm’ın tebliğciliğini, temsilciliğini ve güzel örnekliğini yapmışlardır. Temel ilkelerde aralarında hiç-bir fark ve çelişki yoktur ve sâdece bâzı küçük ve önemsiz konularda ve uygulamada farklar vardır. Zâten İslâm’ın karşısında bâtıldan başka bir şey yoktur: “..Hak’tan sonra, sapıklıktan başka ne kalır ki?..” (Yûnus 32). Bu noktada İslâm’dan gayrı tüm dinler bâtıldır, câhiliyedir, sapkınlıktır.

 

İslâm hayâtın ve varlığın merkezine mutlak ve kesin anlamda “sâdece Allah’ı” koyar. Allah’ın sözü olan vahyi merkeze alır ve ona göre hareket eder. Bu bağlamda, İslâmî Hareket Metodu’nu en iyi uygulayan peygamberlerin örnekliklerini tâkip eder. Zâten bunu sâdece İslâm yapar. İslâm’ın dışındaki bâtıl ve câhilî-beşeri dinler yâni dünyâ-görüşleri ve yollar ise, hayâtın merkezine ya Allah ile birlikte başka şeyleri de koyarlar -ki bu şirk olur ve şirk zâten budur- yada Allah’ı hiç hesâba katmazlar da insanı, aklı ve dolayısı ile netîcede mecbûren maddeyi merkeze koyarlar. Klâsik felsefe Allah’ın yanına başka tanrılar koyarak şirke düşerken, modern felsefe ise Allah’ı hiç hesâba katmaz da küfre düşer. İşte İslam, bu beşerî-dünyevî-bâtıl-câhil-sapkın dinleri ortadan kaldırmak ve Allah’ın sözünü/dînini/yasalarını tüm kâinatta olduğu gibi Dünyâ’ya hâkim kılmak için indirilmiştir ve müslimler bununla görevlidirler: “Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfâl 39).

 

Peki felsefe.. Felsefe, dîni ve tanrıları da işin içine karıştırmıştır fakat ilk filozofların bahsettiği din, mitoloji-merkezliyken; tanrılar da çok-tanrıcılık (paganizm) şeklindedir. Filozofların ve felsefecilerin büyük çoğunluğu ise işe Allah’ı ve dîni karıştırmaz, aşkın ve mânevi bir gücü, yüce değerleri ve inancı karıştırmaz. Bunun yerine merkeze mutlak ve kesin anlamda aklı ve mantığı koyar. Akıl ve mantık felsefenin tek ve son dayanağıdır. Böyle olduğu içindir ki felsefe de “dinlerden bir din”dir ve böyle olduğu için de mecbûren “bâtıl bir din” sınıfına girer. Zîrâ Allah’ı, dîni, âhireti, vahyi ve peygamberleri yâni inancı işe karıştırmamak câhilliktir, sapkınlıktır.

 

Felsefeyi ilk kez yapan yâni Allah’ın açık emrini dinlemek ve itaat etmek yerine mantığa başvuran, şeytandır. Melekler mecbûren din-merkezlidir ama nefs-sâhibi olup da din/İslâm/Allah-merkezli olan Âdem’dir yâni insandır. Şeytanın emre itaatsizliği ve Hz. Âdem ve Havvâ’yı kandırmasından sonra insanlar ya merkeze dîni, İslâm’ı, kâlbi, rûhu; yada aklı, mantığı, beyni yâni felsefeyi koyarak düşünmüşler, konuşmuşlar ve davranışlarda bulunmuşlardır. Bu hâlen böyledir ve bunun başka bir şekli yoktur.

 

İnsanlık-târihi, İslâm Dînî ile, Allah’ı hesâba katmayan felsefenin yâni bâtıl düşünce ve inançların mücâdelesinin târihidir. Yada târifi şu şekilde de yapabiliriz: “Târih, insanların akıllarını, Allah’ı merkeze koyarak mı yoksa insanı merkeze koyarak mı kullanacaklarının mücâdelesidir. Allah merkeze alındığında akıl âhiret, din, vahiy ve peygamber merkezli olurken; insan merkeze alındığında akıl, mantık, beyin, Dünyâ ve madde merkezli olur. Akıl, Allah-merkezli olmadığında mecbûren şeytan, nefs ve kendilerinde Allah gibi güç olduğunu zanneden ve Kur’ân’ın “tâğut” dediği küresel güçlerin merkezinde kullanılır.

 

Aklı Allah-merkezli kullananlar târih boyunca sayıca az olmuşlarken, şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullananlar her zaman sayıca fazla olmuşlardır. Sünnetullah ve imtihan gereğince işin rajonu budur. Tabi bu durumda, felsefenin ne olduğu hakkında en küçük bir fikri bile bulunmayanların düşünceleri, inanışları, konuşmaları, yazdıkları ve davranışları da hep Allah’sız felsefeye göre olmuştur-olmaktadır.

 

Felsefeyi Allah’ı hesâba katarak ve merkeze Allah’ı koyarak da yapabilirsiniz. Çünkü felsefe; düşünüş, inanış, konuşma ve davranış belirler. Bunu, neyi merkeze alırsa ona göre yapar. Felsefeyi, dîni -merkeze alarak da yapabilirsiniz. Gerçi dînin yâni İslâm’ın felsefeye çok da ihtiyâcı yoktur. Zîrâ felsefenin özünde ve tabiatında Allah’ı, âhireti, dîni, vahyi ve peygamberleri değil; aklı, mantığı, beyni, Dünyâ’yı yâni maddeyi merkeze almak vardır. Zâten modernizm ile birlikte felsefenin büyük ölçüde bilim ve teknolojiye dönüşmesinin nedeni budur. Modern-bilim ve teknoloji mutlak ve kesin anlamda maddeyi merkeze alır ve madde üstünde çalışır. Zâten madde dışında ve madde ötesinde bir şey kabûl etmez. Felsefe bu nedenle aslında dîne karşı ortaya atılmış bir düşünüş ve yaşayış biçimidir. “Dîne karşı din”dir. Din nasıl ki bir inanış ve yaşayış biçimiyse, felsefe de bir inanış ve yaşayış biçimidir. Felsefenin ne olduğunu bilmeyenler yada bilenlerin çoğu, dîne göre değil de felsefeye göre yaşarlar. Hattâ sözde dîni merkeze aldığın söyleyenlerin bile bir-çoğu, iş amele-eyleme ve davranışa geldiğinde “dînî düşünüş ve yaşayış biçimi”ne değil, felsefî düşünüş ve yaşayış biçimine uyarlar. Felsefî yaşayış biçimi, “dünyevîlik” denilen şeydir, yâni “Dünyâ’yı-maddeyi merkeze alarak yaşamak”tır. Bunun karşısında ise “uhrevîlik” diyebileceğimiz; “Allah’ı, âhireti, dîni merkeze alarak yaşamak” inancı ve uygulaması vardır.        

 

Din; Allah’ı, gaybı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı, peygamberleri merkeze koyarken, felsefe ise insanı, aklı ve mantığı merkeze alır. Din, kâlbi merkeze alırken, felsefe beyni merkeze alır. Tabi din de akla önem verir ve “Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır” (Yûnus 100) der. Fakat bu akıl, vahiy-merkezli olan akıldır. Felsefede ise akıl Allah’a bağlanmadığından dolayı en nihâyetinde mecbûren, şeytan, nefs ve tâğut merkezli olacaktır. Bu merkezde olan akıl hep, hazzı, zevki, şehveti ister. Hep bedene yönelik şeyleri ister. Hattâ üstünde çalıştığı şeyler bile hep dünyevîdir. Bu zihniyette olanlar Allah’ı merkeze almayı gericilik, yobazlık ve teröristlik olarak görürlerken; Dünyâ’yı yâni maddeyi, dolayısıyla taşı-toprağı merkeze almayı ilericilik, üstünlük ve modernlik olarak görmektedirler. Fakat gelin görün ki felsefe-merkezlilik hiç-bir zaman bir netliğe, kesinliğe ve doğruya ulaşamadığı gibi, mutluluğa, huzûra ve tatmine de ulaşamamıştır. Zîrâ böyle bir potansiyeli ve gücü yoktur. Filozofların çoğunun huzursuzluğu, bunalımı, sapması ve en sonunda da çıldırması bu nedenledir. Tüm târih boyunca Allahsızlık zamanlarında olduğu gibi günümüzde de modern insanın bunalımı bu nedenledir. Hem hak dînin hem de felsefenin ne demek olduğunu bilmeyen ve onları boş şeyler olarak gören ezici çoğunluğun yaşadığı bunalımın ve boşluğun nedeni de işte bu Allahsız felsefedir. Her-şeyi Yaratan Allah’ı hesâba katmamanın elbette bir bedeli olacaktır. Bu bedel târih boyunca çeşitli şekillerde açığa çıkmış ve ödenmiştir-ödenmektedir-ödenecektir.

 

İnsanlar felsefeden anlamazlar ve felsefeyi boş ve gereksiz bir şey olarak görürler. Çünkü insanlar para getirmeyen şeye önem vermezler. Çünkü felsefe çoğunlukla yada çoğu kişi için para getirmez. Zâten felsefe okuyanlar ve felsefe yapanlar da bunu bilir ve göze alır. O yüzden genel halk kitlesi, felsefeyi hem bilmez hem de “felsefe nedir?” sorusuna “boş ve gereksiz bir şeydir, hiçbir işe yaramaz” diye cevap verir. Hâlbuki eğer bir insan din-merkezli olarak aklını kullanmıyorsa ve davranışlarını da vahiy-merkezli olarak belirlemiyor ve düzenlemiyorsa, o-hâlde mecbûren ve körü-körüne felsefe-merkezli, Dünyâ-merkezli yâni beşer-merkezli olarak aklını kullanıyor, inanıyor, düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor demektir. Çünkü başka bir seçenek yoktur. Ya dîne göre yada felsefeye göre düşünür, konuşur, yazar ve davranışlarda bulunursunuz. Üçüncü bir şık yoktur. Dînin hâkim olmadığı bir zamanda ve mekânda, insanların ezici çoğunluğu, felsefe-merkezli düşünüş ve yaşayış şeklinin, kendisine gösterilen, öğretilen ve dayatılan taklidini yapıp durmakta yâni hayâtının her alanında körü-körüne felsefeye göre yaşamaktadırlar.

 

Felsefeyi boş ve gereksiz bir alan olarak gören modern insan, tüm hayâtını felsefeye göre belirlediğini, felsefeye göre düzenlediğini ve felsefeye göre davrandığını bilmez. Meselâ övdüğü ırkını, milliyetini, ülkesini, devletini; inandığı ve taptığı ideolojileri; lâikliği, sekülerizmi, demokrasiyi, parlamenter cumhûriyeti, kapitâlizmi, liberâlizmi, sosyâlizmi, komünizmi, feminizmi, veganlığı, cinsel tercihlerini, empeyâlizmi, modern, post-modern üretim ve sanallıkları hep felsefeden dolayı benimsediğinin ve savunduğunun farkında değildir. Zîrâ felsefe dayanaksız ve köksüz olduğu için bir noktadan sonra mecbûren körü-körüne olacaktır. Dîni ve felsefeyi bilmeyen insanlar, kullandığı oyun, yasama, yargı ve yürütmenin, demokrasinin ve beşerî tüm kurumların ve uygulamaların hep felsefenin ve filozofların ortaya çıkardığı düşüncelere göre olduğunu bilmeden körü-körüne felsefeye uymaktadırlar. Ne olduğunu bilmedikleri ve aşağıladıkları felsefeyi dinleştirdiklerinin ve “felsefe dîni”ne göre yaşadıklarının farkında değillerdir. Bundan sâdece, merkeze dîni alanlar müstesnâdır.

 

Bir şey dîne dayanmadığında mecbûren felsefeye dayanacaktır ve ona göre olacaktır. Çünkü başka dayanacak bir şey yoktur. Ya dîne göre olacaktır yada felsefeye göre. Modern anlamda her-şey felsefeye dayanır. Çünkü modernizmle birlikte din hepten hayâtın dışına atılmıştır. Artık felsefeyi gereksiz bir alan olarak görenler için dinden boşalan yeri de felsefe ve onun modern şekli olan modern-bilim ve teknoloji doldurduğu için, herkes bunlara göre düşünmekte, konuşmakta ve davranmaktadır. Modern-bilim ve teknoloji de bir felsefedir. Modern-bilim ve teknoloji de Allah’ı hesâba katmayan ve maddeyi merkeze alan bâtıl dinlerden bir dindir, modern hurâfelerdir.  

 

Felsefe; şeytana, nefse ve tâğutların etkisine açık olarak beşer-merkezlidir. Teorilerini de böyle oluşturur. Aşkın bir hakîkate dayanmak yoktur felsefede. Son durak akıldır, mantıktır, beyindir. İşte o akıldır lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, feminist, emperyâl modern düşünceyi ve sistemi oluşturan şey. Yâni felsefedir. Meselâ hemen tüm insanların kuzu-kuzu gidip de matah bir şey yapıyorum edâsıyla, “yönetimde pay sâhibi olduğunu düşünerek” ve oy kullanarak kendilerine dayatılan adayları seçmesi yâni demokrasiye uyması hep felsefeciler ve filozoflardan dolayıdır. Çünkü tüm beşerî sistemleri kuranlar felsefecilerdir ve dayanakları felsefedir. Tüm düşünceler, ideolojiler, izmler vs. hep felsefecilerin, filozofların düşünceleri yada onlardan ilhâm alan politikacıların işidir. Felsefenin ne demek olduğunu bilmemesine rağmen “felsefe boş bir şeydir ve hiç-bir işe yaramaz” diyenler hep felsefeye göre hareket etmektedirler.

 

Felsefe, aşkın bir hakîkate yâni Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye/Kur’ân’a, peygamberlere/Peygamberimiz’e, takvâya vs. dayanmadığı için hemen hiç-bir konuda ve alanda net bir sonuca ulaşamaz ve mecbûren sapar ve sapkınlığa gider. Oysa merkeze dîni alanlara felsefe de fayda verir. Hayâtı anlamlandırmada felsefenin doğru ve yanlış görüşlerini dinden kaynaklanan ferâsetle görebilenlere felsefe de katkı sağlayabilir. Ama Allah’tan, dînden-îmandan bağımsız olan felsefe ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Zâten bir sonuca da varamaz. Hattâ felsefede ve onun modern şekli olan modern-bilimde bir sonuca varılması da beklenmez. Artık felsefe bilime ve teknolojiye dönüşmüştür ki bilim de kesinliğe-netliğe ulaşamaz ve ulaştıramaz. Zâten bilim de “yanlışlanabilirlik ilkesi”yle bir netliğe ulaşma derdinde olmadığını söyler durur.

 

Felsefe köleliğin bir sonucudur. Çünkü felsefeyi yapanlar yada felsefe yapanları maddî olarak destekleyenler hep köle  ve servet-sâhipleri olmuştur. Köleler her işi yaptıkları için ve efendilerine bol-bol para kazandırdıkları köle-sâhiplerinin boş ve bol zamanları olmuştur. Boş ve bol zamanlarını ise “boş adamların boş lafları” demek olan felsefe yapmak yada felsefe yapanları destelemek için kullanmışlardır, filozoflar hep köle-sâhiplerinin kendilerine yada çocuklarına öğretmenlik yaparak geçinmişlerdir. Bu da felsefeye olan ilgiyi arttırmıştır. Aslında köle-sâhipleri böyle yapmakla aynı-zamanda, çok fazla köleye sâhip oldukları için, iş yükünü azaltacak ve yatırım yapmak zorunda kalacakları yeni îcatların yapılmasını istemiyorlar, insanların pratik ve somut şeylerle değil, teorik ve soyut şeylerle ilgilenmesini istiyorlardı. Bunun için de en kolay yol felsefeyi yaygınlaştırmaktı. 

 

Filozofları sofralarına ağırlayan ve bu filozofların da kendilerine sığınmak zorunda oldukları kimseler olan zengin köle-sâhipleri ve toprak beyleri, emekten tasarruf sağlayan araçlar istemiyor ve zanaatçılığı aşağılaştırıcı (banausik) ve kölece bir iş olarak küçük görüyorlardı. Salt bilgi uğruna yada “en büyük arınma” yolu olarak soyut bilgi peşinde koşmak, bu adamların avunma yolu oldu; çünkü köleleri, kendilerini her türlü verimli iş yapma zorunluluğundan kurtarmıştı.

 

Kölelik gerçek bir insan bilimine ve böylece bilimsel târihe olanak vermez ve klasik, geleneksel yada modern olsun her türlü kölelikte felsefe ve boş laflar ortaya çıkar. Bu nedenle kölelik kurumunu haklı göstermek için Aristoteles “doğal kölelik” öğretisini öne sürmüştür. Bu da, halkın çoğunluğunun köle olduğu Yunanistan’da, felsefe bilen hür yunanlıların kendilerini “efendi”, diğerlerini ise “köle” gibi görmelerine neden olmuştur. Kölelerin sırtlarına basarak felsefe yapan köle-sâhipleri, felsefe bilmeyen bir kimsenin, (hangi ırktan olursa-olsun) varlığını ortaya koyma yolunda yapabileceği en yüksek işin, “felsefe bilen kibar yunanlıya köle olarak hizmet etmek” olduğunu düşünürler ve söylerler.  Bu düşünce modern batı’ya da sirâyet etmiş olarak çoğu batı’lı için hâlen geçerlidir. Batı’nın kibri ve özellikle yunanlının kendini bir bok zannetmesinin arkasında bu yatar. Yunanlılar, aslında bir bok olmamalarına rağmen târih boyunca kendilerini üstün görmüşlerdir ki bunun nedeni de felsefenin yunandan çıkmış olmasıdır. Felsefe kölelerin sırtında yükseldiği için, “felsefe bilen efendiler” ve “felsefe bilmeyen köleler” olarak insanları ikiye ayırmışlardır. Uygarlık üretmiş olan Sâmiler ve Mısırlılar “köle halklar” olarak etiketlenmişlerdir.

 

İmparatorluklarda felsefe pek olmaz, çünkü çok farklı halkların karışımı, çok farklı ve yoğun tecrübeler üretir. Farklılığın olmadığı yerlerde pratiğe dönüş(e)meyen felsefe ortaya çıkar ama imparatorluklar pratiğin merkezleridirler. Bu nedenle de felsefeye pek ihtiyaç duymazlar. Çünkü zâten işin gereğini yapıyorlardır ve tecrübe bunu en iyiye getirmiştir. Böyle olduğu için bir şeyin lafazanlığına gerek kalmaz. Küçük ulus-devletlerde merkezde akıl ve felsefe olur, bilim olur, ama imparatorluklarda merkezde din vardır. Çünkü büyük devletler ve karışık toplumlar ancak din-merkezli olarak nizâma sokulabilir ve yönetilebilir. Dînin merkezde olduğu yerlerde kölelerin sırtından geçinmek olmadığı için felsefe pek görünür olmaz.  

 

Felsefe Allah’ı değil de aklı-mantığı merkeze aldığı için “İslâm filozofları” diye bir şey olamaz. Gaybı aklın üstünde bir hakîkat olarak görmek, felsefeyi ikinci plâna atacak olduğundan dolayı gayba inananların “filozof” olarak adlandırılması mümkün olmaz. İslâm-târihindeki meşhûr filozoflardan bâzıları (meselâ Fârâbi) merkeze dinden ziyâde aklı koydukları için din hakkında çok yanlış görüşler ileri sürmüşler ve şirke-küfre düşmüşlerdir. Aklî ilimlerdeki başarılarını din konusunda sürdürememişlerdir. Yaptıkları şey maalesef, pagan Aristo hayranlığından başkası olmamıştır. Din, akıl-üstü olduğu için ve gayb, akıl ile açıklanamayacağı için, gelip vardıkları yerde cezâyı gerektirecek sözler edebilmişlerdir. Meselâ aklı vahyin üstüne koymamak için akıl ile vahyin aynı şey olduğu söyleyebilmişlerdir.Gazali ile bu devir kapanmıştır yada kapanma durumuna gelmiştir. Dolayısıyla İslâm’da aklî ilimde derinleşmeler iyidir fakat aklı merkeze alan felsefede derinleştikçe sapıtmalar da ortaya çıkmıştır.

 

İslâm, aklı kullanmayı şart koşmasına rağmen merkeze -felsefede olduğu gibi- aklı değil de îmânı-gaybı koyduğu için, merkeze aklı koyanlar ya câhildir yada iddiâ ettikleri gibi müslim değildirler, olamazlar. İslâm’da merkezde akıl değil, kesin anlamda îman, gayb ve Allah vardır. İslâm’da akıl teoriden ziyâde pratik aşamada kullanılır. Felsefede akıl ve mantık merkezdedir. İslâm’da ise gayb-vahiy merkezdedir. Aslında Allah, gayb vs. sâdece İslâm’da merkezdedir.

 

Akıl-merkezlilik “şüphe-merkezlilik”tir. Zîrâ şüphe, vahiy-merkezli olmayan aklın varlık sebebidir. Oysa îman ve şüphenin birlikte bulunması zinhar mümkün değildir ve biri olduğunda diğeri olamaz. Zâten Bakara Sûresi’nin ilk âyetleri yâni daha Kur’ân’ın başında “bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici bir kitaptır” denir.  

 

Kindi’ye göre felsefe ile din aynı konu ve amaca ulaşmaya çalışır. Bu amaç “Allah’ı bilmek”tir. Oysa dînin amacı Allah’ı bilmek değildir. Çünkü bu mümkün değildir. İslâm’da amaç, “Allah’a hakkıyla kul olabilmek”tir. Gerçi Kindi, vahiy bilgisini aklî yâni felsefî bilgiden üstün tutar. İnsanın vahiy bilgisine ulaşmasının ve vahiy bilgisi gibi bir bilgi ortaya çıkarabilmesinin imkânsızlığından bahseder. Fakat Fârâbi tam tersini söyler ve şöyle der: “Beşerî ve aklî bir çabayla belli bir yöntem (mantık) ve belli aşamalardan geçirilerek kesin bir biçimde elde edilen felsefî bilgi ile peygamberin imgelem gücüyle belli bir nitelik kazanan vahyî bilgi, kaynak îtibârıyla aynı yerden gelmektedir ki bu, ‘faâl akıl’dır. Dinde ortaya konanlar esas îtibârıyla felsefî hakîkatlerin temsîlî olarak ifâde edilmiş şeklidir”. Fârâbi, Kindi’nin tersine, “dînî bilgi felsefî bilginin altındadır ve öncelik felsefededir” der.

 

“Felsefe ile din arasındaki fark, bilginin vâz ediliş ve ifâde edilişindedir” denir. Felsefe yüksek tabaka sayılan “havas”a hitâp ederken, din ise geniş ve câhil halk kesimlerine (avam) hitâp eder diyerek felsefeyi dinden üstün tutarlar. Bu söz vahye yapılan bir hakârettir. Fârâbi’nin tersine İbn-i Sinâ, vahye ve dîne öncelik vermek gerektiğini, çünkü felsefeden önce dînin olduğunu ve zâten felsefenin düşüncesinin temelini vahye borçlu olduğunu söyler. İbn-i Rüşd ise, felsefe ile dîni uzlaştırmak çabasının dîni bambaşka bir şekle sokmak demek olduğu görünce, vahyi felsefeye üstün tutmuş ve felsefî bilginin vahiy bilgisine uyması gerektiğini söylemiştir. Felsefe şeriatın yedeğinde olmalıdır. Çünkü ancak o zaman sapkın ve saptırıcı olmaktan kurtulur. Zîrâ din öznel olandır ve başka bir şey ile karıştırılmak yada uzlaştırılmak istendiğinde dînden tâviz vermek kaçınılmaz olur ve bu da dînin yozlaşmasını ve değersizleştirmesini getirir. Çünkü dînin din-dışı bir şey ile uzlaştırılması hele aynılaştırılması mümkün değildir. Bu çaba mutlakâ dinden tâviz verilerek dînin sınırlandırılmasını açığa çıkarır.

 

Tâ başından îtibâren insanın yaptığı en büyük yanlış, serbest yâni ilâhî olandan bağımsız olan akıl ve beşerî bilgi ile tüm sorunları çözüp “cennet-vâri bir dünyâ kurabileceği” düşüncesidir. Aklı, mutlak anlamda Allah-merkezli çalışmayanların, baktıklarında yada düşündüklerinde vardıkları sonuç hep bu olmuştur-oluyor. Oysa Allah-merkezli bir akıl, kâlp ve düşünce, doğala, fıtrata ve normâle birebir uygun olduğundan dolayı bambaşka bir düşünce, zihniyet ve amel-eylem üretir. Allah-merkezli olmayan beşerî zihniyet, çok emin olarak aklı yâni felsefeyi merkeze alarak en ideâl bir dünyâyı kurabileceğini zannetmesine rağmen, iş eylem aşamasına geçtiğinde hiç de beklendiği gibi olmamış ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah-merkezli olmayınca doğala, fıtrata ve normâle uygunluk söz-konusu olmayacağı için yakın-uzak vâdede mutlakâ uyumsuzluklar ve sorunlar ortaya çıkmıştır-çıkacaktır. Bunu idrâk etmek ancak, Allah-merkezli bir düşünce, zihniyet ve eylem üzere olunduğunda olabilir. Böyle olmayanlar ise kâlp ve vahiy yerine aklı yâni felsefeyi merkeze almak, buna engel olan dîni ise, -onca kötü tecrübelere rağmen- bertarâf etmek yoluna girerek kadim cehâleti sürdürmekten vazgeçmemişlerdir. Bu bağlamda meselâ Cemâleddin Afgâni, aklı ve beşerî bilgiyi yâni felsefeyi vahiyden üstün görür ve şöyle der:

 

“İlmin tekâmülünde İslâmiyet bir mâni teşkil eder. Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra hür ve serbest terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Hâlbuki İslâm cemiyeti henüz dînî vesâyetten kurtulmamıştır. İslâm Dîni, yerleştiği her yerde ilmi ber-tarâf etmek istemiş ve bu gâyesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımından çokça fâydalanmıştır. Dinler, isimleri ne olursa-olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din, insana îman ve îtikâdı zorla kabûl ettirir. İnsanlık vâr oldukça din ile felsefe arasındaki mücâdele bitmeyecektir. Bu mücâdelede, hür düşüncenin gâlip gelemeyeceğinden korkuyorum”.

 

Akıl yâni felsefe ile vahyin aynılaşması mümkün değildir. Zîrâ akıl, vahyin bâzı pasajlarına hiç akıl erdiremez, gayb konusunda bir adım bile atamaz. Aklı yâni felsefeyi merkeze alma girişimi ve aklı vahiy ile aynılaştırma çabası, aklı vahyin üstüne çıkarma çabasıdır. Vahyi merkeze almak “tek hak din” demek iken, aklı merkeze almak ise “dinlerden bir din”dir. Vahyi merkeze aldığınızda sâdece tek bir din olur ki bu İslâm’dır. Fakat aklı merkeze aldığınızda sonsuz bâtıl dinler açığa çıkar ve fitne üretip ifsâd eder. Bu nedenle ikisinin buluşması ve aynılaşması zinhar mümkün değildir. Bu ancak, aklın yâni felsefenin, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda mümkün ve yararlı olur. Zâten akıl ancak vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda en yüksek derecesine çıkabilir. Bu dereceye kendi başına vahiysiz çıkması mümkün değildir. Çünkü vahiy bilgisi denilen şey maddeden, insandan ve akıldan kaynaklanmaz, Allah’tan gelir. Bu nedenle aklın bilgisiyle vahyin bilgisini aynılaştırmaya çalışmak, -günümüzde olduğu gibi- aklı ilahlaştırmaktan başka sonuç vermez.

 

Esâsen İslâm kişiyi aklı kullanmaya yönlendirir ama, aklı merkeze alan felsefeye ille de ihtiyaç duymaz. Zîrâ İslâm’ın kendi iç-dinamikleri buna gerek bırakmaz. Zâten Hz. Muhammed, İslâm’ı, felsefeye başvurmadan ve İslâm’ın kendi iç-dinamikleriyle yeterince açıklayıp anlatmış ve de “en güzel örnek” olarak bize örnekliğini bırakmıştır.

 

Ne tuhaftır ve belki de sünnetullahın bir cilvesidir ki, en yoğun şekilde felsefeye göre yaşayanlar, felsefenin ne demek olduğunu en az bilenlerdir. Belki de bu hem dîni hem de felsefeyi bilmemenin ve önemsiz ve gereksiz bir şey olduğunu zannetmenin bir cezâsıdır. Çünkü felsefeyi iyi bilenlerin mutlakâ felsefeyi yada filozofları eleştirdikleri bir yer vardır. Lâkin iş yaşamaya gelince yine değişir ve din-merkezli olmaktansa, eleştirdiği felsefeye göre yaşamayı seçerler.

 

Peki felsefe okunmalı mıdır?, eğitimi alınmalı mıdır?. Elbette!. Lâkin nasıl ki akıl “vahiy-merkezli” olmalıysa, felsefe de vahiy-merkezli olmalıdır. Çünkü kişi ancak o zaman sapmaktan korunur ve kurtulur. Vahiy-merkezli felsefe okuyanlar, bâtılın ne/nasıl olduğunu çok net olarak görme imkânına kavuşurlar. Fakat akıl ve beşer-merkezli felsefe, kişiyi yavaş-yavaş ve adım-adım boşluğu ve uçuruma doğru sürükler ve ulaşılan yerde karşısına bunalımlar ve buhranlar çıkar ve geriye intihar düşüncesinden ve eyleminden başka bir şey kalmaz. Felsefenin intihar ile bu kadar yoğun ilgisinin nedeni budur. İntihar felsefesi diye bir felsefenin olmasının nedeni budur.      

 

Dünyâ’da hakîkati söyleyen ve temsil eden kişi sâdece tek bir kişi bile olsa yine de doğru ve haklı olan odur. Hz. İbrâhim tek-başına bir ümmet idi. Dünyâ’da bir kişi hâriç herkes, aklı, mantığı, maddeyi yâni felsefeyi merkeze alsa da o şey yine de bâtıl ve sapkın olmaktan kurtulamaz. Bir şeyin taraftârı çok olunca o şey “hak” olmuş olmaz. Hattâ tam tersine, Kur’ân’a göre çoğunluk hep sapmıştır ve saptırır: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Bu dünyâda insanların tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini, inanış, yaşayış ve davranış biçimlerini belirleyen sâdece iki şey vardır: Din ve felsefe. Böyle olduğu için insanlar ya, bilmedikleri ve aşağıladıkları felsefeye göre yaşayacaklar, yada az-çok bildikleri dîne göre yaşayacaklardır. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Şu da var ki din, felsefe gibi değildir ve insanlardan bilgili-bilinçli bir düşünme, inanma ve yaşama bekler. Zîrâ tek hak din olan İslâm, körü-körüne yaşanamaz. Körü-körüne olduğunda “felsefe” olur. O-hâlde:

 

“Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Ağustos 2022 Cuma

Peygambersiz Din Anlayışı

 

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Şu muhteşem düzene, nizâma ve döngüye sâhip olan kâinatta hiç-bir bozukluk, eksiklik, kusur ve uygunsuzluk göremezsiniz. Buna Dünyâ’nın doğal yapısı; dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar ve insanların fizîkî yapıları da dâhildir. Bunun böyle olmasının nedeni, tüm bunları istisnâsız şekilde Allah’ın yaratmış olması ve tüm kâinâtı sâdece ve sâdece O’nun yönetiyor olmasıdır. Zâten buna ancak Allah’ın gücü yeter. Tüm kâinâtı sâdece Allah yönetip-yönlendirdiği için yâni tüm kâinât, kendi istidâdınca ve yetenekleriyle sâdece Allah’a kulluk ettikleri için bu muazzam nizam ve döngü hiç şaşmadan devâm eder durur.

 

Peki insanlar arasındaki; sosyâl, toplumsal, kültürel, ahlâkî, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve askerî alanda durumlar nasıldır?. Peygamberlerin ve onların yolunda olanların çabalarıyla zaman-zaman olan düzenlemeler ve düzeltmeler hâriç, insanlar arasında her zaman bir düzensizlik, nizamsızlık, uygunsuzluk, bozukluk, adâletsizlik, ahlâksızlık, haksızlık ve zulüm vardır. Çünkü insanlar kâinattaki diğer her-şey gibi “sâdece Allah’a” uymazlar ve “sâdece Allah’a” kulluk etmezler de mutlakâ şirk koşarlar, küfre düşerler, adâletsizlik, haksızlık ve ahlaksızlık yaparlar, dolayısıyla zulüm üretirler. Aslında Allah’tan aslâ kötülük gelmez ve sâdece iyilik gelir. Kötülükler insanın yaptıklarından kaynaklanır. İyilik olmadığında kötülük ortaya çıkar. Tüm kâinatta kötülükler ve uygunsuzluklar sâdece insanlar arasında vardır ve insandan kaynaklanır:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir…” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Allah, insana bir irâde verdiği için onu seçimlerinde serbest bıraktığından dolayı insanın yaptığı seçimlerin sonuçlarını yaratmaktadır. Fakat Allah, insan elinden çıkan kötülüklerden elbette râzı değildir. Zâten peygamberlerini göndermesi ve vahyini indirip bu kötülüklerin bertarâf edilmesini istemesi bu nedenledir.

 

Allah’ın insanlar içinden bir peygamber seçip ona vahyederek emirlerini-nehiylerini-tavsiyelerini indirmesinden amaç, Allah’ın; kötülüğe, çirkinliğe, uygunsuzluğa, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme râzı olmamasıdır. Tabi aynı-zamanda Allah’ın, Kendisine ortak koşulmasına izin vermeyecek ve böyle bir şeyi affetmeyecek olmasından dolayıdır. Zîrâ kâinâtın hiç-bir alanında bu saydığımız olumsuzluklar ve zulüm olmazken, sâdece insanlar arasında olumsuzluk ve zulüm olmaktadır. Allah’ın tüm kâinâtı ve insanları yaratması ve insanlar içinden birini seçerek ona vahiylerini yâni emir ve yasaklarını indirmesinin tek nedeni ve gâyesi, (sünnetullahın ve “imtihan”ın bir gereği ve de sâdece Allah’ın bileceği hikmetten dolayı), tüm kâinatta olduğu gibi, vahiy ve vahiy-merkezli bir yaşam ve nizam kurulması, böylece tevhidin ikâme edilerek, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de dînin yâni iç ve dış-âlemde hâkimiyetin sâdece Allah’a mahsus kılınmasıdır.

 

Peki Allah peygamber göndermesiydi ve sâdece vahyini indirseydi; meselâ Kur’ân bir insanın yâni Hz. Muhammed’in dilinden değil de, ara-ara Kâbe’den gelen bir sesle bildirilseydi ne olurdu?. İnsanlar arasında kurulması gereken nizam yine kurulabilir miydi yada bu amaç için insanlar kendilerini adayıp çalışılabilir miydi?. Tabi ki de hayır!. Çünkü herkes duyduğunda yada okuduğunda, kendi bilgisi, düşüncesi, görgüsü, çıkarı ve arzusundan dolayı farklı yorumlar yapardı Kur’ân’a. Böylece ortaya sonsuz yorumların yapıldığı bir din çıkacaktı ve bu yorumların ortasında -aynen günümüzde olduğu gibi- bir kaos ve anlaşmazlık olacaktı. Herkes kafasına göre konuşacaktı ve bir netlik ortaya konamayacaktı. Böyle olunca da insanlar birlik olup da yapılan yanlışlardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, şirkten, küfürden, haksızlıktan, ahlâksızlıktan ve zulümden vazgeçmeyecekti. Hiç-bir yanlışı ve bozukluğu, isteseler de değiştiremeyeceklerdi. Peki niye?.

 

Çünkü Kur’ân, netîcede bir söylem ve sonra da yazılıp iki kapak arasında toplanarak oluşmuş yazılardan meydana gelmiş bir Kitap’tır. Elbette Kur’ân târih boyunca ortaya çıkmış kitaplara benzemez ve Allah’tan kaynaklandığı yâni Allah’ın sözü olduğu için (birileri kâfirliğinden dolayı inkâr etse de) kusursuz ve mükemmel Kitap’tır. Zîrâ mutlak anlamda Allah’ın sözüdür. Fakat sünnetullahın ve Dünyâ’nın formatı gereği olarak netîcede bir Kitap’tır. Bir kenarda, raflarda, kitaplıkta, kütüphânede yada modern cihazlar olan bilgisayar, cep telefonu vs. gibi yerlerde sâdece Kitap olarak bulunuyor olması ve onun okunup-okunup kişisel yorumlarının yapılması toplumsal anlamda bir yaraya merhem olmaz-olmuyor. Tabi mutlakâ düşünsel yararlarının yanı-sıra ibret alanlar da olur. Yâni demek istediğimiz, Kur’ân’ın Arapça yada Türkçe metnini sâdece elde ve kütüphânede bulundurmakla, bilgisayara ve cep telefonlarına indirmekle, dört duvar arasında yada internet ortamında -zinhar amele/eyleme dönük olmayan bir şekilde- okuyup-yorumlamakla, topluma, insanlar arasındaki bozukluğa ve karmaşaya bir etkisi olmaz. Zâten günümüzde Kur’ân her yerde ve yüzlerce cilt hâlinde herkesin elinde bulunuyor, okunuyor, araştırılıyor, yazılıyor ve konuşuluyor ama gün geçtikçe Dünyâ bozuluyor, yozlaşıyor, çirkinleşiyor ve yaşanmaz bir yer hâline geliyor. Çünkü Kur’ân sâdece iç-âlemleri inşâ etmek için değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemi yâni Dünyâ’da ve tüm insanlar arasında nizâmı kurmak ve korumak için gönderilmiş bir Kitaptır. Şu unutulmamalıdır ki, biz Kur’ân’a değil, Allah’a tapıyoruz. Fakat biz Allah’a hakkıyla kulluk etmek için Kur’ân-merkezli bir hayat yaşamaya çalışıyoruz. Kur’ân bizim ilahımız değil, Dünyâ’da mü’mince yaşamak ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmak için îman ve rehber ettiğimiz temel kaynağımızdır.

 

Evet; Kur’ân’ı okuyup, idrâk edip de hayâta yansıtmadığımızda yâni Kur’ân’ı kılavuz edinerek Dünyâ’da her alanda-mekânda ve tüm zamanlarda İslâm’ı hayâta hâkim kılmadığımızda yada bu uğurda çabalamadığımızda, Kur’ân iki kapak arasında durarak, dört duvar arasında okunarak, zihinlerin, kâlplerin ve zamânın nesnesi yapıldığında -kişisel bâzı faydaları olacak olmasına rağmen- toplumsal ve küresel anlamda bir yarar sağlamayacaktır, sağlamamaktadır. Çünkü Kur’ân “sâdece okunmak için” değil, “okuyup idrâk etmek ve hayâta yansıtarak hâkim kılınmak için” indirilmiştir.

 

O-hâlde ne olmalıdır?. Kur’ân’ı Allah’ın seçtiği bir Peygamber, -en güzel ve en ideâl şekilde- hayâtın tam ortasında ete-kemiğe büründürmeli, okumalı, idrâk etmeli, yaşamalı ve böylece “güzel bir örneklik” olarak ortaya koymalıdır. Tüm peygamberler bunun için gönderilmiştir ve bunun için çalışmıştır. Peygamber gönderilmesinin nedeni budur. İslâm’ı hâkim kılma noktasında bâzı peygamberler Allah’ın dînini yâni İslâm’ı hâkim kılmıştır, bâzıları da hep İslâm’ı hâkim kılma yolunda olmuştur, ölmüştür ve hep bunun için çalışmıştır. Çünkü peygamberler bu nedenle seçilip gönderilmişlerdir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâd-etmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed, işte bu doğrultuda Allah’ın dîni olan İslâm’ı, olması gereken en ideâl şekilde yaşamış, tebliğ etmiş, insanları İslâm’a dâvet etmiş, tüm zorlukları göze alarak ve yüklenerek sonuçta İslâm’ı hayâta hâkim kılmıştır. Bunu, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği ve adına literatürde Sünnet denilen vahiy-merkezli yaşamıyla ve çabasıyla yapmıştır:

 

“And olsun!; Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

 

Ahzâb Sûresi 21. âyet kıyâmete kadar Kur’ân’ın içinde olacağından dolayı, Peygamberimiz’in güzel örnekliğini göz-önüne almak ve amel-eylem aşamasında bu örnekliği tâkip etmek bizim için olmazsa-olmazdır. Çünkü Sünnet denilen bu güzel örneklik, (süreç içinde yapılan bâzı yanlışlar ve hatâlar Allah tarafından ânında düzeltilerek) indirilen vahiylere göre ortaya konulmuştur. Yâni Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet, Allah tarafından “onaylanmış-mühürlenmiş” bir “vahiy yaşanmışlığı”dır. Bu yaşanmışlık hem iç-âlemde, hem de dış-âlemde hayâtın her alanında gösterilen bir örnekliktir. İdeâl bir müminlik, sabır, şükür, dik-duruş, vazgeçiş (hicret) ideâl toplum, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet örnekliğidir. Kur’ân’ın, güzel örneklik olarak ortaya konmamış hiç-bir âyeti, emri ve neyhi yoktur. Bu, Peygamberimiz’in yüz-bin kişinin huzûrunda “dîni kavlî ve fiîlî olarak tebliğ etim mi?” sorusuna “evet, tebliğ ettin” onayıyla sâbittir. Çünkü tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de tüm hayâtını buna adamıştır ve genel bir örneklik ortaya koymuştur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı tek hak dînin yâni İslâm’ın peygambersiz olması mümkün değildir. Kendilerine Allah tarafından vahiy inmiş tüm peygamberler İslâm’ın peygamberidir. Peygambersiz din yada daha doğrusu inançlar ise, ancak bâtıl ve beşerî inançlar, felsefeler ve akımlardır. Beşerî dinlerin kişisel bâzı faydalarından başka bir yaraya merhem olduğu görülmemiştir. Hattâ kişisel olduğu için mecbûren pasif olunca ve bundan dolayı kötülükleri önleme noktasında bir şey yapılmayınca, yarârı değil zarârı olmuştur, oluyor.

 

İki çeşit din vardır; beşerî bâtıl dinler ve tek hak ve ilâhî din olan İslâm. İslâm tek ilâhî ve hak din’dir. Tüm peygamberler İslâm Dîni’nin tebliğini-dâvetini yapmak ve vahyi hayâta yansıtarak bir örneklik ortaya koymak ve de İslâm’ı hayât hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. Beşerî dinlerin -sözde- peygamberleri ise Allah tarafından gönderilmiş ve onaylanmış falan değildir. Onlar kendi-kendilerine bir düşünce ve hareket başlatmışlardır ki, ilâhî ve vahiy-merkezli olmadıkları için bâtıldırlar.

 

Beşerî dinlerin peygamberleri sâdece iç-âlem ile ilgilenmişler ve bu nedenle de sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi Dünyâ ile ilgilenmemişler ve tâkipçilerine de bunu tavsiye etmişlerdir. Böyle olunca beşerî dinlerin müntesipleri, “dîn” deyince, “Dünyâ’ya hiç karışmama”yı anlamışlardır. Bu yüzden beşerî dinler, sâdece boş lafların ve saçma uygulamaların yapıldığı inançlar olmuştur. Oysa İslâm’ın tüm peygamberleri, yaşadıkları zamanlarda yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı çıkmıştır. Adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulmün her türlüsüne karşı çıkmışlar ve bunları ortadan kaldırıp, hakkı ve hakîkati yâni tevhidi hâkim kılmak için var-güçleriyle çalışmışlardır.

 

İslâm, “salt bir îman ve ibâdet dîni” değil, “îman, ibâdet ve hayâtı İslâm’a göre düzenleme dîni”dir. Beşerî dinler, “ilâhî bilgiyi elde edip kişisel ibâdetini yaptın mı, tamam” diyorlar. İyi de din yâni yaratıcı, yarattığı bu hayat için hiç-bir şey söylemiyor mu?. Peki Dünyâ’daki kötülükler ve şerefsizlikler nasıl düzelecek ve zulüm nasıl bitecek?. İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle yapılan sâlih amellerdir. Bu nedenle sâdece kuru-îman ve “ibâdet” denilen ama çoğu saçma hareketler ve uygulamalar içeren beşerî dinler bir peygambere ihtiyaç duymazlar.

 

İslâm’ı “kuru îman ve ibâdet dîni”ne çevirmeye çalışanlar da Peygamberimiz’i inkâr ve iptâl etmek istiyorlar. Peki bunu niçin istiyorlar?. İslâm, sünnetullah ve imtihan için yaratılmış olan Dünyâ’ya tam uygun bir din’dir ve kuralları sünnetullaha ve imtihana göre belirlenmiştir. İnsanlar zorla İslâm’ı kabûl etmeye zorlanamaz. Fakat Allah, İslâm’ı kabûl edenlere bâzı sorumluluklar verir ve yük yükler. Ayrıca, doğala, normâle ve fıtrata uygun olmayan şeylere izin vermeyeceğinden dolayı adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve her türlü zulme karşı çıkar. Bundan dolayı da Dünyâ’ya ve hayâta karışır. Çünkü mülk Allah’ındır ve mülkünde dilediği tasarrufta bulunur. İşte bu durum insanların hoşuna gitmemektedir. Zîrâ İslâm, hayâtı aynen göklerdeki gibi, Allah’a göre düzenlemek ister ki bu durum kötülerin, çıkarcıların ve şerefsizlerin tekerine çomak sokar.

 

İslâm’da; şeytana, nefse ve tâğutlara alan bırakılmaz. Nefislerin kışkırmak yada kışkırtılmak için fırsatı olmaz. Çıtayı normâl seviyesine düşürdüğü için insanlar çok da farklılaşamaz ve bundan dolayı birileri, bâtıl kaynaklı çeşitli haz ve zevkler alamazlar. Bu da insanların nefislerini sıkıntıya sokar. Çünkü nefs alabildiğine kışkırtılmak ister. Tabi bu durumdan en çok da başta şeytan ve sonra da onun uşakları olan tâğutlar rahatsız olur. Çünkü İslâm hâkim olduğunda yâni hak gelip de bâtıl def-olup gittiğinde tâğutlar mecbûren yer-altına çekilmek zorunda kalacaklardır. Üstelik orada ne kadar kalacakları da belli değildir.

 

O-hâlde tâğutlar ve dostları İslâm hâkim olduğunda yada “hâkim olmasın diye” ne yapmalıdır?. İslâm diğer dinler gibi olmadığı ve ilk indiği günkü gibi “korunmuş bir Kitab”a sâhip olduğu için Kur’ân’ı değiştirmek, ona eklemeler ve çıkarmalar yapmak mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ’daki tüm Kur’ân nüshaları aynıdır. O-hâlde yapılması gereken şey, “Kur’ân’ın yorumunu değiştirmek”tir. Çünkü daha önce tüm diğer kitaplar da bu şekilde tahrif edilmiştir. Tevrat ve İncil, aşırı yorumlanarak ve bir zaman sonra o yorumlarla karışan âyetlerin yeniden yazılarak kitaba eklenmesiyle dinleştirilmiş ve böylece tahrif edilmiştir. Yorumlar âyet hâline getirilmiş yâni vahye insan sözü karıştırılmıştır. Böyle bir tahrifat Kur’ân’a yapılamayacağına göre, o hâlde onun yorumunu, anlayışını, te’vilini ve yeni yorumlara göre hayâta yansımasını değiştirmek gerekir. Lâkin bunda da “sağlam bir engel” vardır. Nedir bu engel?.

 

İslâm sâdece, inen vahiylerin birleştirilip kitaplaştırıldığı Kur’ân ile bitmez. İslâm; Kur’ân’ın, hayâtın tam ortasında okunması ve yaşanması ve de hayâtın her alanında hâkim olmasıyla tamamlanır. Bu nedenle Kur’ân’ın bir de, seçilmiş bir Peygamber tarafından (Allah kontrôlünde ve gerektiğinde yanlışların düzeltilerek) en ideâl şekilde yaşanmış ve “güzel örneklik” (Sünnet) şeklinde ortaya konması gerekir. Sünnet, “Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî olarak yapılmış en ideâl yorumu”dur. Yâni Allah en kusursuz Kitab’ı indirdiği gibi, o Kitab’ın kavlî ve fiîlî olarak en ideâl ve kusursuz yorumunu ve uygulamasını da, seçip gönderdiği ve kendisine vahyettiği Peygamber tarafından yaptırmıştır. Kur’ân, Allah’ın kontrôlünde “en ideâl yaşanmışlık” olarak kavlî ve fiîlî (sahih hadis ve sahih Sünnet) olarak da ortaya konulmuştur. O-hâlde artık İslâm’ın müntesipleri Kur’ân’ı okuyacak, onunla bilgilenip bilinçlenecekler ama yorumlarını yaparken Kur’ân-bütünlüğü ve de Sünnet’i yâni Ahzâb Sûresi 21. âyette söylenen ve “güzel örneklik” denilen, vahyin kavlî ve fiîlî en ideâl yorumu olan Sünnet’i de hesâba katmak zorundadırlar. Böyle olunca da Kur’ân’a yapılacak yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne uygun olması gerektiği gibi, sahih Sünnet’e aykırı olamayacaktır. Ne oldu?; birden suratınız mı asıldı yoksa?. Allah’ın onaylayıp-mühürlediği kavlî ve fiîli bir yorumdan daha iyi bir yorum mu yapacaksınız?.

 

İşte bu nedenle, şeytan, tâğutlar ve haz, zevk ve çıkarlarını din yapmış olanlar, Sünnet’i yâni Peygamber’i, dolayısıyla Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumunu ortadan kaldırmaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bunu yaparken en güçlü argümanları, absürd, yalan-yanlış uydurma ve zırva rivâyetleri öne sürerek ve bunları sanki Peygamber söylemiş ve yapmış gibi yansıtmaktır. Bunu başlatanlar târih boyunca İslâm düşmanları olurken, modern zamanlarda ise oryantâlistlerdir. Modernizmin ağır baskısı ve kuşatması altında ezilen ve aşağılık kompleksine kapılan müslümanlar da işte bunlara uymuşlar ve uydurma, bâtıl ve zırvalık derecesindeki rivâyetleri inkâr edeyim derken, Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumları olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i de tümden inkâr ve iptâl etme yanlışına düşmüşlerdir. Bunu da “sâdece Kur’ân”, “Kur’ân yeter” gibi sloganlarla yapmaktadırlar. Fakat okudukları Kur’ân’a yaptıkları yorumlar, oryantâlist, modern ve beşerî telakkilerle yapılmaktadır. Yâni Peygamber’i, sahih hadisi ve sahih Sünnetî inkâr ve iptâl ederlerken, modern zırvalıklara, uydurmalara ve yalanlara meftûn ve râm oluyorlar ve yorum olarak bunları baş-tâcı yapıyorlar. Şunu da söyleyelim ki, uydurma rivâyetlerde bahsedilen zırvalıkların hiç-birini Peygamberimiz söylememiştir ve absürd uygulamaların hiç-birini Peygamberimiz yapmamıştır. Bunların tamâmı Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan ve ona isnat edilmiş yalanlardır. Sahih hadis ve sahih Sünnet, 23 yıllık risâlet-nübüvvet sürecinin içindedir ve bunu kaynaklardan genel anlamda çıkarmak zor değildir. Zâten bu, bilenlere mâlûmdur.

 

O-hâlde ey müslümanlar!; klâsik uydurmaları ve zırvalıkları kabûl etmiyorsunuz, tamam; fakat modern uydurmalara, yalanlara ve zırvalıklara niçin bir şey demiyorsunuz da Kur’ân’ı bu modern uydurmalara ve zırvalıklara göre yorumluyorsunuz. Modern uydurmalara göre yorumladığınızda Peygamber’e gerek kalmadığından dolayı mı?. İslâm’ın klâsik uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması nasıl yanlışsa, modern uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması daha fazla yanlıştır. Çünkü modern yorumlar Peygamber’i inkâr ve iptâl ediyor ve onun yerine sahte peygamberleri, modern-bilimi, teknolojiyi, modern izmleri, bâtıl ideolojiler olan demokrasiyi, lâikliği, sekülerizmi, feminizmi, şeytanı, tâğutları, küresel güçleri, sermâyedarları, şerefsiz felsefe ve düşünceleri koyuyorlar. Tüm yorumlarını da bunlara göre yaptıkları için artık Peygamber’e ihtiyaç hissetmiyorlar. Sahih hadisleri ve sahih Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl ederken, modernizmin bütün zırvalıklarını toptan kabûl etmek de neyin nesi?. Aklınızı başınıza alın. Uydurmaları, absürd rivâyetleri inkâr ve iptâl edeyim derken kendinize binlerce modern uydurma, zırvalık, yalan-dolan, absürdlük ve modern peygamberler ediniyorsunuz ve onlara âdetâ tapınıyorsunuz.

 

Budizm, Hinduizm ve Sâbîilik gibi îman, ibâdet ve konsantrasyona dayalı dinler peygambere ihtiyaç duymazlar. Açıkçası bu dinler “dandik dinler”dir. “Din” dediğimize bakmayın, bunlar “bâtıl yollar”dır. İnsanlığa bir yarar getirmezler ve körü-körüne düşüncelere kapılırlar ve hareketlerde bulunurlar. Oysa “din” demek, “Dünyâ’yı dîne göre değiştirip-dönüştürmek ve düzenlemek” demektir. Çünkü gerçek din, Allah’ın sözlerinden oluşur. Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak zorunludur. Bu nedenle tek hak din vardır, o da vahiy-merkezli din olan İslâm’dır. Beşere değil, Allah’a dayanır. İslâm’da peygamberler, kendilerine indirilen vahiyleri hayâta hâkim kılmakla sorumludurlar.

 

Peygambersiz dinler, dîni sâdece îman ve ibâdete has kılarlar ama bu çoğunlukla lafta kalır. Dünyâ’ya nizam ve intizam verecek kânunlar ve kurallar yoktur bu dinlerde. Onlar varsa-yoksa iç-âlemleriyle, psikolojileriyle, korkularıyla ve Allah’ın zâtıyla ilgilenirler ve uğraşırlar. Böylece bomboş işler yapmış olurlar. Peygambersiz dinlerde bâzen peygamberlerden birine îtibâr edilebilir ama bu îtibâr geçici ve içeriksizdir. Meselâ Sâbiîlikte Hz. Yahyâ, peygamber olarak kabûl edilir. Fakat Sâbiîler, Hz. Yahyâ’nın kendilerine yeni bir öğreti veyâ vahiy getirdiğine inanmaz; onun kendilerine sâdece dinlerini tâlim ettirdiğine ve bu uğurda inançsızlarla mücâdele ettiğine inanırlar. Bu tabi Hz. Yahyâ’ya iftirâ atmak anlamına gelir.

 

Dîni, îman ve ibâdetten ibâret gören (fakat doğru-düzgün îman ve ibâdet etmeyenler) peygambere gerek duymazlar ve onları hesâba katmazlar ama, peygamberden boşalan yere sosyâl, ekonomik, askerî, siyâsî, hukûkî ve felsefî anlamda önde gelen kişileri yerleştirirler. Uzmanları yerleştirirler. Peygamberimiz’i örnek ve önder olarak kabûl etmeyenler, onların yerine beş para etmez adamları peygamberden bile üstün tutarlar. Bu hem ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da böyledir. Popçu, topçu, manken ve artistleri peygamber yerine koyarlar ve onlara îtibâr ederler. Saygıyı-sevgiyi ve üstünlüğü onlarda görürler. Pop şarkıcısı Michael Jackson öldüğünde, hayrânı olan bir genç kız; “artık kime inanacağımı bilmiyorum” demişti. Peygamberlere îman vardır ama ibâdet yoktur. Peygamberler, İslâm’ı hayâta hâkim kılmak yada bu uğurda çalışmak bağlamında bir örneklik ortaya koymak ve izlenmek için gönderilirler.

 

Peygamberlere uymayı gereksiz görenler, beşerden birilerini ilahlaştırma derecesinde yüceltirler. Peygamber’i inkâr ve iptâl edenler, onların yerine nice hayâli kahramanları, lîderleri, filozofları, hükümdarları, vezirleri, -sözde- evliyâyı vs. peygamberden daha üstün tutmuşlardır ve onlara tâzim göstermektedirler. Bu durum, sünnetullah gereğince olan bir cezâdır. Çünkü Peygamber yerine koydukları kişiler -içinde bâzı faydalı işler yapmış olanlar olsa da- aslında bir yaraya merhem olmayan kişilerdir. Çünkü yarayı saracak sahih bir kaynakları yoktur. Onların aşkın bir hareket noktası ve dayanacakları yüce bir kaynağı yoktur.

 

Peygambersiz din anlayışında dîni belirleyen şey, insanların istekleri, arzuları, hayâlleri, korkuları, psikolojileri, hırsları, arzuları, ihtirasları, dünyâlık beklentileri, acıları, neşeleri, umutsuzlukları vs.dir ki bunların çoğu saçma-sapan şeylerdir. Zâten beklentiler gerçekleşmediği için sürekli güncellemeler yapılır beşerî dinlerde. Fakat İslâm öyle değildir. Allah ne diyorsa odur ve Allah’ın sözünde bir değişme bulamazsınız.

 

İlginçtir; peygambersiz beşerî dinlerde hep bir Mehdi-Mesih yâni bir kurtarıcı beklentisi vardır. Hem peygamberleri gereksiz görürler hem de Mehdi-Mesih vs. gibi kurtarıcılar beklerler.

 

Peygambersiz gelen hiç-bir dîne ve kitaba inanmam. Peygamber’i yâni hem iç-âlemler hem de dış-âlem için bir inşâ, değişim-dönüşüm plânı, projesi ve yüce bir hedefi olmayan bir dîne aslâ inanmam ve o dînin bir yaraya merhem olabileceğini beklemem. Zâten bu ancak ve ancak İslâm için geçerlidir. Sâdece İslâm’ın, önce iç-âlemleri Kur’ân ile inşâ edip nurlandırması yâni nefisleri değiştirmesi, sonra da güzel örneklik olan Sünnet’i de hesâba katarak Dünyâ’yı tüm zamanlar ve mekânlar için Kur’ân’a göre düzenlemek, değiştirip-dönüştürmek ve bir nizâma sokmak plânı, projesi ve hedefi vardır. İslâm’ın ayırıcı özelliği budur. Bunun ise, “güzel bir örneklik” ortaya koymak için seçilip gönderilmiş olan peygambersiz olması imkânsızdır. Günümüzde İslâm’ın belirleyici ve hâkim olması yada bu yola girememesinin ve de insanların nefislerini değiştirip de İslâmî bir bilinçle hareket edememesinin en önemli nedeni, müslümanların peygamber örnekliğini hesâba katmamalarıdır.

 

Peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), iç-âlemleri inşâ etmekte olduğu gibi, aynen göklerdeki gibi İslâm-merkezli bir nizâmı Dünyâ’da da kurmak için gönderilmişlerdir. Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en ideâl yorumu budur. Bu yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne tam uygun olan sahih hadis ve sahih Sünnet ile ortaya konmuştur. “Güzel örneklik” budur. Sünnet budur.

 

Sünnet, “Kur’ân bilinciyle yapılmış olan İslâmî hareket metodu”dur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »