“Hiç
şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır…” (Âl-i İmran 19).
“Allah’tan
başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak
indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak
olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya
kapılanlardan olma!”
(En-âm 114-115).
“Kim
İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba
uğrayanlardandır” (Âl-i
İmran 85).
Aslında hiç-bir
bilgi sisteminin tek kelimeyle yada kısa bir cümleyle târifi yapılamaz.
Özellikle soyut bilgi alanlarının kısa tanımını yapmak pek mümkün değildir.
Çünkü soyut olan şeyin tanımı “kısaca” yapılamaz. Bu yüzden de insanlar, “din
nedir?” ve “felsefe nedir?” sorularına herkesin üzerinde ittifak ettiği ortak
bir cevap veremezler. Aslında insanların ezici çoğunluğu “din ve felsefe nedir?”
sorularına bir cevap bile veremezler yada sâdece zanlarını yâni bildiklerini
sandıkları şeyleri söylerler. Özellikle felsefe için insanların %99’unun net
bir tanım yapabilmesi bir-kaç cümleyle de olsa pek mümkün değildir. Çünkü
sözlük-lûgat anlamları da ortak bir tanım vermez. Bu nedenle insanlar din
konusunda bir şeylere inanıyor olsalar ve din ile ilgili bir şeyler yapıyor
olsalar da dînin ne olduğunu bilmezlerken, felsefe hakkında ise hiç-bir bilgileri
yoktur. Bundan dolayı da felsefeyi “hiç-bir işe yaramayan boş bir iş” olarak
görürler.
Fakat buna
rağmen işin traji-komik tarafı nedir biliyor musunuz?. Aslında insanlar, dînin
ve felsefenin ne demek olduğunu bilmedikleri için, hayatları boyunca
düşüncelerini, duygularını, söylemlerini, amel, eylem ve davranışlarını,
duygularını ve inançlarını -mecbûren- din yada felsefenin belirlediğini de
bilmezler. Çünkü başka bir belirleyici yoktur. Zîrâ insanın tasavvurunu,
düşüncesini, duygularını, inancını, bağlı olduğu şeyleri, ideolojisini, gittiği
yolu, konuşmalarını, yazdıklarını, söylediklerini ve yaptıklarını ya din
belirler ki bahsettiğimiz din İslâm’dır, yada felsefe yâni akıl-mantık
belirler. Kısaca; insana âit olan şeyleri ya din belirler yada felsefe
belirler. O-hâlde insanlar dînin yada felsefenin ne olduğunu ister bilsinler
ister bilmesinler, şunu çok iyi bilmelidirler ki, ya dîne yada felsefeye
uyuyorlardır ve hayatlarının her alanını ya din yada felsefe belirlemektedir.
Söylediklerini ve yaptıklarını, hakkında hiç bilgi-sâhibi olmadıkları din yada
felsefe belirlemektedir. Bu konuyu aşağıda biraz daha ayrıntılandıracağız.
Şimdi dînin ve
felsefenin sözlük anlamlarını verelim..
Din: “Tanrı’ya,
doğa-üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı
sistemleştiren toplumsal bir kurum. Bu nitelikteki inançları kurallar,
kurumlar, töreler ve sembôller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok
bağlanılan düşünce, inanç veyâ ülkü, kült. İnsanların ilk yaratılışından bu
yana Dünyâ’da olduğuna inanılan, insanın yaratıcıyla ve çevreyle ilişkisini
düzenleyen yapıya verilen isim” (TDK).
Felsefe: “Varlığın
ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini
oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın
öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş” (TDK).
“Felsefe
(Yunanca: φιλοσοφία, philosophia,
“bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı”); varlık, bilgi, gerçek, adâlet,
güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin
yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” (Vikipedi).
Felsefe,
bilginin temelinde bulunan bir takım gerçeklere ve insan davranışını yöneten
ilkelere ulaşma çabasıdır. Felsefe aslen bir düşünme etkinliğidir. İnsanların
ve yaşamın anlamı üzerine düşünmeyi sağlar. Bu düşünme etkinliğinin sonucunda
ortaya çıkan ürüne “felsefi bilgi” denir. Felsefenin doğuşundaki iddiâ, evreni
ve varlığı, varoluşun anlamını kavramanın sistematik aklî bir çaba ile mümkün olduğudur.
Bertrand
Russell’e, “felsefe nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı verir: “Oldukça
tartışmalı bir sorudur bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur.
Benim görüşüm ise şu şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı
meseleler üzerine yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir… Bana göre
filozofun işi Dünyâ’yı değiştirmek değil, onu anlamaktır”.
Bâzılarının
zannettiği gibi din ile felsefe aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola
çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara da ulaşmazlar. Tertullianus, “din ve felsefe
arasındaki mesâfe, Atina ile Kudüs arasındaki mesâfe kadardır” der.
Felsefe için “bilgiyi ve hakîkati
arama işidir” denilir, oysa felsefe bir hakîkat ortaya koyamaz. Zîrâ hakîkat
kesin ve mutlak olandır ve onu da ancak vahiy ve din sağlar. Zâten felsefede
bilgiden ziyâde “bilginin aranması” önemlidir. Bir soruya ille de cevap vermek
bile gerekmez. Önemli olan aramadır. Felsefe “sürekli bir arayış ama hiç-bir zaman
netliğe ulaşamayış” düşüncesidir. Zîrâ felsefe madde-merkezlidir ve maddenin
sonsuz olduğunu düşünür. Böylece “madde sonsuz olduğu için yorum ve arayış da
sonsuz olur” düşüncesi açığa çıkar. Felsefe sâdece “nedir?” sorusunu sorar,
oysa “niçin?” sorusu daha önemlidir ve hayâtın iki yönünü de kapsar ki buna
cevâbı ancak din verebilir.
Felsefe düşüncenin yaşama geçmesine
bakmaz ve bunu önemsemez, din ise bir yaşam-biçimidir. İslâm aklı kullanmayı
şart koşar ama aklı merkeze almak ve onu tapınırcasına olmazsa-olmaz görmek
İslâm’da yoktur. Tek hak din olan İslâm, bilimsel-felsefi bir kuram olmanın
ötesinde bir yaşam-biçimi olduğundan dolayı felsefî sorgulamalara ve cevaplara
çok da gereksinim duymaz.
Din, felsefeden farklı olarak aklın
yerine hakîkatin kaynağı olarak merkeze Allah’ı koyar. Felsefenin önermeleri ve
yaptığı temellendirmeler göreceli ve sorgulamaya açık esnek iddiâlardır. Oysa İslâm,
mutlak hakîkatin temsilcisi olduğu için sorgulanamaz önermeler vâz eder. Sınırları
belli ve mutlak aşkınlığı kavrama açısından yetersiz olan insan-aklının
karşısına İslâm, saf îmânı koyar ve aklın âciz kaldığı noktada rûhu ve kâlbi de
tatmin edecek açıklamalar yapar. Felsefenin ve de bilimin böyle bir yeteneği
yoktur, olamaz.
Felsefe her
zaman farklı teoriler ortaya koyar. Devlet ortaya konan teoriyi benimserse yürürlüğe
koyar ve insanlar bu teoriye dayanarak kendilerine bir yaşam-tarzı kurarlar.
İslâm’da ise teoriyi Allah oluşturur ve seçtiği peygamberlerin örnekliği
üzerinden de pratiği gösterir ve öğretir.
Şu ayrımı da
hemen yapmamız gerekir ki; sözlükler ve tanım yapanlar “din” derken genelde “hak
din” ve “bâtıl din” ayırımı yapmazlar. Oysa ya “tek hak din” olan İslâm vardır,
yada İslâm dışında bâtıl dinler vardır. Allah katında tek hak, tek hakîkat, tek
gerçek ve tek geçerli din vardır, o da İslâm’dır. İslâm’dan başka tüm dinler
yâni inanç ve davranış şekilleri bâtıldır. Bunların içlerinde bâzen olumlu ve
yararlı şeyler gözükse de, İslâm-dışı dinler mutlak anlamda Allah’ı merkeze
almadığı için temel ilkelerde ve düşüncesinde mutlakâ şirk, küfür ve
dolayısıyla zulüm üreteceği için “bâtıl dinler/yollar” olmak zorunda kalırlar.
İçerisinde şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve
zulüm taşımayan ve hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi bayraklaştıran
tek din İslâm’dır. Demek ki bir tarafta İslâm varken, diğer tarafa bâtıl ve
sapkın dinler/yollar vardır.
Peki İslâm
nedir?. İslâm: “Tasavvurun, düşüncenin, söylemin, amel ve eylemin, davranışın,
sosyâl, kültürel, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî, toplumsal vs. her alanda
hayâtın merkezine Allah’ı koyan; âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri, vahyi-Kur’ân’ı,
peygamberleri, onların örnekliklerini, hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı
yâni tevhidi koyan ve şirkin, küfrün, ahlâksızlığın, haksızlığın ve zulmün her
çeşidinden mutlâk ve kesin anlamda uzak duran, Allah tarafından tüm kâinatta
olduğu gibi, Dünyâ’da ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, iç-âlemleri
İslâm ile inşâ edip aydınlattıktan sonra, dış-âlemde de mutlak anlamda “sâdece
Allah’ı ilah bilen ve O’ndan başka gerçek bir güç-sâhibi kabûl etmeyen sistem”in
adıdır. Allah’ın tüm kâinâta ve insana koyduğu “sünnetullah” denen yasalarla
birebir uyumlu olan tek din ve tek yol, tek düşünce ve hareket metodu
İslâm’dır. Allah çıkışlı, her dâim sâdece Allah’la birlikte olan din. Beşerî,
dünyevî, bâtıl dinler ve yolların ise (ki hepsi de aslında birer felsefedir)
sonuna kadar uzanan bir kökü ve dayanağı yoktur ve -mecbûren- hep sonradan
türemedir. İslâm-dışı dinler ve yollar, İslâm’sızlığın birer sonucudurlar.
Hz. Âdem’den
Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler İslâm üzeredirler ve bu nedenle de müslim
ve mü’mindirler. İslâm son peygamber Hz. Muhammed ile açığa çıkan “dinlerden bir
din” değildir. Tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda her zaman tek “hak din”
olmuştur, o da İslâm’dır. Tüm peygamberlere İslâm’ın âyetleri inmiş ve tüm
peygamberler de İslâm’ı vâz etmiştir. Tüm peygamberler İslâm’ın tebliğciliğini,
temsilciliğini ve güzel örnekliğini yapmışlardır. Temel ilkelerde aralarında
hiç-bir fark ve çelişki yoktur ve sâdece bâzı küçük ve önemsiz konularda ve
uygulamada farklar vardır. Zâten İslâm’ın karşısında bâtıldan başka bir şey
yoktur: “..Hak’tan sonra, sapıklıktan başka ne kalır ki?..” (Yûnus 32). Bu
noktada İslâm’dan gayrı tüm dinler bâtıldır, câhiliyedir, sapkınlıktır.
İslâm hayâtın
ve varlığın merkezine mutlak ve kesin anlamda “sâdece Allah’ı” koyar. Allah’ın
sözü olan vahyi merkeze alır ve ona göre hareket eder. Bu bağlamda, İslâmî
Hareket Metodu’nu en iyi uygulayan peygamberlerin örnekliklerini tâkip eder. Zâten
bunu sâdece İslâm yapar. İslâm’ın dışındaki bâtıl ve câhilî-beşeri dinler yâni
dünyâ-görüşleri ve yollar ise, hayâtın merkezine ya Allah ile birlikte başka
şeyleri de koyarlar -ki bu şirk olur ve şirk zâten budur- yada Allah’ı hiç
hesâba katmazlar da insanı, aklı ve dolayısı ile netîcede mecbûren maddeyi
merkeze koyarlar. Klâsik felsefe Allah’ın yanına başka tanrılar koyarak şirke
düşerken, modern felsefe ise Allah’ı hiç hesâba katmaz da küfre düşer. İşte
İslam, bu beşerî-dünyevî-bâtıl-câhil-sapkın dinleri ortadan kaldırmak ve Allah’ın
sözünü/dînini/yasalarını tüm kâinatta olduğu gibi Dünyâ’ya hâkim kılmak için
indirilmiştir ve müslimler bununla görevlidirler: “Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfâl 39).
Peki
felsefe.. Felsefe, dîni ve tanrıları da işin içine karıştırmıştır fakat ilk
filozofların bahsettiği din, mitoloji-merkezliyken; tanrılar da çok-tanrıcılık (paganizm)
şeklindedir. Filozofların ve felsefecilerin büyük çoğunluğu ise işe Allah’ı ve
dîni karıştırmaz, aşkın ve mânevi bir gücü, yüce değerleri ve inancı
karıştırmaz. Bunun yerine merkeze mutlak ve kesin anlamda aklı ve mantığı koyar.
Akıl ve mantık felsefenin tek ve son dayanağıdır. Böyle olduğu içindir ki felsefe
de “dinlerden bir din”dir ve böyle olduğu için de mecbûren “bâtıl bir din”
sınıfına girer. Zîrâ Allah’ı, dîni, âhireti, vahyi ve peygamberleri yâni inancı
işe karıştırmamak câhilliktir, sapkınlıktır.
Felsefeyi ilk
kez yapan yâni Allah’ın açık emrini dinlemek ve itaat etmek yerine mantığa
başvuran, şeytandır. Melekler mecbûren din-merkezlidir ama nefs-sâhibi olup da
din/İslâm/Allah-merkezli olan Âdem’dir yâni insandır. Şeytanın emre
itaatsizliği ve Hz. Âdem ve Havvâ’yı kandırmasından sonra insanlar ya merkeze
dîni, İslâm’ı, kâlbi, rûhu; yada aklı, mantığı, beyni yâni felsefeyi koyarak
düşünmüşler, konuşmuşlar ve davranışlarda bulunmuşlardır. Bu hâlen böyledir ve
bunun başka bir şekli yoktur.
İnsanlık-târihi,
İslâm Dînî ile, Allah’ı hesâba katmayan felsefenin yâni bâtıl düşünce ve
inançların mücâdelesinin târihidir. Yada târifi şu şekilde de yapabiliriz:
“Târih, insanların akıllarını, Allah’ı merkeze koyarak mı yoksa insanı merkeze
koyarak mı kullanacaklarının mücâdelesidir. Allah merkeze alındığında akıl
âhiret, din, vahiy ve peygamber merkezli olurken; insan merkeze alındığında
akıl, mantık, beyin, Dünyâ ve madde merkezli olur. Akıl, Allah-merkezli
olmadığında mecbûren şeytan, nefs ve kendilerinde Allah gibi güç olduğunu
zanneden ve Kur’ân’ın “tâğut” dediği küresel güçlerin merkezinde kullanılır.
Aklı
Allah-merkezli kullananlar târih boyunca sayıca az olmuşlarken, şeytan, nefs ve
tâğut-merkezli kullananlar her zaman sayıca fazla olmuşlardır. Sünnetullah ve
imtihan gereğince işin rajonu budur. Tabi bu durumda, felsefenin ne olduğu
hakkında en küçük bir fikri bile bulunmayanların düşünceleri, inanışları,
konuşmaları, yazdıkları ve davranışları da hep Allah’sız felsefeye göre
olmuştur-olmaktadır.
Felsefeyi
Allah’ı hesâba katarak ve merkeze Allah’ı koyarak da yapabilirsiniz. Çünkü
felsefe; düşünüş, inanış, konuşma ve davranış belirler. Bunu, neyi merkeze
alırsa ona göre yapar. Felsefeyi, dîni -merkeze alarak da yapabilirsiniz. Gerçi
dînin yâni İslâm’ın felsefeye çok da ihtiyâcı yoktur. Zîrâ felsefenin özünde ve
tabiatında Allah’ı, âhireti, dîni, vahyi ve peygamberleri değil; aklı, mantığı,
beyni, Dünyâ’yı yâni maddeyi merkeze almak vardır. Zâten modernizm ile birlikte
felsefenin büyük ölçüde bilim ve teknolojiye dönüşmesinin nedeni budur.
Modern-bilim ve teknoloji mutlak ve kesin anlamda maddeyi merkeze alır ve madde
üstünde çalışır. Zâten madde dışında ve madde ötesinde bir şey kabûl etmez.
Felsefe bu nedenle aslında dîne karşı ortaya atılmış bir düşünüş ve yaşayış
biçimidir. “Dîne karşı din”dir. Din nasıl ki bir inanış ve yaşayış biçimiyse,
felsefe de bir inanış ve yaşayış biçimidir. Felsefenin ne olduğunu bilmeyenler
yada bilenlerin çoğu, dîne göre değil de felsefeye göre yaşarlar. Hattâ sözde dîni
merkeze aldığın söyleyenlerin bile bir-çoğu, iş amele-eyleme ve davranışa
geldiğinde “dînî düşünüş ve yaşayış biçimi”ne değil, felsefî düşünüş ve yaşayış
biçimine uyarlar. Felsefî yaşayış biçimi, “dünyevîlik” denilen şeydir, yâni
“Dünyâ’yı-maddeyi merkeze alarak yaşamak”tır. Bunun karşısında ise “uhrevîlik”
diyebileceğimiz; “Allah’ı, âhireti, dîni merkeze alarak yaşamak” inancı ve
uygulaması vardır.
Din; Allah’ı,
gaybı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı, peygamberleri merkeze koyarken, felsefe ise insanı,
aklı ve mantığı merkeze alır. Din, kâlbi merkeze alırken, felsefe beyni merkeze
alır. Tabi din de akla önem verir ve “Allah aklını kullanmayanların üstüne
pislik yağdırır” (Yûnus 100) der. Fakat bu akıl, vahiy-merkezli olan akıldır.
Felsefede ise akıl Allah’a bağlanmadığından dolayı en nihâyetinde mecbûren, şeytan,
nefs ve tâğut merkezli olacaktır. Bu merkezde olan akıl hep, hazzı, zevki,
şehveti ister. Hep bedene yönelik şeyleri ister. Hattâ üstünde çalıştığı şeyler
bile hep dünyevîdir. Bu zihniyette olanlar Allah’ı merkeze almayı gericilik,
yobazlık ve teröristlik olarak görürlerken; Dünyâ’yı yâni maddeyi, dolayısıyla
taşı-toprağı merkeze almayı ilericilik, üstünlük ve modernlik olarak
görmektedirler. Fakat gelin görün ki felsefe-merkezlilik hiç-bir zaman bir
netliğe, kesinliğe ve doğruya ulaşamadığı gibi, mutluluğa, huzûra ve tatmine de
ulaşamamıştır. Zîrâ böyle bir potansiyeli ve gücü yoktur. Filozofların çoğunun
huzursuzluğu, bunalımı, sapması ve en sonunda da çıldırması bu nedenledir. Tüm
târih boyunca Allahsızlık zamanlarında olduğu gibi günümüzde de modern insanın
bunalımı bu nedenledir. Hem hak dînin hem de felsefenin ne demek olduğunu bilmeyen
ve onları boş şeyler olarak gören ezici çoğunluğun yaşadığı bunalımın ve
boşluğun nedeni de işte bu Allahsız felsefedir. Her-şeyi Yaratan Allah’ı hesâba
katmamanın elbette bir bedeli olacaktır. Bu bedel târih boyunca çeşitli
şekillerde açığa çıkmış ve ödenmiştir-ödenmektedir-ödenecektir.
İnsanlar
felsefeden anlamazlar ve felsefeyi boş ve gereksiz bir şey olarak görürler.
Çünkü insanlar para getirmeyen şeye önem vermezler. Çünkü felsefe çoğunlukla
yada çoğu kişi için para getirmez. Zâten felsefe okuyanlar ve felsefe yapanlar
da bunu bilir ve göze alır. O yüzden genel halk kitlesi, felsefeyi hem bilmez hem
de “felsefe nedir?” sorusuna “boş ve gereksiz bir şeydir, hiçbir işe yaramaz”
diye cevap verir. Hâlbuki eğer bir insan din-merkezli olarak aklını
kullanmıyorsa ve davranışlarını da vahiy-merkezli olarak belirlemiyor ve
düzenlemiyorsa, o-hâlde mecbûren ve körü-körüne felsefe-merkezli,
Dünyâ-merkezli yâni beşer-merkezli olarak aklını kullanıyor, inanıyor, düşünüyor,
konuşuyor ve davranıyor demektir. Çünkü başka bir seçenek yoktur. Ya dîne göre
yada felsefeye göre düşünür, konuşur, yazar ve davranışlarda bulunursunuz.
Üçüncü bir şık yoktur. Dînin hâkim olmadığı bir zamanda ve mekânda, insanların
ezici çoğunluğu, felsefe-merkezli düşünüş ve yaşayış şeklinin, kendisine
gösterilen, öğretilen ve dayatılan taklidini yapıp durmakta yâni hayâtının her
alanında körü-körüne felsefeye göre yaşamaktadırlar.
Felsefeyi boş
ve gereksiz bir alan olarak gören modern insan, tüm hayâtını felsefeye göre
belirlediğini, felsefeye göre düzenlediğini ve felsefeye göre davrandığını
bilmez. Meselâ övdüğü ırkını, milliyetini, ülkesini, devletini; inandığı ve
taptığı ideolojileri; lâikliği, sekülerizmi, demokrasiyi, parlamenter cumhûriyeti,
kapitâlizmi, liberâlizmi, sosyâlizmi, komünizmi, feminizmi, veganlığı, cinsel
tercihlerini, empeyâlizmi, modern, post-modern üretim ve sanallıkları hep
felsefeden dolayı benimsediğinin ve savunduğunun farkında değildir. Zîrâ
felsefe dayanaksız ve köksüz olduğu için bir noktadan sonra mecbûren
körü-körüne olacaktır. Dîni ve felsefeyi bilmeyen insanlar, kullandığı oyun,
yasama, yargı ve yürütmenin, demokrasinin ve beşerî tüm kurumların ve
uygulamaların hep felsefenin ve filozofların ortaya çıkardığı düşüncelere göre
olduğunu bilmeden körü-körüne felsefeye uymaktadırlar. Ne olduğunu bilmedikleri
ve aşağıladıkları felsefeyi dinleştirdiklerinin ve “felsefe dîni”ne göre
yaşadıklarının farkında değillerdir. Bundan sâdece, merkeze dîni alanlar müstesnâdır.
Bir şey dîne
dayanmadığında mecbûren felsefeye dayanacaktır ve ona göre olacaktır. Çünkü
başka dayanacak bir şey yoktur. Ya dîne göre olacaktır yada felsefeye göre. Modern
anlamda her-şey felsefeye dayanır. Çünkü modernizmle birlikte din hepten
hayâtın dışına atılmıştır. Artık felsefeyi gereksiz bir alan olarak görenler
için dinden boşalan yeri de felsefe ve onun modern şekli olan modern-bilim ve
teknoloji doldurduğu için, herkes bunlara göre düşünmekte, konuşmakta ve
davranmaktadır. Modern-bilim ve teknoloji de bir felsefedir. Modern-bilim ve
teknoloji de Allah’ı hesâba katmayan ve maddeyi merkeze alan bâtıl dinlerden
bir dindir, modern hurâfelerdir.
Felsefe;
şeytana, nefse ve tâğutların etkisine açık olarak beşer-merkezlidir. Teorilerini
de böyle oluşturur. Aşkın bir hakîkate dayanmak yoktur felsefede. Son durak akıldır,
mantıktır, beyindir. İşte o akıldır lâik, seküler, demokratik, kapitâlist,
liberâl, komünist, sosyâlist, feminist, emperyâl modern düşünceyi ve sistemi
oluşturan şey. Yâni felsefedir. Meselâ hemen tüm insanların kuzu-kuzu gidip de
matah bir şey yapıyorum edâsıyla, “yönetimde pay sâhibi olduğunu düşünerek” ve oy
kullanarak kendilerine dayatılan adayları seçmesi yâni demokrasiye uyması hep felsefeciler
ve filozoflardan dolayıdır. Çünkü tüm beşerî sistemleri kuranlar
felsefecilerdir ve dayanakları felsefedir. Tüm düşünceler, ideolojiler, izmler
vs. hep felsefecilerin, filozofların düşünceleri yada onlardan ilhâm alan
politikacıların işidir. Felsefenin ne demek olduğunu bilmemesine rağmen “felsefe
boş bir şeydir ve hiç-bir işe yaramaz” diyenler hep felsefeye göre hareket
etmektedirler.
Felsefe,
aşkın bir hakîkate yâni Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye/Kur’ân’a, peygamberlere/Peygamberimiz’e,
takvâya vs. dayanmadığı için hemen hiç-bir konuda ve alanda net bir sonuca ulaşamaz
ve mecbûren sapar ve sapkınlığa gider. Oysa merkeze dîni alanlara felsefe de
fayda verir. Hayâtı anlamlandırmada felsefenin doğru ve yanlış görüşlerini
dinden kaynaklanan ferâsetle görebilenlere felsefe de katkı sağlayabilir. Ama Allah’tan,
dînden-îmandan bağımsız olan felsefe ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Zâten
bir sonuca da varamaz. Hattâ felsefede ve onun modern şekli olan modern-bilimde
bir sonuca varılması da beklenmez. Artık felsefe bilime ve teknolojiye
dönüşmüştür ki bilim de kesinliğe-netliğe ulaşamaz ve ulaştıramaz. Zâten bilim
de “yanlışlanabilirlik ilkesi”yle bir netliğe ulaşma derdinde olmadığını söyler
durur.
Felsefe köleliğin
bir sonucudur. Çünkü felsefeyi yapanlar yada felsefe yapanları maddî olarak
destekleyenler hep köle ve servet-sâhipleri
olmuştur. Köleler her işi yaptıkları için ve efendilerine bol-bol para
kazandırdıkları köle-sâhiplerinin boş ve bol zamanları olmuştur. Boş ve bol
zamanlarını ise “boş adamların boş lafları” demek olan felsefe yapmak yada
felsefe yapanları destelemek için kullanmışlardır, filozoflar hep
köle-sâhiplerinin kendilerine yada çocuklarına öğretmenlik yaparak
geçinmişlerdir. Bu da felsefeye olan ilgiyi arttırmıştır. Aslında
köle-sâhipleri böyle yapmakla aynı-zamanda, çok fazla köleye sâhip oldukları
için, iş yükünü azaltacak ve yatırım yapmak zorunda kalacakları yeni îcatların
yapılmasını istemiyorlar, insanların pratik ve somut şeylerle değil, teorik ve
soyut şeylerle ilgilenmesini istiyorlardı. Bunun için de en kolay yol felsefeyi
yaygınlaştırmaktı.
Filozofları
sofralarına ağırlayan ve bu filozofların da kendilerine sığınmak zorunda
oldukları kimseler olan zengin köle-sâhipleri ve toprak beyleri, emekten
tasarruf sağlayan araçlar istemiyor ve zanaatçılığı aşağılaştırıcı (banausik)
ve kölece bir iş olarak küçük görüyorlardı. Salt bilgi uğruna yada “en büyük
arınma” yolu olarak soyut bilgi peşinde koşmak, bu adamların avunma yolu oldu;
çünkü köleleri, kendilerini her türlü verimli iş yapma zorunluluğundan
kurtarmıştı.
Kölelik
gerçek bir insan bilimine ve böylece bilimsel târihe olanak vermez ve klasik,
geleneksel yada modern olsun her türlü kölelikte felsefe ve boş laflar ortaya
çıkar. Bu nedenle kölelik kurumunu haklı göstermek için Aristoteles “doğal kölelik”
öğretisini öne sürmüştür. Bu da, halkın çoğunluğunun köle olduğu Yunanistan’da,
felsefe bilen hür yunanlıların kendilerini “efendi”, diğerlerini ise “köle”
gibi görmelerine neden olmuştur. Kölelerin sırtlarına basarak felsefe yapan
köle-sâhipleri, felsefe bilmeyen bir kimsenin, (hangi ırktan olursa-olsun) varlığını
ortaya koyma yolunda yapabileceği en yüksek işin, “felsefe bilen kibar
yunanlıya köle olarak hizmet etmek” olduğunu düşünürler ve söylerler. Bu düşünce modern batı’ya da sirâyet etmiş olarak
çoğu batı’lı için hâlen geçerlidir. Batı’nın kibri ve özellikle yunanlının
kendini bir bok zannetmesinin arkasında bu yatar. Yunanlılar, aslında bir bok
olmamalarına rağmen târih boyunca kendilerini üstün görmüşlerdir ki bunun
nedeni de felsefenin yunandan çıkmış olmasıdır. Felsefe kölelerin sırtında
yükseldiği için, “felsefe bilen efendiler” ve “felsefe bilmeyen köleler” olarak
insanları ikiye ayırmışlardır. Uygarlık üretmiş olan Sâmiler ve Mısırlılar “köle
halklar” olarak etiketlenmişlerdir.
İmparatorluklarda
felsefe pek olmaz, çünkü çok farklı halkların karışımı, çok farklı ve yoğun tecrübeler
üretir. Farklılığın olmadığı yerlerde pratiğe dönüş(e)meyen felsefe ortaya çıkar
ama imparatorluklar pratiğin merkezleridirler. Bu nedenle de felsefeye pek ihtiyaç
duymazlar. Çünkü zâten işin gereğini yapıyorlardır ve tecrübe bunu en iyiye
getirmiştir. Böyle olduğu için bir şeyin lafazanlığına gerek kalmaz. Küçük ulus-devletlerde
merkezde akıl ve felsefe olur, bilim olur, ama imparatorluklarda merkezde din
vardır. Çünkü büyük devletler ve karışık toplumlar ancak din-merkezli olarak
nizâma sokulabilir ve yönetilebilir. Dînin merkezde olduğu yerlerde kölelerin
sırtından geçinmek olmadığı için felsefe pek görünür olmaz.
Felsefe Allah’ı
değil de aklı-mantığı merkeze aldığı için “İslâm filozofları” diye bir şey olamaz.
Gaybı aklın üstünde bir hakîkat olarak görmek, felsefeyi ikinci plâna atacak
olduğundan dolayı gayba inananların “filozof” olarak adlandırılması mümkün
olmaz. İslâm-târihindeki meşhûr filozoflardan bâzıları (meselâ Fârâbi) merkeze
dinden ziyâde aklı koydukları için din hakkında çok yanlış görüşler ileri
sürmüşler ve şirke-küfre düşmüşlerdir. Aklî ilimlerdeki başarılarını din
konusunda sürdürememişlerdir. Yaptıkları şey maalesef, pagan Aristo hayranlığından
başkası olmamıştır. Din, akıl-üstü olduğu için ve gayb, akıl ile açıklanamayacağı
için, gelip vardıkları yerde cezâyı gerektirecek sözler edebilmişlerdir. Meselâ
aklı vahyin üstüne koymamak için akıl ile vahyin aynı şey olduğu söyleyebilmişlerdir.Gazali
ile bu devir kapanmıştır yada kapanma durumuna gelmiştir. Dolayısıyla İslâm’da
aklî ilimde derinleşmeler iyidir fakat aklı merkeze alan felsefede
derinleştikçe sapıtmalar da ortaya çıkmıştır.
İslâm, aklı
kullanmayı şart koşmasına rağmen merkeze -felsefede olduğu gibi- aklı değil de
îmânı-gaybı koyduğu için, merkeze aklı koyanlar ya câhildir yada iddiâ
ettikleri gibi müslim değildirler, olamazlar. İslâm’da merkezde akıl değil,
kesin anlamda îman, gayb ve Allah vardır. İslâm’da akıl teoriden ziyâde pratik
aşamada kullanılır. Felsefede akıl ve mantık merkezdedir. İslâm’da ise
gayb-vahiy merkezdedir. Aslında Allah, gayb vs. sâdece İslâm’da merkezdedir.
Akıl-merkezlilik
“şüphe-merkezlilik”tir. Zîrâ şüphe, vahiy-merkezli olmayan aklın varlık
sebebidir. Oysa îman ve şüphenin birlikte bulunması zinhar mümkün değildir ve
biri olduğunda diğeri olamaz. Zâten Bakara Sûresi’nin ilk âyetleri yâni daha
Kur’ân’ın başında “bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici
bir kitaptır” denir.
Kindi’ye göre felsefe ile din aynı
konu ve amaca ulaşmaya çalışır. Bu amaç “Allah’ı bilmek”tir. Oysa dînin amacı
Allah’ı bilmek değildir. Çünkü bu mümkün değildir. İslâm’da amaç, “Allah’a
hakkıyla kul olabilmek”tir. Gerçi Kindi, vahiy bilgisini aklî yâni felsefî bilgiden
üstün tutar. İnsanın vahiy bilgisine ulaşmasının ve vahiy bilgisi gibi bir
bilgi ortaya çıkarabilmesinin imkânsızlığından bahseder. Fakat Fârâbi tam
tersini söyler ve şöyle der: “Beşerî ve aklî bir çabayla belli bir yöntem
(mantık) ve belli aşamalardan geçirilerek kesin bir biçimde elde edilen felsefî
bilgi ile peygamberin imgelem gücüyle belli bir nitelik kazanan vahyî bilgi,
kaynak îtibârıyla aynı yerden gelmektedir ki bu, ‘faâl akıl’dır. Dinde ortaya
konanlar esas îtibârıyla felsefî hakîkatlerin temsîlî olarak ifâde edilmiş
şeklidir”. Fârâbi, Kindi’nin tersine, “dînî bilgi felsefî bilginin altındadır
ve öncelik felsefededir” der.
“Felsefe ile din arasındaki fark,
bilginin vâz ediliş ve ifâde edilişindedir” denir. Felsefe yüksek tabaka
sayılan “havas”a hitâp ederken, din ise geniş ve câhil halk kesimlerine (avam)
hitâp eder diyerek felsefeyi dinden üstün tutarlar. Bu söz vahye yapılan bir
hakârettir. Fârâbi’nin tersine İbn-i Sinâ, vahye ve dîne öncelik vermek
gerektiğini, çünkü felsefeden önce dînin olduğunu ve zâten felsefenin
düşüncesinin temelini vahye borçlu olduğunu söyler. İbn-i Rüşd ise, felsefe ile
dîni uzlaştırmak çabasının dîni bambaşka bir şekle sokmak demek olduğu görünce,
vahyi felsefeye üstün tutmuş ve felsefî bilginin vahiy bilgisine uyması
gerektiğini söylemiştir. Felsefe şeriatın yedeğinde olmalıdır. Çünkü ancak o
zaman sapkın ve saptırıcı olmaktan kurtulur. Zîrâ din öznel olandır ve başka
bir şey ile karıştırılmak yada uzlaştırılmak istendiğinde dînden tâviz vermek
kaçınılmaz olur ve bu da dînin yozlaşmasını ve değersizleştirmesini getirir.
Çünkü dînin din-dışı bir şey ile uzlaştırılması hele aynılaştırılması mümkün
değildir. Bu çaba mutlakâ dinden tâviz verilerek dînin sınırlandırılmasını açığa
çıkarır.
Tâ başından îtibâren insanın yaptığı
en büyük yanlış, serbest yâni ilâhî olandan bağımsız olan akıl ve beşerî bilgi
ile tüm sorunları çözüp “cennet-vâri bir dünyâ kurabileceği” düşüncesidir.
Aklı, mutlak anlamda Allah-merkezli çalışmayanların, baktıklarında yada
düşündüklerinde vardıkları sonuç hep bu olmuştur-oluyor. Oysa Allah-merkezli
bir akıl, kâlp ve düşünce, doğala, fıtrata ve normâle birebir uygun olduğundan
dolayı bambaşka bir düşünce, zihniyet ve amel-eylem üretir. Allah-merkezli
olmayan beşerî zihniyet, çok emin olarak aklı yâni felsefeyi merkeze alarak en
ideâl bir dünyâyı kurabileceğini zannetmesine rağmen, iş eylem aşamasına
geçtiğinde hiç de beklendiği gibi olmamış ve istenmeyen sonuçlar ortaya
çıkmıştır. Çünkü Allah-merkezli olmayınca doğala, fıtrata ve normâle uygunluk söz-konusu
olmayacağı için yakın-uzak vâdede mutlakâ uyumsuzluklar ve sorunlar ortaya
çıkmıştır-çıkacaktır. Bunu idrâk etmek ancak, Allah-merkezli bir düşünce,
zihniyet ve eylem üzere olunduğunda olabilir. Böyle olmayanlar ise kâlp ve
vahiy yerine aklı yâni felsefeyi merkeze almak, buna engel olan dîni ise, -onca
kötü tecrübelere rağmen- bertarâf etmek yoluna girerek kadim cehâleti
sürdürmekten vazgeçmemişlerdir. Bu bağlamda meselâ Cemâleddin Afgâni, aklı ve
beşerî bilgiyi yâni felsefeyi vahiyden üstün görür ve şöyle der:
“İlmin tekâmülünde
İslâmiyet bir mâni teşkil eder. Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini
aştıktan sonra hür ve serbest terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Hâlbuki
İslâm cemiyeti henüz dînî vesâyetten kurtulmamıştır. İslâm Dîni, yerleştiği her
yerde ilmi ber-tarâf etmek istemiş ve bu gâyesini gerçekleştirmede, despotizmin
yardımından çokça fâydalanmıştır. Dinler, isimleri ne olursa-olsun birbirlerine
benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din, insana îman ve
îtikâdı zorla kabûl ettirir. İnsanlık vâr oldukça din ile felsefe arasındaki
mücâdele bitmeyecektir. Bu mücâdelede, hür düşüncenin gâlip gelemeyeceğinden
korkuyorum”.
Akıl yâni
felsefe ile vahyin aynılaşması mümkün değildir. Zîrâ akıl, vahyin bâzı
pasajlarına hiç akıl erdiremez, gayb konusunda bir adım bile atamaz. Aklı yâni
felsefeyi merkeze alma girişimi ve aklı vahiy ile aynılaştırma çabası, aklı
vahyin üstüne çıkarma çabasıdır. Vahyi merkeze almak “tek hak din” demek iken,
aklı merkeze almak ise “dinlerden bir din”dir. Vahyi merkeze aldığınızda sâdece
tek bir din olur ki bu İslâm’dır. Fakat aklı merkeze aldığınızda sonsuz bâtıl
dinler açığa çıkar ve fitne üretip ifsâd eder. Bu nedenle ikisinin buluşması ve
aynılaşması zinhar mümkün değildir. Bu ancak, aklın yâni felsefenin, vahyin
kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda mümkün ve yararlı olur. Zâten akıl
ancak vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda en yüksek derecesine
çıkabilir. Bu dereceye kendi başına vahiysiz çıkması mümkün değildir. Çünkü vahiy
bilgisi denilen şey maddeden, insandan ve akıldan kaynaklanmaz, Allah’tan
gelir. Bu nedenle aklın bilgisiyle vahyin bilgisini aynılaştırmaya çalışmak,
-günümüzde olduğu gibi- aklı ilahlaştırmaktan başka sonuç vermez.
Esâsen İslâm
kişiyi aklı kullanmaya yönlendirir ama, aklı merkeze alan felsefeye ille de
ihtiyaç duymaz. Zîrâ İslâm’ın kendi iç-dinamikleri buna gerek bırakmaz. Zâten Hz.
Muhammed, İslâm’ı, felsefeye başvurmadan ve İslâm’ın kendi iç-dinamikleriyle
yeterince açıklayıp anlatmış ve de “en güzel örnek” olarak bize örnekliğini
bırakmıştır.
Ne tuhaftır ve
belki de sünnetullahın bir cilvesidir ki, en yoğun şekilde felsefeye göre
yaşayanlar, felsefenin ne demek olduğunu en az bilenlerdir. Belki de bu hem
dîni hem de felsefeyi bilmemenin ve önemsiz ve gereksiz bir şey olduğunu
zannetmenin bir cezâsıdır. Çünkü felsefeyi iyi bilenlerin mutlakâ felsefeyi
yada filozofları eleştirdikleri bir yer vardır. Lâkin iş yaşamaya gelince yine
değişir ve din-merkezli olmaktansa, eleştirdiği felsefeye göre yaşamayı seçerler.
Peki felsefe
okunmalı mıdır?, eğitimi alınmalı mıdır?. Elbette!. Lâkin nasıl ki akıl “vahiy-merkezli”
olmalıysa, felsefe de vahiy-merkezli olmalıdır. Çünkü kişi ancak o zaman
sapmaktan korunur ve kurtulur. Vahiy-merkezli felsefe okuyanlar, bâtılın
ne/nasıl olduğunu çok net olarak görme imkânına kavuşurlar. Fakat akıl ve
beşer-merkezli felsefe, kişiyi yavaş-yavaş ve adım-adım boşluğu ve uçuruma
doğru sürükler ve ulaşılan yerde karşısına bunalımlar ve buhranlar çıkar ve
geriye intihar düşüncesinden ve eyleminden başka bir şey kalmaz. Felsefenin
intihar ile bu kadar yoğun ilgisinin nedeni budur. İntihar felsefesi diye bir
felsefenin olmasının nedeni budur.
Dünyâ’da
hakîkati söyleyen ve temsil eden kişi sâdece tek bir kişi bile olsa yine de
doğru ve haklı olan odur. Hz. İbrâhim tek-başına bir ümmet idi. Dünyâ’da bir
kişi hâriç herkes, aklı, mantığı, maddeyi yâni felsefeyi merkeze alsa da o şey
yine de bâtıl ve sapkın olmaktan kurtulamaz. Bir şeyin taraftârı çok olunca o
şey “hak” olmuş olmaz. Hattâ tam tersine, Kur’ân’a göre çoğunluk hep sapmıştır
ve saptırır: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın
yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve
tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).
Bu dünyâda
insanların tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini, inanış, yaşayış ve
davranış biçimlerini belirleyen sâdece iki şey vardır: Din ve felsefe. Böyle
olduğu için insanlar ya, bilmedikleri ve aşağıladıkları felsefeye göre
yaşayacaklar, yada az-çok bildikleri dîne göre yaşayacaklardır. Bunun üçüncü
bir şıkkı yoktur. Şu da var ki din, felsefe gibi değildir ve insanlardan
bilgili-bilinçli bir düşünme, inanma ve yaşama bekler. Zîrâ tek hak din olan
İslâm, körü-körüne yaşanamaz. Körü-körüne olduğunda “felsefe” olur. O-hâlde:
“Gerçek
(hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder