“Gerçekten sen, pek
büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
“Biz seni âlemler için
yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Şu muhteşem düzene, nizâma
ve döngüye sâhip olan kâinatta hiç-bir bozukluk, eksiklik, kusur ve uygunsuzluk
göremezsiniz. Buna Dünyâ’nın doğal yapısı; dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar
ve insanların fizîkî yapıları da dâhildir. Bunun böyle olmasının nedeni, tüm
bunları istisnâsız şekilde Allah’ın yaratmış olması ve tüm kâinâtı sâdece ve sâdece
O’nun yönetiyor olmasıdır. Zâten buna ancak Allah’ın gücü yeter. Tüm kâinâtı
sâdece Allah yönetip-yönlendirdiği için yâni tüm kâinât, kendi istidâdınca ve
yetenekleriyle sâdece Allah’a kulluk ettikleri için bu muazzam nizam ve döngü
hiç şaşmadan devâm eder durur.
Peki insanlar arasındaki;
sosyâl, toplumsal, kültürel, ahlâkî, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve askerî alanda
durumlar nasıldır?. Peygamberlerin ve onların yolunda olanların çabalarıyla
zaman-zaman olan düzenlemeler ve düzeltmeler hâriç, insanlar arasında her zaman
bir düzensizlik, nizamsızlık, uygunsuzluk, bozukluk, adâletsizlik, ahlâksızlık,
haksızlık ve zulüm vardır. Çünkü insanlar kâinattaki diğer her-şey gibi “sâdece
Allah’a” uymazlar ve “sâdece Allah’a” kulluk etmezler de mutlakâ şirk koşarlar,
küfre düşerler, adâletsizlik, haksızlık ve ahlaksızlık yaparlar, dolayısıyla zulüm
üretirler. Aslında Allah’tan aslâ kötülük gelmez ve sâdece iyilik gelir. Kötülükler
insanın yaptıklarından kaynaklanır. İyilik olmadığında kötülük ortaya çıkar.
Tüm kâinatta kötülükler ve uygunsuzluklar sâdece insanlar arasında vardır ve
insandan kaynaklanır:
“Sana iyilikten her ne
gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir…” (Nîsâ 79).
“Size isâbet eden her
musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da
affeder” (Şûrâ 30).
Allah, insana bir irâde
verdiği için onu seçimlerinde serbest bıraktığından dolayı insanın yaptığı
seçimlerin sonuçlarını yaratmaktadır. Fakat Allah, insan elinden çıkan
kötülüklerden elbette râzı değildir. Zâten peygamberlerini göndermesi ve
vahyini indirip bu kötülüklerin bertarâf edilmesini istemesi bu nedenledir.
Allah’ın insanlar içinden
bir peygamber seçip ona vahyederek emirlerini-nehiylerini-tavsiyelerini indirmesinden
amaç, Allah’ın; kötülüğe, çirkinliğe, uygunsuzluğa, adâletsizliğe, haksızlığa,
ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme râzı olmamasıdır. Tabi aynı-zamanda Allah’ın,
Kendisine ortak koşulmasına izin vermeyecek ve böyle bir şeyi affetmeyecek
olmasından dolayıdır. Zîrâ kâinâtın hiç-bir alanında bu saydığımız olumsuzluklar
ve zulüm olmazken, sâdece insanlar arasında olumsuzluk ve zulüm olmaktadır. Allah’ın
tüm kâinâtı ve insanları yaratması ve insanlar içinden birini seçerek ona
vahiylerini yâni emir ve yasaklarını indirmesinin tek nedeni ve gâyesi, (sünnetullahın
ve “imtihan”ın bir gereği ve de sâdece Allah’ın bileceği hikmetten dolayı), tüm
kâinatta olduğu gibi, vahiy ve vahiy-merkezli bir yaşam ve nizam kurulması,
böylece tevhidin ikâme edilerek, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de dînin yâni
iç ve dış-âlemde hâkimiyetin sâdece Allah’a mahsus kılınmasıdır.
Peki Allah peygamber
göndermesiydi ve sâdece vahyini indirseydi; meselâ Kur’ân bir insanın yâni Hz.
Muhammed’in dilinden değil de, ara-ara Kâbe’den gelen bir sesle bildirilseydi ne
olurdu?. İnsanlar arasında kurulması gereken nizam yine kurulabilir miydi yada
bu amaç için insanlar kendilerini adayıp çalışılabilir miydi?. Tabi ki de
hayır!. Çünkü herkes duyduğunda yada okuduğunda, kendi bilgisi, düşüncesi,
görgüsü, çıkarı ve arzusundan dolayı farklı yorumlar yapardı Kur’ân’a. Böylece ortaya
sonsuz yorumların yapıldığı bir din çıkacaktı ve bu yorumların ortasında -aynen
günümüzde olduğu gibi- bir kaos ve anlaşmazlık olacaktı. Herkes kafasına göre
konuşacaktı ve bir netlik ortaya konamayacaktı. Böyle olunca da insanlar birlik
olup da yapılan yanlışlardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, şirkten, küfürden,
haksızlıktan, ahlâksızlıktan ve zulümden vazgeçmeyecekti. Hiç-bir yanlışı ve
bozukluğu, isteseler de değiştiremeyeceklerdi. Peki niye?.
Çünkü Kur’ân, netîcede bir
söylem ve sonra da yazılıp iki kapak arasında toplanarak oluşmuş yazılardan
meydana gelmiş bir Kitap’tır. Elbette Kur’ân târih boyunca ortaya çıkmış kitaplara
benzemez ve Allah’tan kaynaklandığı yâni Allah’ın sözü olduğu için (birileri
kâfirliğinden dolayı inkâr etse de) kusursuz ve mükemmel Kitap’tır. Zîrâ mutlak
anlamda Allah’ın sözüdür. Fakat sünnetullahın ve Dünyâ’nın formatı gereği
olarak netîcede bir Kitap’tır. Bir kenarda, raflarda, kitaplıkta, kütüphânede
yada modern cihazlar olan bilgisayar, cep telefonu vs. gibi yerlerde sâdece
Kitap olarak bulunuyor olması ve onun okunup-okunup kişisel yorumlarının yapılması
toplumsal anlamda bir yaraya merhem olmaz-olmuyor. Tabi mutlakâ düşünsel yararlarının
yanı-sıra ibret alanlar da olur. Yâni demek istediğimiz, Kur’ân’ın Arapça yada
Türkçe metnini sâdece elde ve kütüphânede bulundurmakla, bilgisayara ve cep
telefonlarına indirmekle, dört duvar arasında yada internet ortamında -zinhar
amele/eyleme dönük olmayan bir şekilde- okuyup-yorumlamakla, topluma, insanlar
arasındaki bozukluğa ve karmaşaya bir etkisi olmaz. Zâten günümüzde Kur’ân her
yerde ve yüzlerce cilt hâlinde herkesin elinde bulunuyor, okunuyor,
araştırılıyor, yazılıyor ve konuşuluyor ama gün geçtikçe Dünyâ bozuluyor,
yozlaşıyor, çirkinleşiyor ve yaşanmaz bir yer hâline geliyor. Çünkü Kur’ân
sâdece iç-âlemleri inşâ etmek için değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemi yâni
Dünyâ’da ve tüm insanlar arasında nizâmı kurmak ve korumak için gönderilmiş bir
Kitaptır. Şu unutulmamalıdır ki, biz Kur’ân’a değil, Allah’a tapıyoruz. Fakat
biz Allah’a hakkıyla kulluk etmek için Kur’ân-merkezli bir hayat yaşamaya
çalışıyoruz. Kur’ân bizim ilahımız değil, Dünyâ’da mü’mince yaşamak ve hem
Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmak için îman ve rehber ettiğimiz temel
kaynağımızdır.
Evet; Kur’ân’ı okuyup, idrâk
edip de hayâta yansıtmadığımızda yâni Kur’ân’ı kılavuz edinerek Dünyâ’da her alanda-mekânda
ve tüm zamanlarda İslâm’ı hayâta hâkim kılmadığımızda yada bu uğurda
çabalamadığımızda, Kur’ân iki kapak arasında durarak, dört duvar arasında okunarak,
zihinlerin, kâlplerin ve zamânın nesnesi yapıldığında -kişisel bâzı faydaları
olacak olmasına rağmen- toplumsal ve küresel anlamda bir yarar sağlamayacaktır,
sağlamamaktadır. Çünkü Kur’ân “sâdece okunmak için” değil, “okuyup idrâk etmek
ve hayâta yansıtarak hâkim kılınmak için” indirilmiştir.
O-hâlde ne olmalıdır?. Kur’ân’ı
Allah’ın seçtiği bir Peygamber, -en güzel ve en ideâl şekilde- hayâtın tam
ortasında ete-kemiğe büründürmeli, okumalı, idrâk etmeli, yaşamalı ve böylece “güzel
bir örneklik” olarak ortaya koymalıdır. Tüm peygamberler bunun için
gönderilmiştir ve bunun için çalışmıştır. Peygamber gönderilmesinin nedeni
budur. İslâm’ı hâkim kılma noktasında bâzı peygamberler Allah’ın dînini yâni İslâm’ı
hâkim kılmıştır, bâzıları da hep İslâm’ı hâkim kılma yolunda olmuştur, ölmüştür
ve hep bunun için çalışmıştır. Çünkü peygamberler bu nedenle seçilip gönderilmişlerdir:
“Allah, dinden Nûh’a
vasiyet ettiği (farz kıldığı)
ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü.
Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi.
Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ
13).
“Allah, içinizden îman
edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâd-etmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan
öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve
iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine
yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak
koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Peygamberimiz Hz. Muhammed,
işte bu doğrultuda Allah’ın dîni olan İslâm’ı, olması gereken en ideâl şekilde yaşamış,
tebliğ etmiş, insanları İslâm’a dâvet etmiş, tüm zorlukları göze alarak ve
yüklenerek sonuçta İslâm’ı hayâta hâkim kılmıştır. Bunu, Kur’ân’ın “güzel
örneklik” dediği ve adına literatürde Sünnet denilen vahiy-merkezli yaşamıyla
ve çabasıyla yapmıştır:
“And
olsun!; Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,
Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).
Ahzâb Sûresi 21. âyet
kıyâmete kadar Kur’ân’ın içinde olacağından dolayı, Peygamberimiz’in güzel
örnekliğini göz-önüne almak ve amel-eylem aşamasında bu örnekliği tâkip etmek
bizim için olmazsa-olmazdır. Çünkü Sünnet denilen bu güzel örneklik, (süreç
içinde yapılan bâzı yanlışlar ve hatâlar Allah tarafından ânında düzeltilerek)
indirilen vahiylere göre ortaya konulmuştur. Yâni Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği
Sünnet, Allah tarafından “onaylanmış-mühürlenmiş” bir “vahiy yaşanmışlığı”dır.
Bu yaşanmışlık hem iç-âlemde, hem de dış-âlemde hayâtın her alanında gösterilen
bir örnekliktir. İdeâl bir müminlik, sabır, şükür, dik-duruş, vazgeçiş (hicret)
ideâl toplum, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet örnekliğidir. Kur’ân’ın,
güzel örneklik olarak ortaya konmamış hiç-bir âyeti, emri ve neyhi yoktur. Bu,
Peygamberimiz’in yüz-bin kişinin huzûrunda “dîni kavlî ve fiîlî olarak tebliğ
etim mi?” sorusuna “evet, tebliğ ettin” onayıyla sâbittir. Çünkü tüm
peygamberler gibi Peygamberimiz de tüm hayâtını buna adamıştır ve genel bir
örneklik ortaya koymuştur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı tek hak dînin yâni
İslâm’ın peygambersiz olması mümkün değildir. Kendilerine Allah tarafından
vahiy inmiş tüm peygamberler İslâm’ın peygamberidir. Peygambersiz din yada daha
doğrusu inançlar ise, ancak bâtıl ve beşerî inançlar, felsefeler ve akımlardır.
Beşerî dinlerin kişisel bâzı faydalarından başka bir yaraya merhem olduğu
görülmemiştir. Hattâ kişisel olduğu için mecbûren pasif olunca ve bundan dolayı
kötülükleri önleme noktasında bir şey yapılmayınca, yarârı değil zarârı olmuştur,
oluyor.
İki çeşit din vardır; beşerî
bâtıl dinler ve tek hak ve ilâhî din olan İslâm. İslâm tek ilâhî ve hak din’dir.
Tüm peygamberler İslâm Dîni’nin tebliğini-dâvetini yapmak ve vahyi hayâta
yansıtarak bir örneklik ortaya koymak ve de İslâm’ı hayât hâkim kılmak için
gönderilmişlerdir. Beşerî dinlerin -sözde- peygamberleri ise Allah tarafından
gönderilmiş ve onaylanmış falan değildir. Onlar kendi-kendilerine bir düşünce
ve hareket başlatmışlardır ki, ilâhî ve vahiy-merkezli olmadıkları için
bâtıldırlar.
Beşerî dinlerin
peygamberleri sâdece iç-âlem ile ilgilenmişler ve bu nedenle de sanki iyi bir
şey yapıyormuş gibi Dünyâ ile ilgilenmemişler ve tâkipçilerine de bunu tavsiye
etmişlerdir. Böyle olunca beşerî dinlerin müntesipleri, “dîn” deyince, “Dünyâ’ya
hiç karışmama”yı anlamışlardır. Bu yüzden beşerî dinler, sâdece boş lafların ve
saçma uygulamaların yapıldığı inançlar olmuştur. Oysa İslâm’ın tüm peygamberleri,
yaşadıkları zamanlarda yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı çıkmıştır. Adâletsizliğe,
haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulmün her türlüsüne karşı çıkmışlar
ve bunları ortadan kaldırıp, hakkı ve hakîkati yâni tevhidi hâkim kılmak için var-güçleriyle
çalışmışlardır.
İslâm, “salt bir îman ve
ibâdet dîni” değil, “îman, ibâdet ve hayâtı İslâm’a göre düzenleme dîni”dir. Beşerî
dinler, “ilâhî bilgiyi elde edip kişisel ibâdetini yaptın mı, tamam” diyorlar.
İyi de din yâni yaratıcı, yarattığı bu hayat için hiç-bir şey söylemiyor mu?.
Peki Dünyâ’daki kötülükler ve şerefsizlikler nasıl düzelecek ve zulüm nasıl
bitecek?. İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak”
değil, o bilgiyle yapılan sâlih amellerdir. Bu nedenle sâdece kuru-îman ve “ibâdet”
denilen ama çoğu saçma hareketler ve uygulamalar içeren beşerî dinler bir
peygambere ihtiyaç duymazlar.
İslâm’ı “kuru îman ve ibâdet
dîni”ne çevirmeye çalışanlar da Peygamberimiz’i inkâr ve iptâl etmek
istiyorlar. Peki bunu niçin istiyorlar?. İslâm, sünnetullah ve imtihan için
yaratılmış olan Dünyâ’ya tam uygun bir din’dir ve kuralları sünnetullaha ve imtihana
göre belirlenmiştir. İnsanlar zorla İslâm’ı kabûl etmeye zorlanamaz. Fakat Allah,
İslâm’ı kabûl edenlere bâzı sorumluluklar verir ve yük yükler. Ayrıca, doğala,
normâle ve fıtrata uygun olmayan şeylere izin vermeyeceğinden dolayı adâletsizliğe,
haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve her türlü zulme karşı çıkar. Bundan
dolayı da Dünyâ’ya ve hayâta karışır. Çünkü mülk Allah’ındır ve mülkünde dilediği
tasarrufta bulunur. İşte bu durum insanların hoşuna gitmemektedir. Zîrâ İslâm,
hayâtı aynen göklerdeki gibi, Allah’a göre düzenlemek ister ki bu durum
kötülerin, çıkarcıların ve şerefsizlerin tekerine çomak sokar.
İslâm’da; şeytana, nefse ve
tâğutlara alan bırakılmaz. Nefislerin kışkırmak yada kışkırtılmak için fırsatı
olmaz. Çıtayı normâl seviyesine düşürdüğü için insanlar çok da farklılaşamaz ve
bundan dolayı birileri, bâtıl kaynaklı çeşitli haz ve zevkler alamazlar. Bu da
insanların nefislerini sıkıntıya sokar. Çünkü nefs alabildiğine kışkırtılmak
ister. Tabi bu durumdan en çok da başta şeytan ve sonra da onun uşakları olan
tâğutlar rahatsız olur. Çünkü İslâm hâkim olduğunda yâni hak gelip de bâtıl
def-olup gittiğinde tâğutlar mecbûren yer-altına çekilmek zorunda kalacaklardır.
Üstelik orada ne kadar kalacakları da belli değildir.
O-hâlde tâğutlar ve dostları
İslâm hâkim olduğunda yada “hâkim olmasın diye” ne yapmalıdır?. İslâm diğer
dinler gibi olmadığı ve ilk indiği günkü gibi “korunmuş bir Kitab”a sâhip
olduğu için Kur’ân’ı değiştirmek, ona eklemeler ve çıkarmalar yapmak mümkün değildir.
Zîrâ Dünyâ’daki tüm Kur’ân nüshaları aynıdır. O-hâlde yapılması gereken şey, “Kur’ân’ın
yorumunu değiştirmek”tir. Çünkü daha önce tüm diğer kitaplar da bu şekilde
tahrif edilmiştir. Tevrat ve İncil, aşırı yorumlanarak ve bir zaman sonra o
yorumlarla karışan âyetlerin yeniden yazılarak kitaba eklenmesiyle
dinleştirilmiş ve böylece tahrif edilmiştir. Yorumlar âyet hâline getirilmiş
yâni vahye insan sözü karıştırılmıştır. Böyle bir tahrifat Kur’ân’a
yapılamayacağına göre, o hâlde onun yorumunu, anlayışını, te’vilini ve yeni
yorumlara göre hayâta yansımasını değiştirmek gerekir. Lâkin bunda da “sağlam bir
engel” vardır. Nedir bu engel?.
İslâm sâdece, inen vahiylerin
birleştirilip kitaplaştırıldığı Kur’ân ile bitmez. İslâm; Kur’ân’ın, hayâtın
tam ortasında okunması ve yaşanması ve de hayâtın her alanında hâkim olmasıyla
tamamlanır. Bu nedenle Kur’ân’ın bir de, seçilmiş bir Peygamber tarafından (Allah
kontrôlünde ve gerektiğinde yanlışların düzeltilerek) en ideâl şekilde yaşanmış
ve “güzel örneklik” (Sünnet) şeklinde ortaya konması gerekir. Sünnet, “Kur’ân’ın
kavlî ve fiîlî olarak yapılmış en ideâl yorumu”dur. Yâni Allah en kusursuz
Kitab’ı indirdiği gibi, o Kitab’ın kavlî ve fiîlî olarak en ideâl ve kusursuz
yorumunu ve uygulamasını da, seçip gönderdiği ve kendisine vahyettiği Peygamber
tarafından yaptırmıştır. Kur’ân, Allah’ın kontrôlünde “en ideâl yaşanmışlık”
olarak kavlî ve fiîlî (sahih hadis ve sahih Sünnet) olarak da ortaya
konulmuştur. O-hâlde artık İslâm’ın müntesipleri Kur’ân’ı okuyacak, onunla
bilgilenip bilinçlenecekler ama yorumlarını yaparken Kur’ân-bütünlüğü ve de Sünnet’i
yâni Ahzâb Sûresi 21. âyette söylenen ve “güzel örneklik” denilen, vahyin kavlî
ve fiîlî en ideâl yorumu olan Sünnet’i de hesâba katmak zorundadırlar. Böyle
olunca da Kur’ân’a yapılacak yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne uygun olması gerektiği
gibi, sahih Sünnet’e aykırı olamayacaktır. Ne oldu?; birden suratınız mı asıldı
yoksa?. Allah’ın onaylayıp-mühürlediği kavlî ve fiîli bir yorumdan daha iyi bir
yorum mu yapacaksınız?.
İşte bu nedenle, şeytan,
tâğutlar ve haz, zevk ve çıkarlarını din yapmış olanlar, Sünnet’i yâni Peygamber’i,
dolayısıyla Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumunu ortadan kaldırmaya
çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bunu yaparken en güçlü argümanları, absürd,
yalan-yanlış uydurma ve zırva rivâyetleri öne sürerek ve bunları sanki Peygamber
söylemiş ve yapmış gibi yansıtmaktır. Bunu başlatanlar târih boyunca İslâm
düşmanları olurken, modern zamanlarda ise oryantâlistlerdir. Modernizmin ağır
baskısı ve kuşatması altında ezilen ve aşağılık kompleksine kapılan müslümanlar
da işte bunlara uymuşlar ve uydurma, bâtıl ve zırvalık derecesindeki
rivâyetleri inkâr edeyim derken, Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumları
olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i de tümden inkâr ve iptâl etme yanlışına
düşmüşlerdir. Bunu da “sâdece Kur’ân”, “Kur’ân yeter” gibi sloganlarla yapmaktadırlar.
Fakat okudukları Kur’ân’a yaptıkları yorumlar, oryantâlist, modern ve beşerî
telakkilerle yapılmaktadır. Yâni Peygamber’i, sahih hadisi ve sahih Sünnetî
inkâr ve iptâl ederlerken, modern zırvalıklara, uydurmalara ve yalanlara meftûn
ve râm oluyorlar ve yorum olarak bunları baş-tâcı yapıyorlar. Şunu da
söyleyelim ki, uydurma rivâyetlerde bahsedilen zırvalıkların hiç-birini
Peygamberimiz söylememiştir ve absürd uygulamaların hiç-birini Peygamberimiz
yapmamıştır. Bunların tamâmı Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan ve ona isnat
edilmiş yalanlardır. Sahih hadis ve sahih Sünnet, 23 yıllık risâlet-nübüvvet
sürecinin içindedir ve bunu kaynaklardan genel anlamda çıkarmak zor değildir.
Zâten bu, bilenlere mâlûmdur.
O-hâlde ey müslümanlar!;
klâsik uydurmaları ve zırvalıkları kabûl etmiyorsunuz, tamam; fakat modern
uydurmalara, yalanlara ve zırvalıklara niçin bir şey demiyorsunuz da Kur’ân’ı
bu modern uydurmalara ve zırvalıklara göre yorumluyorsunuz. Modern uydurmalara
göre yorumladığınızda Peygamber’e gerek kalmadığından dolayı mı?. İslâm’ın
klâsik uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması nasıl yanlışsa, modern
uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması daha fazla yanlıştır. Çünkü modern
yorumlar Peygamber’i inkâr ve iptâl ediyor ve onun yerine sahte peygamberleri, modern-bilimi,
teknolojiyi, modern izmleri, bâtıl ideolojiler olan demokrasiyi, lâikliği,
sekülerizmi, feminizmi, şeytanı, tâğutları, küresel güçleri, sermâyedarları,
şerefsiz felsefe ve düşünceleri koyuyorlar. Tüm yorumlarını da bunlara göre
yaptıkları için artık Peygamber’e ihtiyaç hissetmiyorlar. Sahih hadisleri ve sahih
Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl ederken, modernizmin bütün zırvalıklarını toptan
kabûl etmek de neyin nesi?. Aklınızı başınıza alın. Uydurmaları, absürd
rivâyetleri inkâr ve iptâl edeyim derken kendinize binlerce modern uydurma, zırvalık,
yalan-dolan, absürdlük ve modern peygamberler ediniyorsunuz ve onlara âdetâ
tapınıyorsunuz.
Budizm, Hinduizm ve Sâbîilik
gibi îman, ibâdet ve konsantrasyona dayalı dinler peygambere ihtiyaç duymazlar.
Açıkçası bu dinler “dandik dinler”dir. “Din” dediğimize bakmayın, bunlar “bâtıl
yollar”dır. İnsanlığa bir yarar getirmezler ve körü-körüne düşüncelere
kapılırlar ve hareketlerde bulunurlar. Oysa “din” demek, “Dünyâ’yı dîne göre
değiştirip-dönüştürmek ve düzenlemek” demektir. Çünkü gerçek din, Allah’ın
sözlerinden oluşur. Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak zorunludur. Bu nedenle
tek hak din vardır, o da vahiy-merkezli din olan İslâm’dır. Beşere değil,
Allah’a dayanır. İslâm’da peygamberler, kendilerine indirilen vahiyleri hayâta
hâkim kılmakla sorumludurlar.
Peygambersiz dinler, dîni sâdece îman ve ibâdete has
kılarlar ama bu çoğunlukla lafta kalır. Dünyâ’ya nizam ve intizam verecek kânunlar
ve kurallar yoktur bu dinlerde. Onlar varsa-yoksa iç-âlemleriyle, psikolojileriyle,
korkularıyla ve Allah’ın zâtıyla ilgilenirler ve uğraşırlar. Böylece bomboş
işler yapmış olurlar. Peygambersiz dinlerde bâzen peygamberlerden birine îtibâr
edilebilir ama bu îtibâr geçici ve içeriksizdir. Meselâ Sâbiîlikte Hz. Yahyâ,
peygamber olarak kabûl edilir. Fakat Sâbiîler, Hz. Yahyâ’nın kendilerine yeni
bir öğreti veyâ vahiy getirdiğine inanmaz; onun kendilerine sâdece dinlerini tâlim
ettirdiğine ve bu uğurda inançsızlarla mücâdele ettiğine inanırlar. Bu tabi Hz.
Yahyâ’ya iftirâ atmak anlamına gelir.
Dîni, îman ve ibâdetten ibâret
gören (fakat doğru-düzgün îman ve ibâdet etmeyenler) peygambere gerek duymazlar
ve onları hesâba katmazlar ama, peygamberden boşalan yere sosyâl, ekonomik,
askerî, siyâsî, hukûkî ve felsefî anlamda önde gelen kişileri yerleştirirler. Uzmanları
yerleştirirler. Peygamberimiz’i örnek ve önder olarak kabûl etmeyenler, onların
yerine beş para etmez adamları peygamberden bile üstün tutarlar. Bu hem
ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da böyledir. Popçu, topçu, manken ve artistleri
peygamber yerine koyarlar ve onlara îtibâr ederler. Saygıyı-sevgiyi ve
üstünlüğü onlarda görürler. Pop şarkıcısı Michael Jackson öldüğünde, hayrânı
olan bir genç kız; “artık kime inanacağımı bilmiyorum” demişti. Peygamberlere îman
vardır ama ibâdet yoktur. Peygamberler, İslâm’ı hayâta hâkim kılmak yada bu
uğurda çalışmak bağlamında bir örneklik ortaya koymak ve izlenmek için gönderilirler.
Peygamberlere uymayı
gereksiz görenler, beşerden birilerini ilahlaştırma derecesinde yüceltirler. Peygamber’i
inkâr ve iptâl edenler, onların yerine nice hayâli kahramanları, lîderleri,
filozofları, hükümdarları, vezirleri, -sözde- evliyâyı vs. peygamberden daha
üstün tutmuşlardır ve onlara tâzim göstermektedirler. Bu durum, sünnetullah
gereğince olan bir cezâdır. Çünkü Peygamber yerine koydukları kişiler -içinde bâzı
faydalı işler yapmış olanlar olsa da- aslında bir yaraya merhem olmayan kişilerdir.
Çünkü yarayı saracak sahih bir kaynakları yoktur. Onların aşkın bir hareket
noktası ve dayanacakları yüce bir kaynağı yoktur.
Peygambersiz din anlayışında
dîni belirleyen şey, insanların istekleri, arzuları, hayâlleri, korkuları, psikolojileri,
hırsları, arzuları, ihtirasları, dünyâlık beklentileri, acıları, neşeleri,
umutsuzlukları vs.dir ki bunların çoğu saçma-sapan şeylerdir. Zâten beklentiler
gerçekleşmediği için sürekli güncellemeler yapılır beşerî dinlerde. Fakat İslâm
öyle değildir. Allah ne diyorsa odur ve Allah’ın sözünde bir değişme
bulamazsınız.
İlginçtir; peygambersiz
beşerî dinlerde hep bir Mehdi-Mesih yâni bir kurtarıcı beklentisi vardır. Hem
peygamberleri gereksiz görürler hem de Mehdi-Mesih vs. gibi kurtarıcılar beklerler.
Peygambersiz gelen hiç-bir dîne
ve kitaba inanmam. Peygamber’i yâni hem iç-âlemler hem de dış-âlem için bir
inşâ, değişim-dönüşüm plânı, projesi ve yüce bir hedefi olmayan bir dîne aslâ
inanmam ve o dînin bir yaraya merhem olabileceğini beklemem. Zâten bu ancak ve
ancak İslâm için geçerlidir. Sâdece İslâm’ın, önce iç-âlemleri Kur’ân ile inşâ
edip nurlandırması yâni nefisleri değiştirmesi, sonra da güzel örneklik olan
Sünnet’i de hesâba katarak Dünyâ’yı tüm zamanlar ve mekânlar için Kur’ân’a göre
düzenlemek, değiştirip-dönüştürmek ve bir nizâma sokmak plânı, projesi ve
hedefi vardır. İslâm’ın ayırıcı özelliği budur. Bunun ise, “güzel bir örneklik”
ortaya koymak için seçilip gönderilmiş olan peygambersiz olması imkânsızdır.
Günümüzde İslâm’ın belirleyici ve hâkim olması yada bu yola girememesinin ve de
insanların nefislerini değiştirip de İslâmî bir bilinçle hareket edememesinin
en önemli nedeni, müslümanların peygamber örnekliğini hesâba katmamalarıdır.
Peygamberler ve Peygamberimiz
Hz. Muhammed (sav), iç-âlemleri inşâ etmekte olduğu gibi, aynen göklerdeki gibi
İslâm-merkezli bir nizâmı Dünyâ’da da kurmak için gönderilmişlerdir. Kur’ân’ın
kavlî ve fiîlî en ideâl yorumu budur. Bu yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne tam uygun
olan sahih hadis ve sahih Sünnet ile ortaya konmuştur. “Güzel örneklik” budur.
Sünnet budur.
Sünnet, “Kur’ân bilinciyle
yapılmış olan İslâmî hareket metodu”dur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder