26 Ağustos 2022 Cuma

Peygambersiz Din Anlayışı

 

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Şu muhteşem düzene, nizâma ve döngüye sâhip olan kâinatta hiç-bir bozukluk, eksiklik, kusur ve uygunsuzluk göremezsiniz. Buna Dünyâ’nın doğal yapısı; dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar ve insanların fizîkî yapıları da dâhildir. Bunun böyle olmasının nedeni, tüm bunları istisnâsız şekilde Allah’ın yaratmış olması ve tüm kâinâtı sâdece ve sâdece O’nun yönetiyor olmasıdır. Zâten buna ancak Allah’ın gücü yeter. Tüm kâinâtı sâdece Allah yönetip-yönlendirdiği için yâni tüm kâinât, kendi istidâdınca ve yetenekleriyle sâdece Allah’a kulluk ettikleri için bu muazzam nizam ve döngü hiç şaşmadan devâm eder durur.

 

Peki insanlar arasındaki; sosyâl, toplumsal, kültürel, ahlâkî, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve askerî alanda durumlar nasıldır?. Peygamberlerin ve onların yolunda olanların çabalarıyla zaman-zaman olan düzenlemeler ve düzeltmeler hâriç, insanlar arasında her zaman bir düzensizlik, nizamsızlık, uygunsuzluk, bozukluk, adâletsizlik, ahlâksızlık, haksızlık ve zulüm vardır. Çünkü insanlar kâinattaki diğer her-şey gibi “sâdece Allah’a” uymazlar ve “sâdece Allah’a” kulluk etmezler de mutlakâ şirk koşarlar, küfre düşerler, adâletsizlik, haksızlık ve ahlaksızlık yaparlar, dolayısıyla zulüm üretirler. Aslında Allah’tan aslâ kötülük gelmez ve sâdece iyilik gelir. Kötülükler insanın yaptıklarından kaynaklanır. İyilik olmadığında kötülük ortaya çıkar. Tüm kâinatta kötülükler ve uygunsuzluklar sâdece insanlar arasında vardır ve insandan kaynaklanır:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir…” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Allah, insana bir irâde verdiği için onu seçimlerinde serbest bıraktığından dolayı insanın yaptığı seçimlerin sonuçlarını yaratmaktadır. Fakat Allah, insan elinden çıkan kötülüklerden elbette râzı değildir. Zâten peygamberlerini göndermesi ve vahyini indirip bu kötülüklerin bertarâf edilmesini istemesi bu nedenledir.

 

Allah’ın insanlar içinden bir peygamber seçip ona vahyederek emirlerini-nehiylerini-tavsiyelerini indirmesinden amaç, Allah’ın; kötülüğe, çirkinliğe, uygunsuzluğa, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulme râzı olmamasıdır. Tabi aynı-zamanda Allah’ın, Kendisine ortak koşulmasına izin vermeyecek ve böyle bir şeyi affetmeyecek olmasından dolayıdır. Zîrâ kâinâtın hiç-bir alanında bu saydığımız olumsuzluklar ve zulüm olmazken, sâdece insanlar arasında olumsuzluk ve zulüm olmaktadır. Allah’ın tüm kâinâtı ve insanları yaratması ve insanlar içinden birini seçerek ona vahiylerini yâni emir ve yasaklarını indirmesinin tek nedeni ve gâyesi, (sünnetullahın ve “imtihan”ın bir gereği ve de sâdece Allah’ın bileceği hikmetten dolayı), tüm kâinatta olduğu gibi, vahiy ve vahiy-merkezli bir yaşam ve nizam kurulması, böylece tevhidin ikâme edilerek, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de dînin yâni iç ve dış-âlemde hâkimiyetin sâdece Allah’a mahsus kılınmasıdır.

 

Peki Allah peygamber göndermesiydi ve sâdece vahyini indirseydi; meselâ Kur’ân bir insanın yâni Hz. Muhammed’in dilinden değil de, ara-ara Kâbe’den gelen bir sesle bildirilseydi ne olurdu?. İnsanlar arasında kurulması gereken nizam yine kurulabilir miydi yada bu amaç için insanlar kendilerini adayıp çalışılabilir miydi?. Tabi ki de hayır!. Çünkü herkes duyduğunda yada okuduğunda, kendi bilgisi, düşüncesi, görgüsü, çıkarı ve arzusundan dolayı farklı yorumlar yapardı Kur’ân’a. Böylece ortaya sonsuz yorumların yapıldığı bir din çıkacaktı ve bu yorumların ortasında -aynen günümüzde olduğu gibi- bir kaos ve anlaşmazlık olacaktı. Herkes kafasına göre konuşacaktı ve bir netlik ortaya konamayacaktı. Böyle olunca da insanlar birlik olup da yapılan yanlışlardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, şirkten, küfürden, haksızlıktan, ahlâksızlıktan ve zulümden vazgeçmeyecekti. Hiç-bir yanlışı ve bozukluğu, isteseler de değiştiremeyeceklerdi. Peki niye?.

 

Çünkü Kur’ân, netîcede bir söylem ve sonra da yazılıp iki kapak arasında toplanarak oluşmuş yazılardan meydana gelmiş bir Kitap’tır. Elbette Kur’ân târih boyunca ortaya çıkmış kitaplara benzemez ve Allah’tan kaynaklandığı yâni Allah’ın sözü olduğu için (birileri kâfirliğinden dolayı inkâr etse de) kusursuz ve mükemmel Kitap’tır. Zîrâ mutlak anlamda Allah’ın sözüdür. Fakat sünnetullahın ve Dünyâ’nın formatı gereği olarak netîcede bir Kitap’tır. Bir kenarda, raflarda, kitaplıkta, kütüphânede yada modern cihazlar olan bilgisayar, cep telefonu vs. gibi yerlerde sâdece Kitap olarak bulunuyor olması ve onun okunup-okunup kişisel yorumlarının yapılması toplumsal anlamda bir yaraya merhem olmaz-olmuyor. Tabi mutlakâ düşünsel yararlarının yanı-sıra ibret alanlar da olur. Yâni demek istediğimiz, Kur’ân’ın Arapça yada Türkçe metnini sâdece elde ve kütüphânede bulundurmakla, bilgisayara ve cep telefonlarına indirmekle, dört duvar arasında yada internet ortamında -zinhar amele/eyleme dönük olmayan bir şekilde- okuyup-yorumlamakla, topluma, insanlar arasındaki bozukluğa ve karmaşaya bir etkisi olmaz. Zâten günümüzde Kur’ân her yerde ve yüzlerce cilt hâlinde herkesin elinde bulunuyor, okunuyor, araştırılıyor, yazılıyor ve konuşuluyor ama gün geçtikçe Dünyâ bozuluyor, yozlaşıyor, çirkinleşiyor ve yaşanmaz bir yer hâline geliyor. Çünkü Kur’ân sâdece iç-âlemleri inşâ etmek için değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemi yâni Dünyâ’da ve tüm insanlar arasında nizâmı kurmak ve korumak için gönderilmiş bir Kitaptır. Şu unutulmamalıdır ki, biz Kur’ân’a değil, Allah’a tapıyoruz. Fakat biz Allah’a hakkıyla kulluk etmek için Kur’ân-merkezli bir hayat yaşamaya çalışıyoruz. Kur’ân bizim ilahımız değil, Dünyâ’da mü’mince yaşamak ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmak için îman ve rehber ettiğimiz temel kaynağımızdır.

 

Evet; Kur’ân’ı okuyup, idrâk edip de hayâta yansıtmadığımızda yâni Kur’ân’ı kılavuz edinerek Dünyâ’da her alanda-mekânda ve tüm zamanlarda İslâm’ı hayâta hâkim kılmadığımızda yada bu uğurda çabalamadığımızda, Kur’ân iki kapak arasında durarak, dört duvar arasında okunarak, zihinlerin, kâlplerin ve zamânın nesnesi yapıldığında -kişisel bâzı faydaları olacak olmasına rağmen- toplumsal ve küresel anlamda bir yarar sağlamayacaktır, sağlamamaktadır. Çünkü Kur’ân “sâdece okunmak için” değil, “okuyup idrâk etmek ve hayâta yansıtarak hâkim kılınmak için” indirilmiştir.

 

O-hâlde ne olmalıdır?. Kur’ân’ı Allah’ın seçtiği bir Peygamber, -en güzel ve en ideâl şekilde- hayâtın tam ortasında ete-kemiğe büründürmeli, okumalı, idrâk etmeli, yaşamalı ve böylece “güzel bir örneklik” olarak ortaya koymalıdır. Tüm peygamberler bunun için gönderilmiştir ve bunun için çalışmıştır. Peygamber gönderilmesinin nedeni budur. İslâm’ı hâkim kılma noktasında bâzı peygamberler Allah’ın dînini yâni İslâm’ı hâkim kılmıştır, bâzıları da hep İslâm’ı hâkim kılma yolunda olmuştur, ölmüştür ve hep bunun için çalışmıştır. Çünkü peygamberler bu nedenle seçilip gönderilmişlerdir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâd-etmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed, işte bu doğrultuda Allah’ın dîni olan İslâm’ı, olması gereken en ideâl şekilde yaşamış, tebliğ etmiş, insanları İslâm’a dâvet etmiş, tüm zorlukları göze alarak ve yüklenerek sonuçta İslâm’ı hayâta hâkim kılmıştır. Bunu, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği ve adına literatürde Sünnet denilen vahiy-merkezli yaşamıyla ve çabasıyla yapmıştır:

 

“And olsun!; Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

 

Ahzâb Sûresi 21. âyet kıyâmete kadar Kur’ân’ın içinde olacağından dolayı, Peygamberimiz’in güzel örnekliğini göz-önüne almak ve amel-eylem aşamasında bu örnekliği tâkip etmek bizim için olmazsa-olmazdır. Çünkü Sünnet denilen bu güzel örneklik, (süreç içinde yapılan bâzı yanlışlar ve hatâlar Allah tarafından ânında düzeltilerek) indirilen vahiylere göre ortaya konulmuştur. Yâni Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet, Allah tarafından “onaylanmış-mühürlenmiş” bir “vahiy yaşanmışlığı”dır. Bu yaşanmışlık hem iç-âlemde, hem de dış-âlemde hayâtın her alanında gösterilen bir örnekliktir. İdeâl bir müminlik, sabır, şükür, dik-duruş, vazgeçiş (hicret) ideâl toplum, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet örnekliğidir. Kur’ân’ın, güzel örneklik olarak ortaya konmamış hiç-bir âyeti, emri ve neyhi yoktur. Bu, Peygamberimiz’in yüz-bin kişinin huzûrunda “dîni kavlî ve fiîlî olarak tebliğ etim mi?” sorusuna “evet, tebliğ ettin” onayıyla sâbittir. Çünkü tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de tüm hayâtını buna adamıştır ve genel bir örneklik ortaya koymuştur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı tek hak dînin yâni İslâm’ın peygambersiz olması mümkün değildir. Kendilerine Allah tarafından vahiy inmiş tüm peygamberler İslâm’ın peygamberidir. Peygambersiz din yada daha doğrusu inançlar ise, ancak bâtıl ve beşerî inançlar, felsefeler ve akımlardır. Beşerî dinlerin kişisel bâzı faydalarından başka bir yaraya merhem olduğu görülmemiştir. Hattâ kişisel olduğu için mecbûren pasif olunca ve bundan dolayı kötülükleri önleme noktasında bir şey yapılmayınca, yarârı değil zarârı olmuştur, oluyor.

 

İki çeşit din vardır; beşerî bâtıl dinler ve tek hak ve ilâhî din olan İslâm. İslâm tek ilâhî ve hak din’dir. Tüm peygamberler İslâm Dîni’nin tebliğini-dâvetini yapmak ve vahyi hayâta yansıtarak bir örneklik ortaya koymak ve de İslâm’ı hayât hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. Beşerî dinlerin -sözde- peygamberleri ise Allah tarafından gönderilmiş ve onaylanmış falan değildir. Onlar kendi-kendilerine bir düşünce ve hareket başlatmışlardır ki, ilâhî ve vahiy-merkezli olmadıkları için bâtıldırlar.

 

Beşerî dinlerin peygamberleri sâdece iç-âlem ile ilgilenmişler ve bu nedenle de sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi Dünyâ ile ilgilenmemişler ve tâkipçilerine de bunu tavsiye etmişlerdir. Böyle olunca beşerî dinlerin müntesipleri, “dîn” deyince, “Dünyâ’ya hiç karışmama”yı anlamışlardır. Bu yüzden beşerî dinler, sâdece boş lafların ve saçma uygulamaların yapıldığı inançlar olmuştur. Oysa İslâm’ın tüm peygamberleri, yaşadıkları zamanlarda yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı çıkmıştır. Adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve zulmün her türlüsüne karşı çıkmışlar ve bunları ortadan kaldırıp, hakkı ve hakîkati yâni tevhidi hâkim kılmak için var-güçleriyle çalışmışlardır.

 

İslâm, “salt bir îman ve ibâdet dîni” değil, “îman, ibâdet ve hayâtı İslâm’a göre düzenleme dîni”dir. Beşerî dinler, “ilâhî bilgiyi elde edip kişisel ibâdetini yaptın mı, tamam” diyorlar. İyi de din yâni yaratıcı, yarattığı bu hayat için hiç-bir şey söylemiyor mu?. Peki Dünyâ’daki kötülükler ve şerefsizlikler nasıl düzelecek ve zulüm nasıl bitecek?. İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle yapılan sâlih amellerdir. Bu nedenle sâdece kuru-îman ve “ibâdet” denilen ama çoğu saçma hareketler ve uygulamalar içeren beşerî dinler bir peygambere ihtiyaç duymazlar.

 

İslâm’ı “kuru îman ve ibâdet dîni”ne çevirmeye çalışanlar da Peygamberimiz’i inkâr ve iptâl etmek istiyorlar. Peki bunu niçin istiyorlar?. İslâm, sünnetullah ve imtihan için yaratılmış olan Dünyâ’ya tam uygun bir din’dir ve kuralları sünnetullaha ve imtihana göre belirlenmiştir. İnsanlar zorla İslâm’ı kabûl etmeye zorlanamaz. Fakat Allah, İslâm’ı kabûl edenlere bâzı sorumluluklar verir ve yük yükler. Ayrıca, doğala, normâle ve fıtrata uygun olmayan şeylere izin vermeyeceğinden dolayı adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre ve her türlü zulme karşı çıkar. Bundan dolayı da Dünyâ’ya ve hayâta karışır. Çünkü mülk Allah’ındır ve mülkünde dilediği tasarrufta bulunur. İşte bu durum insanların hoşuna gitmemektedir. Zîrâ İslâm, hayâtı aynen göklerdeki gibi, Allah’a göre düzenlemek ister ki bu durum kötülerin, çıkarcıların ve şerefsizlerin tekerine çomak sokar.

 

İslâm’da; şeytana, nefse ve tâğutlara alan bırakılmaz. Nefislerin kışkırmak yada kışkırtılmak için fırsatı olmaz. Çıtayı normâl seviyesine düşürdüğü için insanlar çok da farklılaşamaz ve bundan dolayı birileri, bâtıl kaynaklı çeşitli haz ve zevkler alamazlar. Bu da insanların nefislerini sıkıntıya sokar. Çünkü nefs alabildiğine kışkırtılmak ister. Tabi bu durumdan en çok da başta şeytan ve sonra da onun uşakları olan tâğutlar rahatsız olur. Çünkü İslâm hâkim olduğunda yâni hak gelip de bâtıl def-olup gittiğinde tâğutlar mecbûren yer-altına çekilmek zorunda kalacaklardır. Üstelik orada ne kadar kalacakları da belli değildir.

 

O-hâlde tâğutlar ve dostları İslâm hâkim olduğunda yada “hâkim olmasın diye” ne yapmalıdır?. İslâm diğer dinler gibi olmadığı ve ilk indiği günkü gibi “korunmuş bir Kitab”a sâhip olduğu için Kur’ân’ı değiştirmek, ona eklemeler ve çıkarmalar yapmak mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ’daki tüm Kur’ân nüshaları aynıdır. O-hâlde yapılması gereken şey, “Kur’ân’ın yorumunu değiştirmek”tir. Çünkü daha önce tüm diğer kitaplar da bu şekilde tahrif edilmiştir. Tevrat ve İncil, aşırı yorumlanarak ve bir zaman sonra o yorumlarla karışan âyetlerin yeniden yazılarak kitaba eklenmesiyle dinleştirilmiş ve böylece tahrif edilmiştir. Yorumlar âyet hâline getirilmiş yâni vahye insan sözü karıştırılmıştır. Böyle bir tahrifat Kur’ân’a yapılamayacağına göre, o hâlde onun yorumunu, anlayışını, te’vilini ve yeni yorumlara göre hayâta yansımasını değiştirmek gerekir. Lâkin bunda da “sağlam bir engel” vardır. Nedir bu engel?.

 

İslâm sâdece, inen vahiylerin birleştirilip kitaplaştırıldığı Kur’ân ile bitmez. İslâm; Kur’ân’ın, hayâtın tam ortasında okunması ve yaşanması ve de hayâtın her alanında hâkim olmasıyla tamamlanır. Bu nedenle Kur’ân’ın bir de, seçilmiş bir Peygamber tarafından (Allah kontrôlünde ve gerektiğinde yanlışların düzeltilerek) en ideâl şekilde yaşanmış ve “güzel örneklik” (Sünnet) şeklinde ortaya konması gerekir. Sünnet, “Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî olarak yapılmış en ideâl yorumu”dur. Yâni Allah en kusursuz Kitab’ı indirdiği gibi, o Kitab’ın kavlî ve fiîlî olarak en ideâl ve kusursuz yorumunu ve uygulamasını da, seçip gönderdiği ve kendisine vahyettiği Peygamber tarafından yaptırmıştır. Kur’ân, Allah’ın kontrôlünde “en ideâl yaşanmışlık” olarak kavlî ve fiîlî (sahih hadis ve sahih Sünnet) olarak da ortaya konulmuştur. O-hâlde artık İslâm’ın müntesipleri Kur’ân’ı okuyacak, onunla bilgilenip bilinçlenecekler ama yorumlarını yaparken Kur’ân-bütünlüğü ve de Sünnet’i yâni Ahzâb Sûresi 21. âyette söylenen ve “güzel örneklik” denilen, vahyin kavlî ve fiîlî en ideâl yorumu olan Sünnet’i de hesâba katmak zorundadırlar. Böyle olunca da Kur’ân’a yapılacak yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne uygun olması gerektiği gibi, sahih Sünnet’e aykırı olamayacaktır. Ne oldu?; birden suratınız mı asıldı yoksa?. Allah’ın onaylayıp-mühürlediği kavlî ve fiîli bir yorumdan daha iyi bir yorum mu yapacaksınız?.

 

İşte bu nedenle, şeytan, tâğutlar ve haz, zevk ve çıkarlarını din yapmış olanlar, Sünnet’i yâni Peygamber’i, dolayısıyla Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumunu ortadan kaldırmaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bunu yaparken en güçlü argümanları, absürd, yalan-yanlış uydurma ve zırva rivâyetleri öne sürerek ve bunları sanki Peygamber söylemiş ve yapmış gibi yansıtmaktır. Bunu başlatanlar târih boyunca İslâm düşmanları olurken, modern zamanlarda ise oryantâlistlerdir. Modernizmin ağır baskısı ve kuşatması altında ezilen ve aşağılık kompleksine kapılan müslümanlar da işte bunlara uymuşlar ve uydurma, bâtıl ve zırvalık derecesindeki rivâyetleri inkâr edeyim derken, Kur’ân’ın en ideâl kavlî ve fiîlî yorumları olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i de tümden inkâr ve iptâl etme yanlışına düşmüşlerdir. Bunu da “sâdece Kur’ân”, “Kur’ân yeter” gibi sloganlarla yapmaktadırlar. Fakat okudukları Kur’ân’a yaptıkları yorumlar, oryantâlist, modern ve beşerî telakkilerle yapılmaktadır. Yâni Peygamber’i, sahih hadisi ve sahih Sünnetî inkâr ve iptâl ederlerken, modern zırvalıklara, uydurmalara ve yalanlara meftûn ve râm oluyorlar ve yorum olarak bunları baş-tâcı yapıyorlar. Şunu da söyleyelim ki, uydurma rivâyetlerde bahsedilen zırvalıkların hiç-birini Peygamberimiz söylememiştir ve absürd uygulamaların hiç-birini Peygamberimiz yapmamıştır. Bunların tamâmı Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan ve ona isnat edilmiş yalanlardır. Sahih hadis ve sahih Sünnet, 23 yıllık risâlet-nübüvvet sürecinin içindedir ve bunu kaynaklardan genel anlamda çıkarmak zor değildir. Zâten bu, bilenlere mâlûmdur.

 

O-hâlde ey müslümanlar!; klâsik uydurmaları ve zırvalıkları kabûl etmiyorsunuz, tamam; fakat modern uydurmalara, yalanlara ve zırvalıklara niçin bir şey demiyorsunuz da Kur’ân’ı bu modern uydurmalara ve zırvalıklara göre yorumluyorsunuz. Modern uydurmalara göre yorumladığınızda Peygamber’e gerek kalmadığından dolayı mı?. İslâm’ın klâsik uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması nasıl yanlışsa, modern uydurmalara göre yorumlanması ve yaşanması daha fazla yanlıştır. Çünkü modern yorumlar Peygamber’i inkâr ve iptâl ediyor ve onun yerine sahte peygamberleri, modern-bilimi, teknolojiyi, modern izmleri, bâtıl ideolojiler olan demokrasiyi, lâikliği, sekülerizmi, feminizmi, şeytanı, tâğutları, küresel güçleri, sermâyedarları, şerefsiz felsefe ve düşünceleri koyuyorlar. Tüm yorumlarını da bunlara göre yaptıkları için artık Peygamber’e ihtiyaç hissetmiyorlar. Sahih hadisleri ve sahih Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl ederken, modernizmin bütün zırvalıklarını toptan kabûl etmek de neyin nesi?. Aklınızı başınıza alın. Uydurmaları, absürd rivâyetleri inkâr ve iptâl edeyim derken kendinize binlerce modern uydurma, zırvalık, yalan-dolan, absürdlük ve modern peygamberler ediniyorsunuz ve onlara âdetâ tapınıyorsunuz.

 

Budizm, Hinduizm ve Sâbîilik gibi îman, ibâdet ve konsantrasyona dayalı dinler peygambere ihtiyaç duymazlar. Açıkçası bu dinler “dandik dinler”dir. “Din” dediğimize bakmayın, bunlar “bâtıl yollar”dır. İnsanlığa bir yarar getirmezler ve körü-körüne düşüncelere kapılırlar ve hareketlerde bulunurlar. Oysa “din” demek, “Dünyâ’yı dîne göre değiştirip-dönüştürmek ve düzenlemek” demektir. Çünkü gerçek din, Allah’ın sözlerinden oluşur. Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak zorunludur. Bu nedenle tek hak din vardır, o da vahiy-merkezli din olan İslâm’dır. Beşere değil, Allah’a dayanır. İslâm’da peygamberler, kendilerine indirilen vahiyleri hayâta hâkim kılmakla sorumludurlar.

 

Peygambersiz dinler, dîni sâdece îman ve ibâdete has kılarlar ama bu çoğunlukla lafta kalır. Dünyâ’ya nizam ve intizam verecek kânunlar ve kurallar yoktur bu dinlerde. Onlar varsa-yoksa iç-âlemleriyle, psikolojileriyle, korkularıyla ve Allah’ın zâtıyla ilgilenirler ve uğraşırlar. Böylece bomboş işler yapmış olurlar. Peygambersiz dinlerde bâzen peygamberlerden birine îtibâr edilebilir ama bu îtibâr geçici ve içeriksizdir. Meselâ Sâbiîlikte Hz. Yahyâ, peygamber olarak kabûl edilir. Fakat Sâbiîler, Hz. Yahyâ’nın kendilerine yeni bir öğreti veyâ vahiy getirdiğine inanmaz; onun kendilerine sâdece dinlerini tâlim ettirdiğine ve bu uğurda inançsızlarla mücâdele ettiğine inanırlar. Bu tabi Hz. Yahyâ’ya iftirâ atmak anlamına gelir.

 

Dîni, îman ve ibâdetten ibâret gören (fakat doğru-düzgün îman ve ibâdet etmeyenler) peygambere gerek duymazlar ve onları hesâba katmazlar ama, peygamberden boşalan yere sosyâl, ekonomik, askerî, siyâsî, hukûkî ve felsefî anlamda önde gelen kişileri yerleştirirler. Uzmanları yerleştirirler. Peygamberimiz’i örnek ve önder olarak kabûl etmeyenler, onların yerine beş para etmez adamları peygamberden bile üstün tutarlar. Bu hem ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da böyledir. Popçu, topçu, manken ve artistleri peygamber yerine koyarlar ve onlara îtibâr ederler. Saygıyı-sevgiyi ve üstünlüğü onlarda görürler. Pop şarkıcısı Michael Jackson öldüğünde, hayrânı olan bir genç kız; “artık kime inanacağımı bilmiyorum” demişti. Peygamberlere îman vardır ama ibâdet yoktur. Peygamberler, İslâm’ı hayâta hâkim kılmak yada bu uğurda çalışmak bağlamında bir örneklik ortaya koymak ve izlenmek için gönderilirler.

 

Peygamberlere uymayı gereksiz görenler, beşerden birilerini ilahlaştırma derecesinde yüceltirler. Peygamber’i inkâr ve iptâl edenler, onların yerine nice hayâli kahramanları, lîderleri, filozofları, hükümdarları, vezirleri, -sözde- evliyâyı vs. peygamberden daha üstün tutmuşlardır ve onlara tâzim göstermektedirler. Bu durum, sünnetullah gereğince olan bir cezâdır. Çünkü Peygamber yerine koydukları kişiler -içinde bâzı faydalı işler yapmış olanlar olsa da- aslında bir yaraya merhem olmayan kişilerdir. Çünkü yarayı saracak sahih bir kaynakları yoktur. Onların aşkın bir hareket noktası ve dayanacakları yüce bir kaynağı yoktur.

 

Peygambersiz din anlayışında dîni belirleyen şey, insanların istekleri, arzuları, hayâlleri, korkuları, psikolojileri, hırsları, arzuları, ihtirasları, dünyâlık beklentileri, acıları, neşeleri, umutsuzlukları vs.dir ki bunların çoğu saçma-sapan şeylerdir. Zâten beklentiler gerçekleşmediği için sürekli güncellemeler yapılır beşerî dinlerde. Fakat İslâm öyle değildir. Allah ne diyorsa odur ve Allah’ın sözünde bir değişme bulamazsınız.

 

İlginçtir; peygambersiz beşerî dinlerde hep bir Mehdi-Mesih yâni bir kurtarıcı beklentisi vardır. Hem peygamberleri gereksiz görürler hem de Mehdi-Mesih vs. gibi kurtarıcılar beklerler.

 

Peygambersiz gelen hiç-bir dîne ve kitaba inanmam. Peygamber’i yâni hem iç-âlemler hem de dış-âlem için bir inşâ, değişim-dönüşüm plânı, projesi ve yüce bir hedefi olmayan bir dîne aslâ inanmam ve o dînin bir yaraya merhem olabileceğini beklemem. Zâten bu ancak ve ancak İslâm için geçerlidir. Sâdece İslâm’ın, önce iç-âlemleri Kur’ân ile inşâ edip nurlandırması yâni nefisleri değiştirmesi, sonra da güzel örneklik olan Sünnet’i de hesâba katarak Dünyâ’yı tüm zamanlar ve mekânlar için Kur’ân’a göre düzenlemek, değiştirip-dönüştürmek ve bir nizâma sokmak plânı, projesi ve hedefi vardır. İslâm’ın ayırıcı özelliği budur. Bunun ise, “güzel bir örneklik” ortaya koymak için seçilip gönderilmiş olan peygambersiz olması imkânsızdır. Günümüzde İslâm’ın belirleyici ve hâkim olması yada bu yola girememesinin ve de insanların nefislerini değiştirip de İslâmî bir bilinçle hareket edememesinin en önemli nedeni, müslümanların peygamber örnekliğini hesâba katmamalarıdır.

 

Peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), iç-âlemleri inşâ etmekte olduğu gibi, aynen göklerdeki gibi İslâm-merkezli bir nizâmı Dünyâ’da da kurmak için gönderilmişlerdir. Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî en ideâl yorumu budur. Bu yorumlar Kur’ân-bütünlüğüne tam uygun olan sahih hadis ve sahih Sünnet ile ortaya konmuştur. “Güzel örneklik” budur. Sünnet budur.

 

Sünnet, “Kur’ân bilinciyle yapılmış olan İslâmî hareket metodu”dur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder