19 Ekim 2021 Salı

Çocuklar Büyüyünce Ne Olmalı?

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Modern insan, çocuklarının eğitimine (daha doğrusu öğretimine) kafayı takmış durumda. Mutlakâ okumalı, bir üniversiteyi bitirmeli ve yüksek maaşlı yada bol paralı mesleğini eline almalıdır. Peki niçin?. Çünkü iyi bir işe ve dolayısıyla iyi miktarda bir paraya kavuşmalıdır. Hele bir de çalışan bir eş buldu mu, işte o zaman deme keyfine!; sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, özel okul, tâtil, yeme-içme-giyme-gezme. Kolay para kazanmak ve kolay para harcamak ne kadar da tatlıdır. Aslında modern insanın derdi “Dünyâ’yı cennete çevirmek”tir. Bunun için de çocuklar büyüyünce doktor, subay, hâkim-avukat, mühendis yada en azından öğretmen olmalıdır. Bunun için de tıp, hukuk, mühendislik, eğitim fakültesi vs. bölümlerinden birinde okumalıdır. Bu amaç için çocuklar yarış atına çevrilmektedir ve bundan aslâ tâviz verilmemektedir.

 

“En iyi yatırım çocuğa yapılan yatırımdır” diyorlar. Tamam; fakat çocuğa yapılan en iyi yatırım modern-lâik-seküler yatırım mıdır?. Bu yatırım, onu doktor-hâkim-subay yapmak ve hemen-hemen onun kadar maaş alan bir hanımla evlendirip iyi bir gelire sâhip kılmak ve sıfır ev, araba, yazlık, giyim-kuşam alabilecek bir dünyâlık elde etmeleri midir?. Hayır!. İyi bir yatırım, çocuğun iyi bir müslüman olması ile alâkalı bir yatırım olmalıdır öncelikle. İlk başta terbiyeli, ahlâklı, dürüst, çalışkan, merhâmetli, vicdanlı, îmanlı bir insan olması hedeflenmelidir. Ondan sonra iyi bir işi olması düşünülebilir. Peygamberimiz: “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” der.

 

Üstelik şu var ki; Dünyâ’da milyonlarca çocuk, “büyüyünce ne olacağı”nın hayâlini bile kurmaya fırsat bulamamaktadır. Çünkü onlar; savaş, açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, hijyen vs. sorunlarıyla uğraşmaktan ve bu çirkefliklerden kurtulmanın hayâlini kurmaktan başkasını yapamıyorlar. Zîrâ onları bu kötü durumda kurtarmak için hiç kimse hiç-bir şey yapmıyor. Bu çocuklara yatırım yapmayı kimse düşünmüyor. İyi de bu çocuklara kim yatırım yapacak?. Bu çocuklar büyüyünce ne olacak?.

 

Modern müslüman anne-babalar, en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım olduğunu söylüyor. Fakat bu yatırım onun mîdesini alabildiğine şişirebilecek bir gelire sâhip olacağı bir yatırımdır onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey de yine, mîdeleri patlarcasına şişmiş olanların ortaya atmış olduğu bir fitnedir. Bu yatırım çocuğun neresine olacak?. Mîdesine mi, kâlbine mi?. Bu yatırım sonuçta çocuğun en çok neresini doyuracak?. Âhireti düşünmeyenlerin “mîdesi” cevâbı, fıtratı göz-ardı edersek normâl görülebilir. Fakat mü’minlerin de aynı cevâbı vermeleri fecaattir. Peygamberimiz, “bir insanda kâlp sağlamsa diğer organlar da sağlamdır” der. Şimdi, çocuğa yapılacak yatırım, dünyâsı için mi, âhireti için mi yapılacak yatırımdır?. Bedeni için mi, kâlbi için mi yapılacak yatırımdır?. Dünyâsı için yapılan yatırımdan âhirete bir pay çıkmaz ama âhireti için yapılan yatırımdan dünyâsına pay çıkar:

 

İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerin) âhirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek seri görendir” (Bakara 200-202).

 

Kâlbe yapılan yatırımdan mîdeye pay çıkar ama mîdeye yapılan yatırımdan kâlbe pay çıkmaz. Hattâ mîde şiştikçe kâlbi sıkıştırır ve en sonunda boğar onu. Ayrıca Peygamberimiz der ki: “Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştirendir”. Öldükten sonra bile sevâbım/amelim artmaya devâm edecek. Çocuğum yaşadıkça benin de sevâbım-amelim-hayrım artacak. Bundan daha büyük yatırım mı olur?. Kemal Sayar, çocukların yönlendirilmesi konusunda ve ebeveynlerin bu yönlendirmeyi yaparken kendini paralaması hakkında şunları söylüyor:

 

“Boş zamânın kâr getirmesi icâp etmektedir. Sâdece yetişkinlerin değil çocukların boş zamanı da tıka-basa doldurulur ve müstakbel başarı için gerekli olduğu varsayılan donanımlar bu boş zamanda çocuğa boca edilir. Eh, ne de olsa çocuk artık bizim için Allah’ın bir bağışı ve emâneti değil, verimli kılınması gereken bir sermâyedir. Çocuklarımıza yatırım yaparız. Çocuklarımızın başarı veyâ başarısızlığından tek başına biz mesûlmüşüz gibi davranıyor, onlar bu saçma-sapan sınav sisteminde, saçma-sapan konular ezberleyip istedikleri okullara giremezlerse, narsistik yaralar alıyoruz. Çocuklarımızın yüreğine saplanan kurşun, bizi de öldürüyor”.

 

Millet, oğlunun-kızının ne olacağına ve ne iş yapacağına kafayı fenâ hâlde takmış durumdadır ve tıp, hukuk, mühendislik ve öğretmenlik alanlarından birini okuyup bitirince ve doktor, hâkim, mühendis öğretmen vs. olunca “hayâtını kurtardı” demektedir. Oysa farklı bir bakış-açısına göre; doktorlar ilaç firmalarının taşeronluğunu yapıyor, hukukçular lâik-seküler dinsiz kânunların kâfirliğini yapıyor, mühendisler zâlim modern-bilim ve teknolojinin maşası oluyor ve öğretmenler de çocukları modern Allah’sız bir eğitim ile Allah’sız Dünyâ’ya hazırlıyor. Fakat yine de bunlardan biri olunmadığında, çocuğa ve de çocuğun âilesine zavallı gibi bakılıyor. Hiç kimse; “çocuğum ahlâklı, dürüst, terbiyeli, dindar müslüman bir çocuk olsun” diye düşünmüyor.

 

Her insanın doğuştan gelen Allah vergisi bir yeteneği vardır ve çocuk o yeteneği geliştirip iyi bir duruma gelebilir. Nice yüksek öğrenim görmemiş ama yeteneğini geliştiren insanlar vardır ki yanında yüksek öğrenim görmüş onlarca insan çalıştırır. Modern eğitim furyası çocukların ne olması gerektiğini dayatarak alsında insanların ufkunu kapatıyor.

 

Çocukları standart iyi para getiren işlere yönlendirmek herkesin ortak hedefi olmuş. Aslında çocuklara “büyüyünce ne olacaksın” diye değil, “hayatta ne yapacaksın” diye sormak önemlidir. Böylece onun ufkunu genişletip onu bir-kaç mesleğe mahkûm etmemiş oluruz, zîrâ insanların ne olacağından çok ne yapacağı önemlidir. Doktor, hâkim, mühendis, öğretmen olmuş ama başka hiç-bir şey yapamayanlar vardır. Bir çivi bile çakmasını bilmezler. Dünyâ’nın ve insanların hâlini göremezler. Bunlar ancak yüksek maaşlarını almakta ve bol-bol tüketmektedirler. Tabi insanlar da zâten buna kilitlenmişlerdir. Sanki bir mal toplama yarışı var ve en çok mal toplayan “daha iyi insan ve üstün bir kul” oluyor.

 

Bakınca çocuklarda ve gençlerde bir umut göremiyorum doğrusu. Keşke olsaydı. Hepsinde bir-an önce en iyi üniversiteyi kazanıp bitirmek ve o çok yüksek maaşlı işe kavuşmak arzusu var. Sonra da benzer bir iş ve maaşla çalışan bir kadın-erkek ile evlenmek ve sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, zekî çocuklar, özel okul, bol para, îtibar, makam-mevki, mal-mülk vs. edinme arzusu. Peki Allah karşısındaki îtibar ne olacak?. Kişilikli olmak, duyarlı olmak, bir farkındalık oluşturmak ne olacak?. Çöpleri kim toplayacak kardeşim?. Allah rızâsı için yapılması gerekeni kim yapacak?.

 

Bir aktivist, eylemci ve devrimci olmayı düşünen yada hayâl eden var mı?. Dünyâ’yı şirkten, küfürden, cehâletten ve zulümden kurtarmayı ve adâleti, eşitliği, hakkı-hakîkati ve tevhidi hâkim kılmak isteyen var mı?. Neden bunları yapmayı düşünmüyor çocuklar?. Niçin hiç-bir anne-baba çocuğunun böyle bir insan olmasını hayâl etmiyor?. Niçin hiç-birini Allah için adanmayı düşünmüyoruz?. Peki bunu Hanne validemiz niye düşündü de karnındaki çocuğu Allah’â adadı?. Buna niçin râzı olamıyoruz ve çocuklarımızın adanmasına izin vermiyoruz. Adanmış çocuklar yetiştirmeyi niçin düşünmüyoruz?. Dünyâ’yı ancak ve ancak adanmış insanlar değiştirip düzeltebilir. Dünyâ’nın değişmeye ve düzeltilmeye çok ihtiyâcı var. Zîrâ Dünyâ’nın yarısı açlıktan-susuzluktan-evsizlikten kırılıyor, acıları-feryatları arşa çıkıyor, kafalarına bombalar düşüyor, tecâvüz ediliyor, hakaret ediliyor, yurtlarından kovuluyorlar. Peki bu insanlar ne olacak?. “Müslümanım” diyenlere soruyorum. Siz çocuklarınızın ilerideki lüks yaşamını bu acıların üzerine mi kuracaksınız?. Biz bu Dünyâ’ya mal toplamaya ve domuz gibi her-şeyi yiyip-içip tüketmeye mi geldik?.

 

Cennetlik çocuklar yetiştirmeyi düşünmüyoruz. Çünkü cennete olan inancımız “psikolojik inanç”a dönüşmüş durumda. “Hele bir Dünyâ’mızı kurtaralım da, cennete ucundan-kıyısından girsek de olur” diye düşünüyoruz.

 

Çocukların ilk başta kişilikli bir insan olması gerektiği düşünülmüyor. Önemli olan iyi para ve makam kazanacağı bir iş, Bu tür düşünce ve eğitim sistemi çocukları eğitmez ve öğütür. Modern insan için modern dünyânın yönlendirdiği yere hızlıca gitmek “başarılı insan” tanımıdır.

 

Tüm bunlar dîni, Allah’ı ve özellikle de âhireti hesâba katmamakla ilgilidir. O yüzden insanlar Dünyâ’da görece iyi bir yaşama kilitlenmiş durumdadır.

 

Çocuklar hayatlarını yâni dünyâ hayatlarını, okuyarak ve iyi bir iş edinerek maddî anlamda kurtarabilirler, fakat çocukların âhiretteki ebedî hayâtı kazanmak için Dünyâ’da mânen de hayatlarını kurtarmak gerekir. Peygamberimiz’in, kızı Fâtıma’ya söylediği, “kızım îmânını sağlam tut, bana güvenme, âhirette ben seni kurtaramam” sözünü sürekli hatırlamak gerekir. Peygamberimiz kızına, “dünyâlığını iyi tut” demiyor da, “âhiretini kurtarmaya bak” diyor. Yâni âhireti önceliyor. Zîrâ ebedî hayat oradadır. 

 

Dünyâ’da herkes o iyi ve çok paralı işleri yapacak diye bir şey olamaz ve zâten hiç-bir zaman da böyle bir şey olmamıştır. Önemli olan, çocuğun ne yapacağına karar verdikten sonra o şeyi en iyi şekilde yapmasıdır.

 

Çocuklarımızı en başta Dünyâ’da “imtihan”ı verip de cehennemden korumak ve kurtarmak hedefinde olmalıyız ve onları bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Ondan sonra Allah çalışanın rızkını zâten verir:

 

“Ey îman edenler!; kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

13 Ekim 2021 Çarşamba

Çocukları İlahlaştırmak

 

“Ey îman edenler!; ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir” (Münâfikûn 9).

 

Çocuk, insana yâni evli anne-babaya Allah tarafından verilen büyük bir nîmettir. Bunun büyük bir nîmet olduğunu herhâlde en iyi anlayanlar, çocuğu olmayan eşlerdir. Allah herkese sağlıklı, hayırlı ve îmanlı evlatlar nasip etsin.

 

Fakat Kur’ân boyunca çocukların varlığının olumsuz yönde kullanıldığı âyetler de vardır. Allah belki de bu olumsuzluk içeren âyetleri, “anne-babalar çocuklarını ilahlaştırmasınlar” diye indirmiştir. Çünkü çocuklar anne-babalarının yüzlerini güldürdükleri gibi karartabilirler de. Çünkü Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve imtihan çocuklarla da olmaktadır ve hattâ belki de en çok ve en ağır imtihan çocuklar ile olmaktadır. Öyle ki bâzen ne yaparsanız-yapın yine de çocuklarınız istediğiniz gibi olmaz ve doğru yola yönelmezler. Hz. Nûh bile, sular dalgalar hâlinde Dünyâ’yı kuşatırken oğlunu gemiye çağırmıştı da oğlu ona güvenmediği yada işi ciddiye almadığı için gemiye binmemişti de boğulanlarla birlikte boğulup gitmişti. O hâlde olumsuz bir şey yaşamamak yada olumsuzluğu en az yaşamak için yapmamız gereken şey, onları vahye ve peygamber örnekliklerine bakarak en doğru şekilde gerektiği gibi yetiştirmeli ve sağlıklı, hayırlı ve îmanlı evlatlar olması için Allah’a duâ etmemiz ve O’na havâle etmemiz gerekir. Kur’ân bu duânın nasıl yapılacağını şöyle öğretir:

 

“Ve onlar: ‘Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takvâ sâhiplerine önder kıl’ diyenlerdir” (Furkân 74).

 

Lâkin modern dünyâda modern insanın çocuk yetiştirme şekli çok absürd bir hâl almıştır. Çocuğun her dediğini yapmak, her istediğini almak, üzerine aşırı şekilde titremek ve bu nedenle bencilleşmektedirler. Çünkü çocuklarını sanki bir prenses ve kral gibi yetiştirerek onları ilahlaştırmaktadırlar. Çocuğu ilahlaştırmak; “herkesi ve her-şeyi çocuğun yönetmesi, her-şeyin onun istediği gibi olması” demektir. Zîrâ çocuk bir ağlamayla ve bir zırlamayla insanları yönetmekte ve yönlendirmektedir. Böylelikle anne-babayı, dede-nineyi, evi, televizyonu, günlük yaşam-şeklini, zamânı vs. hep çocuk belirlemektedir ve her-şey çocuğa göre olmaktadır. Evi çocuk yönetiyor, her-şey onun istediği gibi oluyor. Tabi her-şey çocuğun istediği gibi olunca, bir-çok şey de yanlış yapılıyor.

 

Peki anne-babalar niçin böyle davranıyor?. Çünkü moderniteyle birlikte büyük âileler yok olmuş, çekirdek âile şeklinde küçük âile yapıları ortaya çıkmıştır. İnsanlar sâdece kendi çekirdek âilesinden sorumlu olduğunu düşünüyor ve sâdece kendi âilesiyle ilgileniyor ve bu nedenle de çocuklara aşırı bir ilgi oluyor. Fakat bu fazla ilgi, düzenli bir ilgi değildir. Tüm zamâna yayılmış bir ilgi değildir. Sonra modern anne-babanın genelde tek (nâdiren en fazla iki) çocuğu oluyor. Anne-baba tüm sevgisini ve merhâmetini tek çocuğa yüklüyor. Tüm dikkatleri tek çocukta toplanıyor ve sâdece tek çocuğa odaklanıyorlar. Tabi aslında anne-babanın sevgi ve merhâmeti tek çocuğa fazla geliyor. Çünkü aslında iki çocuğa bile fazla gelir. Zîrâ anne-babaların ama özellikle annenin merhâmeti bir-çok çocuğa aynı-anda yetecek kadar güçlü ve geniştir. Küçük çocuklar, merhâmeti celbeden en etkili varlıklardır. Unutulmasın ki en merhâmetli olan Allah bile merhâmet konusunda ölçülüdür. Tek çocuğa yöneltilen aşırı merhâmet biriktikçe çocuğa zarar veriyor. Bu da çocuğu olumsuz etkiliyor, çocuğu yakıyor.

 

Çocuk aşırı sevgiye, merhâmete ve ilgiye mâruz kalınca artık bir şeye tam olarak odaklanamıyor, bir şeyden çabuk bıkıyor ve ağlıyor, sızlıyor. Böyle bir durum anne-babaların hiç hoşuna gitmediği için, hiç gerek ve ihtiyaç olmamasına rağmen ona çeşitli oyuncaklar alıyorlar ve çocuğun bir süreliğine de olsa ilgisini çekecek şeyler yapıyorlar. Bu biraz da, “çocuğun her-şeyi olmalı, her istediği alınmalı” düşüncesiyle yapılan bir şeydir. Maddî durumu iyi olan anne-babalar çocuk için aşırı masraf etmeyi “iyi bir şey yapıyorum” zannediyor. Hasta olmadığı hâlde “hadi bi doktora götürelim baktıralım” diyerek sağlıklı çocukları doktora götürüyorlar. Doktor da, “mâdem gelinmiş bir-kaç vitamin vereyim, bir-iki tavsiyede bulunayım” diyerek anne-babaya çeşitli şeyler tavsiye ediyor ki bu tavsiyeler genelde kişisel gelişimcilerin absürd tavsiyelerinin benzeridir. Yâni çocuk el bebek-gül bebek büyüyor. Böylece çocuk modern anne-babanın yeni ilahı olmaya başlıyor. Sonunda da çocuğa bir nevî tapmaya başlıyorlar. Bir şeye tapmak ve onu ilahlaştırmak demek, “her-şeyi tapılan şeye göre belirlemek ve ona göre hareket etmek” demektir. Meselâ İslâm’da hayat, ibâdetlere göre yâni Allah’a göre ayarlanır. Zaman O’na göre, O’nun emirlerine göre bölümlenir. Böylece Allah’a tapıldığı belli olur. Modern-seküler dünyâda ise her-şey çocuğa göre belirlendiği için çocuğa tapılmış oluyor.

 

Çocuğun ilahlaştırılması ve ona tapınılmasına neden olan en önemli etkenlerden biri, babadan sonra annenin de çalışmasıdır. Çalışan anne, işe gitmek için çocuğu eve bırakıp evden uzaklaştığı için çocuğa karşı suç işlemiş duygusuna kapılıyor ve ortaya çıkan açığı ona aşırı hediyeler-oyuncaklar almakla kapatmaya çalışıyor. Hafta boyunca onu bırakıp gittiği için ve bu aslında yanlış olduğu için, bu yanlış, çocuğun ilahlaştırılmasıyla sonuçlanacak “paketlenmiş yoğun ilgi”yle kapatılmaya çalışılıyor. Zamanla çocuk bunu normâl olarak görüyor ve bu normâllik a-normâlleştiğinde basıyor çığlığı.

 

Çocuklarımızla iyi geçinmek demek, sürekli olarak onların “suyuna gitmek” demek değildir.

 

Çocukların oyuna olan düşkünlükleri, aslında “öğrenmeye olan düşkünlükleri”dir. Çocuklar oynayarak öğrenirler. Fakat öğrenmek için bir oda dolusu oyuncağa gerek yoktur. Hattâ fazla oyuncak çocuğun dikkatini dağıtacağı ve odaklanmasını bozacağı için öğrenme zorluğu bile yapabilir. Üstelik fazla oyuncak, çocuğun konuşmasını ve yürümesini de geciktirmektedir.

 

Hiç-bir profesyonel çocuk bakıcısı, o çocuğa annesinden daha iyi bakamaz. Çocuk bakıcıları ise “sıfır yanlış” yaparak çocuğa bakmak hedefinde oldukları için, çocuğun kusursuzluğa alışmasını sağlamış oluyorlar. “Hayır” denilmesi gereken yerde hattâ belki de hafif bir şekilde kulağının çekilmesi gereken yerde çocuğun yaptığı yanlışa bir şey dememek çocuğun hayâtını ileride çok olumsuz etkiler. Çünkü hayat öyle kusursuz değildir.

 

Çocuklara, olumsuz bulunduğu için “hayır!” kelimesinin kullanılmasını yanlış bulup çocukların yanında bu kelimeyi kullanmayı yasaklayanlar var. Bunu kişisel gelişimcilerden öğreniyorlar. Çünkü kişisel gelişimcilerin insanlara öğrettiği tek şey, “siz ilahsınız, size kimse karışamaz, siz nasıl isterseniz öyle olur” şeklindeki absürd sözlerdir. Yanında hiç “hayır!” ve “olmaz” kelimesi kullanılmayan çocukların ileride travma yaşaması kaçınılmazdır. Zîrâ hayat o kadar yumuşak ve hoşgörülü değildir ve hattâ yerine göre çok acımasız ve serttir. Hayat, süreç içinde insana “hayır!” kelimesini ağır bir şekilde öğretir. O yüzden “hayır” sözünü duymadan ve kendisine “hayır” ve “olmaz” denilmeden büyüyen çocuklar ileride -normâl olarak- bir “hayır” sözüyle karşılaştıklarında, terslendiklerinde ve reddedildiklerinde aşırı öfkelenmeye başlarlar. Çünkü çocukken de aynısı yapılıyordu. İstediği bir şey olmadığında basıyordu vaveylayı. Bu şekilde büyüyen erkekler kızlardan “hayır” sözünü duymak istemiyor, duyunca da şaşırıyor ve kızıyor. Tabi kızlar da erkeklerden “hayır” sözünü duymak istemez. Oysa hayır sözünde “hayır” vardır. Hayır, insana bir-çok hayırlar getirir.

 

Yaşı ilerlemiş ve evli olmasına rağmen çocuğu olmayan bir tanıdığıma, “niçin çocuk yapmıyorsunuz” diye sorduğumda, karı-koca çalışmalarına rağmen, “çocuğa nasıl bakacağız, onun istediklerini nasıl alacağız?” demişti. “Ne var ki, çalışıyorsunuz ya, hem çocuğun her istediği alınacak diye bir şey yok” dediğimdeyse; “olur mu öyle şey, çocuğun her istediğini almak zorundasın, hem de alınan şey kaliteli olmalı, çocuk hiç-bir sıkıntı çekmemeli ve hiç-bir sıkıntı yaşamamalı, hiç-bir şeyden mahrum kalmamalı” gibi sözler söylemişti. Demek ki çocuk deyince bir çeşit “ilah” anlıyorlar. Çocuğu tapılacak bir varlık olarak görüyorlar. Oysa kendi âilesi çocukluklarında onların her istediklerini almamışlardı. Modern anne-babalar, “çocuk mahrum kalmasın ve yapmamış olmasın” diye küçücük çocukları bir havuzda yunus balığı ile 15 dakika yüzdürmek için 100-150 Euro civârındaki bir parayı verebiliyorlar.  

 

Bir başka tanıdığım, yanında çocuğu olan birine ölümle ilgili bir şey söylediğinde, çocuklu anne-baba birden irkildi ve sert bir şekilde “sus” işâreti yaptı ve çocuğu gösterdi. Çocuğun ölüm kelimesini duymasını istemiyorlardı. Travma olur diye düşünüyorlardı. Hâlbuki ölüm hayâtın en büyük ve yaygın gerçeğidir ve sürekli olan bir şeydir. Peki yanında ölüm kelimesi kullanılmayan çocuklar ileride ölümle karşılaştıklarında ne olacak?. Aslında çocuklarına tapan anne-babalar, savaş uçaklarından atılan bombalar nedeniyle yanındaki anne-babasının ölümünü gören çocukların yaşadıklarını travma olarak görecek kadar duyarlı değildir. Onlar için sâdece kendi çocukları değerlidir. Zâten çocuklarını ilahlaştırmaları ve sonra da onlara tapmalarının nedeni budur.

 

İşte psikolojik ilaç kullananların sayısının fazlalaşmasının bir nedeni de, ölümü hayâtın bir gerçeği olarak öğrenememiş olan insanların, hayâtın her noktasında ölüm ile iç-içe yaşadıklarını fark-ettikleri anda hayâllerinin yıkılıyor oluşudur. Çünkü âhiret bilinci ve îmânı olmadığında ölüm düşüncesi yâni yok olmak düşüncesi insanı çıldırtabilir.

 

Hayâtın normâl-doğal zorluklarını hissetmeden “süt çocuğu” olarak büyüyen insanlar, ileride hayâtın zorluklarıyla karşılaştıklarında psikolojileri bozuluyor ve ilaç kullanmaya başlıyorlar. Çünkü çok kırılgan oluyorlar ve basit olumsuzluklara karşı bile direnç gösteremiyorlar. Zîrâ anne ve babaları onları el bebek-gül bebek büyütmüş ve onlara âdetâ bir ilah gibi davranıp tapmışlardır.

 

Bebekliklerinde ve biraz büyüdüklerinde sürekli olarak “evet, olur, tamam” denildiği ve her isteği ânında yerine getirildiği için, çocuklar tüm hayâtlarında da bunu bekliyor. Bu beklentiye aykırı olan bir durumda ve yaşanan bir aksaklıkta hemen öfkelenip çirkefleşebiliyorlar. İstediklerinin olmamasına katlanamıyorlar. Sanal âlemde çok fazla takılmalarının nedeni bu olsa gerek. Çünkü sanal âlemde hemen her-şey mümkün olabildiği için her isteklerine sanal da olsa ulaşabiliyorlar.

 

Sözde “olumsuz kelimeler” diye “hayır” ve “ölüm” kelimelerini duymadan büyüyen çocuklar, ileride hayat onlara sert bir şekilde “hayır” dediğinde ve hayâtın yarısının ölüm olduğunu acı bir şekilde öğrettiğinde ağır bir travma yaşıyorlar ve bu travmadan kurtulamıyorlar. Çünkü hiç alışamadıkları şey bir-anda karşılarına çıkınca şok geçiriyorlar. O yüzden hırçın, öfkeli ve huysuz bireyler olup çıkıyorlar. Zâten bebekliklerinde evde bakıcı, biraz büyüdüklerinde de kreşler ve özel okullarda anne-babanın gerçek anlamda ilgi ve merhâmetinden uzak kaldıkları ve doğru yetiştirilmedikleri için acımasız oluyorlar. Çünkü merhâmet duyguları bozulmuş oluyor. Çocukların anne-babalarına karşı kötü davranmaları (yada iyi davranmamaları) hattâ bâzen de onlara düşman olmalarının altında yatan neden bu olsa gerek:

 

“Ey îman edenler!; gerçek şu ki, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizin için (birer) düşmandırlar. O hâlde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Teğâbün 14).

 

Bebekliklerinde çocuk bakıcısı, çocukluklarında kreş ve özel okul, yetişkinliklerinde özel oda, ayrı ev, özel araba ile avutulan, çalıştıkları için anne-babadan sürekli olarak uzak kalmalarının ve de yıllarca seküler bir öğrenim sürecine mâruz kaldıklarından dolayı, insanların mâneviyatları, değerleri, vicdanları ve merhâmetleri köreliyor. Hele bir de âile dinden uzak ise, kopma kaçınılmaz oluyor. Sonunda da bu şekilde büyüyen evlatlar hiç çekinmeden anne-babalarını huzur-evlerine gönderebiliyorlar. Çünkü kendisine yapılan da buydu. Anne-babaları hem mecbûriyetten hem de iyilik yaptığını zannederek zamânında onları nasıl kreşlere bırakabildilerse, onlar da anne-babalarını hiç çekinmeden huzur-evlerine bırakabiliyorlar. İşte anne-babalar çocuklarını ilahlaştırdıklarını o zaman anlıyorlar. Kendileri ilahlaştırdılar, kendileri taptılar ve sonucuna da yine kendileri katlanıyor:

 

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur). Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır” (Enfâl 28).

 

“Merhâmetten maraz doğar” derler. Aslında merhâmet Allah’ın bir isminden kaynaklandığı (Rahmân) ve Allah’tan bir kötülük gelmeyeceği için “merhâmetten maraz doğmaz. Maraz çıkaran merhâmet, abartılmış ve sınırı aşmış olan merhâmettir ki ona merhâmet denmez. Çünkü bir şey sınırını aşarsa tersine döner. Buna merhâmet de dâhildir. Bu nedenle, en sevdiğimiz çocuklarımıza ve yakınlarımıza bile aşırı merhâmet göstermek doğru değildir. Allah bile insana aşırı merhâmet göstermez de ona hayatta hem doğal zorluklar hem de mesajına inanıp kabûl edenlere dînî yükümlülükler ve dolayısı ile zorluklar yükler. Demek ki merhâmet bile aşırı kullanıldığında merhâmet olmaktan çıkıyor ve bir tapınca dönüşebiliyor.

 

Modern insan hiç-bir konuda bir denge kuramamaktadır. Çocuklarını ilahlaştıranların dışında bir de çocuklarını herhangi bir mal ve nesne gibi görenler ve hiç-bir değer vermeyenler de vardır. Öyle ki, anneler hâmile kaldıklarında çocuklarını kürtaj ile aldırabiliyor, yada doğurup çöpe yada bir kenara atabiliyor ve onlardan bir-an önce kurtulmak istiyorlar. Bunun altında yatan sebep, ilahlaştırılmış bir çocuk olarak büyümüş olmaları ve isteklerinin önünde bir “engel” görmeye katlanamamalarından dolayıdır. Zâten evlenmemek yada evliliği olabildiğince geciktirmenin arka-plânında da bu yatıyor. Birer kral ve kraliçe gibi büyütüldükleri için hiç-bir sıkıntıya katlanamıyorlar. Çocuk demek “özveri” demek olduğu için bu özveride bulunmayı göze alamıyorlar. Bu nedenle de sorumluluk almaktan kaçıyor, yükü omuzlamak istemiyorlar. İlahlaştırılarak büyüyen çocuk artık kendini bir ilah gibi gördüğü için her-şeyi yapabileceğini düşünüyor ve hiç-bir engeli kabûl etmiyor. Haz-merkezli bir yaşam arzusu da buna tüy dikiyor.

 

ABD’de bir kadın, bir yıl önceden tâtil rezervasyonu yaptırmıştı. Fakat bu-arada gayr-ı meşrû bir ilişki yaşayıp hâmile kalmıştı ve çocuğunu doğuracağı târih, tâtil rezervasyonu ile çakıştığından ve tâtilini iptâl etmek zorunda kalacağından dolayı bebeğini öldürmüştü. Çünkü çocuk ne de olsa tâtile engel olacaktı. İşte bu insan, bir prenses gibi, bir tanrıça gibi bakılmış ve kendisine âdetâ tapılarak büyümüş bir kişidir. Bu yüzden hazzını engelleyecek hiç-bir şeye katlanamamakta ve ondan bir-an önce kurtulmak istemektedir.   

 

Çocuklar, Allah ve âhiret bilinci ve inancıyla yetiştirildiğinde yâni ilginin yarısı da mâneviyata verildiğinde, dolayısıyla çocuğa “gerektiği kadar” ilgi gösterildiğinde, çocuk için daha olumlu sonuçlar ortaya çıkacaktır. Çocuklarına taparcasına düşkün oldukları için onları ilahlaştıran anne-babaların şu uyarıyı dinlemeleri ve hiç unutmamaları gerekir:

 

“Fakat ‘kulakları patlatırcasına olan o gürleme’ geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır” (Abese 33-37).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

Devamını Oku »

6 Ekim 2021 Çarşamba

Modern-Aklı ve Modern-Bilimi Putlaştırmak

 

“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir yada aklını kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

İslâm’da aklı kullanmak ve de göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek, dolayısı ile bilim yapmak vardır ve bunlar emredilmiştir. Göklerin, yerin, hayvanların, bitkilerin, dağların, denizlerin vs. yaratılışını gözlemlemek ve bunlar hakkında düşünmek Allah’ın emridir. Zîrâ İslâm, “Allahsız akla” ve “Allahsız bilime” karşı Allah’ı merkeze alan aklı ve bilimi de ortaya koymak ve hâkim kılmak ister. Böylece İslâm-aklı ve İslâm-bilimi ortaya çıkar. Bunları yapmaktan kaçınmak ise Allah’ın zinhar istemediği şeylerdir. Öyle ki, aklı kullanmamanın “pisliğe bulanmak”la sonuçlanacağı söylenirken; gökler ve yer üzerinde gözlem yapmanın ve üzerinde düşünmenin “insan ve mü’min olma”nın gereği olduğu ifâde edilir:

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz akıl-sâhipleri için gerçekten âyetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru” (Âl-i İmran 190-191).

 

İslâm’da bahsedilen akıl tabî ki de “vahyin inşâ etmiş olduğu akıl”dır ve bilim de böyle bir akla, vahye, doğala, normâle ve fıtrata uygun ve aykırı olmayan bilimdir. İslâm’ı merkeze almış olan aklın ve bilimin ortaya koyduğu hiç-bir şey insanlara, hayvanlara, doğaya ve tüm varlığa hiç-bir zarar vermez. Böylece insanoğlu yeryüzünü tam da Allah’ın emrettiği gibi inşâ etmiş olur ve hem Dünyâ’da huzûr ve güvenlik içinde yaşar hem de âhirette bunun mükâfâtını görür. Zîrâ gerçek mâbud Allah olduğu için, akıl ve bilim ile şirk koşulamaz ve akıl ve bilim putlaştırılmaz. Böylece zulümden emin olunur. Çünkü şirk en büyük zulümdür.

 

Lâkin insanlar târih boyunca aklı ve bilimi Allah-merkezli kullanmaktan kaçınmışlardır. Zîrâ bu şekilde kullanılan akıl ve yapılan bilim hem şeytana ve nefse haz vermez, hem de bunlara oyun kuracakları alan açılmamış olunur. Böylece tâğutlar İslâm’ı merkeze alan akıl ve bilim ile inşâ edilmiş olan Dünyâ’da ayrıcalıklı bir çıkar elde edemezler ve “herkes gibi yaşamak” zorunda kalırlar. Buna hem insan düşmanı şeytan ve haz-merkezli nefs, hem de çıkarından başka bir şey düşün(e)meyen tâğutlar zinhar katlanamaz. Bu nedenle de aklı, vahiy-merkezli olmaktan çıkararak insan ve madde-merkezli -ki aslında şeytan ve nefs-merkezli- kullanılmasına çalışırlar. Akıl, Allah’ı merkeze almaktan çıkınca ve şeytan ile nefsin kontrôlüne ve yönlendirmesine girince, bilim de sonunda yolundan sapmış olan akla uyarak, tâğutların çıkarını koruyan ve çoğaltan bir araç hâline gelir. Aklı kullanmayı ve bilim yapmayı Allah-merkezli olmaktan çıkarınca, merkeze yeni bir şey almak şart olur ve Allah’ı hesap-dışı tutmayı varlık nedeni sayan modernizm, “yenilik” ve sûnî bir heyecan üreterek aklı ve bilimi modernleştirir.

 

Evet; aklı ve bilimi Allah-merkezli kullanmaktan vazgeçince akıl ve bilim mecbûren modern-merkezli olur yada modern-merkezli olunca Allah-merkezli olmaktan vazgeçilir. Artık merkeze, dinden kopmuş olan insan ve Allah’tan-vahiyden kopmuş olan akıl ve bilim konur. Fakat aslında merkeze nihâyetinde şeytan, nefs ve tâğutlar alınmış olur ve zulüm başlar. Zîrâ insan her zaman ilk önce kendi çıkarını düşünür ve çıkarının da sonu hiç-bir zaman gelmez. O artık hep kendi lehine çalışmaya başlar ve sonunda mîzan kayar ve Dünyâ’nın dengesi bozulur. Böylece büyük bir fitne ve ağır bir ifsâd başlar. O hâlde “târih, İslâm-merkezli olmakla, modern-merkezli olmanın savaşımıdır” desek yerinde olur..

 

Allah’tan, din’den ve vahiyden uzaklaşıp kopan akıl ve bilim, artık Allah’a, dîn’e ve vahye tam aykırı olarak işletilmeye ve yapılmaya başlanır. Böylece akıl ve bilim, “modern-akıl ve modern-bilim” olarak tezâhür eder. Akıl ve bilim modernleşince ve merkeze alınınca, zamanla aşırı önemsenmeye ve putlaşmaya başlar. Çünkü akıl ve bilim modern insan tarafından “nihâi dayanak” olarak görülmeye başlar ve bunlardan daha yüce bir referans noktası göremez, kabûl edemez ve önemsemez. Çünkü bir şey modernleşince ve akıl şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girince ve de putlaşınca, Allah, âhiret, din, vahiy, kitap, peygamber vs. tüm gayb inkâr edilmiş olur. Zîrâ modernizm ve gayb bir-arada bulunamaz. Modernizm gaybı yâni hakîkati inkâr etmek ve elinden geldiğince ezmek ister. Çünkü hayâtiyetini bundan alır.

 

Modern-akıl ve modern-bilim, merkeze maddeyi alır ve maddî olmayan yâni ölçülemeyen (gaybın ölçüsü kâlptir) her-şeyi inkâr eder. Böyle olunca da gaybın konusu olanlar inkâr edilmeye başlanır. En Yüce Güç ve yüce değerler göz-ardı edilip inkâr edilince, onların yerini modernleşmiş ve modernleştiği için mecbûren sapmış olan akıl ve bilim alır. Böylece modern-akıl ve modern-bilim putlaşmış olur. Öyle ki insanlar modern-akla ve modern-bilime ve de bunları ellerinde tutanların ağızlarına bakarak düşünmeye, konuşmaya ve edip-eylemeye başlarlar. Fakat Allah’tan kopmuş ve maddeyi ilahlaştırmış olan modern-akıl ve modern-bilim eksiklik ve yanlışlıktan kurtulamayacağı için hiç-bir zaman hakka ve hakîkate ulaşamaz. Bu yüzden de öngörüleri ve ürettikleri veriler sürekli olarak eksik ve yanlış çıkar, zarar verir. Bu eksiklik ve yanlışlık nedeniyle insanlar sürekli zarar görür yada yarardan çok zarar görür. İnsanların gördüğü bu zararlara rağmen birileri de sürekli kârlı çıkar tabi. Bu-arada şeytan da sevincinden göbek atar. Lâkin insanlar Allah’ın denetiminden uzak kalmak ve nefislerinin ve hazların doğrultusunda yaşamak uğruna bu duruma katlanırlar da modern-aklı ve modern-bilimi kutsallaştırmaya ve tapmaya devâm ederler.

 

İşin en kötü yanı ise, bu putlaştırmayı, sürekli olarak Allah’tan, Din’den ve Kitap’tan bahsedenler, Kur’ân okuyanlar ve merkeze İslâm’ı aldığını söyleyenler de yapmaya  başladı. Öyle ki modern-akla ve modern-bilime uymadığında ve âyetleri modern-akla ve modern-bilime uydur(a)madıklarında âyetler onları iknâ ve mutmain etmiyor. Böyle olunca da başlıyorlar âyetleri modern-akla ve modern-bilime uydurana kadar zorlamaya ve hattâ âyetlere işkence etmeye. Modern-akla ve modern-bilime uydurana kadar rahat edemiyorlar. Lâkin Kur’ân bunu yapanları şiddetle uyarır ve şöyle der:

 

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

 

Modernleşmiş müslümanlardan başka; Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin farkında olanlar da modern-akla ve modern-bilime çok güvenerek o merkezde düşünce üretmeye başladılar. Modern-akla ve modern-bilime aykırı düşmekten utanıyorlar ve çok korkuyorlar. Fakat bu-arada Kur’ân’a aykırı düşebiliyorlar. Artık bilinçli olan müslimler de modern-aklı ve modern-bilimi merkeze alarak konuşmaya başladılar ve o merkezde hareket ediyorlar. Modern-aklın ve modern-bilimin ağır kuşatması ve etkisi nedeniyle modern-aklın ve modern-bilimin ortaya koyduklarını vahiy-merkezli olarak eleştirmeyi düşünmüyorlar. Çünkü modern-akla ve modern-bilime çok gereksiz ve aşırı bir güven var. Zîrâ hiç şüphelenmiyorlar bile. Modernleşmiş ve artık gevşeyip çözülmüş olan müslümanlar (müslim ve mü’minler değil) modern-aklı ve modern-bilimi putlaştırmış durumdadırlar ve düşüncelerini, sözlerini ve hareketlerini modern-akıl ve modern-bilim belirlemektedir. Bakmayın siz onların Kur’ân Kur’ân dediklerine; Kur’ân ile modern-akıl ve modern-bilim karşı-karşıya geldiğinde ve bir çelişki olduğunda modern-aklı ve modern-bilimi seçiyorlar ve Kur’ân’ı onlara uydurmaya çalışıyorlar. Çünkü Kur’ân’dan çok modern-akla ve modern-bilime güvenmektedirler ve onlara bağlıdırlar. Modern-akla ve modern-bilime uymayan hiç-bir âyeti kabûl etmezler. Fakat dikkat edilirse bu, “modern-bilimin ve modern-aklın şaşmaz-yanılmaz bir hakîkat, Kur’ân’ın ise, sürekli yorumlanması ve moderne uydurulması gereken bir Kitap olarak görülmesi” demektir.

 

Temel ilkelerde îtinâ göstermeye çalışan ve “müslimler” diyebileceğimiz bilinçli kesim ise, moderniteye sâdece yargı, yasama ve yürütme konusunda eleştiri ve îtirâz ediyorlar fakat sosyâl hayat, ekonomi ve bilim noktasında yâni modernizm düşüncesi, para ve modern-akıl ve modern-bilim konusunda yeterli eleştirileri ve îtirazları yok hattâ bâzıları tamâmen modern-akla ve modern-bilime teslim olmaya başlamış durumdadır. Oysa İslâm, hayatın tüm alanlarını eleştirir ve vahiy-merkezli olarak inşâ etmek ve hayâtın her alanına hâkim olmak ister. Buna sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsal, hukûkî ve akıl-düşünce-bilim alanları da dâhildir. Bunu elbette bâtılı yıkıp hakkı ve hakîkati yâni tevhidi hâkim kılarak yapar. Zîrâ Allah ile bağlantılı ve Allah-merkezli olmayan tüm alanlar eksik kalır ve bu nedenle de tümden yada büyük oranda yanlış sonuçlara neden olur. Böylece ortalık hak ve hakîkatten mahrum kalır. Hak ve hakîkatten mahrum kalınca da adâlet ve eşitlik bozulur. Çünkü Allah’tan, din’den, vahiyden ve de peygamber’den uzak olunca şirkin, küfrün ve dolayısı ile zulmün açığa çıkması kaçınılmaz olur. Modern olunca yâni Allahsız olunca zulüm kaçınılmazdır.

 

Allahsız-lâik-demokratik-seküler sistemin ortaya koyacağı siyâsetin, kânunların ve yürütmelerin tüm insanlık için bir hayır ve iyilik açığa çıkaramayacağını, hakkı ve hakîkati ortaya koyamayacağını (haklı ve doğru olarak) düşünenler, bilenler ve söyleyenler; sıra yine aynı Allahsız-dinsiz-seküler-lâik-demokratik-modern sistemin ve düşüncenin ortaya koyduğu modern-aklın ve modern-bilimin verilerine gelince ondan şüphelenmiyorlar, modern-bilimi sorgulamıyorlar ve erleştirmiyorlar. Allah’ı hesâba katmayan ve hattâ inkâr eden modern-bilimin doğruyu, iyiyi, hakkı ve hakîkati ortaya koyamayacağından hiç bahsetmiyorlar. Çünkü modern-akıl ve modern-bilimden neredeyse hiç şüphelenmiyorlar ve sorgulamıyorlar. Sorgulayıp şüphelenmedikleri için de modern-bilimin verileri, ön-görüleri ve teorileri için bir ön-kabûl var. İşte o ön-kabûl, kişilerin modern-bilime aykırı olan yada modern-bilimden farklı olan düşünceleri ve teorileri abüsrd görmelerine ve kabûl etmemelerine neden oluyor.  

 

Modernizm, klâsik olandan, eski olandan nefret eder ve zâten hayâtiyetini de bundan alır. Klâsik ve eski olandan nefret ettiği için bunları yok etmeye çalışır. Bu yok etme sürecinde sürekli olarak yeniyi ortaya koymaya çalışır. Ortaya koyduğu yenilikler tabi ki de Allah’tan-vahiyden kopuk modern-akıl ve modern-bilim ile ortaya koydukları beşerî yeniliklerdir.

 

Modern-akıl ve modern-bilim birbirlerinin neden-sonucudur, birbirlerinin dayanaklarıdır. Akıl modernleşmeden modern-bilim ortaya çıkmaz, modern-bilim olmadan da modern-akıl bir varlık gösteremez ve ilahlaştırılamaz. İkisinin birlikteliğinde hem modern-akıl hem de modern-bilim putlaştırılır ve din hâline gelir. İnsanlar da artık modern-akla ve modern-bilime tapmaya başlarlar. Bu tapınış; tasavvurda, düşüncede, konuşmada, yazmada ve amel-eylemde merkeze modern-Allahsız aklı ve modern-Allahsız bilimi almakla yapılır. Merkeze aldığınız şey sizin dîninizdir, putunuzdur, ilahınızdır

 

“Aklın yolu birdir” diyorlar fakat aklın yolu bir değildir. Allah-merkezli akıl ile şeytan, nefs ve beşer-merkezli aklın yolu aynı ve bir değildir, olamaz. Kendisini neyin inşâ ettiğine göre aklın yolu değişir. Kimi akıl hak ve hakîkate uyarak Allah yolunda giderken, kimi akıl ise şeytan ve nefs yolunda gider. İki akıl tipi aslâ aynı değildir ve yolları da bir değildir. Hak yolda giden akıl ile bâtıl yolda sürüklenen akıl aynı yolda buluşamazlar.

 

Evet; son 250 yıldır bâriz bir şekilde modern-Allahsız akıl ve modern-Allahsız bilim merkeze alınmıştır yâni akıl ve bilim Allahsızlaştırılmıştır. Modern-akıl ve modern-bilim günümüzde çok aşırı ve hak etmediği oranda büyütülmekte, ilahlaştırılmakta ve putlaştırılmaktadır ve de şeksiz-şüphesiz, sorgusuz-suâlsiz sımsıkı ve güçlü bir bağlılıkla modern-akla ve modern-bilime bağlanılıp tapılmaktadır. İşin acı tarafı, gün geçtikçe “müslüman” olanların tamâmen, “müslim-mü’min” olanların ise kısmen modern-akla ve modern-bilime bağlanıyor olmalarıdır ki zamanla bu bağlılık artmakta ve kuvvetlenmektedir. Modern-akla ve modern-bilime hiç-bir eleştiri, îtirâz ve isyân sesi yükselmemekte ve hattâ artık tek bir laf bile edilmemektedir. Oysa modern-akıl ve modern-bilimin ortaya koydukları şeyler, insanları gün geçtikçe madden ve mânen çürütmekte ve çökertmektedir.

 

“Ey îman edenler!; eğer bir fâsık, size bir haber getirirse onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişmân olursunuz” (Hucurât 6).

 

Fâsık, “Allah’a itaat etmekten büyük ölçüde çıkıp dînin sınırlarını aşan günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah’ın emirlerine karşı zıt hareket eden kimse” demektir. Modern-akıl ve modern-bilim Allah’a aykırı hareket ettiğinden dolayı fâsıktır. Vahiy-merkezli akıl ve vahiy-merkezli doğal bilim fâsıklaşınca yâni Allahsızlaşınca, modern-akıl ve modern-bilim açığa çıkar ve fâsık bir şey iş-başına geçince de ekini ve nesli ifsâd eder; aynen günümüzde olduğu gibi. O hâlde modern-akla ve modern-bilime karşı şüpheci ve eleştirel olmak ve de modern-aklın ve modern-bilimin ürettiklerini vahiy süzgecinden geçirmek şarttır. Zâten bu Allah’ın bir emridir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

2 Ekim 2021 Cumartesi

Modern Kent Hayâtının Bedeli


“(İçlerinden biri demişti ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16).

 

Eğri oturalım doğru konuşalım; modern kente hem mecbur bırakıldık hem de modern kentlerdeki görece rahatlığa ve nefse hoş gelen şeylere alıştık yada alıştırıldık. Bu nedenle de sürekli olarak modernitenin ortaya koyduğu şeylere eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ettiğimiz hâlde modern kentlerden ayrılmayı düşünmüyoruz. Peki modern kentte bulunuyorken İslâmî bir mücâdele yapılabilir ve sürdürülebilir mi?. Çünkü eleştiri, îtirâz ve isyânımıza neden olan şeylerin çoğu modern kent mekânında ve modern kentin ortaya çıkardığı zihniyetle açığa çıkıyor. Sonra da bu zihniyet bize dayatılıyor. Böyle olunca da modern kentin içindeyken ve modern kentlerde hayâtımızı memnûniyetle sürdürürken yaptığımız eleştiri, îtirâz ve isyanlar ancak sözde kalıyor ve boşa çıkarak bir yaraya merhem olmuyor. Çünkü modern kentte kaldıkça zamanla tâviz vermemiz kaçınılmaz oluyor yada en azından sürekli olarak ille de tâviz vermemiz gereken şeylerle karşılaşıp duruyoruz. Bu tâvizleri de ruhsata sığınarak ve “mecburuz” düşüncesiyle göze alabiliyoruz.

 

Modern kent derken kullandığımız “kent” kelimesi bilinçli bir tercihtir. Çünkü kentler “şehir” değildir, “memleket” değildir. İnsanların çok büyük çoğunluğu hattâ neredeyse geneli aslında kentlerde yaşamıyor, sâdece bulunuyorlar. Zîrâ hayâtın neredeyse her alanını ıskalıyorlar ve ıskalanan doğal, normâl ve fıtrî hayatlar yerine, sanal-sûnî hayatlar ortaya çıkarılıyor ve yok edilen gerçek hayatların yerine herkese işte bu sanal-sûnî hayatlar sunuluyor. İnsanlar da kendilerine dayatılan bu hayat-şekillerine zamanla alışıyorlar. Çünkü modern kentlerde insanlar hayâtın doğal ve normâl akışının farkına bile varamıyor. Sahte hayat-şekilleri ortaya çıkarılıyor ve üstün hayât-tarzının bu olduğunun kabûl edilmesi ve benimsenmesi isteniyor. Böylece kentlerde insanlar yaşamamış ve hayâtı ıskalamış oluyorlar. Yaşamadan ölüyorlar. Bu ıskalanmışlıktan kaynaklanan eksiklik ise sûnî-sanal ve görece eğlenceli şeylerle kapatılmaya çalışılıyor. Aslında insanlar, parmaklarına çalınan bir parça balla idâre ediyorlar ve ömürlerini tüketiyorlar. En sonunda koskoca ve upuzun bir hayatın gelip geçmiş olmasına rağmen geride “gerçekten yaşanmış” bir hayatlarının olmadığını yana-yakıla görüyorlar. Zîrâ dediğimiz gibi, modern kentlerde “yaşanmışlık” yoktur ve basit ve sığ bir “bulunmuşluk” vardır. Bu durum bir bereketsizlik ortaya çıkarıyor ve günler çabuk ve hızla geçiyor. Yaşanmışlık değil de bulunmuşlukla ömürler tükenince, insanların akıllarında sürekli canlanan anıları bile olmuyor. Çünkü modern kentler “memleket” değildir, modern kentlerin hapishâneleri olan apartman dâireleri “yuva” değildir, insanlar da candan birer dost değildirler. Bu nedenle de, oyalanmamız için bize sunulmuş olan oyuncaklarla kendi-kendimize oynayıp-oyalanıyoruz ve böylece modern kentlerde hiç yaşamamış ve sâdece bulunmuş oluyoruz. Modern kentler “sürekli bir mezar hayâtı”dır. Sonuçta da modern kentlerde “hayat süren leşler” hâline geliyoruz.

 

Modern kentler işte bu nedenle modern insana ağır yükler yüklüyor ve ağır bedeller ödetiyor. Modern kentlerde insanlar işlerinin kölesi yapıldıklarından dolayı mecbûren hayâtı ıskalıyorlar. Sabahın karanlığında girdikleri cezâ-evi gibi olan fabrikalardan ancak akşam karanlığında çıkabiliyorlar. Böyle olunca da Güneş’in doğuşunu, sabahın seherini, rüzgârı, yağmuru ve Güneş’in batışını göremeden ve hissetmeden sabah girdikleri yerlerden akşam olunca çıkıyorlar ve yorgun-argın evlerinin yolunu tutuyorlar. Evlerinde de şeytânî sistemin kendilerine sunduklarıyla oyalanmaya devâm ediyorlar. Çark bu şekilde dönüp duruyor. Tabi bu-arada mutlu bir azınlık -görece- gününü gün ediyor.

 

Klâsik-doğal yaşam-tarzında normâlde yılda 2-3 ay sıkı bir çalışma olur ki o da doğanın tam ortasında ve zorluğu ile birlikte zevki-neşeyi da yanında taşıyan işlerdir, sonra da günlük 2-3 saatlik rutin işler yapılır. Böylece hayâtın her ânı yudum-yudum yaşanırdı. Güneş’in doğuşu, yükselişi, kuşların-horozların ötüşü, baharın gelişi, yazın ekinlerin büyüyüp sararması, ürünlerin hasadı, insanların ve hayvanların doğumları-ölümleri, Güneş’in batışı, Ay’ın ve yıldızların doğuşu, gecenin sessizliği, sonbaharın ve kışın gelmesi, yağmurun ve karın yağışı, kısaca hayâtın doğumundan ölümüne her ânı, görerek, koklayarak ve dokunarak yaşanırdı. İşte modern kentler tüm bunları elimizden aldı. Artık doğumlar ev-dışında hastânelerde oluyor, ölümler yine hastânelerde oluyor ve kimse görmeden morglardan alınıp kente uzak yerlerdeki mezarlara gömülüyor. Ataların mezarlarını ziyâret etmek için boş ve özel zamanlar gerekiyor. Hâlbuki şehirlerde her gün yanlarından Fâtiha okunarak geçilirdi. Yine insanlar toprağı ekip-biçmenin nasıl olduğunu görürlerdi. Bizzat hayâta katılmış olurlardı. Doğanın doğuşunu ve yemyeşil oluşunu, yazın olgunlaşmasını, sonbaharda yaşlanmasını ve kışın da ölüp bembeyaz kefenini üstüne çekişini görür, doğum gibi ölümü de her-an gözlemlerler ve yaşarlardı. Ölümü hayâtın doğal bir aşaması olarak görmelerinin sebebi buydu. Oysa modern kentlerde yaşayanlar için ölüm bir felâkettir, trajedidir, her-şeyin bitişidir ve en başarılı insanlar, ölümü öteleyebilenlerdir.

 

Modern kentler insanlara ağır bir bedel ödetiyor. Bu bedel, parmaklara çalınan ve sürekli emilip durulan bir parça balla birlikte yapıldığı için insanlar ses çıkarmıyor, idâre ediyorlar ve katlanıyorlar. Üstelik zamanla kent hayâtının normâl ve iyi olduğu düşünülmeye ve buna inanılmaya başlanıyor ve hattâ klâsik-doğal yaşam-şeklinin ilkel-geri olduğu, modern kent hayâtının ise ileri bir hayat-şekli olduğu düşünülmeye başlıyor. Modern kentlerde yaşayan modern insan doğadan ve doğaldan uzaklaşmış ve de çimene basmaya bile korkar hâle gelmiştir, getirilmiştir. Hayvanların sürekli üzerlerinde gezdikleri ve hattâ büyük abdestlerini yaptıkları çimenler ve otlar, modern kentlerde basmanın yasak olduğu şeylerdendir. Bunlar hep verilen tâvizlerin ağır bedelleridir. Bu bedel ağır bir bedeldir. Çünkü insanın doğadan, doğaldan ve gerçek bir yaşamdan kopmayı kabûl etmesinden daha ağır bir cezâ ve bedel yoktur.

 

Müslimler modern kent hayâtının bâzı yönlerini eleştiriyorlar ve doğru eleştiriler yapıyorlar. Fakat iş bir noktaya gelince ve zorda kalınca “domuz yiyebilme ruhsatı”na sığınıyorlar. Böyle bir ruhsat vardır elbette. Fakat İslâm’da sâdece ruhsata göre davranmak değil, azîmete göre davranmak da vardır ki aslında Peygamber örnekliklerine uymak ve delikanlılık, azîmete göre yaşamakla olur. Lâkin modern kentlerde azîmete göre davranmak eylemi sonuna kadar sürdürülemeyince, ruhsata göre yaşamak üstün tutuluyor.

 

Modern kentlerde yaşamanın şeytan nefs ve tâğutlar tarafından oluşturulmuş kuralları ve fıkhı vardır. Bu kurallar ve fıkıh elbette bâtıl kurallar ve fıkıhtır. Fakat modernite ve modern kent hayâtı bu kurallara ve fıkha şirk koşulmasına aslâ izin vermez ve şirk koşulmasını zinhar affetmez ve de bedelini çok ağır şekilde ödetir.

 

“Modern kentte yaşamak” demek; ya fabrikada işçi olmak, ya esnaf-tüccar şeklinde ticâret yapmak ya devletin mêmuru-işçisi olmak yada bir kenara çekilmiş emekli olmak demektir. Çünkü modern kentlerde tarım-hayvancılık yapılamaz ki zâten modernleşme arttıkça modern kentlerde çiftçilik yapmak için bir alan kalmamıştır. O hâlde modern kentlerde yaşamayı göze almış yada seçmiş ve bu hayat-şeklinden memnun olanlar yâni modern kentlerde bulunmayı kabûl edenlerin, çalışmak için işçi, esnaf yada memur olmalarından başka seçenekleri yoktur. Öyle ki, bu tür çalışma şeklinde İslâm’a açıkça aykırı şeyler olsa da bundan tâviz verilebilmekte, sonuçta da maddî olmasa da mânevî bedeller ödenmektedir. Bu bedel, “İslâm’dan uzaklaşmak” şeklinde kendini göstermektedir.

 

Bu bağlamda bâzı müslimlerin devletin mêmuru yada işçisi olmayı eleştirmeleri -haklı ve doğru olsa da- eğer modern kentte bulunmayı (yaşamayı değil) sevmiş ve kabûl etmişlerse bir çelişki açığa çıkarır. Modern kentlerde bulunmak zorunda olmak insana zûl gelmiyorsa orada bir sorun var demektir. Bu nedenle modernitenin dayattığı iş ve çalışma koşullarını eleştirelim ama, modernizme ve modern kente tümden bir eleştiri, îtirâz ve isyan yoksa, yapılan eleştiri ve îtirazlar büyük oranda boşa çıkar. Zîrâ modernizmin ve modern kent mekânının ve hayâtının hemen tümü zâten İslâm’a aykırıdır.

 

Mêmurluk üzerinden konuşacak olursak; tamam, çok sorunlu olan o hazır metne imzâ atmak ve devlete bağlı olarak çalışmak İslâmî açıdan doğru değildir. Fakat aslında modern kentte esnaflık yapmak da İslâm’a çok uygun değildir. Çünkü Allahsız seküler sistem mêmuriyet gibi ticâreti ve esnaflığı da kuşatmıştır ve yamuklaştırmıştır. Hattâ işçi olmakta bile sorun vardır. Çünkü işçiler (biraz da mecbûriyetten dolayı) asgarî hayat-tarzını sürdürülebilir kılmaktadırlar. Yine belli bir yaşa gelen emekliler de, unutulmasın ki devlete bağlıdırlar ve devletten düzenli olarak maaş almaktadırlar. Peki bunda sorun yok mudur?. Elbette vardır. Modernizmin ortaya koyduğu hayat-tarzı ve sistemde her-şey sorunludur. İçilen su ve solunan havada bile sorun vardır. Hattâ azîmete ve takvâya göre konuşacak olursak, ekin ve büyükbaş hayvanlar da ifsâd edilmiş olduğu için tarım ve hayvancılık yapmak bile sakattır. O yüzden Peygamberimiz böyle fitne zamanlarında yapılması gereken şey için şöyle der:

 

“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri tâkip edeceği, koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, Îman 12).

 

“Fitne zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi insanların en hayırlısındandır”.

 

“Fitne zamânında insanların en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir” (Râmuz el e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).

 

Geriye Peygamberimiz’in tavsiye ettiği bir tek bu iş kalıyor. Belki de peygamberlerin hemen hepsinin bir süreliğine de olsa çobanlık yapmış olmalarının bir hikmeti de budur. Çünkü modernizmin ağır kuşatması nedeniyle, fitneden uzak kalabilmek ve meşrû bir İslâmî yaşam ancak bu şekilde olabilir. Tabi bu da modern kentten uzaklaşmadıkça olacak şey değildir.

 

Demek istediğimiz şu ki, ruhsata değil de azîmete göre konuşacak olursak, hem modern kentlerde bulunacaksınız ve buralarda kalmayı göze alacaksınız, üstelik bundan memnun olacaksınız, modern kentte bulunmayı seveceksiniz ve kabûl edeceksiniz, hem de modern kentin insanlara sunduğu iş, aş, eş, eğlence ve her türlü hayat-şekline îtirâz edeceksiniz.. Bu çok da tutarlı bir düşünce ve eleştiri olmaz. Ancak kendi-kendinize konuşmuş olursunuz. Bu şekilde bir şeylerin değişebilmesi mümkün değildir çünkü.

 

Baştaki âyette söylendiği gibi; nasıl ki Ashâb-ı Kehf, şirkin, küfrün, adâletsizliğin ve zulmün yoğunlaştığı kent-merkezlerinden hak ve hakîkat uğruna uzaklaşıp da bir mağaracık da olsa İslâmî bir alan seçip orada yaşamayı tercih etmişlerse, azîmete göre müslimlerin de bunun benzeri bir şeyler yapmayı göze alabilmeli ve terk edilmesi gereken modern kentleri ve modern zihniyeti terk edebilmelidirler. Zâten Peygamberimiz de şirkin merkezi olan doğup-büyüdüğü ve sevdiği Mekke’yi terk etmeyi göze alıp oradan Medîne’ye hicret ederek güzel bir örneklik ortaya koyduğu gibi, bunu müslimler de bir şekilde gerçekleştirebilmelidir. Çünkü şeytana, nefse, tâğutlara ve her türlü aykırılığa mâruz kalmaktan ancak bu şekilde kurtulmuş ve İslâmî bir yaşama kavuşmuş olabilirler.

 

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmeden (yâni sevdiğiniz şeylerden ayrılmadan) iyiliğe eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92).

 

Şu da var ki, İslâm bütünsel olarak ancak, tarım-hayvancılık, tüccar, küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki bir toplumda ortaya konulabilir ve insanlar en ideâl İslâmî hayâtı ancak böyle bir toplumda yaşayabilirler. Normâl, doğal ve fıtrî olan budur. Modernite ve onun ortaya koydukları şeyler ise bir fitne ve ifsâdın sonucudur. Bu nedenle modernite, ifsâdı sürekli arttırmaktadır ve ne yapılırsa-yapılsın bunun durdurulması imkânsızdır. Zîrâ modernite nefis-merkezlidir. Nefis ise sürekli olarak azgınlığı ister. O hâlde modernite nefsi kışkırtacak şeyler ortaya koymaktan başka bir şey yapamaz. Onun özünde küresel iyiliğe uygun bir meyil yoktur. O hâlde modernite içinde iken İslâm’ın “hakkıyla” yaşanması mümkün değildir ve ancak ucundan-kıyısından bir müslümanlık ortaya konulabilir ki o bile zamanla yozlaşıp kaybolur.

 

İslâm ve insan için en ideâl hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala, fıtrata ve normâle uygun olan yaşam-şeklidir. İnsanlar ancak böyle bir toplumda İslâm’ı hakkıyla yaşayıp mutlu-huzurlu olabilirler ve “insan” gibi yaşayarak sağlam bir idrâke ve gerçek tatmine de ancak bu tarz bir dünyâda erebilirler.

 

Aç kalındığında domuz da yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu bir hayat-tarzı olamaz ve bu çâreler ancak geçici bir süre için olabilir.

 

Peygamberimiz ve sahabe, Mekke’de bir mü’min gibi, bir müslim gibi yaşanamayacağını, İslâm’ın hakkıyla yaşanamayacağını anlamışlardı. Zîrâ İslâm sâdece kâlplerde, zihinlerde ve dört duvar arasında yaşanacak pasif bir din değil, hayâtın tüm alanlarında; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, siyâsî vs. hayâtın her alanına sözü olan ve hayâtın her alanına hâkim olmak isteyen bir din’dir. İşte Mekke’de bunun o dönem için gerçekleşemeyeceğini gören ve idrâk eden Peygamberimiz ve sahabe, Habeşistan, Taif ve Arabistan’ın diğer yerlerinde İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecek ve hâkim kılacak bir alan bulabilmek ve kurabilmek için Mekke döneminin daha ilk zamanlarından îtibâren girişimlerde bulunmuşlar ve en sonunda da Allah’ın nasip etmesiyle Medîne onlara yurt olmuştur. Çünkü kentte (Mekke) olmuyordu ve şehre (Medîne) gitmek kaçınılmaz olmuştu. Zîrâ İslâm bir hayat alanına ihtiyaç duyuyordu. Çünkü İslâm “uygulanmak-yaşanmak isteyen ve bunu şart koşan bir din”dir. Eğer mü’minler hicret ile Mekke’den ayrılmasalardı ve Mekke’de kalmaya devâm etselerdi zamanla tâviz vermeye başlayacaklar yada en azından tâviz verme girişimleri yaşanacaktı. Çünkü Mekke’de (kent) mü’min olarak yaşanamıyordu ve yarı-mü’min gibi yaşamanın ağır bedelleri olacaktı. Mekke’de kalmak demek, müslimlerin, bir sene müşriklerin ilahlarına tapmaları yâni onların sistemlerine göre hareket etmeleri, bir sene de müşriklerin, müslimlerin istedikleri gibi yaşamaları demekti. Peygamberimiz ve mü’minler bunu tabî ki kabûl etmediler. Yâni Mekke’de sistemin mêmuru, işçisi, emeklisi, esnafı, tüccarı ve çiftçisi olmayı ve böyle kalmayı kabûl etmediler de Medîne’ye büyük vazgeçişlere ve zorluklara katlanarak hicret ettiler. Mekke’de şirk içinde yaşamanın bedelindense, Medîne’de mü’min gibi yaşamayı seçtiler ve bunun bedelini ödemeyi göze aldılar. Zâten Mekke’ye birer fâtih olarak geri dönmenin de başka yolu yoktu. İslâm’da hicret işte bu yüzden çok önemlidir ve takvimin başlangıcı yapılmıştır.

 

Kentler ilk önce, insanın bizzat bedenlerine yük yükler. Aşırı ve uygunsuz beslenmeden dolayı bozulan hormanların da etkisiyle şişmanlayan bedenleri sürekli taşımak en büyük bedeldir belki de. Bu yük, obeziteden kaynaklanan bir yüktür. Obezite kent ile alâkalıdır. Köylerde ve doğal yaşamda obezite görülmez yada çok nâdirdir. Obezite; “obey the rule of the city” cümlesinden gelir ve “mega-kentlerin kurallarına uy” demektir. Obezitenin karşılığı budur; “büyük kentlerin/şehrin kurallarına uy!”.

 

Kent hayâtının bâzı kuralları vardır. Kentlerde yaşayan insanlar bunlara uymak zorundadır. İngilizcede “obey” “uymak” anlamında kullanılıyor. Kent hayâtında uyulması gereken kurallar var, yâni “the rule”=”kural”. Kelimeyi tamamladığımızda ise obey the rule of the city: “Mega-kentin/büyükşehrin kurallarına uyun” anlamı çıkıyor.

 

Evet; kent (şehir değil), hele modern kent, İslâmî yaşam-tarzına izin vermeyen yada ona neredeyse hiç-bir alan bırakmayan yerdir. Bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Bu nedenle de tüm peygamberlerde bir hicret ve kent-merkezlerinden uzaklaşma görülür. Zîrâ kentlerde İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı hakkıyla yaşamak mümkün değildir ve kentlerde İslâm ancak ucundan-kıyısından yaşanabilir. O da tâvizleri ve yozlaşmaları mutlakâ yanında getirir. Müslümanlar modern kentlerde bulunmalarının nedeni olarak, “mecburuz, domuzdan başka yiyecek bir şey yok“ diyerek ruhsata sığınsalar da, İslâm aslında genelde azîmete göre yaşanması gereken ve zinhar tâviz vermeyen bir din’dir ki Peygamber örneklikleri ruhsata göre değil, azîmete göre olan yaşam-şekilleridir. O hâlde modern kentin bize sunduğu ve dayattığı, dolayısı ile ağır bedeller ödettiği şeytânî hayat-tarzlarının sâdece bir kısmına değil, tamâmına eleştiri, îtirâz ve isyânımız olmalıdır. Açıkçası modern kentlerde, belli bir süreden sonra bulunmak bile mü’minliğe halel getirir.

 

O hâlde ya ağır kuşatmanın ve denetimin olduğu, dolayısıyla mü’minlere maddî-mânevî ağır bedellerin ödetildiği kentlerde ruhsata sığınarak tâvizli şekilde bulunmaya (yaşamaya değil) devâm edeceğiz, yada kuşatmayı yararak ve kesin kararlar alarak İslâmî bir ortama göçeceğiz yada bir mağaracık da olsa İslâmî bir ortam kuracağız. Aksi-hâlde boş laflarla ve karanlığa taş atmakla ömrümüzü tüketeceğiz.

 

Not: Bu İslâmî ortamın nasıl olabileceği ve kurulabileceği ile ilgili âcizâne bir düşüncem için: http://777has444.blogspot.com/2015/03/tevhid-koyu.html

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2021

 

Devamını Oku »