12 Nisan 2021 Pazartesi

Peygamber Kimdir?


“De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor” (Kehf 110).

 

Âyet-i şerifin de söylediği gibi Peygamberimiz ve tüm peygamberler beşerdir ve normâl insanlardır. Allah’ın kulları ve resûlleridirler. Allah’ın kendilerine vahyettiklerinin elçiliğini, aktarımını, öğreticiliğini ve örnekliğini yaparlar. İnsandırlar ve çarşıda-pazarda gezerler ve insan oldukları için gereken ihtiyaçlarını karşılarlar. Yoksa birilerinin zannettiği gibi salt mânevî-rûhânî bir varlık olmadıkları gibi, sâdece kendine gelen sözleri aktarmaktan başka hiç-bir görevi olmayan bir postacı da değildirler. Tebliğ, açıklama ve dâvet görevleri vardır.

 

Peygamber’in insânî yönü “resûl” yönünden çok, “nebî yönüyle açığa çıkar. Zâten insânî yönü nebî kelimesiyle ifâde edilir. Çünkü “resûl” kelimesi sâdece insan için değil, melek, cin ve Kur’ân’ın kendisi için de kullanılır. Nebî ise “insan” için kullanılır sâdece. Peygamberimiz ilk başta “insanların içinden bir insan”dır. Fakat o, “muhteşem bir ahlâka sâhip” bir insandır. Kendisine vahyin inmesi ve vahyin nebîliğini, resûllüğünü ve vahyin güzel örnekliğini hakkıyla ortaya koymasıyla birlikte “âlemlere rahmet” olmuştur:

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Peygamberimiz bu ahlâki özelliklerinden dolayı Allah tarafından resûl=elçi olarak seçilmiştir. O bir peygamberdir. “İnsan peygamber”dir, aynen önceki peygamberler gibi:

 

“Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir...” (Âl-i İmran 144).

 

Peygamberimiz’in; Kâsım, Abdullah (Tâhir ve Tayyip, Abdullah’ın sıfatlarıdır) ve İbrâhim adlı üç oğlu Dünyâ’ya gelmiş olmasına rağmen küçük yaşlarında vefât etmişlerdir. Zeyd bin Hârise’yi evlat edinmiştir ama gerçek anlamda erkeklerden birinin babası değildir:

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç-birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed, Allah’ın elçisidir ama bu elçilik sâdece mânevî alanla sınırlı değildir ve getirdiği mesaj hem iç-âlemleri hem de dış-âlemi inşâ etmek ve mesajı iki âleme de hâkim kılmak içindir.

 

Peygamberler ve Peygamberimiz küfürden-şirkten nefret eder, adâletsizliğe ve zulme dayanamaz. Bu yüzden mü’minlere karşı merhâmetliyken, kâfirlere karşı ise amansızdır:

 

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler” (Fetih 29).

 

Kur’ân bu özellikleri “Muhammed” ismini vererek belirtir. Bu belirlemelerin hiç-birinde insan-üstü özelliklerden bahsedilmez. Peygamberimiz, çeşitli ihtiyaçları olan bir insandır, bir beşerdir ve bu nedenle de peygamberliği boyunca olağan-üstü bir şey yaptığı görülmemiştir. Hayâtı boyunca üstün gayret ve azim göstermiş, hiç-bir şeyi sihirbazlıkla yada benzer şekilde yapmamıştır.

 

Peygamberimiz kendisine “Allah’ın kulu ve resûlü” denmesini istemiş, aşırı abartmalardan ve övgülerden rahatsız olmuş ve abartılı şekilde seslenilmesini yasaklamıştır. Kendisi hakkında aşırı gitmemeleri husûsunda zaman-zaman sahâbe-i kirâm’ı uyarmış ve kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Hadis kitaplarında bununla alâkalı bir-çok hadis ve rivâyet bulunmaktadır. Bunlardan iki tânesi şöyledir:

 

Ömer b. Hattâb, “Hz. Peygamber’i şöyle derken işitmiştim” demiş ve şu rivâyeti aktarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı sûrette methettikleri gibi sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyin!. Şüphesiz ki ben sâdece Allah’ın ku­luyum. (O yüzden bana sâdece) Allah’ın kulu ve resûlü deyin” (Buhari, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25).

 

Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadise göre bir adam Peygamberimiz’e; “ya seyyidî, ey efendim, ey efendimin oğlu!, ey bizim en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” gibi sözler sarf ederek seslenmişti. Adamın bu sözlerini işiten Peygamberimiz ise şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar!; Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makâmın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum”.

 

Allah, Kur’ân boyunca Peygamberimiz’e “kulumuz ve resûlümüz” der. Onu zaman-zaman uyarır. Tevhidden ayrıldığında o’nu yok etmekle tehdit eder. Yükü o derece ağırdır ve sorumluluğu o kadar fazladır.  

 

Tüm peygamberlerin Allah’ın vahyini yayma görevleri vardır ve bu yaymanın sınırı tüm Dünyâ’dır. Bu yayma; tebliğ, dâvet, ölçülü hoşgörü, iyilik, sabır ve cihadın her türlüsüyle olur. Peygamberimiz de bu görevi; tebliğ, dâvet, ilim, infâk, direniş, sabır, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet süreciyle başlatmıştı ve o hârika medeniyetin temelleri böyle atılmıştı.

 

Peygamberimiz bizim için çok büyük bir lütuftur. Bu lütuf bize Allah’tandır:

 

“Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki o) onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler” (Âl-i İmrân 164).

 

“Andolsun, size, içinizden sıkıntıya düşmeniz o’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe 128).

 

Resûle itâat yaşadığı zamanda olduğu gibi, ölümünden sonra da farzdır. Bu itâat da elbette o’nun Sünnet’ine uyularak gerçekleştirilecektir:

 

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik” (Nîsâ 64).

 

Âyetlerde sözü edilen itâat, sâdece Kur’ân emirlerine itâat değildir. Çünkü böyle olunca Kur’ân’ın pek-çok yerinde Peygamber’e itâatin Allah’a itâatle birlikte zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı. Bu yüzden Allah: “Ey îman edenler!; seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider” (Hucûrât 2) der.

 

Peygamberler, aynı-zamanda Allah’ın zulme isyânının bir sonucudur. Bu nedenle tüm peygamberler de küfre, şirke, adâletsizliğe ve zulme isyân ederler ve bunları ber-tarâf etmek ana görevleridir.

 

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a îman edersiniz…” (Âl-i İmran 110).

 

Âyette Peygamber ve sahabe toplumu üzerinden tüm mü’minlere seslenilse de, Peygamber ve sahabe toplumundan başka şimdiye kadar âyetin bahsettiği anlamda “tüm insanlar için hayırlı olan bir topluluk” kurulamamış yada tam anlamıyla kurulamamıştır. O yüzden onların örnekliği öne çıkarılmış ve o örnekliği tâkip etmek emredilmiştir:

 

“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

 

Bu örneklikte iyilik, sabır, hoşgörü, paylaşım, vicdan, merhâmet, kardeşlik ve sevgi vardır. Fakat her-şeyden vazgeçmeyi de göze alarak mallarla ve canlarla mücâdele etmek de vardır. Sonra da bir devlet kurmak ve İslâm’ın hakkıyla yaşanacağı bir mekân ortaya çıkarmak, en sonunda da İslâm’ı tüm Dünyâ’ya yaymaya başlamak vardır ki bu tüm peygamberlerin ana görevidir:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Peygamberler peygamberlikten önce başta çobanlık olmak üzere çeşitli işler yapmışlardır. Hz. Âdem çiftçi, İdris terzi, Nûh marangoz, Îsâ marangoz, Mûsâ asker, İbrâhim çoban ve Peygamberimiz de tüccar idi. Fakat peygamberlik gibi ağır bir görevden sonra bir de geçim için bir iş yapmaları uygun olmazdı ve zâten buna fırsat da bulamazlardı. O yüzden hem kendi âilesi hem de garibanların geçimi için ve de askerî harcamalar için ganîmetin beşte biri Peygamber’e âit olmuştur. Zâten onlar biriktirmezler ve mîras da bırakmazlar. Hayır, sadaka ve zekât kabûl etmezler ama hediye kabûl ederler.

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Peygamberlerin en birinci vazifesi iç ve dış-âlemlerin inşâsı için güzel bir örneklik oluşturmaktır. Peygamberimiz’in örnekliği Kur’ân’da Ahzâb 21’de “güzel örneklik” olarak söylenir. Diğer peygamberlerin örneklikleri ise Kur’ân kıssalarında anlatılanlardır. Kur’ân kıssaları peygamber örneklikleri yâni önceki peygamberlerin sünnetleridir. Kıssalar sünnet aktarımlarıdır.

 

Peygamberlik Dünyâ’nın en zor işidir. Zîrâ sorumluluğu en ağır iştir. O yüzden Hûd Sûresi ve “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” âyeti Peygamberimiz’in belini bükmüştür. Zîrâ kendi iç-âlemini terbiye edip inşâ ettikten sonra, mü’minlerin hem iç-âlemlerini besleyecek öğretilerde bulunmuş hem de dış-âlemi şirkten, küfürden, adâletsizlikten ve küfürden temizlemek, hakkı ve hakikâti yâni Allah’ın sözünü hayâta aktarmak için malıyla-canıyla gayret ederek tüm hayâtını buna adamıştır.

 

Belli bir fiilin iyilik ve kötülüğü hakkında yargıda bulunabilmek için o fiilin sebep ve sonuçlarını da dikkate almak gerekir. Bunun için de vahye, dolayısıyla peygamberlere ihtiyaç vardır. Çünkü peygamberler, âyetleri amele-eyleme dökerek Dünyâ’daki sonuçlarını ortaya koyarlar. Yâni Kur’ân’ın iyi ve kötü dediği şeylerin sağlamasını peygamberler hayattaki eylemleriyle gösterirler. Böylece peygamberler Allah’ın âyetlerinin şâhitliğini yapmış olurlar.

 

Peygamberimiz birilerinin sandığı gibi, uçan, kaçan, parmaklarından su fışkırtan, bir vuruşta dağı delen vs. olağan-üstü biri değildir. Fakat muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve âlemlere rahmettir. Allah’ın bildirdiğinden başka, “her-şeyi bilen” biri de değildir. 23 yıl boyunca gece-gündüz sürekli hadis söylemediği gibi, sürekli olarak tasavvuf sohbeti de yapmamış, sürekli olarak bilim ile de uğraşmamıştır. Peygamberler, hayâtı Allah adıyla okurlar ve O’nun emrettiği gibi inşâ ederler yada bunun alt-yapısını kurarlar. Peygamberimiz, birilerinin sandığı gibi sürekli olarak bilgiyle uğraşan biri de değildi. Çünkü İslâm bu saydıklarımızdan sâdece biri değildir. İslâm, ilim ve ameldir. Peygamberler de hem ilmi yaymış hem de bu ilmi amele dökerek bir örneklik oluşturmuşlardır.

 

Peygamberliğin en bariz vasfı tâvizsizliktir. Peygamberimiz de çok ciddîdir, gayretlidir, samîmidir. “Ben nede olsa peygamberim” diyerek ibâdetlerini aksatmaz ve disiplinli her hâl-ü kârda devâm ettirir. “Benim günahlarım affoldu nede olsa, o nedenle ben amelde-eylemde bulunmasam da olur” demez ve tüm eylemlerde öne çıkar, savaş meydanında yalın-kılıç savaşır, yara alır, yaralar ve hattâ gerektiğinde Ubey bin Halef örneğinde olduğu gibi adam da öldürebilir. Fakat tüm bunlar Allah’ın izin verdiği yerde, şekilde ve ölçüde olur.

 

Peygamberler, yeryüzünden küfrün, şirkin, adâletsizliğin ve zulmün kalkması için uğraşırlar. Öncelikli işleri budur. Peygamber demek, tevhid demektir, vahiy demektir, hak ve hakîkat demektir.

 

Bizim müslümanların peygamber tasavvurları çok büyük ölçüde yanlıştır ve cemaatlerin çoğunun kendi yanlış tasavvurlarına göre belirlediği peygamber târifleri ve anlayışları vardır. Çok az kişi peygamberliğin ne olduğunu ve peygamberlerin ne iş yaptığını doğru olarak bilir. İşin acı tarafı, içlerinde İslâm düşmanı olan oryantâlistler, Peygamberimiz’i ve İslâm’ı müslümanların %90’ından daha iyi tanımaktadırlar. İslâm’ın hakkını genel anlamda doğru veren oryantâlist ve doğu araştırmacıları, Peygamber’in kim olduğunu, görevinin-işinin ne olduğunu -o’nun hak olduğunu kabûl etmese de- müslümanların büyük çoğunluğundan daha iyi bilir. Bunlardan Bernard Lewis, Peygamberimiz hakkında şunları söyler:

 

“Batı’lı Hristiyanlık târihinde son derece önemli bir rôl oynayan regnum ve sacerdotıum, (Regnum dünyevî gücü, yâni devleti, Sacerdotıum ise ilâhî gücü, yâni kiliseyi temsil eder) ikiliğinin İslâm’da bir muâdili ortaya çıkmadı. Hz. Muhammed’in hayatta olduğu dönemde, müslümanlar aynı-anda hem dinsel hem de politik bir cemaat hâline geldiler, Peygamber de devletin başıydı. Bekleneceği gibi, Peygamber bir yeri ve bir halkı yönetmiş, adâleti sağlamış, vergi toplamış, ordulara komuta etmiş, savaş açmış ve barış yapmıştı.

 

Pagan Roma’da Sezar Tanrı’ydı. Hristiyanlar için Tanrı ile Sezar arasında bir tercih yapma sorunu vardı ve hristiyanlar asırlar boyu bu seçimin pençesinde kıvranmıştır. İslâm’da böyle sancılı bir seçim yoktu. İslâm’ın Kurucusu’nun kendisi Konstantin’di. Müslümanların anladığı biçimiyle İslam’ın evrensel politikasında Sezar yoktu, yalnızca tek hâkim ve tek yasa kaynağı olan Allah vardı. Muhammed O’nun peygamberiydi ve hayattayken Allah adına öğretmiş ve yönetmişti.

 

Peygamber’in döneminden beri İslâm toplumu ikili bir karakter taşımaktadır. İslâm toplumu bir yandan politik bir birim, önce bir devlet ve ardından imparatorluk hâline gelen bir şeflik sistemi, öte yandan ise bir Peygamber tarafından kurulmuş ve aynı-zamanda halefleri de olan, vekilleri tarafından yönetilen bir dinsel cemaattir. Hz. Îsâ çarmıha gerildi, Hz. Mûsâ vaat edilmiş topraklara giremeden öldü ve bu olayların anısı onların müritlerinin inanç ve tavırlarını derinden etkiledi. Hz. Muhammed hayattayken muzaffer olmuş ve bir muktedir ve bir fâtih olarak ölmüştü. Müslümanların sonuçta ortaya çıkan tavırları da olsa-olsa dinlerinin bu târihine uygun gelişebilirdi. Hz. Muhammed, öteki dinlerin kurucuları gibi, yalnızca bir peygamber ve öğretmen değil, bir yönetici ve bir askerdir de. Bu yüzden, mücâdelesi bir devlet ve onun silahlı güçleriyle ilgilidir”.

 

Peygamberler Allah’ın halife-önderleri ve mü’minlerin imamlarıdırlar. Bu nedenle onlara uymak şarttır. Bir yazıda Peygamber’e uymaktan bahsedilirken şunlar söylenir:

 

“Kur’ân’ın pek-çok âyetinde ‘Allah’a ve Resûlüne itaat edin’ ifâdesine rastlanır. Bu ifâdeyi yorumlayan İslâm âlimlerinin bir kısmı, mü’minlerin, herhangi bir sorunu çözmek için Kur’ân’a başvurup da oradaki hükümleri nasıl somutlaştıracaklarını bilemediklerinde, Peygamber’in söz ve davranışlarını model olarak almaları gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bu anlayışa göre, Allah’ın elçisi sıfatını taşıyan Peygamber’in tavır ve davranışları tanrısal irâdeden pay almaktadır; dîni-bütün bir müslümanın bu davranışları kendi yaşamına uyarlaması yerinde olacaktır. Bu bakış-açısı kısa süre içinde çok geniş bir kitle tarafından kabûl görür. Mü’minlerin gözünde, dindarlıkla Peygamber’in davranışlarını ve yaşam-biçimini taklit etmek arasında büyük bir koşutluk bulunmaktadır. Bu taklit mekanizması, en ince ayrıntıyı bile dışlamayacak biçimde kurulmuştur.  Müslüman, Tanrı’ya en yakın kişi olarak gördüğü Peygamber’i taklit ettiği oranda ahlâklı bir yaşamın koşullarını yerine getirmiş olacaktır. Peygamber’i taklit etmek yâni en doğru ritüeli uygulamak, bir yönüyle İslâmî norma/hükme uygun biçimde hareket etmeyi sağlar. Mü’min, gündelik yaşamdaki davranışlarının İslâmî akîdelerle çatışmamasını istiyorsa, pek tabî en doğru modele yâni İslâm Peygamberi’ne öykünecektir. Başka bir deyişle, müslümanın inancı/ îmânı ile eylemi arasında mükemmel bir koşutluk bulunmalıdır. Rûhunu esenliğe/selâmete kavuşturmak isteyen mü’minin yapması gereken tek şey, Peygamber’in yaşamında ifâdesini bulan ideâl modele yaslanmaktır. Zâten onun sözleri ve davranışları vahyin canlı bir yorumu değil midir?”.

 

Modernler, “Kur’ân ve Sünnet günümüze uymuyor” diyorlar. İyi de günümüzde Dünyâ’nın geldiği yer doğal ve normâl bir yer değildir ki!. Günümüzdeki Dünyâ mekânı ve bu mekâna göre şekillenen insan düşüncesi İslâm’a uygun olmadığı ve aykırı olduğu içindir o uyumsuzluk ve uygunsuzluk. Birileri Dünyâ’yı şeytânî plânlarının sonucunda dîne aykırı olarak bu hâle getirdi. Din tabî ki de bu modern Dünyâ’ya ve günümüze uymayacak ve karşı çıkacaktır.

 

Mevcut zaman ve mekân kutsallaştırılıyor ve koşulsuz-şartsız “en iyi” olarak kabûl ediliyor. Mevcut zamânın ve de mekânın hak, doğru, iyi ve güzel olduğu düşünülüyor. Sonra da Kur’ân’a, Sünnet’e ve Dîn’e bakıldığında, dînin söylediklerinin günümüze uymadığı görülüyor. Elbette uymuyor, uymaz. Çünkü günümüzde mevcut olan her-şey; şeytan, nefs ve tâğutların ortaklaşa plânları sonucunda çıkarlarına uygun olarak belirlenmiştir. Bu belirleme yapılırken dîne danışılmamıştır ki!. Dünyâ tam bir fitne ortamına dönmüş ve her türlü şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm Dünyâ’yı sarıp-kuşatmıştır. Şimdi dînin böyle bir Dünyâ’ya uyması mı bekleniyor?. Zâten dinler, doğal, normâl olmayan ve fıtrata aykırı olan yâni dîne uygun olmayan durumlarda, zamanlarda ve mekânlarda ortaya çıkar. Hakka aykırı olanı yerle bir etmek ve “dîne göre yapmak” için. Allah böyle yerlere peygamberler ve vahiy gönderir. “Din günümüze uymuyor” değil, asıl, “günümüz dîne uymuyor”. Sorun, dînin modern hayâta uygun olmaması değil, modern hayâtın dîne uygun olmamasıdır. O hâlde çatışma ve savaş kaçınılmazdır.

 

Şu âyetler, Peygamber’e ne kadar çok değer verildiğini ve dinde ne denli önemli bir yeri olduğunu net olarak gösteriyor:

 

“Hayır!; Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar” (Nîsâ, 65).

 

“Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb, 36).

 

“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: ‘İşittik ve itâat ettik’ demeleridir. İşte saadete eren onlardır” (Nûr, 51).

“Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûlü’ne götürün...” (Nîsâ, 59).28

 

İslâm Dîni’nin hedefi, sâdece iç-âlemlerin inşâsı değil, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemin de inşâsıdır. İslâm’ın, Allah’ın sözünü Dünyâ’da hâkim kılmak hedefi vardır. Bu inşâ, Kur’ân ile bilinçlendikten sonra Peygamber örnekliği de göz-önüne alınarak yapılacaktır. Böylece İslâm âlemlere sâdece soyut olarak değil, Peygamber örnekliği ile birlikte somut olarak da hâkim olmuş olacaktır. İşte bu nedenle İslâm düşmanları, Peygamberimiz’in Sünnet’inin yâni o’nun sözlerinin ve uygulamalarının önemli bir yeri olduğunu gâyet iyi bilirler. Bu yüzden doğrudan-doğruya Kur’ân’a saldıramadıkları için Peygamberimiz’in Sünnet’inin önemini azaltmaya ve yok etmeye, en nihâyetinde de o’nu görmezden gelmeye çalışırlar. Böylece Kur’ân’ı zorlaya-zorlaya istedikleri gibi yorumlarlar. Zîrâ hayatta tezâhür etmeyen Kur’ân, -imtihanın îcâbı olarak- her türlü zorlama yorumlara açık hâle gelecektir. Böylece Kur’ân’ı, ona aykırı şekilde yorumlamış olacaklardır.  

 

Hz. Muhammed “sâdece gönüllerin” sultanı değildir. Çünkü o sâdece gönüllerimizde yaşatacağımız biri değil, “güzel örnekliği” olan Sünnet’ini tâkip etmemiz gereken biridir. O bizim için en güzel şâhittir. Şahâdet, “bir şeyi olduğu gibi kesin olarak bir ilimle bilmek ve bildirmek, şâhitlik yapmak” anlamlarına gelir. Peygamber’in bir şâhid olarak gönderildiği belirtilir: “Ey Peygamber!; gerçekten biz seni bir şâhid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik” (Ahzâb 45).

 

Evet; Peygamberimiz “rahmet peygamberi”dir. Mü’minlere karşı çok şefkatlidir ve onların sıkıntıya düşmesine aslâ râzı değildir:

 

“Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O’dur” (Tevbe 128-129).

 

“Îman edip salih amellerde bulunan ve Muhammed’e indirilen (Kur’ân)a -ki o Rablerinden bir haktır- îman edenlerin (Allah), kötülüklerini örtüp-bağışlamış, durumlarını düzeltip-ıslah etmiştir” (Muhammed 2).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2020

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

6 Nisan 2021 Salı

Beden, Nefs, Rûh


“Hani Rabbin meleklere demişti: ‘Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım (innî hâlikun beşeren) (Hicr 28).

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

“Sana rûhtan sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).

 

Beşer: “İnsan derisinin dış yüzü”. Beden, insanın beşer tarafıdır. Beşer denilen şey, insanın vücûdu, bedenidir. “Canlılık” denilen şeydir.

 

Nefs-Nefis: “Can, kişi, öz varlık, bir şeyin zâtı olan, kendisi” gibi anlamlar verilir nefs kelimesine. Fakat bizce nefse; “bedeni maddî anlamda yönlendiren, arzu duyuran, Dünyâ’ya bağlayan, çıkarı ve bencilliği ortaya çıkaran, şehveti sağlayan şey” anlamı vermek daha doğru gözüküyor.

 

Rûh: “Öz, hülâsa, en mühim nokta. His. Kur’ân. Cebrâil. İnsanın vücûdunda bulunan, maddesel olmayan varlık, ölümsüz sayılan töz, ilke”.

 

İnsan beden ve rûh olarak iki yapı ve cevherden değil, “beden, nefs ve rûh” olarak üç yapı ve cevherden oluşmaktadır. Rûh, beden ve nefsten apayrı ve “maddî olmayan” bir cevherdir. Nefs maddîdir fakat rûh maddî değildir. Nefs güdülerle, rûh bilinç-şuur ile çalışır ki bilincin maddeden kaynaklanmadığı çok açıktır. Zâten şu-ana kadar yapılan onca araştırmaya rağmen bilinç-şuur, beynin yada vücûdun belli bir yerinde bulunamamıştır. Nefs ise, “şeytanın vesveselerini üflediği, arzulara ve şehvete sâhip olan bedenin bir yönüdür” diyebiliriz.

 

Nefs denilen şey “psikoloji” denilen şeydir. Psikoloji rûh ile değil, nefs ile ilgilidir ve psikolojinin bozulması rûh ile değil, nefs ile ilgilidir. Bu bağlamda “rûh hastalığı” diye bir şey olmaz. Zîrâ rûh hastalanmaz. Hastalanan yâni bozulan şey, insanın nefsidir. Nefs aşırı serbest bırakıldığında yada aşırı kısıtlandığında yâni ona zulmedildiğinde bozulmaya ve hastalanmaya başlar. Psikolojinin bozulması, nefse ifrat yada tefrit ile yapılan zulmün bir sonucudur.

 

Nefs insanın ne bedeni ne de rûhu değil, psikolojisidir. Psikoloji ile rûh aynı şey değildir. Biz “nefs” deyince insanın psikolojini söylüyoruz. Çoğunlukla bozulan ama bâzen de düzelen şey insanın rûhu değil, psikolojisi yâni nefsidir. Nefsin yâni psikolojinin bozulması, hem doğadan ve doğaldan uzak kalmasıyla hem de ruhtan koptukça, rûhu besleyen vahyin rûhundan ve nûrundan uzak kaldıkça ortaya çıkmaya başlar. Bu bağlamda son 200 yıldır ortaya çıkmış bulunan Allah’sız-dinsiz sistem ve ideolojiler bütünü olan modernizm içinde ve onun ortaya çıkardığı modern dünyâda yaşayan modern insanın bu kadar yoğun şekilde bunalımda olmasına şaşmamak gerekir. Zîrâ modernitenin yakın-uzak vâdede insana vereceği şey, buhranlardan ve bunalımlardan başkası değildir. Modern insanın “ruhsal” denilen hastalıklarla muzdarip olmasının nedeni, doğal, normâl ve fıtrî olmayan yâni dinsiz-Allah’sız bir dünyâda yaşıyor olmaktan başkası değildir. Çünkü hem kapitâlizm, hem komünizm-sosyâlizm hem de diğer beşerî-sapkın ideoloji, sistem ve düşünceler içinde yaşayan insanların mutlakâ nefisleri hastalanacak ve dolayısı ile de psikolojileri bozulacaktır. İnsanların nefisleri ya aşırı serbest bırakılınca yada aşırı kısıtlanınca, dolayısı ile nefislere zulmedilince hastalanır ve bozulur. Modern insanın nefisleri bu yüzden hastalanır yâni psikolojileri bu nedenle bozulur.

 

Nefs hastalanınca yâni psikoloji bozulunca bedene de etki eder ve bedende de bir-çok sorunların ortaya çıkmasına neden olur. Zîrâ beden ile nefs “beşer” olmakta birleşmekte ve beşerî yönden etkilenmektedir. Zâten psikolojinin “physique”si, “fizik” demektir; “bünye, vücut, vücut yapısı, fizîki yapı, beden” demektir. Tabi rûh da bedenin içinde yada birlikte olduğundan dolayı nefs kışkırtıldıkça yada ezik bırakıldıkça rûh da ezik kalmakta ve etkisini kaybetmektedir. Fakat bu, “rûhun hastalanması değil”, “etki etmesine izin vermemek ve onu kısıtlamak” demektir sâdece. Yoksa rûh serbest kaldığında ve vahiy denilen nûr ve rûh ile desteklendiğinde peygamberlere ve sâlihlere yaptığı etkinin aynısını tüm insanlara yapacaktır.

 

Psikolojik hastalıklar rûh ile değil, nefs ile ilgilidir. İnsan; beden, psike (psykhe) ve rûhtan oluşur. Rûh hasta olmaz. Hasta olan psike’dir ki, psike “nefs”tir. Tüm psikolojik hastalıklar nefs ile ilgilidir. Nefsini gerektiğinde sınırlandırmayan yada belli ölçüde serbest bırakmayanların nefisleri hastalanır yâni psikolojileri bozulur. “Psikolojik hastalık” denilen nefsin bozulması, ona zulmedilmesinden dolayıdır. 90’lı yıllardan sonra kapitâlist-liberâl özgürlük düşünce ve sistemleriyle aşırı oranda serbest kalan ve çok aşırı şekilde kışkırtılan nefs, dengesini kaybederek artık tatmin olamayacak hâle gelmiştir ve bunun sonucunda da karamsarlığa, buhrâna ve sıkıntılara gark olarak hastalanmakta ve bu da “psikolojik sorun” olarak gözükmektedir. Nefs kışkırtılmaya bir kere başladığında yerinde durmaz ve sürekli ve artarak kışkırtılmaya sürekli ve kesintisiz bir şekilde devâm etmek ister. Fakat Dünyâ sınırlıdır, beden sınırlıdır ve bu yüzden de nefsin kışkırtılmasının yada kısıtlanmasının bir sınırı vardır. Bu sınır bir yerden sonra ister-istemez ortaya çıktığında nefs bunu kabûl edemediği için hastalanmaya ve psikolojiler de bozulmaya başlar. Beden de bundan etkilenir ve bedende de çeşitli şikâyetler ortaya çıkmaya başlar. Zîrâ nefs ile beden arasında sıkı bir ilişki vardır. 

 

Ruh hasta olmaz, bozulmaz ve kötüleşmez, fakat “rûhun kullanılmama durumu” olabilir. Bozulan şey beden de değildir, beden dolaylı yoldan bozulur. Bozulan şey nefstir yâni bilimin “psikoloji” dediği şeydir. “Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz(R’ad 11) der Kur’ân. Nefsiniz değiştirmedikçe ve dönüşmedikçe ne birey ne de toplum düzelmez. Değişmesi gereken ilk başta nefstir, çünkü bozukluk ondadır.

 

Nefs şerre meyillidir. Nefsin şerre meyilli olması, akıl ve rûh gibi “yaratılıştan gelen bir şey” olmasını gerektirir. Kanımca nefs maddenin işleyişinin, yeme-içme-giyinme, görme, düşünme vs. yapmaların sonucunda ortaya çıkan bir arzu, istek ve alışkanlık durumudur. Nefsin isteği hayra yönelik ise nefs kışkırtılmamış, şerre yönelik ise kışkırtılmış demektir. Dizginlenmeyen ve kışkırtılan nefste şerre yöneliş olur. Şer, nefsi daha da kışkırtır ve bozar. Bu, psikolojinin bozulması demektir.

 

Modern insanın, rûhun gerçek anlamda gücünden ve etkisinden faydalanmadığı görülür. Zîrâ rûh-merkezli olmanın bir bedeli vardır. En baştaki bedel, fazla serbest kalmış ve kışkırtılmış olan nefsin, dolayısıyla bedenin sınırlandırılması ve bir dengeye getirilmesidir. Bu sınırlandırma kişinin sâdece kendisinin değil, yakınlarının da hayat-şekillerinin değişimini gerektirdiğinden dolayı kişinin bunu göze alması çok zor olur ve genelde göze alıp da yaşam-tarzını değiştirmez. Yaşam-tarzını değiştirmek istememesinden dolayı mevcut hayâtına devâm etmesi ve rûh-nefs çatışması yaşaması nedeniyle nefsin hastalanıp bozulması kaçınılmaz oluyor. Böylece hem psikolojinin hem de dolaylı yönden bedenin bozulması sorunu ortaya çıkıyor. Tabi sonuçta ruhlar da hasta olan bedene ve nefse yeterince hitâp edememekte, sönük kalmakta ve etki gösterememektedir.

 

Nefsi bozulan ve psikolojik hasta olanlara -âcizâne- baktığımda, bu kişilerin “kötü insanlar” olmadıkları, fakat belki de âileden kaynaklı olarak zayıf bir psikolojiye yatkın oldukları, üstelik sorunlar karşısında dik bir duruş (dirâyet) gösteremeyen kişiler olduğunu görüyorum. Genellemek istemem ama, özellikle göçmen ve göçmen kökenli olanlarda da bunu görüyorum. “Çünkü onlar kısa süreler içinde; İslâm, komünizm ve kapitâlizm süreçleri yaşamışlar ve nefisleri renkten-renge girerek afallamış ve hastalanmış, sonuçta da bozuk bir psikolojiye sâhip olmuşlardır” diye düşünüyorum. Yâni nefisleri müslümanlıkla birlikte uzun süre bir düzen içindeyken, bir-anda kapitâlizm ile aşırı kışkırtılmaya yada komünizm ile aşırı kısıtlanmaya uğramış olduğundan dolayı hastalanmıştır. Bu etki azalsa da hâlen sürmekte ve psikolojik sorun olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Bu kişilerin maddî durumları da orta seviyededir. Vicdanları (temiz olduğundan dolayı) nefis-merkezli bir hayâta îtirâz etmekte ve ruhlarına sürekli olarak baskı yapmaktadır. Fakat yaşadıkları, bildikleri, inandıkları ve alışkın oldukları hayat ile rûhun yönelttiği hedef çatışmaktadır. Kötü insanların ise vicdanları ruhlarına baskı yapmıyor ki onları rahatsız etsin. Onlar zâten nefse kesmişlerdir ve sâfi nefs olmuşlardır. Çünkü psik’in yâni nefsin tüm isteklerini ve arzularını yeterince ve fazlasıyla beslemektedirler. Vicdanları köreldiği için artık nefs-rûh-beden arasında bir çatışma yaşamamaktadırlar. Oysa iyi, temiz, dürüst insanların vicdanları-ruhları onlara sürekli baskı yapmakta, nefs-merkezlilikten, rûh-merkezliliğe kayması için sürekli olarak nefse rahatsızlık vermektedir. Buna rağmen rûh lehine yaşam-tarzlarında değişiklik yapmayanlarda vicdan-nefis-rûh çatışması sürekli olduğundan dolayı bir buhrân ortaya çıkmakta, buhran büyüdükçe nefsi hasta etmekte ve psikolojiyi bozmaktadır. En doğrusunu tabî ki de sâdece Allâh bilir. Ben âcizâne böyle olduğunu düşünüyorum.

 

İnsanın rûhu vardır, fakat bozulan şey rûh değildir. Bedensel bir bozulmadır psikolojik bozulma. Zîrâ rûh bozulmaz. İnsanlar rûhlarını beslemedikleri, ruhlarına yönelik şeyler yapmadıkları yâni ruhtan uzak kaldıkları zaman nefisleri hasta olur ve psikolojik işlevleri bozulur. Zîrâ rûh-beden-nefs dengesi bozulmuş olur. Bu bozulma bedende korku, kaygı, endişe gibi sıkıntılar meydana getirerek bedene de zarar verir. Sürekli endişe ve sıkıntı hâlinde olan bedende de çeşitli sorunlar ve hastalıklar çıkmaya başlar. Davranış bozuklukları ortaya çıkar. Zîrâ rûh o anda sönük kaldığında nefse ve bedene etki edememektedir. Çünkü vahiyle desteklenmemekte ve beslenmemektedir. Böylece denge korunamamaktadır.  

 

Rûh-bilimi mümkün bir şey değildir. Çünkü “rûh hakkında bize az bir bilgi verilmiştir” (İsrâ 85). Rûh Rabbin emrindendir. Onun ne olduğunu sâdece Allah bilir. Zâten sorun rûhta değil, nefiste ve dolayısı ile psikolojidedir. Psikoloji denen şey nefstir. Beden, hayâtiyetini ancak nefsin ölçülü arzuları ve istekleriyle dengeli bir şekilde sürdürebilir. Bu denge ise ancak rûhun kontrôlünde korunabilir. Rûh-merkezli olunduğunda denge bozulmaz. Fakat rûh ötelenince nefs yükselir ve nefs-merkezlilik ortaya çıkar. Nefs aşırı arzular ve isteklerle ölçüyü aşınca denge bozulur ve nefs hastalanmaya başlar. Nefsin hastalanması “psikolojinin bozulması” demektir.   

 

Psikolojik tedâvi rûhu tedâvi etmez, zâten rûh bildiğimiz anlamda hastalanmaz. Maddî olan ilaçların maddî olmayan rûha bir etkisi olmaz. Bedene ve nefse yâni psikolojiye etkisi olabilir ama o da tam bir etki olmaz ve sürekli ilaç kullanımı gerekir. Zîrâ rûh-beden dengesi bozulduğunda psikolojinin düzelmesi mümkün değildir. Rûhun gıdâsı müzik değil, vahiydir. Zîrâ vahiy de rûhtur. Bâzı melodiler ise “nefsin gıdâsı” olabilir. Müzik belki rûhun dolaylı ve sınırlı bir gıdâsı olabilir. Müzik bedeni-nefsi-psikolojiyi rahatlatınca ve nefse ara verildiğinde rûhun açığa çıkmasıyla rûh gıdâlanmış olabilir. Rûh maddî olmadığı için maddî ilaçlarla tedâvi edilemez. Psikolojik ilaçlarla, insanın zihin karışıklığı ve beyin buhranı tedâvi edilmeye çalışılır. Bu ise, nefsin yâni psikolojinin tedâvi edilmesi demektir. Lâkin nefsin yâni psikolojinin tedâvisi, aslında ve gerçek anlamda, onun mahrûm olduğu şey ile olabilir ki o da rûhtur. Rûh yâni vahiy ile iç-âlem ve sonra da dış-âlem inşâ edildiğinde yada bu çaba içerisinde olunduğunda, rûh doygunluğa ulaşacak, böylece nefse ve psikolojiye “huzûr” olarak etki edecektir. Böylece nefs-psikoloji düzeldiği gibi beden de rahat bir nefes alacaktır. Yâni nefsin denge hâline gelmesiyle nefs ve dolayısı ile psikoloji düzelmiş olacaktır. Zîrâ beden-nefs-rûh dengesi oluşmuş olacaktır. Böylece beden de sağlıklı olacaktır. Tabi bedenin sağlıklı olabilmesi için yediklerinin ve içtiklerinin de sağlıklı olması gerekir.   

 

Psikoloji rûh ile değil beden ile ilgilidir. Bu yüzden de psikolojinin bozulması “nefsin bozulması” demektir. Nefsin bozulması ise, insanların düşündüğü, hayâl ettiği, beklediği ve umduğu şeyleri, -sünnetullah ve imtihan gereğince- istediği ve umduğu gibi karşısında göremeyince, yâni Dünyâ’da sanki cennetteymiş gibi sorunsuz bir şekilde yaşayamayınca, nefsinin bunu bir türlü kabûl edememesi ve bunun sonucunda da psikolojisinin yâni nefsinin bozulması durumudur. Peki nefs bunu niçin kabûl edemez?. Çünkü nefs serbest olmak ister, yapacağını serbestçe işlemek ister, sürekli olarak kışkırtılmak ve daha çok yapmak ister. Bu nedenle de insanlar hep nefislerini beslemişler ve nefsin isteğine göre bir hayat düşlemişlerdir tüm târih boyunca. Psikolojinin bozulması işte bu düşün gerçekleşememesinin sonucunda nefsin zayıflamasına, zayıflaması ise çökmesine neden olmaktadır. Bu duruma gelinmesinin nedeni, kişinin aşkın bir hakîkate dayanmak yerine nefs-merkezli olarak düşünmesi ve edip-eylemesidir. Nefsin zayıf olması, kişinin âhiret-merkezli değil de Dünyâ ve nefs-merkezli yaşamak istemesinden ve yaşamsından dolayıdır. Bu şekilde yaşamak düşünüldüğünün aksine, nefsi yâni psikolojiyi zayıflatır ve çökertir.

 

Peki depresyon ile hüzün arasında nasıl bir fark vardır?. Bu ikisi nasıl ayrılır?. Yoğun hüzün depresyon mudur?. Çünkü psikologlar-psikiyatristler yoğun hüzne “ağır depresyon” teşhisi koyabiliyorlar ve ilaç başlıyorlar. Fakat bu hiç-bir işe yaramıyor. Çünkü psikolojik bozukluk yada depresyon nefs ve beden ile ilgiliyken, hüzün rûh ile ilgilidir. Hüzünlü olmak kötü bir şey değildir. Depresyonda “umutsuzluğun baskın olduğu bir mutsuzluk”, hüzünde ise “çâresizliğin baskın olduğu bir mutsuzluk” vardır. Tabi hüznün bir mutsuzluk olup-olmadığı da tartışılır. Depresyondaki kişi sabredemez ve en sonunda intihar eder yada etmek ister. Hüzünlü olan ise, umûdu dâim olduğu için “bu da geçer be!” diyebilir ve sabreder. Çâresizlik “ölüme çâre yok” gibidir. Fakat umutsuzluk, hiç-bir umudun ve beklentinin olmaması durumudur. Hüzün içten-içe güzel bile olabilir fakat depresyonun güzel bir tarafı yoktur. Çünkü kâlpler ve ruhlar bir umut olduğu için Allah’ı zikretmekle tatmin bulup ferahlayabilir.

 

Rûhun maddî olmadığının delillerinden biri de, Kur’ân’ın vahye rûh demesidir:

 

“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun...” (Şûrâ 52).

 

Nefs, rûh ve bedenle irtibatlı olmasına rağmen ne rûh ne de bedendir. Nefs, maddenin bir özelliğidir ama maddenin kendisi değildir. Madde ile kâimdir ve madde ölünce ve yok olunca o da yok olur gider. Nefs rûh değildir. Rûh madde ile alâkası olmayan ama neliğini bilemeyeceğimiz bilinç kaynağıdır. Bu nedenle hastalanan şey, rûh değil, bedene bağlı ve bedenin bir özeliği olan nefstir.

 

Hayvanlarda rûh yoktur ve sâdece beden ve nefs vardır. Nefs güdü üretir ve bedeni güdülere göre yönlendirir. Rûh ise nefse etki edebilen bir şeydir. Eğer rûh yine bir rûh olan vahiyle beslenmezse, beden ve nefs ruhsuz kalır ve hayvanca davranır. Ruhtan mahrûm olan nefs ve beden sâdece bedene yönelik şeyler yaparlar. Fakat rûh vahiy ile beslendikçe ve güçlendikçe nefse ve dolayısı ile bedene de etki etmeye başlar. Zîrâ Allah, rûhu, nefsi ve dolayısıyla bedeni kendine has etkisiyle düzene soksun diye üflemiştir.

 

Bedeni canlı ve diri tutan şey rûh değil nefstir, rûh, kâlbi canlı tutar. Bu nedenle rûh çıkınca insan ölmez, tam-tersine, insan ölünce rûh çıkar gider. Kanımca nefsin merkezi beyin, rûhun merkezi kâlptir; akleden kâlp. Aklın özel ve orijinâl bir varlığı yoktur. Rûh akletme yeteneğine sâhiptir. Vahiyle beslenmeyen rûh kâlbe etki etmeyeceği yada çok da etki etmeyeceği için akletme gerçekleşmez. Akletme olmadığında ise ancak beyni merkez olarak kullanan nefsin zekâsını kullanması durumu yaşanır. Lâkin rûhun etkisinden uzak kalan zekâ dünyevî ve beşerî şeylere yönelik çalışır. Böylece dünyevileşme ve beşerîleşme başlar. Sonuçta da -aynen günümüzde olduğu gibi- ruhsuz bir dünya ve insanlık ortaya çıkar. 

 

Vahiy yâni Kur’ân ile desteklenen rûh, nefisleri terbiye edip de kontrôl ettiğinde nefs (psikoloji) ve beden de vahiy-merkezli olmuş olur ve tam bir denge kurulur. Bu dengeyi kuran kişilerin psikolojileri çok iyi ve sağlam olur. Aksi-hâlde çatışma, bozulma ve hastalanma kaçınılmazdır. Nefislerin hastalanması, psikolojilerin bozulması demektir. Böylece bedenler de etkilenir ve ruhlar da silik-sönük kalır. Bu durumdaki insan bunalımlar-buhranlar ve “sanki göğe çıkıyormuş gibi” sıkıntılar içinde kalır. Üstelik nefisleri yâni psikolojileri hastalanıp bozulanların sayısı her geçen gün artar.

 

Psikolojilerin düzelmesi yâni nefislerin hastalığının tedâvisi için tıbbî ilaçlarlar hiç-bir zaman yetmez ve sorunlar, sâdece tıbbî ilaçlar ile kesin şekilde giderilemez. Mutlakâ rûhun da katkısı olmalıdır. Rûhun katkısı da vahyin katkısıyla desteklenmelidir. “Kur’ân’ın kâlplere şifâ olması” bu demektir. Bu katkı sâdece ilmî olarak değil, amelî olarak da olduğunda ve yanlış yaşam-şekli vahye göre değiştiğinde ancak, nefisler şifâ bulur ve psikolojiler düzelir. Aksi-hâlde modern insana ne psikolojik ilaçlar ne de absürd terapiler yeter. Vahiy-merkezli değişim yaşanmadığında, kişi hayâtına intiharla son vermediyse, buhranlar, bunalımlar, endişeler ve korkular içinde yaşamak zorunda kalır. Böyle kişilerin hayatları kaygılar içinde sürer ve pişmanlıklar içinde son bulur.

 

Beden-nefs-rûh dengesi, insanı bu dünyâda iyilik ve güzellik içinde yaşatacağı gibi, âhirette de sâlihlerin arasına katar. Çalışanlar işte bunun için çalışmalıdır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

2 Nisan 2021 Cuma

Şans Üzerine


“Ey îman edenler!; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları (şans oyunları) ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz” (Mâide 90).

 

Şans: “Mantıkla açıklanamayan bir-takım rastlantısal olayların nedeni olan güç, baht, tâlih, felek. Rastlantıları düzenlediğine ve insanlara iyi veyâ kötü durumlar hazırladığına inanılan doğa-üstü güç, kut, baht, tâlih, felek” anlamlarındadır.

 

Şans sekülerdir, önünde ve sonunda Allah düşüncesi yoktur. Şans kelimesi, “Allah’ın yerine” konmuş bir sözdür. Şans kelimesinin geçtiği her yerde Allah’tan bağımsız bir işleyişten bahsedilmektedir. “Çok şanssızım” sözü, “Allah bana âdil davranmadı” demeye gelir.

 

Şanslı gibi görünen insanlar eleştirel ve îtirazcı olmadıkları için imtihana dolayısıyla soruna fazla mâruz kalmadıklarından dolayı o kişilerin “şanslı insanlar” oldukları sanılır. Çünkü insan ne kadar eleştirel, îtirazcı ve hattâ isyankâr ise o kadar çok imtihanla dolayısıyla sorunlarla karşılaşır ki bu size “şanssızlık” gibi görünür. Aslında şans yada şanssızlık zannedilen şey “imtihanla daha fazla karşılaşmak”tan başkası değildir. İmtihan “zorluk” demektir.

 

İnsanların kiminin işlerin yolunda gitmesi, kimininse işlerinin bir türlü rayına oturmaması, şanstan dolayı değil, gerek yeterli tedbiri ve önlemi almadığından, gerekse de kişideki olumsuz bir tutumdan dolayıdır. Bâzı insanlar her-şeyi kontrôl etmek isterler ve bu bağlamda hayatlarının kendi düşündükleri gibi, her-şeyin kendi istedikleri gibi olmasını arzu ederler. Fakat bu doğru bir tutum değildir ve belki de genel bir bakış-açısına göre bu iyi de değildir. Belki de Allah’ın rahmetinden dolayı bir iş yolunda gitmemiştir yada kişiye öyle görünür yada o işin çok da yolunda gitmemesi “iyi”dir. Bâzı insanlar ise, hayatlarını çok da plânlamazlar ve zuhurâta uyarlar ve nasıl olup-bittiğine bakmazlar. Diğer bâzı insanlarsa, hem önceden kendilerince bir plân-program yaparlar hem de işe besmeleyle yâni Allah ile başlayarak yola çıkarlar ve işleri yolunda gidebilir. Fakat şu da var ki hiç-bir insanın işleri tüm hayâtı boyunca yolunda gitmez ve mutlakâ yolunda gitmeyen bir şeyler olur. Bu durum “imtihan dünyâsı” sebebiyle böyledir.

 

Bir de insan, kıyası hep kendine göre yapar. Oysa genel bir bakışa göre çok da fazla bir fark yoktur. İşin inceliklerini çok araştıranlar yada irdeleyenler, kendilerine göre başkalarının daha şanslı olduğunu ve  işlerinin yolunda gittiğini zannederler. Ama gerçekte neyin iyi neyin de kötü olduğunu sâdece Allah bilir. Meselâ bir taşıtla yol alırken âniden önünüze çıkan bir başka taşıt yada engel sizi yolunuzdan alıkoyabilir yada duraklatabilir. Bu sizin canınızı sıkabilir. Siz de buna kızarsınız, çünkü sizin biraz önünüzdeki kişi o engele yakalanmamıştır. Çünkü şanslıdır. Fakat -bâzen gözlemlediğiniz de olur ki-, Allah bu engeli çıkarmakla sizi belki de başka bir engelden ve sonuçları daha ağır olacak kötü bir durumdan kurtarmıştır. Yâni hayatta önümüze çıkan bâzı engeller bizim hayrımıza da olabilir. Şanssızlık denen şey bâzen iyi olmuş olabilir. Bu nedenle hayatta önümüze çıkan engelleri çok da irdelememek en iyisidir. Allah hayırlı ve şerli olanı, insanların tam olarak idrâk edemeyeceğini söyler:

 

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

İnsan aceleci bir varlık olduğundan dolayı işin sonunu düşünmez de “işlerim hiç yolunda gitmedi” yada “işler yolunda gitti” der ve duâsını da buna göre yapar. Hâlbuki o işin sonucunu Allah bilir:

 

“İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ eder. İnsan, pek acelecidir” (İsrâ 11).

 

Şans “kader” anlamında kullanıyor ki çok yanlıştır. Aynen “yanlış kader inancında” olduğu gibi, insanlar kendilerinin ilk baştan şanssız yada şanslı yaratıldığını sanırlar ve bu yüzden de şirke ve küfre düşebilirler. En azından câhillik yapmış olurlar. Yanlış kader inancında insanlar, kötü ve zor hayatlarının, Allah tarafından en baştan yazılan kaderden dolayı böyle olduğuna inanırlar ve ya isyân ederler yada pasif bir sabra yönelirler de hayatlarında yine bir değişiklik olmaz ve her-şey zamanla daha da kötüleşebilir. Bunun gibi, şans da, inançsızlar tarafından; felek, kötü talih, olasılık vs. olarak görülür ve isyânı arttırır. İnançlılar tarafından ise şansın da aslında kader olduğunu ve Allah tarafından ayarlandığını zannederler. Oysa Allah, her kuluna, hayatta iyi bir yaşam sürecek özellikler vermiştir ve kişi o özelliklerini kullandığı müddetçe karşılığını alır ve işleri genelde yolunda gider. Fakat insanlar hem sorumluluk almak istemediklerinden, hem de tembelliklerinden ve konforlarını bozmak istemediklerinden dolayı işin gereğini yapmadıkları için işleri çok da yolunda gitmez ve kendilerine kıyasla başkalarına bakarak işlerini yolunda gitmediğini söylerler ve işi şansa bağlarlar. “Şansımız yok işte, ne yapalım” derler. Burada yanlış olan şey şudur ki, eğer insanın başına bir kötülük gelmişse yada işleri yolunda gitmediyse bu, Allah’tan değil, insanın kendisinden dolayıdır. Kendi yaptığı yanlışlar ona kötü bir hayat getirmiştir. Kur’ân’da bu şu şekilde ifâde edilir:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Siz neyi seçerseniz ve neye göre yaşarsanız Allah da ona göre yaratır yada rahmetinden dolayı kötü sonuçlanacak olan şeyi yaratmaz:

 

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: ‘Bu, Allah’tandır’ derler; onlara bir kötülük dokunsa: ‘Bu sendendir’ derler. De ki: ‘Tümü Allah’tandır’. Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiç-bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nîsâ 78).

 

Şu da var ki Dünyâ bir cennet değildir ve Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır. İmtihanın olduğu yerde elbette işlerin yolunda olduğu ve yolunda gitmediği zamanlar olacaktır. Biz kendi yaptıklarımız yüzünden başımıza gelen hayırla da şerle de imtihan ediliriz. Zîrâ Allah bizi hayırla da şerle de dener ve imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

Bizim başımıza gelenler, Allah’ın, “şu zamanda şöyle olsun, şu zamanda böyle olsun” diye her ayrıntıyı baştan belirlemesiyle değil, bizim seçimlerimizle ve yaşamda neyi merkeze aldığımızla alâkalıdır. Allah kişiyi, işlerinin yolunda gideceği şekilde şanslı yada şanssız olarak yaratmaz. Allah’ın yaratma şekli böyle değildir. Allah, kâinâta sünnetullah denen bir yasa koymuştur ve Dünyâ’da olan şeyler sünnetullahın gereğini yapmanın yada yapmamanın sonucuna göre belirlenir. Aksini düşünmek, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek”ten kaynaklanır. Allah’ın bizim için yazdıkları “sünnetullah” denen şeylerdir ki Allah’ın kâinâta koyduğu yasalardır. Meselâ bir şeyi yerli-yerine koymazsak, sünnetullah gereğince o şeyin âkıbeti iyi olmaz. Bir şeyi yeri neresi ise oraya koymak gerekir, aksi-halde o şey bir zarâra yol açar ve zulme döner. Yâni meselâ buzun üstünde yatarsanız hasta olursunuz. Bunun kaderle ve şansla alâkası yoktur. Fakat şöyle bir durum olabilir; buzun üstüne yatan iki kişiden bünyesi daha zayıf olan daha çabuk hasta olacakken, bünyesi daha sağlam olan ise daha dayanıklı olabilecektir. Fakat buzun üstünde yatmak kişiyi mutlakâ hasta eder. İşte Allah’ın yazdığı budur: “Üşütürseniz hasta olursunuz, elinizi ateşe tutarsanız eliniz yanar”. “Yazılan” şey budur ve sünnetullahın yazılı olduğu yer “levh-i mahfûz”dur:

 

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından (yasasından) başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51).

 

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiç-bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır” (Hadîd 22).

 

İnsan imtihan dünyâsında yaşadığını unutur da sürekli olarak işlerin yolunda gitmesini ve sorunsuz bir hayat yaşamayı ister. Bu nedenle de sürekli hayır ister. Ama her zaman hayrın gereğini yapmıyor olabilir. O yüzden de başına bir şer geldiğinde basar vaveylayı:

 

“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye’se düşen bir umutsuzdur” (Fussilet 49).

 

“İnsana nîmet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir duâ sâhibidir” (Fussilet 51).

 

“Gerçekten, insan, ‘bencil ve hâris’ olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryâdı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veyâ cimrilik eder). Ancak namaz kılanlar hâriç; Ki onlar, namazlarında süreklidirler” (Meâric 19-23).

 

İnsanlar arasında işleri yolunda gidenler bunu genelde Allah’tan bilmezler ve şükretmek yerine; “şansım yâver gitti”, “şans bana güldü”, “şansım yardım etti”, “şanslı olarak Dünyâ’ya gelmişim” gibi sözlerle Allah’sız bir düşünceye kapılırlar. İşleri yolunda gitmeyen kişiler ise; “bizde şans mı var?”, “şanssızın biriyim”, “şansım olsaydı bu hâle düşmezdim” gibi sözler söyleyip dururlar. Sanki hayat boş tesâdüflerin bir sonucudur. Hayatta yasalar vardır ve sünnetullah denen o yasaları hayâta, âlemleri yaratan Allah koymuştur. O hâlde hayatta işlerinizin genel anlamda yolunda gitmesini istiyorsanız, işin gereğini yapmanız yâni sünnetullaha uygun davranmak ve sünnetullaha uygun bir yaşam sürmek zorundasınız. Yoksa işin gereğini yapmayarak işi şansa bağlamanın hiç-bir anlamı ve yararı yoktur. Meselâ erkek olanlar, erkek olmanın gereğini yapmadıkları yada yapmak istemedikleri için (çünkü erkeklerin sorumluluğu daha fazladır) “şanslı olsaydım anam beni kız doğururdu” derler. Bunu genelde bir şaka olarak söyleseler de, burada da şansa anlamsız bir gönderme vardır. Oysa söylenmesi gereken şey şudur; “Allah beni erkek olarak mevcut hâlimle yarattı, benim de bu durumuma göre sünnetullaha uymam ve buna göre yaşamam gerekir”.

 

Şans-tâlih kuru-kuruya ve durduk yerde açığa çıkan bir şey değildir. Ya zihni gelişime yada mantıklı bir eyleme geçildiğinde açığa çıkar. Francis Bacon; “insanın zihnî gelişimi ve şansının artması aynı şeydir” der.

 

Şansızlık yâni “işlerin sürekli olarak ters gitmesi”, “domino etkisi”nden dolayıdır. Dominonun ilk taşı devrilmeye başladıysa diğer taşlar da ardından devrilmeye başlar. O taşların arasına “parmak koymak” zahmetine katlanılmadıkça da diğer taşlar sonuna kadar devrilmeye devâm eder. Böylece işler genelde ters gider.  

 

Şans insanlar tarafından bir tanrı edinilmiştir ve işlerin iyi yada kötü gitmesi şansa yada şanssızlığa bağlanıyor. Fakat işlerin şans ile belirlendiği söylendiğinde Allah hesâba katılmamış olur ve orada küfür ve şirk başlar. Şans şirktir, küfürdür.

 

Cehâlet ile tembellik bir-araya gelince şanssızlık denen o şey ortaya çıkar. Meselâ yapılması gereken bir şey zamânında yapılmayınca şanssızlık denilen “işlerin ters gitmesi” durumu ortaya çıkar. Çünkü yapılması gereken bir şeyin zamânında ve güzelce yapılmamsı, o şeyin ya hiç yapılmaması yada “gereğince yapılmamış” olmasında dolayı işin kötü, eksik ve çirkin olmasına neden olarak bir terslik açığa çıkarır. Fakat işlerini gereğince yapan kişilerin yaptıkları işlerde bir terslik çıkmaz. Fakat insanlara bunu şans yada şanssızlık olarak değerlendirmek daha kolay gelir. Çünkü insan kendini eleştirmeyi sevmez.

 

Demek ki şans yada şanssızlık denilen “işlerin yolunda gitmesi yada gitmemesi” durumu, yapılması gereken şeylerin gereğince yapılıp-yapılmamasıyla alâkalıdır. Zîrâ bir şeyin gereği tam olarak yapıldığında sünnetullah (Allah’ın kâinâta koyduğu yasalar) gereğince o şey sorunsuz olarak sonuçlanacaktır. Çünkü aynı şeyi yapanlar aynı sonuçla karşılaşırlar.  

 

Bir kesim insan gayretle çalışırken, tedbir alırken ve plânlı-programlı hareket ederken işleri yolunda gider, fakat diğer bir kısım ise tembellik yapar ve plânsız-programsız ve tedbirsiz davranırsa işleri yolunda gitmez ve zor bir hayâtı olur. O zaman da, işin sorumluluğunu almadığı, işin gereğini yapmadığını ve tembelliğini değil de şansızlığını öne çıkarır. Oysa “şans, işin gereğini yapanların yanındadır”. Aslında işin gereğini yapanlar için şansa gerek yoktur, çünkü sünnetullah gereği işin gereğini yapanlar o işin olumlu sonucunu görürler. Eğer bir şeyin olması için kalkar ve o şeyin gereğini yaparsanız istediğiniz o şey olur. Fakat o şeyin gereğini yapmazsanız o şey olmaz yada iyi olmaz. Bunun şans ile alâkası yoktur. Tabi o şey bâzen sizin için bâzen de karşı taraf için daha kolay olabilir. Bu da, ayrıntılarını sâdece Allah’ın bilebileceği bir şeydir. Fakat onda bile bir hesap vardır. Allah kendisine tevekkül edilmesi gereken yerde tevekkül edenlerin işlerini kolaylaştırır. Kendisini unutanların da daha fazla unutması için hayatlarındaki sorunları azaltır. Fakat genel olarak Allah, sünnetullaha yâni vahye göre yaşamayanların işlerini yoluna koymaz:

 

“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz” (Tâ-hâ 124).

 

Lâkin şu da vardır ki, Allah herkese ayrı bir yetenek vermiştir ve o yeteneği sürekli desteklemektedir. Bundan dolayı aynı alanda iki farklı kişinin yaptığı şeylerin sonuçları, yeteneğe bağlı olarak biraz daha farklı olabilir ve o alanda daha yetenekli olan kişinin yaptıkları daha üstün olacağından dolayı ona daha fazla avantaj sağlayabilir. Yâni belli bir alanda daha yetenekli olanın yaptığının sonuçları biraz daha farklı olabilir. Fakat diğer kişinin yeteneği ile ilgili bir konuda da sonuç onun lehine biraz daha farklı olacaktır. İşte insanlar, şansı yada şanssızlığı en çok da böyle zamanlarda öne çıkarırlar ve değerlendirmelerini buna göre yaparlar. 

 

Şans değince insanların aklına daha çok; kumar, piyango, toto-loto gibi şeyler gelir. Millî Piyango ve diğer kumar türleri, “şans oyunları” değil, şeytan-işi pislik uygulamalardır. Kumar, “şansa güvenmek”tir. Üstelik devlet de bunlara destek vermekle, denetlemekle ve hattâ bunları kendisi yönetmekle hem günahkâr ve kâfir olmuş oluyor hem de halkı da bu günaha ve küfre yönlendirerek alıştırıyor ve zulmediyor. Devletin dar gelirli vatandaştan kolayca vergi toplamasının bir yolu da, şans oyunlarının çeşidini arttırması ve bu oyunları vergi alarak desteklemesi ve teşvik etmesidir. Bu bağlamda; “şansınızı deneyin”, “iyi şanslar”, “şans kapınızda” vs. gibi sözler tekrarlanır durur. Şans oyunları kumardır ve Allah’ın sünnetullahına uymak yâni işin gereğini yaparak hayatta bir rızka ulaşmak yerine kısa yoldan zenginliğe kavuşma umûdudur. Oysa insan için sâdece çalışmasının karşılığı vardır:

 

“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

Modern-bilim de şans düşüncesine destek olur ve bir “şans geni”nden bahseder ki bu söz insanlara çok mâkûl gelir. Çünkü kendi kötü durumlarının nedenini ona bağlayabilmektedirler. “Şanslı genler vardır” derler. “Bu genler daha sağlıklıdır, daha yeteneklidir” denir. Böyle nasipli genler olabilir tabî ki fakat bu durum şanstan dolayı değil, Allah’ın takdirinden dolayı böyledir. Allah o sözde şanslı genlere sâhip olanları da mevcut durumlarıyla imtihan edecektir. Sonunda şanslı(!) genlere sâhip olanların âkıbetinin iyi mi kötü mü olacağı yine kişinin sünnetullaha uyup-uymamasına yâni vahiy-merkezli bir hayat yaşayıp-yaşamamasına bağlıdır. Aksi-hâlde görece iyi özelliklere sâhip genlere sâhip olmak mutlak anlamda iyi olmayabilir. Belki de imtihanı zorlaştırabilir. O hâlde şanslı(!) genlere yâni “doğuştan şanslı” olmaya inanmak, Allah’ın adâletsiz bir yaratış yaptığı anlamına gelir. Oysa Allah herkese özel bir yetenek vermiştir ve kişi bu yeteneğini geliştirdiğinde Dünyâ’da mutlu-mesut yaşayabilir. Allah bu bağlamda herkese birebir aynı değil ama benzer fırsatlar vermiştir. Fakat dediğimiz gibi, şunu da unutmamak gerekir ki Dünyâ cennet değildir ve Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır. Bu dünyâda imtihanı kazananlar, âhirette ve cennete memnun olacakları nîmetlere kavuşacaklardır.

 

Allah tüm yaratışını imtihan bağlamında yapar. Herkesin kendine özel bir imtihanı vardır. Bu bağlamda insanlar imtihan olmakta eşittirler. İnsanın, doğuştan gelen özelliklerini değiştirme şansı ve hakkı yoktur. Kimileri doğuştan gelen ve halkın popüler kabûl ettiği özelliklere sâhip olabilir. Fakat bunlar genel bir yaratılış hesâba katıldığında önemini kaybeder. Sizin çok şanslı gördüğünüz bir kişi yada kişiler, belki de kendilerini şanssız görüyor ve sizi şanslı görüyor olabilir. O hâlde şans, “görece bir kavram”dır. Burada önemli olan şudur; insanlar şans sözünü kullanarak Allah’ı hesâba katmamış ve Allah’tan râzı olmamış oluyorlar. Üstelik şans düşüncesi, insanları birbirine düşman etmekte ve kadere yada sünnetullaha isyân ettirmektedir. Allah Kur’ân’da birilerinin görece iyi durumlarına imrenilmemesini emreder:

 

“Şu-hâlde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin…” (Tevbe 55).

 

Şöyle bir şey de vardır ki şansa bağlanır.. Dominonun ilk taşı düştüğünde arkasından diğerleri de düşer ve bu durum iyi yönde hep iyi sonuçlar verirken, kötü yönde ise hep kötü sonuçlar verir. Tabi bu da sünnetullah gereğince böyledir. Meselâ bir adam kirâda oturuyorsa çocuğu da büyük ihtimâlle kirâda oturur. Çünkü kirâda oturan adam, kaynağının önemli bir kısmını kirâya aktardığı için çocuğunun iyi bir hayat yaşaması için gerekenleri tam anlamıyla yapamayacaktır. Yine bir adamın kronik ve genetik bir hastalığı varsa yada yaşam-tarzı kötüyse, bu durum çocuklarına da yansıyacak ve çocuklara da hayatta bir-çok engeller çıkacaktır. Kendisi asgarî ücretli bir işçi olanın çocuğu da aynı derecede işçi, mêmur olanın çocuğu da mêmur, âmir olanın çocuğu da âmir olacak ve çark bu şekilde dönmeye devâm edecektir. Çünkü sünnetullah-merkezli değil de beşer-merkezli olan siyâsal, sosyâl ve ekonomik yönetimlerde çarkın işlemesi hep birilerinin çıkarlarına göre olur. Aslında bir nevî bir kast sistemi uygulanır. O yüzden de genelde zenginlerin çocukları da zengin olurken, fakirlerin çocukları da fakir olur, hastaların çocukları da hasta olur yada hastalığa çok yatkın olur. İnsanlar bunu çoğunlukla kader yada şans olarak değerlendirir. Bir yazıda şöyle denir:

 

Doğuştan bâzılarının daha şanslı olması, onlara doğrudan sermâye ve/veyâ en iyi okullarda okuyup kendilerini geliştirip diploma sâhibi olmalarına imkân sağlarken, kimi insanların en doğal insânî haklarını bile elde edemiyor olması ve kendi gelecekleri ve hattâ çocuklarının gelecekleri hakkında umutlarının tükenmesi, aslında ders kitaplarında görüp de sâdece Hindistan’da olduğunu zannettiğimiz kast sisteminin, modernize edilmiş bir hâli içinde yaşadığımızın resmini gözlerimizin önüne sermiyor mu?”.

 

Beşerî sisteme tâbi olanlar ve işi şansa bağlayanlar: “Keşke Kârun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!” (Kasas 79) derken; İlâhi sisteme tâbi olanlar ise: “Yazıklar olsun size!. Îman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” (Kasas 80) der. Böylece Kârûn’un  zenginliğinin şans değil de imtihan olduğu açıkça ortaya çıkmış olur.

 

İnsan ile eşyâ aynılaştırılınca, insan çeşitli eşyâları “uğurlu” ve “şans getirici” olarak görmeye başlar. Eskiden ilkel bir şekilde yapılan “eşyâyı ilahlaştırma”, şimdilerde bilimsel olarak yapılıyor. Maddeye kilitlenmiş ve maddeyi ilahlaştırmış olanlar için artık her eşyâ şans getiren yada şansı gösteren bir uğurdur. Modern-bilim, varlığı da şansa bağlar. Ortaya koyduğu teoriler hep şansın gereği olmuştur. İşler yolunda gitmiş ve bir “patlama” olmuş evren yaratılmış, bir “çatlama” olmuş ve insan ortaya çıkmıştır. Sonra da evrim ile yine şanslı bir süreç içinde evren ve insanlar mevcut hâllerine gelmişlerdir. Şimdi modern-bilimin bu verileri, bir-çok insanın şansı ilahlaştırmasına ve şansı din yapmasına neden olacaktır. Oysa bu iş evrimle-aşamayla falan ilgili değildir. Bilim-adamları tıkandıkları yerde yada mâkûl bir açıklama yapamadıkları yerde şansı ve “rastlantı”yı devreye sokuyorlar, hepsi bu. “E işte o anda bir şekilde oluvermiş” diyorlar. Evet; tıkandıkları yerde; “şans”, “bir şekilde”, “bir-takım tepkimeler” vs. gibi mantıksız şeyler söylüyorlar ve söylemek zorundalar. Çünkü o noktada söyleyecek başka bir şey yok ve olamaz da. O noktada doğru olarak söylenecek tek şey şudur: “Canlılığı (ve hattâ tüm varlığı), âlemlerin rabbi olan Allah, bizim idrâk edemeyeceğimiz bir şekilde bir-anda yaratmıştır”.

 

Şans diye bir şey olması için, “ilâhî tasarım” ve “ilâhî irâde” diye bir şeyin olmaması gerekir. Yaratılmış olan bâzı şeylerin de absürd bir şekilde olması gerekir ki bir şanstan bahsedilebilsin. Fakat kâinâtın hiç-bir yerinde absürd bir şey yoktur ki şanstan bahsedilsin ve şans ile kâinattaki bir nokta ayrıcalıklı hâle gelsin. Kâinatta her yer zâten mükemmel olduğu için, şansa gerek yoktur. Sâdece insanlar arasındaki düzen bozuktur ki bu bozuk düzende birilerinin görece iyi hâlleri şans olarak görülür. Herkesin âdil ve eşit bir ortamda yaşadığı yerde şanstan bahsedilemez. Öyleyse şans, adâletsizliğin olduğu yerde ârızî olarak açığa çıkar.

 

Şanssızlık denilen şey, ahmaklık, aptallık ve tembelliğin sonuçlarından başka bir şey değildir. Eğer işin gereğini, düşünerek akıllı-uslu yapıyorsanız şanslı, yapmıyorsanız şanssız olursunuz.

 

Allah’sız sistemlerde körü-körünelik vardır ve her-şey şansa bağlanır. Sistem bunun üzerine kurulmuştur. Şimdi; diyelim ki ben bir oyun kurdum ve oyunun tüm kurallarını da yine ben koydum ve istediğim zaman da bu kuralları keyfime göre değiştirebiliyorum. Üstelik tüm seyirciler de beni destekliyor. Hattâ oyundaki rakipler de benim üstünlüğümü daha baştan kabûl etmişler. Şimdi bu oyunda yarışı benden başkasının kazanma ihtimâli var mı?. Tabî ki yok. İşte bunu gibi; modern-dünyâdaki sistem, şeytanın ve onun uşakları olan tâğutun sistemidir ve bu sistemin tüm kurallarını onlar koymuştur. Kendileri şansa göre hareket etmezken ve işi şansa bırakmazken, insanların ise şans-merkezli düşünmelerini isterler. Çünkü böylece eleştirinin, îtirâzın ve isyânın önünü kesmiş olacaklardır. Bu nedenle bu zulüm sistemini tâğutun kulvarında koşarak alt edip değiştirmek mümkün değildir. O hâlde tâğutun kulvarını terk edip İslâm’ın kulvarına yönelmemiz ve tüm gayretimizle o kulvarda koşmamız gerekiyor. Ancak o kulvarda tüm gayretimizle koşarsak tâğutu yakalayıp geçebiliriz ve onu yenebiliriz. Böylece sünnetullaha göre bir yaşam olur ve şans yerine işin gereğini yapmaya koyuluruz ve imtihan bilinciyle şans yerine sünnetullahı göz-önüne alırız. İdrâkimizin yetmediği yerde de Allah’tan sabır ve yardım dileriz. Böyle olursa ancak, insanlar hem her-şeyi şansa bağlayarak sahte tatminlerden uzaklaşırlar hem de işin gereğini yapmak için kendilerinde bir güç bulurlar.

 

İşte böyle bir hayâtın Dünyâ’da hâkim olması için Allah vahiylerini yâni Kur’ân’ı göndermiştir. Kur’ân’ın “son Kitap”, Hz. Muhammed’in ise “son peygamber” olarak gönderilmesi, Allah’ın zımnen; “bu sizin son şansınız-fırsatınız” demesidir.

 

Ancak vahye ve onun örnekliğine göre yaşarsanız yâni sünnetullaha uygun hareket ederseniz ve buna uygun bir yaşamınız olursa işleriniz genelde yolunda gider. Böylece nasibiniz artar. Zîrâ mü’minler şanslı değil nasipli olurlar ki Allah nasibini, sünnetullaha uygun davrananlara verir. Sünnetullaha bilinçli ve îmanlı bir şekilde uyanlar, hem işin hayırlı sonucunu hem de bereketli sonucunu görürler. Sünnetullaha uygun davrandığı yâni işin gereğini yaptığı hâlde bilinçsiz ve îmansız olanlar ise, işin sonucunda bir kazanç elde etseler de bu kazanç bereketli olmaz. “Rahmân”a ulaşsalar da “Rahîm”e ulaşamazlar. 

 

Eğer Allah'ı inkar eder ve onun yerine şans ve rastlantılarla dolu olan başka bir inanç koyarsanız, yanlış ve doğru için bir temel kalmaz. Böyle bir hayatta mutlaklık yoktur, tutulması gereken prensipler yoktur. İnsanlar kendi kurallarını yazarlar. Kural belirleme hakkı olmayanlar ise şansa göre hareket ederler. Fakat sonuçta sünnetullah gereğince, nefse göre yapılan işler zamanla sarpa sarar ve bir kaos oluşur. Şans, kaotik bir ortam oluşturur. Şeytan işte böyle kaotik ortamları sever. Zîrâ hâkimiyetini ancak böyle kaotik ortamlarda kurabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2019

 

Devamını Oku »