25 Mart 2021 Perşembe

İslâm’ı Seçmek Yada Masallara İnanmak

 


“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır’ der” (Kalem 15).

 

Târih boyunca insan iki şeyden birine; ya hakîkate yada masallara inanmış ve hayâtını da bu iki şeyden birine göre düzenlemiştir. Dünyâ geçici bir imtihan alanı ve asıl ebedî yurt ise âhiret ve cennet olduğu için, bir de Allah her-şeyi iyilerle kötüleri ayırmak için yâni “imtihan” için yaratmış olduğundan dolayı, hakîkate göre yaşamanın her zaman bir bedeli olmuştur-olacaktır ki bu bedel kimi zaman ağır olabilmektedir. Masalların ise bir bedeli yoktur. Yattığınız yerden dinler, sonra da uykuya-gaflete dalar gidersiniz. İşte bundan dolayı hakîkatin gönüllüleri ve taraftarları tüm zamanlarda sayıca az olmuşken, masalların tâlipleri ise her zaman çok olmuştur. Masalları “hakîkat” diye yutturanlar yüzünden masallara inananlar ve masallara îman edenler neredeyse tüm târih boyunca Dünyâ’ya hâkim olmuştur. Racon budur.

 

Fakat Allah masallarla dönen bir Dünyâ’dan râzı olmamakta, hakkın ve hakîkatin Dünyâ’ya hâkim olmasını istemekte ve bunu emretmektedir:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

İnandıklarının masal olduğunu bilmeden ve umursamadan, Kur’ân kıssalarına “esâtîrü’l evvelîn” yâni “eskilerin masalları” diyenler vardır. Oysa Kıssalar masal değildir ve tüm zamanlardaki masalcılara karşı hakîkatin mücâdelesini veren peygamberlerin gerçek hikâyeleridir. Kıssalar yalan-dolan falan değildirler. Kıssalar hakîkatin ta kendisidirler. Kur’ân bunu şu şekilde dile getirir:

 

“İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir; onları sana bir hak olarak okuyoruz. Sen de gönderilen elçilerdensin” (Bakara 252).

 

İşte bu yüzden insanın önüne iki seçenek sunulmuştur. Ya masallara inanmaya devâm edecek ve masallarda anlatılan yalanlarla ömrünü boşa geçirecek, yada hakîkatin peşine düşecek, hakîkat yolunda olacak ve hakîkat yolunca ölecektir. İnsanın İslâm’ı seçmesi yada masallara inanmasından başka bir seçeneği yoktur. Zîrâ İslâm’dan başka hakîkat yoktur. İslâm’ın karşısına çıkarılmış olan her-şey bâtıldır. İslâm’dan başka her-şey, insanları uyutmak için hazırlanmış birer masaldır.

 

Masallar hakîkat değildirler. Bâzıları ibretliktir ve öğütler verir. Fakat İslâm’ın onlara ihtiyâcı yoktur. Zîrâ İslâm’da hakîkati kesin ve net bir şekilde anlatan Kur’ân kıssaları vardır. Hurâfelerden, uydurmalardan ve zırvalıklardan oluşan masallar ise ancak, insanları hakîkatten uzaklaştırır ve yalanın peşine düşürür.

 

Masalların en zararlısı, modern masallardır. Çünkü modern masallar sâdece çocukları değil, büyükleri de kandırıp avutmaktadır. Hattâ makam ve mevkî sâhiplerini de kandırabiliyor. Modern masallar insanları; bilim ile, teknoloji ile, sözde sanat ile, kültür ile, ideolojiler ile, nev-zuhûr düşünceler ile kandırıyor. Lâik, seküler, demokratik, emperyâl, feminist, kapitâlist, liberâl, konformist modernite ile kandırıyor. Yanlış târih ile kandırıyor. Medya ile, internet ile, sosyâl medya ile, televizyon ve cep telefonu ile, GDO ile, kimyasâllar ile, modern kalabalık kentler ile yâni modern hurâfelerle kurulmuş olan modernite ile kandırıyor.

 

Bir tarafta kandıran azınlık, diğer tarafta ise kandırılan çoğunluk var ve bu, târih boyunca hep böyle olmuştur. Çoğunluk azınlık tarafından kandırılıyor. Zîrâ kandırıkçıların insanları kandırmak için anlattıkları masallar nefse çok uygun. Haz ve zevk veriyor. Üstelik bedeli de yok, yada “peşin bedeller” ödemek gerekmiyor. Peki bu nasıl oluyor?. Yâni çoğunluk, azınlık tarafından sürekli olarak nasıl oluyor da kandırılabiliyor?. Bunun öyle çok karmaşık bir cevâbı yok aslında. Dedik ya; iki şey var, hakîkat ve masallar. Bu nedenle ya hakîkatin peşinden yada masalların peşinden gitmek zorundasınız; hak ve bâtıl seçeneğinden başka seçenek yok. Hakkın peşinden giderseniz tüm masallar size belli olur ve kandırıkçıların tüm yalanları sizin için ortaya çıkar ve artık sizi kandıramazlar. Fakat bâtılın yâni masalların peşinde giderseniz kandırıkçılar sizi sürekli olarak farklı tuzaklara düşürür ve çeşitli yollarla kandırır durur. Yâni çoğunluğun sürekli olarak azınlık tarafından kandırılabilmesinin nedeni, çoğunluğun her zaman bâtılı seçmesi ve masalları dinlemesi yüzündendir. Çünkü çoğunluk her zaman yanlış yola girer ve yanlış yolda gider:

 

“…İnsanların çoğu gâfildir” (Yûnus 92).

 

Bu nedenle de:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).  

  

Kandırıkçılar size gündüz vakti bile masal anlatırlar. Gece-gündüz masal anlatmaktan başkası değildir yaptıkları. Çünkü insanlar masal dinlemeye bayılırlar. Eğer siz dinlerseniz, masal anlatan çok olur. Masal insanları uyuşturur, kendinden geçirir ve uyutur. Uyuyan insan gaflettedir. Şeytan, nefs ve tâğutların ise en çok sevdiği insan-tipi, “derin gaflet hâlinde uyuşmuş insanlar”dır. Masal anlatarak uyutulan insanları arada bir pış-pışlayarak derin uykuya daldırırlar ve yapacaklarını rahatça yaparlar. Derin uykuda olanları öyle hafifçe dürtmekle falan uyandıramazsınız. Onlara biraz yüksekçe seslenmeniz gerekmektedir. Fakat masal dinlemiş insanlara masal dışında bir şey anlatmak zor olduğundan dolayı, hakîkate dönük olan başka masallarla dikkatlerini çekmek mümkün olabilir. Meselâ “kral çıplak” masalı işe yarayabilir.

 

Şöyle biraz dikkatlice baktığınızda, masalcıların bir söylediklerinin diğer söylediklerini tutmadığını görürsünüz. Çünkü masallar hakîkat değildir ve hakîkat olmadığı için tutarlı da ol(a)mazlar. Hakîkat ise Allah’tan olduğu için onda bir tutarsızlık, uygunsuzluk ve yanlışlık olmaz.

 

İnsanlar masalları ve hurâfeleri daha çok ve çabuk benimser ve ezberler. İşlerine öyle gelir. Masal dinlemek için bir ön-hazırlığa bile gerek yoktur. Anlatılan bir masala oturduğunuz yerden kulak kabartabilirsiniz. Sonra da kulaktan dolma bilgiler edinmiş olur, bunu siz de başkalarına anlatarak yaygınlaşmasına katkıda bulunursunuz. Oysa İslâm hakîkati, emek ister, ciddiyet ister, gayret ister, özveri ister. Hattâ bâzıları için hayâtı ıskalamayı gerektirir ve Allah yolunda canların ve malların harcanmasını gerektirir. Bu da çoklarının hoşuna gitmez. Zîrâ Dünyâ’yı ıskalama korkusu çoğunluğun kâbusudur. Bu kâbusu görmemek için hakîkat yerine masalları seçerler.  

 

Ya İslâm yada masallarla ortaya konulan saçmalıklar; üçüncü bir şık yoktur. Zîrâ varlığın formatına ve imtihanın bir gereği olarak, insan ya rûhun, bilincin, vahyin ve kevnî âyetlerin “okunmasıyla” hakîkate ulaşacak, yada şeytanın, nefsin ve tâğutların masallarıyla bâtıl ve gaflet içinde kalacaktır.

 

İslâm’da masal, hikâye ve romanın olmamasının nedeni, hem kıssaların onlara yetmesi, hem de hakîkat yerine masalları dinlemeyi absürd buldukları içindir. “Müslümanların ‘Yunan felsefesi’ni almalarına rağmen ‘Yunan mitolojisi’ni almamalarının nedeni, masalın değil, ilmin peşinde olmalarıydı” denir. Tabi ibret verici ve gafletten uyarıcı anlatıların bir zarârı yoktur.

 

Cumhuriyet târihi, aslında %90 “cumhuriyet masalı”dır. Anlatılanların çoğu yalan, uydurma ve hattâ zırvalıktır. Olmamış bir savaşı bile olmuş gibi anlatırlar. Cumhûriyet târihi boyunca insanları kandırmak için nice masallar anlatılmış, insanlar da o masallara inanmış ve hattâ o masallar için gözyaşı dökmüştür.

 

Modern-bilimin masalları mı?. Modern-bilimin Dünyâ-dışı uzay hakkında söylediklerinin %90’ı, Dünyâ-içi için söylediklerinin de %60’ı masaldır. Meselâ 3-5 milyon ışık-yılı uzaklıktaki bir yıldız-sistemi içinde yer alan bir gezegende su bulunduğunu söylerler ki, bu masaldan başka bir şey olamaz. Modern-bilim sürekli olarak böyle masallar anlatır. Zâten hayâtiyetini de bu masallardan alır. Bir kere gezegenler teleskopla falan görülmez. Çünkü ışık-kaynağı olmayan cisimler teleskopla görülemez. Bir yıldız-sitemini gözlemliyorlarken, o sırada yıldızın çok küçük bir kısmında bir karaltı oluşuyor. Bu karaltının, yıldızın etrâfında dönen bir gezegenin oluşturduğu karaltı olduğunu, o gezegenin yâni karaltının büyüklüğüne, hızına, yörüngesine vs. bakarak da içinde su ve yaşam olduğunu söylüyorlar. Buna da “bilim” diyorlar. Pis yalancı masalcılar!. Gezegenin kendisine değil de yaptığı karaltıya bakarak hakkında hüküm veriyorlar. Bu ne küstahlıktır!. Bu nasıl bir yalancılıktır!.

 

Evrim Teorisi masalı, Big-Bang Teorisi masalının devâmıdır. Big-Bang Teorisi ve Evrim Teorisi sürecinde anlatılanlar, 300-500 yada 1.000 yıl sonra hurâfe ve mitoloji olarak görülecek ve çocukları avutmak için anlatılacak olan masallardır.

 

Evrim Teorisi masalında sıkça komikliklere rastlanır. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli-hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklâmını yapıp cicili-bicili sözlerle modern-bilime tapan câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla ve zırvalıklarla doludur. Bir fosil parçasını alıp onun bir nesli temsil ettiğini savunmak, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, çocukları uyutmak ve câhilleri kandırmak için anlatılan masallardır. Big-Bang ise “matematiksel bir masal”dır. Şöyle başlar: “Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, daha hiç-bir şey yok iken, 15 milyar yıl önce sonsuz yoğunluğa sâhip, leblebi büyüklüğünde bir nokta varmış”... Yeryüzünün oluşumu için anlatılanlara ise insan neresiyle güleceğini şaşırıyor. Fakat şunu unutmayın; bu masallar “profesyonel masallar”dır. İnanmayanı da dövüyorlar. En azından ilkel, yobaz, gerici vs. olarak görüyorlar. 

 

Bütün bu masalcılara Andersen’in “Kral Çıplak” masalını anlatmak gerekir. “Kral çıplak” sözünü ancak, masallarla beyni sulanmamış ve gaflet ile kendinden geçmemiş olan samîmi mü’minler haykırabilir.

 

“Onlara ‘Rabbiniz ne indirdi?’ dendiğinde, ‘eskilerin masalları’ dediler” (Nâhl 22-24).

 

Allah’ın sözlerine yâni hakîkate “eskilerin masalları” diyorlar. Kendi masallarının “masal” olduğunu ise ancak, hakîkati görmezden gelerek ve hakîkati “eskilerin masalları” diyerek örtmeye çalışıyorlar. Peki “yenilerin masalları” ne olacak?. Yenilerin anlattığı masallar daha mı iyi ki!. Nice modern masallarla Dünyâ’da büyük fitneler çıkmış, Dünyâ ifsâd edilmiş ve Dünyâ’nın yarısı perişân hâle getirilmiştir. Birileri bunları da masal zannetmektedir. Zîrâ modern insan artık her-şeyi bir masal zannetmektedirler. Çünkü insanın geldiği yerin, “ulaşılabilecek en üstün ve son yer” olduğu kabûl edilmekte ve öyle zannedilmektedir. Böylece modern insan bir masal dünyâsında yaşadığını düşünmektedir. Tâ ki bir azapla karşılanana dek.. Âhirette ise bir masal ve yalan içinde yaşadığını anlayacak, acı azapla karşılaştığında çok pişmân olacak ama iş işten geçmiş olacaktır. Çünkü âhiret bir masal ve hayâl değildir.  

 

“Sâdece Allah’a” bağlanan, Peygamber’ini, Dîni’ni, Kitab’ını sevenlerin masal dinlemeye vakitleri de sabırları da yoktur. Hakîkatin peşine düşenler, her türlü bedeli de göze alarak hakîkati dille ve elle yaygınlaştırmaya yoğunlaşmalıdırlar. İslâm’a bağlanmanın raconu ve gereği budur.

 

“Masal gibi bir hayat” yaşamak isteyeler, yalanların içinde yaşamak isteyenlerdir. Lâkin şunu unutmasınlar, Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir ve masal gibi bir hayâtın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Öyle bir hayat ancak, Dünyâ hayâtında hakîkatin yolunda olunca ve ölünce, Allah’ın bir ödülü olarak cennette olabilir.      

 

Ne deniyordu şiirde: Sevdiğini mertçe seven kişi, pervâne gibi özler ateşi. Sevip de yanmaktan korkanın, masal anlatmaktır bütün işi.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

Devamını Oku »

21 Mart 2021 Pazar

Keyfe-keder Müslümanlık

 

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini-keyfini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Keyfe-keder: “Çok önemsiz, üzerinde durulmasa da olur” olarak görülen şey.

 

Keyfe-keder müslümanlık, “keyfe keder getirmeyen müslümanlık”tır. Bu müslümanlık modern müslümanlıkta çok bâriz olarak açığa çıkan ve tezâhür eden ve de gün geçtikçe yaygınlaşan bir “sözde müslümanlık” şeklidir. Modern müslüman, “keyfine tapan kişi” hâline gelmiştir. Öyle ki, müslümanlar da dâhil insanların tek düşüncesi, “Dünyâ’yı ıskalamamak” olarak ifâde edebileceğimiz; “mal, makâm, mevkî, para, cinsellik, modern dünyânın üretimleri ve ürünleri, yeme, içme, giyme, gezme, kariyer, sağlık, rahat, keyif içinde yaşamak” olmuştur.  

 

Modern müslümanlar, Peygamber’in “güzel örneklik” olarak ortaya koyduğu vahiy pratikliğini es geçip “sâdece Kur’ân” diyerek, Kur’ân’ı tam da modernizm adına ve modernite lehine yorumlamaya başlayınca, merkeze aldığı moderniteye uygun yorumlar yapmaya, tasavvurunu ve düşüncesini modernizm belirlemeye, sonuçta da artık her alanda modernizme göre hareket etmeye başlamıştır. Bu, “keyfe göre Kur’ân okuma ve yorumlama etkinliği”dir. Oysa Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet örnekliğine göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil.

 

İslâm, Allah’ın indirdiği vahiyler ve Peygamber’in bu vahiylere göre yaptığı uygulamalardır. Kıyâmete kadar da hem Kur’ân’daki âyetler geçerlidir ve hem de Peygamber’in örnek uygulaması (Sünnet) önemlidir. Bunlara uygun olmayan yada aykırı olan bir İslâm düşüncesi ve eylemi olamaz. Lâkin keyfe-keder müslümanlıkta baskın felsefe, paradigma, tasavvur, düşünce, sistem, ideolojiler, bilim, teknoloji, sanâyi, silah, ekonomi, sosyâl hayat, hukuk, kânun ve siyâset, yâni modernite merkezinde yapılan müslümanlık, sonuçta ortaya keyfe-keder geçersiz bir müslümanlık türü çıkarmıştır. Müslümanların sayıca çokluklarına, imkânlarına ve güçlerine rağmen yine de eziklikten kurtulamamalarının nedeni, Allah’ın dîni yerine modernizm dînine intisap etmiş ve müslümanlığı keyfe-keder hâle getirmiş oldukları içindir. Bu tür müslümanlıkla bir yere varılamayacağı çok açıktır. Zâten Allah da, keyfe-keder hâle getirilen müslümanlığı kabûl etmemekte ve bunu yapan müslümanları cezâlandırmaktadır.

 

Modern müslümanlar, bu gayr-i İslâmî şeylere ayak uydurmak için yâni şeytan, nefis ve tâğutların yoluna uymak için, sonuçta da keyfe-keder, sıkıntı yapmayan bir müslümanlık yaşamak için Sünnet’i İslâm’dan kopartıp Kur’ân’ı da zorlaya-zorlaya moderniteye uygun hâle getirmenin derdindedirler. Bunu yaparken İslâm’ı ve Kur’ân’ı “babalarının malı” gibi kullanmakta, Kur’ân’a, söylemediği şeyleri eziyet ederek zorla söylettirmektedirler. Böylece tam da keyiflerine göre bir müslümanlık şekli ortaya koymaktadırlar. Keyfe-keder müslümanlık denilen şey budur.

 

Keyfe-keder müslümanlık küfürdür, şirktir, adâletsizliktir, ahlâksızlıktır ve dolayısı ile de zulümdür. Çünkü hiç-bir sorunu çözmediği gibi bir-çok yeni sorun ortaya çıkarmakta yada ortaya çıkan sorunlara bir laf etmemektedir. Çünkü keyfe-keder müslümanlık, takvâsı olmadığından dolayı sorumluluk almayan bir müslümanlıktır. Keyfe-keder müslümanların müslümanlık şekli, bir-kaç rükne indirgedikleri müslümanlık şeklidir ki, hanımların moderniteye uygun olmak şartıyla taktıkları başörtüsü, çarçabuk kılınan huşûsuz namazlar, bir-an önce bayrama ulaşmayı bekleyerek asık yüzle tutulan oruçlar, çoluk-çocuğu evlendirip emekli olunca “hadi biz de gidelim” diyerek gidilen haclar, mangallık et için kesilen kurbanlar, üç kuruş denilecek zekatlar ve yüzünden okunan mushaflar vs. ile sınırlıdır. Böylece keyfe-keder bir müslümanlık ortaya çıkmıştır. Bunların aslında çok da bir bedeli yoktur ve zâten moderniteye uydurulduğu için keyifli hâle getirilmiş bir müslümanlıktır bu. Bunlara “müslüman” demek çok da doğru değildir fakat “müslümanım” dedikleri için biz de şimdilik öyle kabûl ediyoruz. Çünkü kâlpleri ancak Allah bilir.  

 

Oysa Kur’ân’ın bütünlüğü ortadadır. Kur’ân’ın âyetleri Peygamberimizîn belini bükmüştür, saçlarını ağartmıştır. Peki neden?. Ne var ki Kur’ân’da bu kadar, Peygamber’in belini büküyor ve saçlarını ağartıyor?. Ona ağır bir yük yükleyen Kur’ân’dır. Kurân’ın ne dediği, bütünlüğüne bakıldığında çok açıktır ve Peygamber’in bu doğrultuda ne yaptığı da bellidir. Sonuçta Kur’ân’ın ne dediği ve Peygamberimiz’in ne yaptığına bakıldığında, yapılmış olanların keyfe-keder müslümanlığa uygun olmadığı hattâ tam aykırı bir mü’minlik olduğu görülür.

 

Peygamber’in 23 yıllık nübüvvet sürecinde Kur’ân-merkezli olarak ortaya konulan sabır, direniş, belâ, acı, eziyet, vazgeçme, malları ve canları Allah yolun(d)a adama vs. bunlar sâdece o dönemi mi kapsıyor ve bunlar sâdece Peygamber ve sahabe için mi geçerlidir?. O hâlde Kur’ân’ın âyetlerinin %90’ı nesh mi olmuştur?. Târihte mi kalmıştır?. Peygamberimiz ve sahabe Kur’ân’ı yanlış mı anlamıştır yada anlayamamıştır da modernizm ile birlikte mi anlaşılmaya başlanmıştır Kur’ân?. Çünkü bunları söyleyen “câhiller” vardır.

 

Şirk; “Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre kânun yapması”dır. Her-şeyi bu kânun ve kurallara göre belirlemesidir ki bu kânunlar vahye uygun olmayan ve aykırı olan kânunlar ve kurallardır. Özellikle hukûkî-siyâsî alanda Allah’ı hiç hesâba katmamak hattâ Dünyâ’dan uzaklaştırmak istiyorlar. Allah’ın kânunları yerine, oy kullanıp seçtikleri kişilerin keyiflerine ve sınırlı bilgilerine göre çıkardıkları kânunlara uyuyorlar. Şirk işte budur. Tevbe edilmedikçe ve tam bir dönüşle dönülüp de tevhid yoluna girilmedikçe aslâ affedilmeyecek tek günah olan şirk işte budur. Bu bağlamda oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir. Oysa Kur’ân şöyle der:

 

“Bu (putlar ve yücelttikleriniz ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ‘hiç-bir delil’ indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ(istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir” (Necm 23).

 

Bu bağlamda “Kur’âncılık” denen kâfirlik de, Kur’ân’dan “keyfe göre hüküm çıkarmak”tır. Hükümleri güyâ Kur’ân’dan çıkardıklarını zannederler ama aslında moderniteye aykırı olmayan ve birebir uygun olan hükümler çıkardıkları için aslında “Kur’ân’ı moderniteye uydurmak” ve “Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yapmak”tan başkası değildir yaptıkları.

 

Mü’minler aslâ “keyfime göre düşünürüm ve keyfime göre yaşarım” diyemezler ve tam-aksine, “akîdeme ve İslâmî ilkelerime göre yaşarım” derler. Çünkü mü’min demek,  “îman etmek  ve o îmâna göre yaşamak” demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

Devamını Oku »

15 Mart 2021 Pazartesi

Uzun Yaşamayı Putlaştırmak


“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

 

İnsanlar delicesine yaşamak istiyorlar. Hiç kimse 100 yaşından önce ölmek istemiyor; hattâ ölmek istemiyor. Sanki önemli bir şeyler yapacaklarmış gibi. İnsanlar belli bir yaştan sonra 70 yıl yaşasa da, 100 yıl yaşasa da aynı şeyleri tekrar-tekrar yaşamaktan başka bir şey yapmazlar. Önemli olan, sürekli ve etkili bir şeyler yapabilmektir. Peygamberimiz “iki günü bir olan bizden değildir” der. O hâlde yararlı şeyler yaparak yaşamak önemlidir. Yoksa hiç-bir şey yapmadan ve hattâ hastalıklarla da boğuşarak uzun süre yaşamanın ne anlamı var?.   

 

İnsanlar kanımca uzun yaşamı, âhirete tam îman etmedikleri ve bu nedenle de “bâri Dünyâ’da uzun bir süre yaşayayım da, öldükten sonrası kesin değil” düşüncesiyle istiyorlar. Tabi Dünyâ, her ne kadar acıları da olsa yaşamak için güzel bir yer. Yaşamak zâten güzel bir şey. Fakat Dünyâ yaşamı, geçici bir imtihan içindir. O yüzden sonsuz nimet diyârı olan cennette yaşamayı hak edecek şekilde yaşamak önemlidir. Fakat gelin görün ki insanlar, Dünyâ’daki “uzun yaşamı”, cennetteki “ebedî yaşama” tercih ediyorlar. Oysa Dünyâ’da sınırsızca yaşamanın bir karşılığı yoktur. O hâlde uzun yaşamaktan ziyâde, kaliteli bir yaşam önemlidir. Lâkin insanların büyük çoğunluk “hayatta kalma”nın mücâdelesini veriyor.

 

İki çeşit insan vardır. Bu insan tipleri, hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat Dünyâ-merkezli yaşamı seçenler âhiretten olumlu faydalanamazlar.

 

Biz Dünyâ’ya cennetteymiş gibi nîmetler içinde ve uzun bir süre yaşamaya değil, “cennette yaşamayı kazanmak için” geldik. Çünkü bu dünyâda “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur. Dünyâ’yı dibine kadar haz içinde uzunca yaşama hırsı, âhiret şüphesinden kaynaklanır. Dünyâ’yı ıskalamamak düşüncesi Dünyâ’nın ve insanların başının belâsı olmuş durumdadır. Zîrâ böylelikle âhiret ve din ıskalanmakta ve kişiyi hem Dünyâ’da zor bir yaşam beklemekte, hem de âhirette acı bir azap beklemektedir. Çünkü uzun yaşam hırsı ile Dünyâ’da insanca ve müslümanca yaşamak düşüncesi ve eyleminden vazgeçilmektedir.

 

Ölüm “kaçınılmaz son” olsa da, biz tabî ki bu Dünyâ’ya ölmeye değil, yaşamaya geldik. Fakat bu yaşam, insanca ve müslümanca bir yaşam olmalıdır ki o eşsiz cennet diyârında uzun bir yaşam ve sonsuz nîmetler içinde olabilmeyi hak edelim. 

 

Modern hayattaki “yaşamak” ile, klâsik zamanlardaki “hayat sürmek” kavramları aynı şey değildir. Aradaki fark, “rûh”tur. Dünyâ’da rûhtan yoksun şekilde 1.000 yıl da yaşansa o yaşam çok bereketsiz olacak ve o yaşam süresi bile insana yetmeyecektir. Rûh ile yâni İslâm ile, Kur’ân ve Sünnet ile birlikte yaşamak yaşamı bereketlendirecek ve insan Dünyâ yaşamına mâkûl bir yaşta bile doyacaktır. Demek ki önemli olan, bereketli bir yaşamdır. Bu da Allah’ın emrettiği gibi bir yaşam ile olabilir ancak ki o yaşam-şekli de Kur’ân ve Sünnet’e göre yaşamak şeklindedir.

 

Uzun yaşamak bir başarı mıdır?. İnsanlar içinde, belli bir yaşa geldiğinde aynı yaştaki başkasını gördüğünde ve kendi dinçliği yanında diğerinin çöktüğünü görünce kendisi ile gurur duyanlar vardır. Peki niçin böyle olmuştur?. Biri niçin çökmüştür de diğeri daha diri durmaktadır?. Hayat herkese standart bir yaşam-şekli getirmiyor. İnsanların genetik yapısı da aynı değil. Daha çok ezilenler daha çok ve çabuk yaşlanıp çöküyor. Hastalar, travma yaşayanlar, sevdiklerini kaybedenler, işleri daha ağır olanlar, gadan alıp başkaları için kendilerini paralayanlar, kendisine sevmeyenler ve acımayanlar, garibanlar ve sağlığının-gençliğinin kıymetini bilmeyenler daha çok ve çabuk yaşlanmaktadırlar. Dünyâ’nın bin-bir hâli var. İnsanın başına öyle hâller gelir ki, onu kısa zamanda perişan edip çökertir. Kimilerini de düşünce çökertir. Üzerinde hissettiği ve üzerine aldığı maddî-mânevî sorumluluk çökertir. Mü’minleri, Allah’ın kontrôlünde olmak çökertir. Kimilerini de Kur’ân çökertir. Meselâ Peygamberimiz’i Hûd Sûresi çökertmişti:

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

 

Öyle ya; “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diyen Hûd Sûresi mü’minlerin belini büker.

 

Dünyâ’da yaşayacağız elbette. Orta hâlli ve sağlıklı bir şekilde yaşayacağız. Dünyâ nîmetlerinin büyük çoğunluğu helâldir. Harama-helâle dikkat ederek Dünyâ’da yaşayacağız. Fakat Dünyâ “geçici bir imtihan alanı”dır ve aslında çok kısa bir yaşam süresi vardır. Bunu göreceğiz ve kabûl edeceğiz ve de ona göre hayâtımıza yön vereceğiz. Hayat ancak bu şekilde bereketlenir ve insan yaşamaya doyarak tatmin olur, aksi-hâlde hayat bereketsiz olunca Dünyâ’da bin yıl yaşansa da insan yine kanmaz ve tatmin olmaz. Çünkü:

 

“Bilin ki (tek başına, âhiretin hesâba katılmadığı) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab ve Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Entropi bir gün herkese gâlip gelecektir. Bu nedenle kişi 10 sene 20 sene fazla yaşasa da sonunda ölüme kesin olarak yenilecektir. Önemli olan Allah’lı bir yaşamdır. En büyük kibir, Allah’sız yaşamaktır.

 

“Yeni imkânlar sâyesinde insanın hayâtı hemen-hemen otuz sene daha uzatılabilecek” deniyor. Fakat bu, can sıkıcı ve boş bir hayat olacaktır. Zîrâ anlamlı bir hayat olmayacaktır bu, bereketsiz olacaktır. Sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir. Modernizm “akıllarda kalacak” gerçek hayatlar yaşamaya izin vermiyor. Bu nedenle modernizmin sağlayacağı -sözde- yaşamlar bereketsiz yaşamlar olacaktır.

 

Size “yaşama sevincini” ne veriyorsa, rabbiniz de odur. Fakat Allah’tan başka Rabler, insanları yarı-yolda bırakır ve âhirette ise hiç görünmezler bile.

 

Yaşamak demek, birilerine bir şeyleri göstermek ve kanıtlamak demek değildir. Yaşamak nerde ve ne zaman olursa-olsun, kendini Allah’a kanıtlamak demektir. Yaşamak, “Allah için yaşamak”tır. Aksi-hâlde “hayat süren leş” olunur. Yaşamak, “doğru-dürüst yaşamak”tır.

 

Modern insan kentlerde, yaşamıyor, sâdece bulunuyor. Gariban, hem doğal yaşamdan, hem de modern yaşamdan mahrumdur. Modern Dünyâ’da yaşamak, “bir cendere içinde yaşamak”tır. O cendere kimileri için pamuklu, kimileri için de dikenlidir. Şiir gibi bir yaşamak varken; “zehir gibi” yaşamlar dolduruyor Dünyâ’yı. Bu yüzden yaşamak, aslında yavaş-yavaş ölmek oluyor.

 

“Ânı yaşamak” düşüncesinin aşırıya kaçması, “ne dünü ne de yârını düşünmeyip hesâba katmamak” anlamında, koca bir aymazlıktır. Çok yaşamak istiyorsanız, sabahları erken kalkın.

 

Ses çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı dibine kadar yaşamak ise, zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur.

 

Tıp, bitkisel ürünler, gıdâ takviyeleri, spor vs. çeşitli şeyler hep uzun yaşamak için, daha uzun yaşamak için insanların medet umduğu şeylerdir. İnsanın kendisine dikkat etmesi iyi ve önemlidir tabî ki. Fakat ömür, biraz da Allah’ın istemesi ve izin vermesine bağlıdır. Zîrâ insan uzun yaşamak için tüm önlemleri alamaz. Resmî kayıtlara göre Dünyâ’nın en uzun yaşayan kadını Fransız  Jeanne Calment’tir ve 122 yaşında ölmüştür. Ölene kadar da sigara içmiştir. Jeanne Calment’e; “uzun yaşamanızın sırrı nedir” diye sorulduğunda: “Sarımsak, sigaraçikolatakırmızı şarap ve zeytinyağı” demiştir.

 

Tevratta da insan için belirlenen en uzun yaşın 120 olacağı söylenir. “RAB, ‘Rûhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür’ dedi. “İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak (Tekvin’e 6,3).

 

Dünyâ’da uzun süre yaşamak bir cezâ da olabilir. Âhiret-merkezli yaşamayanlar “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar. Buhrân ve bunalım içinde yaşamak “yaşamak” değildir. Önemli olan, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır, zikir ve şükür içinde. İşte bu şekilde yaşayanlar cennetteki uzun yaşamı umabilirler. Amaç “Dünyâ’da uzun yaşamak” değil, “cennette ebedî yaşamak”tır.

 

Modern insan dînin hiç-bir gereğini yerine getirmiyor. Çünkü uzun yaşamaya öyle bir kilitlenmiştir ki, bir-anda ölüvereceğini hesap etmiyor. Uzun yaşama düşüncesi ölümü, ölümü düşünmemek ise Allah’ı unutturuyor.

 

Dünyâ’da tüm insanların kabûl ettiği en kesin gerçek, kaçınılmaz olan ölümdür. Ondan kaçmanın hiç-bir anlamı ve çâresi yoktur. O bizi hiç beklemediğimiz yada beklediğimiz bir anda bulacaktır:

 

“De ki: ‘Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cum’a 8).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2020

 

 

Devamını Oku »

7 Mart 2021 Pazar

Hz. Âdem’in Çocuklarının Evliliği Üzerine

 

“Ey insanlar!; sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini de yaratan ve her ikisinden bir-çok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının. Ve (yine) kendisiyle, birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir” (Nîsâ 1).

 

Allah yaratmayı yaparken yada kânunlarını koyarken insanların ürettiği modern-bilimsel ve sapkın düşüncelere uyacak değildir. Tam-tersine, insanlar Allah’a uymak zorundadırlar. Bu uyma, vahye uyma şeklinde olacaktır.  

 

Modern insan, genelde son 200-250 yıldır ama özelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra düşüncesini ve eylemlerini aklına, modern-bilime ve moderniteye göre yapmaya ve “Allah’a göre” olanı da acımasızca eleştirmeye başlamıştır. Bu bağlamda eleştiri ve îtirazlarından biri de, Hz. Âdem’in çocuklarının birbirleriyle çaprazlama da olsa evlenmelerini “ensest” ilişki olarak görmekleridir ki bunu çok gündem etmekte ve eleştirmektedirler. Aslında böyle düşünmeleri, aklın ve modern-bilimin merkeze alınması, modernitenin ağır kuşatması, baskısı ve insanları kendisine meftûn ve râm etmesiyle alakalıdır. Modern insan artık Allah’a değil, aklına tapmaktadır. Böyle olduğu içindir ki insan artık vahiy temelli değil, akıl-merkezli bir düşünüş içindedir. Fakat bu akıl, “vahyin inşâ etmiş olduğu akıl” değil, şeytanın, nefsin ve tâğutların inşâ etmiş olduğu akıl olduğu için, vahyi, nefsinin kontrôlündeki aklına göre ve nefis-merkezli aklına uygun olarak yorumlama eğilimine girmiştir.

 

Bu bağlamda Hz. Âdem’in ve Havvâ’nın çocuklarının çapraz da olsa evliliğinin ensest bir evlilik olduğunu düşündüğü için, buna dayanarak ya Allah’ı inkâr etmekte ve ateist olmakta, yada Kur’ân’ı merkeze aldığını söylemesine rağmen bu evlilik türünü yine uygun görmemekte, bu nedenle de Kur’ân’ın bu âyetini modern aklıyla ve aşırı yorumla aşmaya çalışmaktadır. Meselâ aşırı yorum ile “ceâle” kelimesine farklı ve yanlış anlamlar vererek, Hz. Âdem’in “ilk insan” olmadığını ve o’ndan önce de kendilerine vahyin ulaşmadığı insanlar bulunduğunu ve insanların çoğalmasının bu insanların çocuklarının birbiriyle yaptığı evlilikler sonucu olduğunu düşünmekte ve söylemektedirler. Böylece, -güyâ- Âdem’in çocuklarının birbirleriyle evliliğinin söz-konusu olmadığını ispatlamış olmaktadırlar. Oysa Hz. Âdem’in ve de Hz. Havvâ’nın ilk insan olduğu çok açıktır:

 

 “Allah katında Îsâ’nın örneği, Allah’ın topraktan yarattıktan sonra ‘ol’ demesi ile oluveren Âdem’in örneği gibidir” (Âl-i İmran 59).

 

Peygamberimiz de şöyle der: “Ey insanlar!; Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır”.

 

Bakara Sûresi 30. âyetinde geçen “câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı yönünde bâzılarının görüşleri mevcut. Buna göre “câilun” kelimesinin “yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin içinden birini (Hz. Âdem) halife tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni “câilun” kelimesini, “bu insan-grubunun içinden birine vahiy göndermeye başlamak” olarak anlıyor ve anlatıyorlar. Bir-çok insanın olduğu yerde de ensest evliliğe gerek kalmadığını ispatladıklarını zannediyorlar.

 

Bu yazıda Hz. Âdem’in ilk insan olup-olmadığını tartışmayacağım ve Hz. Âdem’in “ilk insan” olmadığıyla ilgili teoriyi kesin olarak çürüttüğüm yazımın linkini vererek yetineceğim. Bu linkteki yazı, Hz. Âdem’in ilk insan olduğunu kesin olarak göstermekte ve ispatlamaktadır: http://777has444.blogspot.com/2015/02/hz-Âdemden-once-insan-var-myd.html

 

Peki Hz. Âdem’in çocukları nasıl evlenmiştir ve eğer denildiği gibi, çaprazlama olarak evlendilerse bu ensest bir ilişki ve evlilik olmuş olmaz mı?. Bu soru modernite merkeze alınarak sorulmuş olan bir sorudur. Bu soruya verilecek gerçek cevap ise “kıyaslama”yla ilgilidir. Eğer bir kıyaslama yapacak örnek yoksa, o şeyin yanlış olduğu söylenemez. Hattâ yapılan şey gerçekten yanlış olsa bile yine de söylenemez. Bu nedenle Hz. Âdem ve Havvâ’nın, “çocuklarımızı nasıl evlendireceğiz?” endişesi olmamıştır. Böyle bir düşünceye bile kapılmamış ve “başka çâremiz yok, birbirleriyle evlendireceğiz” düşüncesine girmemişlerdir. Yâni kendilerini böyle bir evliliğe izin vermeye mecbûr hissetmemişlerdir. Mecbûri bir durum yoktu yâni. Mesele sâdece kıyaslamayla ilgidir. Zîrâ insan, kıyaslayamadığı şeyin yanlış olduğunu düşünemez ve bu yüzden de yaptığı şeyden rahatsız olmaz. Modern insan ise, Hz. Âdem’in çocuklarının evliliği ile ensest ilişkiyi kıyasladığı için ona bu iş ters ve yanlış gelmekte ve bu sorunu aşmak için Allah’ı, Peygamber’i ve Kur’ân’ı inkâr etmekte yada inanıyorsa, Kur’ân’ı aşırı yorumlayarak sorunu çözmek yoluna girmiştir. Oysa sorun ve cevap çok basittir. O kadar gerilmeye ve bu konuyu dert etmeye gerek yoktur. Peygamberler üzerinden bâzı örnekler vererek yanlış bir işin olmadığını anlatalım..  

 

İki kız-kardeşi birlikte almak Kur’ân’da yasaklanmıştır: “…iki kız-kardeşi bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı..” (Nîsâ 23). Fakat bu yasak, Kur’ân’ın yasaklamasından önce yapılması serbest olan fakat Kur’ân ile birlikte artık yapılmaması istenen bir evlilik türüdür. Bilindiği gibi İslâm peygamberi Hz. Yâkub, iki kız-kardeşi birlikte almıştı. Yâni dayısının kızları olan Lea ve Rahel’le (Rahel, Yûsuf ve Bünyamin’in annesi) aynı-anda evli bulunmuştu. Kur’ân bunu yasaklamıştır ama o dönemde bunu yapan bir peygamber örnekliği vardır. Dolayısı ile bu durum o zamanlar a-normâl olarak görülmüyordu. Zîrâ Hz. İbrâhim’in dîninde iki kız kardeşle aynı-anda evli olmak câiz idi. Kur’ân da, kendisinden önce yapılan sınırsız kadınla evliliği dört ile sınırlandırmıştır.

 

Yine; Hz. Yahyâ’nın yiyecek olarak çekirge ve yaban-balı yediği söylenir: “Yahyâ’nın abası deve kılındandı, belinde deri kuşak vardı. Yaban-balı ve çekirge yerdi” (Matta 3:4). Fakat günümüzde hiç-bir müslüman bu tarz bir beslenme tarzı uygulamaz.

 

İlk başta Hz. Âdem ve Havvâ’dan başka insan olmadığına göre, bilinen evlenme şekli (ilk ve sonraki batında çaprazlama evlilik) herhâlde en uygun olan evlenme şeklidir.

 

Şimdi; insanlar yaşadığı zamândan etkilenir doğal olarak. Modern zamanlarda ise bu etkilenme çok aşırı gitmiş ve artık insanlar; egemen ideoloji, düşünce, anlayış, bakış-açısı, konjonktür ve bilim-merkezli bir düşünceye sâhiptirler ve modern düşünce ve eylemlere aykırı olan düşünce ve eylemleri çok fazla yadırgıyorlar. Yâni alışmış ve aşırı şekilde bağlanmış oldukları modern düşünceden ve davranıştan farklı bir düşünceyi kabûl edemiyorlar. Bu durum modern müslümanın hastalığıdır ve hâl-i pür melâlinin nedenidir. Modern müslümanlar, modernizm karşısındaki yenilgilerinin netîcesinde, artık kıyaslamalarını İslâm-merkezli değil, modernizm-merkezli yapmaya alışmışlardır ve bu merkezde olmayan kıyaslamaları dışlamaktadırlar.

 

Günümüzde iki kardeş arasında yapılacak evlilik hiç hoş karşılanmayacağı ve nefretle kınanacağı gibi, bu zâten Kur’ân’da da yasaklanmıştır. Buna kimse îtirâz etmez-edemez. Çünkü artık mukâyese yapacağımız küresel bir gelenek ve daha da önemlisi bağlayıcı bir Kitap vardır. Buna rağmen bir kıyaslama yapmak abestir. Fakat, Hz. Âdem ve Havvâ’dan başka insanın olmadığı bir Dünyâ’da çocukların birbiriyle evlenmelerinin yanlış olduğunun kıyası ne ile yapılacaktır?. Eğer Allah yasaklamamış ise Âdem ve Havvâ bunu niçin yanlış olarak görsünler ve böyle bir evliliğe niçin karşı çıksınlar?. Meselâ şöyle bir şey söyleyelim: Hz. Âdem’in, Hz. Havvâ’da fizîki olarak beğenmediği bir yer var mıdır?. Meselâ Havvâ’nın kaşlarını almamasını eleştirebilir ve bundan rahatsız olabilir mi?. Kıyaslama yapacağı başka bir kadın-örnek yoksa bunu nasıl yapsın ki?. Çocuklarının evlenmesinde de kıyaslama yapacakları bir örnek yoktur ve bu tarz bir evlilik şeklinin ya Allah’ın vahyi ile yada ilhâm ile akla geldiği düşünülebilir. Bu nedenle de böyle bir evlilik şekli gâyet doğal bir durumdur o zamâna göre.

 

Kardeş evliliği bir kıyaslama meselesidir. Allah’ın bir emri yoksa ilk insanlar bunu neyle kıyaslayacaklardı da kardeş evliliğini yanlış göreceklerdi?. Hz. Âdem niye Hz. Havvâ ile evlendi ki?. İkisinin ilişkisini meşrû kılan nedir?. Bu iş modern teorilerle ve evrim düşüncesiyle olmaz. Vahyin üzerine akıl yürütmelerle ve boşlukları doldurmakla olur.

 

Evet; sorun, mukâyese sorunudur. Biz kıyaslamayı, günümüz üzerinden, hem de tüm meta-fizik değerleri silip, yerine modern alışkanlıkları getiren modernizm üzerinden yapıyoruz. Modernizme uymayan kıyaslamayı kabûllenemiyoruz ve başlıyoruz aşırı yorumlamalarda bulunmaya ve olmadık sözler söylemeye. Bu uğurda Kur’ân’ı da didik-didik ederek, tam da modernizmin istediği şekilde bir yorum bulmaya çalışılıyor. Hattâ böyle bir yorum bulmak için yırtınılıyor. Tâ ki modernizme uyan bir yorum bulana kadar.

 

Modern-bilimde de öyle; Newton’un yerçekimi yasası bir-kaç yüzyıl boyunca “mutlak doğru bir yasa” olarak kabûl edilmesine rağmen, günümüzde Newton’un teorisi yanlış olarak görülmekte ve Einstein’in genel izâfiyet (kütle-çekim) yasası kabûl edilmektedir. Newton’un yasasını artık kimse söz-konusu etmiyor. (Hâlbuki -ikisi de yanlış olmasına rağmen- Einstein teorisine göre Newton’un yerçekimi yasası daha doğru ve mantıklıdır). 

 

Bir de şu vardır ki; vahiy ile yâni Allah ile muhâtap olmamış bir insanlık zamânı yoktur ve bu nedenle ilk insan “ilk peygamber”dir. İnsan varsa illâ ki vahiy, vahiy varsa illâ ki peygamber vardır. İlk insan ilk peygamberse, çocuklarının evliliği konusunda yapması gereken şey ona vahiy ile iletilmiştir. Böyle önemli bir konuda Hz. Âdem mutlakâ vahye göre hareket etmiştir.

 

Şu da var ki; Hz. Âdem’in çocuklarının ensest evlilik sonucu olduğunu söyleyenlerin ensest ilişki ve evliliği çok da önemsediklerini sanmayın. Çünkü ensest içerikli pornografik filmler çok yaygınlaşmıştır ve Hz. Âdem’in çocuklarının evliliğini dillerine dolayanlar, sıra modern zamanlardaki ensest ilişkilerin yaygınlaşmasına gelince sus-pus olmaktadırlar ve bu duruma hiç ses çıkarmamaktadırlar. Âdem’in çocuklarının evliliğini kafaya takanlar her nedense günümüzde çok yaygınlaşan ve bir “tık”la erişilebilecek yakınlıktaki filmlerle gösterilen ensest ilişkilere ses çıkarmamakta ve îtirâz etmemektedirler. Hattâ Hz. Âdem’in çocuklarının evliliğine şiddetle karşı çıkanların içinden bir-çokları LGBT’nin “onur(suzluk)” yürüyüşüne bile destek vermektedir. Modern ensest ilişkilere sesini çıkarmayanlar, Hz. Âdem ve Havvâ’nın çocuklarının ensest ilişkiyle türediklerini söyleyip de buna harâretle karşı çıkmaları konusunda ciddî ve samîmi değillerdir. Şeytan onları aldatmıştır ve onlara sağdan yanaşmaktadır. Olan şey bundan başkası değildir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

Devamını Oku »

1 Mart 2021 Pazartesi

Deprem Üzerine

 

“Biz nice ülkeleri yıkıma uğrattık. Geceleri uyurlarken yada gündüzün dinlenirlerken bizim zorlu azâbımız onlara geliverdi” (A’raf 4).

 

“Onlardan öncekiler, hîleli-düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azap emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azap onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti” (Nâhl 26).

 

Modernite, “Allah yerine tabiatı-doğayı merkeze almak” demektir. Bu merkeze alış, insan ve akıl aracılığı ile yapılır. Modern insan, Allah ve vahiy yerine “tabiatta uzlaşmak” ve “tabiata göre düşünmek, konuşmak ve hareket etmek” yoluna girmiştir. Zîrâ modernite denilen şey budur. Bu bağlamda tabiatı çok-çok araştırırlar ve tabiatı kontrôl altına almak isterler. Modern insan, modern-bilim ve teknoloji ile tabiatı kontrôl altına aldığını hattâ tabiatı yendiklerini ve artık her türlü önlemi alabildiklerini zannetmektedirler. Modern insan tabiatı kontrôl altına aldığını zanneder zannetmesine, lâkin hiç beklemediği anda bir deprem-sel-yangın-fırtına vs. patlak verir de şaşkınlık ve çâresizlik içinde kalıverir:

 

“De ki: ‘O, size üstünüzden yada ayaklarınızın altından azap göndermeye veyâ sizi parça-parça birbirinize kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir’. Bak, iyice kavrayıp-anlamaları için âyetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklıyoruz?” (En-âm 65).

 

Deprem aracılığı ile doğa, modern insana zımnen; “bana sâhip olamazsın, beni aşamazsın, iyisi mi benimle iyi geçin ve bana uygun yaşa” mesajını verir. Lâkin modern insan tabiata hükmettiğini zannetmeye devâm eder. Zîrâ tabiatı denetimine almayı aklıyla yapmıştır ve bu nedenle de aklını putlaştırmış durumdadır. Bundan vazgeçmesi, “putundan vazgeçmesi” demektir. Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Şuinsan tabiata hükmeder’ sözü.. Descartes’ın dile getirdiği günden bu-yana yenilikçi çevrelerde kabûl gören bu önerme, boş bir hayâl olmanın ötesine geçememiştir, geçmesi de mümkün değildir. Çünkü insanın tabiata hâkim olması diye bir şey söz-konusu olamaz. Bırakın tabiata hükmetmeyi, insan tabiat karşısında âcizdir de. Şöyle ki; insan bâzı tabiat kânunlarını keşfetmiş ve o kânunları kendi amaçları doğrultusunda kullanmış olsa da, gerçekleştirdiği keşfin yol açtığı sonuçları ve istihdâmının sebep olduğu netîceler sonucu tabiat kânunlarını kontrôl altına almayı başaramamıştır. Bu yönüyle insan-tabiat ilişkisine baktığımızda, tabiatın insana değil, insanın tabiata itaat etmek durumunda kaldığı bir ilişkinin varlığına tanıklık ederiz. Nitekim günümüzde dillendirilen ‘doğayla uyum’ söylemi dâhi, tabiatın insana karşı serkeş olduğuna ve ona başkaldırdığına yönelik bir hissiyâtın varlığına ve insanın tabiatla arasındaki çatışmayı sona erdirmek için ondan taahhüt almaya çalıştığına delâlet eder.

 

Bütün bunlar sebebiyledir ki aklın işletilmesi noktasında izlenecek İslâmî yöntem tabiatla çatışmayı ve ona hükmetmeyi değil, aksine onunla dostluk kurmayı, karşılıklı sevgi/saygı temelinde bir ilişkiye girmeyi esas almalıdır. Bu sâyede insan, tabiatın sırlarına muttali olacak, muttali oldukça da ona karşı saygısı ve şefkati artacaktır. Sonuçta tabiatı değil, tabiata bu esrârı serpiştiren Allah’ı takdise yönelecektir”.

 

Depremin ortaya çıkardığı yıkım ve zarâr, “doğayı iyi bilmemek”ten ziyâde, “doğaya aykırı davranmak” ile alâkalıdır. Domatesin-biberin ekilmesi gereken yere apartman dikerseniz, depremle yıkılır gidersiniz. Allah’ın doğaya koyduğu yasa (sünnetullah) budur. Allah’ın yarattığı dağlar bomboş dururken, neden ekin ekilmesi gereken yerlere evler dikiliyor?. Sonra da “deprem büyük yıkım getirdi” diyorlar. Allah, sarsılmayacak yada az sarsılacak ve böylece evlere-insanlara zarar vermeyecek dağları yaratmıştır ve onda yollar da açmıştır yada yol açmaya müsâit hâle getirmiştir. İnsanlar evlerini buralara inşâ etsinler, ovalara ve düzlüklerde ise tarım yapsınlar diye:

 

“Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz” (Nâhl 15).

 

“Yeryüzünde, onları sarsmasın diye sâbit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık” (Enbiyâ 31).

 

Deprem de gösterdi ki, modern insan, başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden) “Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya değil de, “aklı yeterince kullanmamaya”, “yeterince önlem almamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne yâni tedbirsizliğe bağlamaktadır. İşte “zihnin modernleşmesi” budur. İnsanın bu yanlış düşünceden kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde bulunmasıyla olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bize bu hakîkati kafamıza vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, düşüncede bile Kendisi’ne şirk koşulmasına râzı olmaz.

 

Tedbir elbette çok önemlidir. Tedbir almadıkça Allah kimseye yardım etmez. Ayrıca aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır: (Yûnus 100). Tedbir neyi gerektiriyorsa yapılmalıdır elbette. Lâkin tedbir de bir yere kadardır. Hattâ aşırı tedbir “Allah’ı hesâba katmamak” anlamında yanlıştır. Aslında hiç-bir zaman yeterli tedbir alınamaz. Allah tedbiri önemser fakat hiç-bir tedbir azâbı yüzde-yüz önleyemez. Tedbir aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmek ve O’na dayanmak da önemlidir. Eşeğini sağlam kazığa bağladıktan sonra Allah’a tevekkül etmek gerekir. Tevekkülün gereğini yapmak şarttır. Unutulmasın ki Nûh Tûfânı’nın nedeni tedbirsizlik değildi, tedbirin azlığı ve yetersizliğinden dolayı olmadı Nûh Tûfânı. Nûh Tûfânı, diğer kavimlerin başına ve günümüzde de bizim başımıza gelen azaplar, tedbirsizlikten başka, Allah’ı hesâba katmadığımızdan ve bu nedenle de şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve dolayısıyla zulme düşmemizden dolayıdır.

 

Faylar yâni yer kabuğunun hareketi ve kırılması, yavaş-yavaş ve bize zarar vermeden de olabilir. Enerji yavaş-yavaş salınır ve dışarıya çıkabilir. Allah dilese böyle de olabilirdi ki oluyor da. Fakat Allah’ın kâinâta-doğaya koyduğu sünnetullah denen yasaları vardır. Bu yasalara uyulmadığında ve kritik eşik aşıldığında azap geliverir. İnsanlar yeterli derecede tevekkül ve şükür etmediklerinden, Allah’a hakkıyla kulluk yapmadıklarından ve tam-aksine şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık yaptıklarından ve zulme ses çıkarmadıklarından dolayı insanların hiç beklemedikleri anda Allah azâbı göndermektedir:

 

“Andolsun!; biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azaptan önce, yakın (dünyevî) azaptan da tattıracağız” (Secde 21).

 

“Onlardan öncekiler, hîleli-düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azap emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azap onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti” (Nâhl 26).

 

Allah’ın azabı (deprem), sünnetullah gereğince Kendisi’ne gönüllü olarak secde etmeyenleri “zorunlu secdeye” tâbi kılıyor:

 

“Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da kendi yurtlarında diz-üstü/yüz-üstü çöke kaldılar” (A’raf 78).

 

Depremin zarâr vermesi ilk başta, “betonu-demiri az koyup-koymamayla” ilgili değil, “Allah’a ve de doğaya aykırı yaşayıp-yaşamamayla” ilgilidir. Yapının sağlamlığı ondan sonra gelir. Peygamberlerinin uyarılarını dinlemeyen Hicr Kavmi, ağır bir depremle ve azapla yıkılınca, oranın halkı “yumuşak zemine ev yaparsanız böyle olur” dediler de azâbı akılsızlığa ve tedbirsizliğe bağladılar. Sonra da gidip kayalara evler oydular (Semûd). Bu, tedbir açısından önemlidir fakat Hz. Sâlih’in uyarılarını dikkate almadıklarından, sapkınlıklarından vazgeçmediklerinden ve zulümlerine devâm ettiklerinden dolayı yâni Allah’ı hesâba katmayıp da O’na karşı gelmeye devâm edince onlara da bir çığlık yetti:

 

“Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler” (Kamer 31).

 

“Semûd ve Ad (toplulukları), kâria’yı (ansızın gelen belâ) yalan saydılar. Bu yüzden Semûd (halkı), korkunç bir sesle helâk edildi” (Hâkka 4-5).

 

Yâni Hicr Kavmi yapılarını yumuşak zemine yaptıkları için yıkıldıklarını görmüşler, bu yüzden de yeni yapılarını-evlerini oydukları kayalara yapmışlardı. Fakat sapkınlıklarına ve zulümlerine devâm edince bu tedbirleri de yetmedi ve Allah da onlara başka türlü bir azâb ile azâb etti. Çünkü Allah’ın azâbından kaçış mümkün değildir. Azaptan kurtulmanın çâresi, gerekli tedbiri aldıktan sonra “her-şeyde Allah’ı hesâba katmak ve düşünmeyi, konuşmayı ve hareketi Allah’a göre yapmak”tır. Allah’ın sünnetullahı böyledir. İnsanlar günaha dönerse Allah da cezaya döner. Tüm târih boyunca böyle olmuştur:

 

“Umulur ki, Rabbiniz size merhâmet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi cezâlandırmaya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8).

 

Depremin bâriz yıkıcılığının, yüksek katlı binâlarda olduğu açıktır. O hâlde yüksek katlı binâlar yapmaktan vazgeçmek gerekir. Zâten bizim İslâm ve Türk kültürümüzde iki katlı binâlardan daha yüksek binâlar olmazdı. Osmanlı’da ilk apartman, Kraliçe İzabel’in İspanya’dan kovduğu yahudilerin yerleştiği İstanbul Balat’ta yahudiler tarafından yapılmıştır. İnsanlar o zaman bu evlere “yahudi-hâne” derlermiş. Bir yerleşim yerinde birisi câminin nerede olduğu soruyorsa, “o yerleşim yeri İslâmî mîmâriye aykırı, fakat depreme uygun olan mîmârî bir yapıya sâhiptir” demektir. Zîrâ İslâm’da en yüksek yapı, câmi minâresidir. Câmi minâresi nereden bakılsa görüleceğinden dolayı, İslâm ülkesinde hiç kimse câminin nerede olduğu sormaz.

 

Deprem, dış âlemde olurken, aynı-anda iç âlemde de olur. Kişinin hem içi hem de dışı titrer ve bâzıları da beton ile birlikte yıkılır gider. Yıkılmayanların da ayaklarının bağını çözer.

 

İnsanlık târihi boyunca insanlar hem yeterli tedbirleri almadıklarından dolayı ama daha da önemlisi, Allah’ı hesâba katmadıkları ve ona şirk koşarak küfre düştükleri, bu nedenle adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm yaptıkları için târih boyunca azâba uğramıştır. İnsanlık târihi, "kâfirlerin, müşriklerin ve zâlimlerin, “başlarına taşların düşmesinin” târihidir:

 

“Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı. Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı” (Fil 4-5).

 

“İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı” (Ankebût 40).

 

“Ânında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık” (Hicr 74).

 

Sünnetullah gereğince, azâba uğrayan kavimlerin ve halkların başına gelen azap, mutlakâ onlar zulmediyorken gelir. Küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm kritik eşiği aştığı anda azap geliverir. Bu sünnetullahın bir gereğidir. Bu nedenle onlara yer de gök de ağlamaz:

 

“Ne gök ağladı onlara ne de yer” (Duhân 29).

 

Allah’ın insanlara zulmetme ihtimâli yoktur. İnsanlar Allah’ın uyarılarını dinlemeyerek hep kendi-kendilerine zulmederler:

 

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Mustafa İslamoğlu, deprem hakkında şunları söyler:

 

“Deprem sâdece cezâ değil, uyarıdır. Allah insanları gafletten uyansınlar diye depremle sallar. Değerlerini unutmuş, sorumluluğunu unutmuş, her-şeyini unutmuş olanlara uyarıdır, uyarıcıdır, uyandırıcıdır. Hattâ lütuf da olabilir. Her külfetin bir de nîmeti vardır. Yeryüzündeki maden-sularını depremlere borçluyuz. Yeryüzündeki tüm şifâlı sular depremin eseridir. Depremler şifâlı kaynaklar gibi nîmetlere de sebep olur. O hâlde deprem aslında bir nîmettir. Nîmeti külfete çevirenler, insanlardır. Depremde -kafestekiler hâriç- hayvanlar ölmez. Eğer deprem öldürüyorsa en korumasız canlı olan hayvanlar ölmesi gerekirdi. İnsan depreme karşı ‘doğayla aramı nasıl bozdum’ diye düşünmeli. Rahmetle toprak arasına girdiniz, doğa sizden öç aldı, sel oldu, deprem oldu. Deprem, toprağın ödünç verdiğini geri almasıdır. Deprem, doğaya ve fıtrata aykırı davranmanın sonucudur. İnşaatın hakkını vermemektir. Deprem denilen şey, yeryüzünün nefes alıp-vermesidir. Düdüklü tencerenin düdüğü olmazsa tencere patlar. Dünyâ’nın da düdükleri vardır. O düdükler kapanınca deprem olur. Deprem Dünyâ’nın stresini atmasıdır. Deprem kıyâmetin provasıdır. Deprem kıyâmetin küçük bir hatırlatıcısıdır. Deprem; ‘unutma öleceksin, unutma yoksul kalabilirsin, unutma bir çadıra muhtaç kalabilirsin’ mesajı verir. Deprem, adamın hasını çürüğünden ayırır. Adam ayırır. Deprem turnusol kâğıdıdır. Deprem bölgesinde ağaçlar yıkılmaz. Çünkü kökü olan yıkılmaz. Yıldırıma, depreme, yanardağa hattâ küçücük bir mikroba bile mâni olamazsınız. Deprem kaderdir. Fakat depremde ölmek kader değildir”.

 

Azap, iki şeyin eksikliğinden kaynaklanır; 1-Tedbirsizlik. 2- Allah’ı hesâba katmamak.

 

Unutulmasın ki, fayların sâhibi de Allah’tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »