20 Eylül 2020 Pazar

İnsan-ı Kâmil ve Üst-İnsan Safsatası


“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

İnsan-ı Kâmil’e; “kemâlâta ulaşmış insan”, “ulaşabileceği en üst makamda bulunan insan” anlamı verilir. Fakat aslında kemâlâttan kasıt, “nirvanaya ulaşmak”tır. Yâni “Allah’a ulaşmak ve O’nda yok olmak, O olmak” anlamındadır. Çünkü “kâmil”; bütün, eksiksiz, noksansız, yetkin, tam” anlamındadır. Bu kelimeler ancak ve ancak Allah için kullanılabilir. İşte bu kelimeler insan-ı kâmil için de kullanılınca -hâşâ- “Allah olmuş insan” anlamına ulaşılır ki zâten tasavvuf yada bâtınîlik bu kavramları Allahlaşmak” anlamında kullanır. Kadim bir şirk felsefesi olan tasavvufta insan‑ı kâmil, -güyâ- fenâfillah (Allah’ta eriyip yok olma) mertebesine eren insana denir. Fenâfillah olan kişi, “beşerî özelliklerini Allah’ın irâdesinde eritmiş kişi” olarak anlaşılır.

 

Üst-insan ise; “süper insan, süpermen, yüksek insan, diğer insanlara göre en üstün insan” anlamındadır. Nietzsche’ye göre üst-insan, insanoğlunun amacıdır. Zâten tasavvufta da insanın amacı ve hedefi insan-ı kâmil olmak yâni -hâşâ- “Allah olmak yada Allah olduğunun farkına varmak”tır. Üst-insan düşüncesine (yada safsatasına göre) her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır. Bu nedenle insanın da kendisini aşması gerekir. Maymun, insanın gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın varlığının amacı üst-insandır. Üst-insan; güçlü, korkusuz ve acımasız olmalıdır. 

 

“İnsan’ı-ı kâmil” düşüncesiyle “üst(ün) insan” düşüncesi aynıdır. “Üstün insan” anlayışı, evrimciliğin bir aşamasıdır. 19. yy.’da evrimciliğin bir aşaması olan “üstün insan” anlayışı öylesine yaygınlık kazanmıştı ki, buna bilimsel bir olgu diye bakılıyordu. “Üst-ün insan” düşüncesi, insan-ı kâmil düşüncesi gibi tasavvufî-bâtınî-mistik düşünceden farklı değildir. Bu nedenle birbirlerini destekleyip alkışlarlar. Muhammed İkbâl’in insan-ı kâmil konusundaki görüşleriyle Nietzsche’nin “üst-ün insan” düşüncesi arasında bir-çok benzerlik vardır. Hattâ bâzıları İkbâl’in felsefesinin “Nietzsche’nin bir adaptasyonu” olduğunu söyler. Pakistanlı şâir İkbal, buna bakarak İslâm’da da “üstün insan” anlayışının yeri olduğunu, İslâm’daki “insan-ı kâmil” tanımının batı’nın “üstün insan” anlayışının karşılığı olduğunu söyleyebilmiştir.

 

Gerek insan-ı kâmil gerekse de üst-insan düşüncesinde, toplumdan bâriz bir şekilde ayrılmış ve kendinden aşağıdakiler avam, câhil, sürü, kitle, gibi düşük kişiler iken, insan-ı kâmil ve üst-insan ise -güyâ- çok yüksek makamlara çıkmış, kendisini aşmış ve “ilahlaşmış kişi” olmuştur. Oysa bir insanın böyle bir noktaya gelmesi, bırakın gerçek hayâtta, rüyâda bile olmaz. Çünkü Allah ilahlığını kimse ile paylaşmaz. Böyle sözde makamlardan söz etmek, Allah’ı inkâr etmeden yada O’nu sınırlandırmadan olmaz.

 

Hâlbuki insanların en ahlâklıları oldukları için seçilen peygamberler böyle değildir ve aslâ böyle sapıkça iddiâları olmamıştır. Onlar halkın arasındadır ve görünüş olarak halktan bir farkları yoktur. Öyle ki bir gün Peygamberimiz ve bir-kaç sahabe mescidde otururlarken Peygamberimiz’i görmeye gelen biri, “hanginiz Muhammed” diye sormuştur. Çünkü Peygamberin diğer insanlardan bâriz bir farkı yoktu. Onun farkı muhteşem bir ahlâka sâhip olması ve bu nedenle Allah tarafından peygamber seçilerek kendisine vahyedilmesidir. Takvâda en üstün olan kişi Peygamberimiz olduğu için Allah katında en üstün olan kişi de odur. Yâni önemli olan, insanların katında ve insanlara göre üstün olmak değil, Allah’a göre ve Allah katında üstün olmaktır ki bunun da yolu “takvâda üstün olmak”tan geçer. Haddini aşmamış olan her insan, kendini insanlara değil, Allah’a beğendirmeye çalışır ve ancak O’nun rızâsını almak için çaba harcar. İşte bu düşünceyi ve ideâli hem işlerine gelmediği için hem de kibirlerinden dolayı beğenmeyenler, insanları ölçü alarak kendilerini insan-ı kâmil ve üst-insan olarak görürler ve gösterirler. Diğer insanlara da en yüce ideâl ve hedefin bu olduğunu söylerler.

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesinde olanlar, bâtınîliği merkeze alanlardır. Çünkü zâhirde yâni herkesin yaşayıp bildiği hayatta -özel anlamda- insan-ı kâmil ve üst-insan olunamayacağı besbellidir. Bu nedenle hemen, yoruma çok fazla açık olan bâtınîliğe sarılırlar ve başlarlar yeni kavramlar, yeni anlamlar ve yorumlar yapmaya ve bu yorumlara dayanarak “süper insan” imajı oluşturmaya. Tasavvufçular tasavvufa dayanarak “insan-ı kâmil” imajı üretirken, Nietzsche ise “üst-insan” imajını bir aşırı yorum öğretisi olan Zerdüştlüğe dayanarak oluşturmuştur. Yâni eğer tasavvufa ve bâtınîliğe yaslanırsanız, mutlakâ kendinizi olduğunuzdan farklı görmeye başlarsınız: Bu öğretiler, normâlliğe düşmandırlar. İlle de kendilerini dev aynasında görmek isterler yada öyle olduklarını zannederler. Bu tutum tabî ki de kibrin ve şizofreninin bir sonucudur. Zîrâ aklı başında olan kişilerin böyle saçma ve sapık yollara yönelmesi mümkün değildir.  

 

İslâm’da bağlılık, “üst-insan”a değil, insanın ve tüm varlığın üstünde olan Allah’a olur. Zâten tevhid, O’ndan başkasına mutlak bağlılığın olmamasıdır. İslâm, Allah’tan başkasına “Allah gibi” bağlılığı şirk sayar. Nietzsche, Allah yerine üst-insana bağlanmayı ve hattâ onu yaratmayı önerir. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te şunlar söylenir:

 

“Zerdüşt, ormanın eteklerinde bulunan en yakın kasabaya vardığında halkı, bir ip-cambazını seyretmek için geldikleri pazar yerinde toplanmış buldu. Zerdüşt halka şöyle seslendi: ‘Ben size ‘insan-üstü’nü öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. İnsan yenilmesi gereken bir şeydir. Onu yenmek için ne yaptınız?. Şimdiye kadar bütün varlıklar kendilerinden üstün bir varlık yarattılar. Siz bu büyük yaratışın gerisinde mi kalacaksınız?. İnsanı aşacağınız yerde hayvanlığa dönmeyi mi tercih edeceksiniz?.

 

İnsana göre maymun nedir?. Gülünecek veyâ acı bir utanç verecek bir şey. İşte insan da ‘insan-üstü’ne göre böyle olmalıdır. Gülünecek veyâ acı bir utanç verecek bir şey. Siz, solucandan insanlığa kadar yol aldınız ve içinizde bir-çok şey hâlâ solucandır. Bir zamanlar maymundunuz ve şimdi bile insan, her maymundan fazla maymundur.

 

Bakın size ‘insan-üstü’nü öğretiyorum. ‘İnsan-üstü’ Dünyâ’nın, yaşamın amacıdır. İrâdeniz demelidir ki: ‘İnsan-üstü Dünyâ’nın, yaşamın amacı olmalı’. Size yalvarıyorum kardeşlerim, Dünyâ’ya, yaşama sâdık kalın ve size öbür dünyâ ümitlerinden bahsedenlere kanmayın. Bunlar bilerek veyâ bilmeyerek zehir saçanlardır.

 

Bir zamanlar tanrıya isyan, en büyük günahtı. Fakat tanrı öldü ve onunla birlikte bu günahlar da öldü. Şimdi en korkunç şey, yaşama karşı günah işlemek ve ‘bilinmesi mümkün olmayanı’ yaşamın amacından üstün tutmaktır”.

 

Oysa insan, ya insanı aşmakla yada hayvanlığa dönmekle değil, Allah’a hakkıyla kul olmakla gerçek anlamda insan olur. Üst-insan diye bir şey yoktur, “üst-üstün kulluk” vardır ki bunlar, takvâda ilerlemiş ve üstün olmuş olanlardır. Üst-insan düşüncesinde âhireti inkâr da vardır. Nietzsche şöyle der:

 

“Zerdüşt; ‘şerefimle söylerim ki dostum, söylediğin şeylerin hiç-birisi yoktur. Şeytan yoktur ve cehennem yoktur. Rûhun, bedeninden daha önce ölecektir. Artık hiç-bir şeyden korkma’ dedi. Biz aslâ cenneti istemiyoruz, biz erkeğiz, onun için Dünyâ’yı istiyoruz”.

 

İnsan-üstülük yada insan-ı kâmil düşüncesi, anlamlılık değil, bir yoldan çıkıştır. Zîrâ bu düşünce normâle, fıtrata ve doğala aykırıdır. İnsan, “kul olarak” insan olmakla en kemâline ulaşabilir ancak, tanrı olmakla değil. Nietzsche bedeni ilahlaştırmıştır ve şöyle der:

 

“Artık başınızı kutsal şeylerin gizine gömmeyin. Ben tamâmen bedenden ibâretim. Başka hiç-bir şeyim yok. Ve rûh ancak bedende olan bir şeyin adıdır. Kardeşim, senin küçük aklın da bedeninin bir parçasıdır. Rûh dediğin şey büyük aklının bir parçası ve oyuncağıdır.

 

Fakat duygu ve rûh her-şeyin amacı olduklarına seni inandırmaya çalışırlar. O kadar kibirlidirler. Duygu ve rûh, âlet ve oyuncaktırlar. Bunların ardında asıl varlık vardır. Bu varlık; duyguların gözüyle arar, rûhun kulaklarıyla dinler. Bu varlık sürekli arar ve dinler. Kıyaslar, zorlar, fetheder, tahrip eder, hükmeder ve ‘ben’in de hâkimidir. Kardeşim, düşüncelerin ve duyguların ardında kudretli bir âmir, meçhûl bir egemen vardır. Asıl varlık budur. O, senin bedenindedir, o senin bedenindir. Bedeni daha iyi tanıyalı bêri, rûhun bence önemi kalmadı. Ve sonsuz denen her-şey bir sembôlden ibâret”.

 

Nietzsche üst-insan yada insan-üstünü tanrı yerine koyar:

 

“Bütün tanrılar ölmüştür. Şimdi istiyoruz ki ‘insan-üstü’ yaşasın. Bir zamanlar uzak denizlere bakarken ‘tanrı’ denirdi. Fakat şimdi size ‘insan-üstü’ demeyi öğretiyorum. Tanrı bir düştür. Fakat isterim ki düşünüz yaratıcı irâdenizi geçmesin. Bir tanrı yaratabilir misiniz?. Öyle ise bana tanrı lafı etmeyin. Ama pekâlâ ‘insan-üstü’ yaratabilirsiniz. Belki bizzat siz olamazsınız, kardeşlerim, fakat  kendinizi ‘insan-üstü’nün babaları ve dedeleri hâline getirebilirsiniz. Sizin en iyi yaratmanız bu olmalı. Eğer tanrılar vâr olsaydı ben tanrı olmamaya nasıl dayanabilirdim. O hâlde tanrı yoktur. Bana gölge gibi gelen, ‘insan-üstü’nün güzelliğiydi. Ah kardeşlerim, tanrılardan artık bana ne!”.

 

Nietzsche eşitliği istemez, zîrâ üst-insanın olduğu yerde eşitlik olmaz:

 

“Bu eşitlik öğütleyenleriyle karıştırılmak istemem. Çünkü bence hakkâniyetli hüküm şudur; insanlar eşit değildir ve eşit olmamalıdırlar da. Eğer böyle demeseydim ‘insan-üstü’ne olan sevgim ne olurdu?”.

 

Tanrıyla dalga geçer ve tevhidi tersine çevirmeye çalışır:

 

“Doğrusu odur ki onlar bir defâsında da kendi-kendilerine gülmekten öldüler. Bu bir tanrının en dinsizce sözü söylediği zaman oldu. O söz şudur: ‘Bir tek tanrı vardır. Benden başka tanrın olmamalı’.

 

Kabasakal, kıskanç bir tanrı!. O kendini unutmuştu. O zaman bütün ilahlar güldüler ve tahtlarının üstünde sallanarak şöyle bağırdılar: ‘Tanrılık bu değil midir ki ‘ilahlar vardır, fakat ilah’ yoktur. Tanrılık odur ki “tanrılar vardır fakat tanrı yoktur’.

 

Tanrı öldü, şimdi istiyoruz ki ‘insan-üstü’ yaşasın. Kâlbimde yalnız ‘insan-üstü’ var. Bence önemli tek şey bu. İnsan umurumda değil. ‘İnsan en iyi, en uzun ve en hoş şekilde nasıl yaşar?’ diye sormaktan yorulmuyorlar. Bunlar bugünün egemenleridir. Kardeşlerim, bu egemenleri ve bu küçük adamları yok edin, bunlar ‘insan-üstü’ için en büyük tehlikedirler”. 

 

Allah ölünce(!) insana tapmaya başlayan Nazilerin filozofu Nietzsche şöyle der:

 

“Çürümüş tanrısallığın kokusunu duymuyor muyuz?. Çünkü Tanrı bile kokuşmuştur. Tanrı öldü. Ve onu biz öldürdük!. Kendimizi, bütün kâtillerin en kâtilini nasıl teselli edeceğiz?. Dünyânın şimdiye kadar sâhip olduğu en kutsal ve en kudretli şey bizim sapladığımız bıçakla öldü. Bu kanı üzerimizden kim silecek?. Hangi suyla kendimizi temizleyebiliriz?. Hangi kutsal oyunları tertiplemeliyiz?. Bu gerçeğin büyüklüğü bizim için çok fazla değil midir?. Bizlerin de tanrılar olması gerekmez mi, en azından buna değer görünmüyor muyuz?. Bizden sonra doğan herkes şimdiye devâm ede-gelen -ki târihten çok daha yüce bir târihe âittir- bu nedenle bundan daha büyük bir olay yoktur!. Sâdece aptallar ve zayıf kişiler Tanrı’ya inanmaya devâm eder: Tanrı’nın kendisi akıllı insanlar olmadan vâr olamaz. Fakat Tanrı’nın vâr olması akılsız insanlar olmadan daha zor olurdu”

 

Nietzsche’den sonra 20. yüzyılda başa gelen süper diktatörler “Tanrı” olma hırsızyla Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattı. İş-başına geçitler, ekini ve nesli helâk ettiler. Nietzsche’nin kendisi battığı gibi felsefesi de battı. “Ölen Tanrı”nın yerine geçen süpermenler(!) Tanrılığı beceremediler ve mecbûren şeytanlık üstüne şeytanlık yaptılar ve sıçtılar batırdılar.

 

Siyonist yazar Ahad Ha’am, “Yahudilik ve Nietzsche” adlı makâlesinde, “mükemmel insan” türünden bahseder. Ona göre Nietzsche’nin Üstün İnsan’ı, Yahudilerin soyudur. İbrânilerdir. Varlıklar dünyâsında seçilmişlere doğru bir evrim vardır ve bu evrim mükemmelleşmeye giderken Yahudilere ulaşır. Maddeler, bitkiler, hayvanlar, konuşma yeteneği olan hayvanlar ve hepsinin üstünde “Yahudiler” gelir. Anlaşılan süpermenlik hevesi kıyâmete kadar devâm edecek.

 

Nietzsche, gücü her-şeyin üstünde tutar. İnsan-ı kâmil düşüncesinde de öyledir. İnsan-ı kâmil olanlar -hâşâ- “cenâb-ı hak” olarak bu güçle kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynarlar(!). Bunlar tanrıyı öldürüp, yerine kendilerini geçirmişlerdir. Tanrı’nın yerine insanın geçmesini önerirler.

 

Nietzche gibi niceleri, modernite sürecinde “doğaya hâkim olma ve üstün insan yaratma” idealiyle yola çıkmışken, geldikleri yer, insanın kendi eliyle yaptığı makine karşısında değersiz bir nesnesi olmuş olmalarıdır.

 

Geleneksel ve modern sapık zihniyet, peygamber örnekliklerinde olduğu gibi gerçek bir kahraman ve kahramanlık ortaya koyamadıkları ve Dünyâ’yı hayâl ettikleri gibi değiştiremedikleri için, sahte, yapay ve sûnî kahramanlar ve insanlar ortaya çıkarmışlardır. İşte modernite ve modern insan ancak bunu yapabilir. Çünkü insanlara; “modernite ile gerçekleşecek” diye verdikleri sözlerin hiç-birini gerçekleştiremeyince, bunu çizgi ve film karakterleriyle ortaya koymuşlardır. Süpermen bunun bir yansımasıdır. İşte insan-ı kâmil ve üst-insan da bunun felsefi uzantısıdır. Peygamberler gibi, sonuna kadar bedel ödemeyi göze alabilecek insanlar bulamayınca ve olamayınca, sözde üstün bilgiyle insan-ı kâmil ve üst(ün() insan olduklarını zannediyorlar ve bunu yaygarasını yapıyorlar.

 

İnsan-ı kâmil ve üst insan teorisinde, diğer insanlar ötekileştirilir. Ya “avam” olarak “gereksiz aşağı varlıklar” görülürler, yada “evrimini tamamlamamış ilkeller” olarak görülürler. Oysa onların görece geri durumda olması bile, insan-ı kâmil ve üst-ün insan düşüncesini sâhiplenen devletlerin zulmü nedeniyledir.

 

İnsan ne kadar ilerlerse-ilerlesin Tanrı olamaz. İnsanın ulaşabileceği en üst sınır, peygamberler gibi “kul” olabilmektir.

 

Üst(ün) insan yada insan-ı kâmil olmak, “tanrılaşmak” demektir. İnsan tanrılaşınca tanrı da “insanlaşmış” olur. Yâni insan -güyâ- bâkileştikçe Tanrı fânileşir. Böylece Tanrı öldürülür ve insan “ölmez olan” olmaya başlar. Hz. Îsâ’yı “kul ve peygamber” olarak kabûl etmekle tatmin bulamayanlar, onu tanrılaştırdıkları gibi, tanrıyı da Îsâlaştırmışlardır. Tanrı insanlaşınca fâni olur ve bir gün gelir ölür. Nietzsche’nin “tanrı öldü” demesi bu nedenledir. Bunlar hep Allah tasavvurundaki bozukluklar ve vahyi hesâba katmamanın ortaya çıkardığı sapkınlıklardır. Tanrı insanlaştığında O’nunla dalga geçmek ve onun emirlerini ve yasaklarını takmamak ve savsaklamak normâlleşir ve “sen tanrıysan ben de tanrıyım, o hâlde sen bana uy” demeye  başlarlar. Tanrılaşmayı isteyen ve kendini tanrı gibi görenler, tanrıyı ise insan olarak görmeye başlarlar ve sonuçta tanrıyı küçümserler. İnsanları tanrıya değil, kendilerine çağırırlar. İnsanlar da tanrıya değil, sözde tanrılaşmış olan insanlara kulluk etmeye başlarlar. İşte İslâm’ın mücâdelesi bu sapıklıkla, küfür ve şirk iledir.

 

Nietzsche “tanrı öldü demişti. Bu tanrı hangi tanrıdır tartışılır belki ama olan şey şudur ki, Nietzsche öldü ama, Allah ölmedi, ölmez.

 

Tasavvufta insan-ı kâmil ve üstün-insan düşünceleri vardır. Gavs, kutup, vs. gibi nitelemelerin nedeni budur. Tasavvufta yada bâtınîlikte insan-ı kâmil yada üstün insan, Allah ile kul arasında aracı bir tanrıdır. İnsan-ı kâmil için tasavvufçular “cenâb-ı hak” derler. Cenâb-ı hak denilen kişinin insan-ı kâmil olduğunu kabûl ederler. Üst ve üstün insanın kâinâtı elinde tespih gibi oynayabilirmiş, kâinât onun yüzü-suyu hürmetine deverân ediyormuş. O olmasa kâinat yıkılırmış. Bunun gibi çeşitli zırvalıklar insan-ı kâmile ve üst-insana isnât edilir. Tasavvufçular Nietzsche’yi severler ve onun “üstün bir zekâya sâhip olduğunu” dile getirip dururlar. Zîrâ tasavvuftaki “insan-ı kâmil” ile Nietzsche’nin “üst-ün insan”ı aynı kişidir.

 

Mistikler, “hiç kimse bir tek yaşam içinde kâmil insan=üst insan olamaz” diyorlar. Çünkü o düzeye gelmeye insan yaşamının süresi yetmez. O hâlde defâlarca gelmek gerekir inancıyla reenkarnasyon düşüncesi açığa çıkıyor. 

 

İnsan-ı kâmil yada üst-insan olmayanlar “avam” adında bir çeşit hayvandırlar. Zîrâ tekâmüllerini yada evrimlerini tamamlayamamışlardır. Zâten Nietzsche’nin sözcülüğünü yaptığı üst-insan düşüncesinde, üst-insan olamamış insanlar, üst-insan ile maymun arasındaki gelişmiş maymun değerinde bir varlıktır. Yâni hâlen maymunluktan yâni hayvanlıktan kurtulamamıştır. Oysa ki Allah her insanı en güzel sûrette yaratmıştır ve onu yolun başına koymuştur. Fakat kibrine ve nefsine yenilen insanlar aşağılık olur:

 

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.  Sonra aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisiz bir ecir vardır” (Tîn 4-6).

 

Âyete göre her insan ilk yaratıldığında zâten en kâmil şekilde yaratılmıştır. Doğala, normâle ve fıtrata uygun olarak yâni Allah-merkezli bir yaşayışı olmayanlar ve Allah’ın kulu olduğunu göz-ardı ederek yoldan çıkanlar ise, hayat süreçleri içinde aşağıların en aşağısına kadar düşerler ve hayvandan da daha aşağı olurlar. Olan şey şudur ki, kendilerinin kibirlerine, nefislerine kul olduklarına bakmayanlar, insan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesiyle aşağılık hâllerini perdelemek istemektedirler. 

 

Tasavvufta, “insan-ı kâmil’e kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak” arasında fark yoktur.

 

İnsan-ı kâmil; zamânın kutbu, kutb-ûl aktabı, gavs-ı azâmıdır ve aslında zamânın sâhibi (sâhib-ûl zaman) olarak adlandırılır. Lâkin zamânın tek sâhibi Allah olduğu için, aslında insan-ı kâmil, -hâşâ- “Allah olmuş insan” yada “Allahlığını en üst derece fark-etmiş olan kişi”dir. İşte üst(ün)-insan olmak da böyledir. Tanrı öldürülünce yerine “üst-insan” konmak istenmektedir. Nietzsche, -hâşâ- “Tanrı’nın ölümünü” îlân ettikten sonra, onun yerine -sözde- üst/üstün insanı (Ubermensch) koymak istemiştir. Oysa Allah’ın olduğu yerde insan-ı kâmil ve üst-insana olmak ancak, “iyi bir kul” olmak anlamına gelebilir. Bahsedilen anlamda insan-ı kâmil yada üst-insana olmak için âlemlerin rabbi olan Allah’ın öldürülmüş yada “insanda yok olmuş” olması gerekir. Ahmet Yaşar Ocak, kutup kavramından şu şekilde bahseder:

 

“Kutubu anlatan metinlerde çizilen kutup portresi, âdetâ insan-üstü kutsal bir varlığı anlatması îtibâriyle dikkatle üzerinde durulmayı gerektiren bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Bu metinlere göre kutup, gerçekte ‘Rûh-u Muhammedi’dir. Allah’ın tecelligâhıdır ve bir ‘delikanlı’ sûretinde görünür; Allah ona bütün sıfatlarıyla vâsıtasız olarak tecelli ettiğinden, her zaman ve mekânda dilediği şekil ile görünür; gelmiş-geçmiş bütün kutuplarda görünen de aslında odur. Nübüvvet ve Velâyet’i şahsında temsil eder; yeryüzündeki bütün işleri hak ve adâlet ile yönetmek üzere bizzat Allah tarafından halife ve hakem kılınmıştır. Kısacası kutup, Allah’ın bu âlemi yönetmek üzere ilâhi yetkilerle donattığı, insan görünümündeki insan-üstü, fevkalâde bir varlık, âdetâ Allah’ın kendisidir. Metinlerin dolambaçlı üslup gayretlerine rağmen söylenmek istenen kısaca budur”.

 

“Kutup, ‘başı Arş’da, ayağı Ferş’de’ on sekiz bin âleme doludur” deniyor. Peki bu insan-ı kâmil ve üst-insanın gücü sâdece mânevî alanda mıdır?. Dünyevî alanda da “en üstün” değiller midir?. Eğer üstün iseler niçin sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal alanda da en üst olmuyorlar?. Çünkü mevcut lâik-demokratik cumhûriyete, seküler hayâta ve liberâl-kapitâlist ekonomiye bir şey dedikleri yok. Siyâsi lîderlere itaat ediyorlar ve onları desteklemek için gidip oy veriyorlar. Peki niçin kendileri bu alanda da Dünyâ’yı ve insanları yönetmiyor?. Yoksa Allah onlara bu alanda yetki vermemiş midir?. Bunların -sözde- kâinâtı ellerinde tesbih gibi çevirmeye güçleri yeterken, dünyevî konularda ve insanlar arasında üst olmaya güçleri yetmiyor mu?. Modern tasavvufçularda, “üst-ün insan”da ve kutuplarda iş yok. “Dandik kutup” bunlar. Oysa eskiden bu bilinçle bâzı kalkışmalar yapılmıştı. “Mâdem göklerin ve yerin yönetimini Allah bana verdi, o hâlde padişah yerine benim geçmem gerekir” diyen ve bu uğurda isyân eden kutuplar(!) vardı. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şunları söyler:  

 

“Bayrâmi Melâmiliği’nin doktrininde kutbun hem dînî, hem de dünyevî (daha doğrusu siyâsî) olmak üzere iki misyonuna işâret olunduğu görülmektedir ki, işte melâmiler’in Osmanlı iktidârına neden karşı çıktıkları sorusunun cevâbı da burada yatmaktadır. Çünkü melâmiler bu inançlarının tabî sevkiyle Osmanlı sultanlarının hem dînî, hem dünyevî otoritesinin gayri meşrû olduğunu düşünmekte, Dünyâ’yı yönetmesi gereken asıl otoritenin de kendi kutupları olduğuna inanmaktadırlar.

 

Merhum Gölpınarlı, Bayrâmi Melâmilerinin ölümle cezâlandırılmalarını, Vahdet sırrının meydana vurulmasından ileri geldiği şeklinde sırf doktrin boyutunda değerlendiriyorsa da, asıl mesele, Osmanlı iktidârına karşı takınılan siyâsî tavırlar ve buna bağlı iktidar karşıtı hareketlerdir. Osmanlı iktidârını bu şekilde gayri meşrû sayan bir doktrinin halk arasında yayılması bir yana, bizzat kapı-kulları, merkez bürokrasisi arasında destek görmesinin Osmanlı iktidârı açısından ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğine ve merkezi yönetimin de meseleye bu açıdan baktığına şüphe yoktur”.

 

Yâni üst-insan ve insan-ı kâmil, insanların imamı(!) olduğu için bu imamlığı sâdece mânevî alanda değil, dünyevî alanda da ikâmet etmesi gerekir. Aksi-hâlde iddiâsı boşa çıkar. Fakat bunu yapması için mevcut otoriteye kafa tutması ve onun yerine geçmesi gerekir.

 

İnsan-ı kâmil ve üst(ün) insan bir tanrı-insan sentezidir. İnsan ile tanrı birleştiğinde -hâşâ- Allah olur.

 

Nietzsche bir nihilist olduğu için, her-şeyin boş ve değersiz olduğunu savunur. Fakat bu boşluk aslâ tatmin edici olmadığından dolayı ve bir ilah inancı da olmadığından, insanı ilahlaştırma yolunda üst-insan felsefesini ortaya atmıştır. Nietzsche’ye göre her-şey anlamsızdır. Dünyâ can sıkıcıdır. Yaşam her geçen gün daha da değerden yoksunlaşmaktadır. Tanrı ölmüş, insanlar bireysel yalnızlıklar içine gömülmüştür.

 

Tasavvufta da insan kutsallaştırılmıştır ve insan tohumdan meyveye doğru bir seyir izler ve en kâmil noktaya ulaştığında tanrılaşır. Fakat “lâ fâileillallah” (Allah’tan başka fâil yoktur) düşüncesi “lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) düşüncesini de yanında getirdiği için, insan kendinin varlığını inkâr edemez ve “lâ mevcûde illâ ene” (benden başka varlık yoktur) ve “lâilâhe illâ insan” (insandan başka ilah yoktur) durumuna kadar gelir. Zâten tasavvuf, “insanı tanrılaştırma felsefesi”dir. Seyr-i sülûk denilen şey de, “insanın tanrılaşma serüveni”dir. 

 

Tasavvuf “insan-ı kâmil”den bahseder. Tasavvufun bahsettiği insan-ı kâmil, aslında insan ile Allah arasındaki “ara tanrı”dır. Bu aynen, Nietzsche’nin “üst-insan” söylemi gibidir. Üst-insan düşüncesine göre normâl insanlar için maymunlar ne ise, üst-insan için de normâl insanlar maymun gibidir. Tasavvufta bu daha da abartılıdır. Zîrâ “üst-insan” olan insan-ı kâmil zamânın kutbu-gavsıdır ve kâinâtı elinde bir tesbih gibi oynayabilmektedir. Bu nedenle ona -hâşâ- “cenâb’ı hak” diyenler bile vardır. Çünkü insanı bir kere yüceltmeye başladığınızda, onu yüceltmenin bir sonu gelmez ve süreç, insanın Allah îlân edilmesine kadar gider. Târih boyunca hümanizm buna çanak tutmuştur ve tutmaktadır. O hâlde insan, ancak Allah’ın yücelttiği kadar yüceltilmelidir ki Allah için üst-insan, “takvâda üstün” olan insandır.

 

Mahmud Muhammed Taha, gnostik düşünce geleneğindeki “kâmil insan” yâni üst-insan telâkkisine paralel olarak, bu vasıftaki insanın derin hakîkatlere ulaştığı için şer’î mükellefiyetlerden bağımsız olduğu fikrini savunmuştur. Böylece şeriatı ilgâ ve iptâl etmiştir. Çünkü onun için aslolan, mârifet yâni derin hakîkati kavramaktır. Oysa şeriat ve hukuk “hakîkat” değil, sûrettir. İşte Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünden kopmak adamı böyle sapık düşüncelere ve yollara sürükler ve sapıklık bataklığında bırakır. Kur’ân’a göre insan, ölünceye kadar Allah’a “kul” olmak zorundadır:

 

“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 98-99).

 

Yakîn, “ölüm” demektir. Çünkü “kesin bilgi” anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte açığa çıkar. Zâten bir-önceki âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki secde, “ibâdetin dibi” demektir:

 

Hele ki tasavvufçuların ve bâtınîlerin dillerine pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır” demeleri yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtınî mânâsını ancak bir efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı kâmil” (yada üst-insan) dedikleri kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih olanın da, gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur. Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân onları çok açık bir şekilde yalanlar:

 

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

 

Tasavvuf bağlılarına bakılınca hiç de sözlendiği yada bilindiği gibi sessiz, sâkin, hoşgörülü birileri olmadığı görülüyor. Psikopat bir yapıya sâhipler. Hemen hepsi çok sinirli ve kendi düşüncelerine sağlam delillerle karşı çıkanları neredeyse boğup öldürüverecekler. Öyle sanıldığı gibi “aşk adamı” falan da değiller. Moğol ajanı Celâleddin Rûmi; birbirilerini seven Kimyâ Hâtun’la oğlu Alâaddin’e düşmanlık derecesinde karşı çıkarak Kimyâ Hâtun’u Şems’e peşkeş çekmişti. Aşka hürmeti falan yoktu yâni. Zâten onlar “sevgi” yerine “aşk” sözünü kullanırlar ki aşk da şizofrenik bir durumun tezâhürüdür. Zîrâ aşkta bir “kendini kaybetme hâli” vardır ki tasavvufçular bu durumu üstün bir özellik gibi sunarak şizofreniyi ayyuka çıkarırlar. Sevgiye ve sevgi için özveriye canımız fedâ; lâkin bir psikolojik bozukluk, bir travma olan aşk yüzünden perişân olmayı en üstün insanlık durumu üst-insanın bâriz özelliği gibi göstermek normâl bir insan davranışı değildir ve gerçeklik dışında yaşamak (şizofreni) demektir bu. Kendinde olamama yâni sarhoşluk hâlini, insan-ı kâmilin hâli gibi gösteriyorlar ve anlatıyorlar. İyi de “güzel örneğimiz” Peygamberimiz’de bu tarz tutumlar görülmüş müdür ki?.

 

Şeytan Âdem ve Havvâ’yı “üst-insan olacakları sözüyle kandırmıştı:

 

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir” (A’raf 20).

 

“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

 

Nietzsche, insanın “sürü insanı”ndan sıyrılabilmesi ve özgürleşebilmesi için yâni üst-insan olabilmesi için nihilizmden geçmelidir der.

 

Üst-insan yada nam-ı diğer “übermensch”. Her türlü geleneksel ve sosyâl baskılardan kurtulup, arınıp, mükemmelleşmeyi kendi içinde, bünyesinde arayan insandır. Bu arayış süreci onu “üst-insan” yapar. “Üst-insan”, diğer insanların arasından sıyrılıp kendini fark ettirecek ve bambaşka, yepyeni bir ahlâk anlayışı onlar sâyesinde hayat bulacaktır.

 

Üst-insan, üstün insan, süper insan, yüksek insan Friedrich Nietzsche’nin gelecekteki insan öngörüsüdür. İnsan evriminin en son aşamasıdır. Nietzsche’ye göre mevcut ahlâk yapısı köle ahlâkı ile şekillenmiştir. Eşitlik kavramına karşı çıkar. Nietzsche’ye göre dînin, “zayıfın yanında yer alması”, “köle ahlâkı”dır (slave morality) ve dînin olumsuz yönlerinden birisidir. İnsanın gerçek doğası olan “güçlü olma isteği” ihmâl edilmektedir. Ahlâk, güçlü olmaya göre yeniden tanımlanmalıdır. Nietzsche her-şeyin eleştirisinin yapılmasını ve değerlerin gözden geçirilmesini ister. Her-şeyi yeniden değerlendirecek, apayrı ahlâkî ölçütlerle donanmış ve güçlü olma isteğini yaşayan insan üst-insan (übermensch)’dir.

 

Ona göre üst-insan, insanoğlunun amacıdır. İnsan aşılması gereken bir varlıktır. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır. İnsanın da kendisini aşması gerekir. Maymun, insanın gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın varlığının amacı üst-insandır. Çünkü insana yakışan güçlü, korkusuz ve acımasız olmaktır. Üst-insan insanlığa yeni değerler, yeni hedefler ve yeni düşünceler getirecektir. Güçlü ve bağımsız insanların egemenliği, hayvan sürüsü gibi şekillenen insanlık için bir ilerleme olanağıdır. Yığın kendini fedâ ederek, üst-insanı arzulayacaktır.

 

Üst-insan bir amaç ve yönelim olduğu kadar, bir sonuçtur da. Nietzsche’ye göre, üst-insanın imkânı: aşkın ideâllerin iflâsına, Tanrı’nın ölümüne bağlıdır. Bilinemeyen-metafizik öğelerle donatılmış bir düşünce üst-insanı oluşturamaz. Maddeyi aşan ve bilinmeze dayanan düşünceler üst-insana göre değildir. Üst-insan, Nietzsche’nin “son insan” adını verdiği pasif ve bıkkın insanın, amaçlar belirleme ve değerler yaratma gücünden yoksun kişinin, tam zıddıdır. Üst-insan insanlığın ulaşması gereken mertebedir.

 

Nietzsche “evrim, üst-insanı ortaya çıkarmak içindir, evrimin amacı “yığınlar” değil “dehâlardır. Hayâtın görevi, bireyler olarak bakıldığında, en değersiz tipler olan çoğunluğu yükseltmek değil, dâhiyi yaratmaktır, üstün kişiliklerin geliştirilmesi ve yükseltilmesidir” der.

 

Nietzsche onsekizinde, Tanrı’ya olan inancını yitirdi. Hayâtının geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirecekti. Sonunda aradığını “üstün insan”da bulduğunu sandı. Üst-insan Nietzsche için yeni bir tanrı ve yeni bir dindir. “Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın” sözünü eder. Şöyle der:

 

“Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetteyse, insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli bireyler geliştirmektir. ‘İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır’. Aklı başında olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün vâr olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütün deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir. Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın daha iyi. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır. Topluluk kendi başına bir amaç değildir”.

 

Üst-insan için tek bir ahlâkî prensip vardır: Güç istemi. Üst-insanın prototipi diyebileceğimiz Zerdüşt ile ilgili hikâye bir misâldir. Davranış kalıplarına işâret eder. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramânı aracılığıyla şöyle der: “Maymun, insan için nedir?. Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç. Üst-insan için insan da böyledir: Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç”.

 

Buradan çıkan sonuç şudur: Üst-insan Allah’sız insandır. Zîrâ üst-insan kendini ilah sayan insandır. Aynen tasavvuftaki insan-ı kâmil gibi. Nietzsche, yukarıdaki açıklamalarında her türlü sapık görüşü ortaya koymuştur ki insanlık târihi böyle sapkınlıklarla doludur. Nietzsche’nin yaptığı da benzer bir sapıklıktır. Hümanizmin altın çağında yaşayan Nietzsche’nin yapacağı şey tabî ki insanı tanrılaştırmak olacaktı. Fakat işin çok daha kötü yanı, bu düşüncelerin düşüncede kalmaması ve hem Sosyâl Darwinizm’i körükleyerek Asya ve Afrika’nın sömürülmesine destek olmuş hem de Hitler gibi sapık ve Faşist kişilere ve ideolojilere çok geniş bir alan açmıştır. Hitler, safkan Alman ırkı ortaya çıkarmak için sünnetullaha müdâhale etmiş ve sünnetullaha müdâhale eden her zavallı gibi bedbaht olmuştur. Zîrâ sonuç hüsrân olmuştur. Nietzsche’nin bu “üstün insan” fikri Hitler’de “üstün insan ve üstün ırk” fikrine dönüştü ve 2. Dünyâ Savaşı’nda ortalık toza-dumana karıştı. Bu düşünce merkezinde ortaya konan Faşizm, 20. yüzyılı kana bulamıştır. Olmayacak bir hayâlin peşine düşen Hitler ve Mussolini gibi kibir timsâlleri, bu düşünce bağlamında Dünyâ’yı ifsâd etmişler ve nice insanı acılara boğmuşlardır. Onların sonu Dünyâ’da rezil olmak olduğu gibi, âhirette ise acı ve sonsuz bir azâba mahkûm olacaklardır.   

 

Nietzsche’den gazı alan Hitler, kendini bir şey zannetti ve Nîsan 1937’de yapılan Alman hristiyanları arasında yapılan toplantıda, “Hitler’in sözlerinin Tanrı emri, çıkardığı yasaların ise “ilâhi yasalar” olduğu îlân edildi. Artık Hitler’in her durumu kutsallaştırılmaya başlandı. Hitler’in çeşitli suikastlardan dakîkalar öncesinden sağ olarak kurtuluşu, 1. Dünyâ Savaşı sırasında girdiği sayısız göğüs-göğüse yapılan süngü savaşından sağ çıkması, onun “seçilmiş insan” olduğuna hem onu hem de yandaşlarını daha çok inandırdı ve  çılgınlığını daha çok arttırdı. Bu sapkın inanç ile; Yahudi, Çingene hattâ sakat Almanları bile “üstün ırk” yaratma fikri ile soykırım ile öldürdü. “Son Mesih” ve “Dünyâ’nın yöneticisi” olduğuna kadar işi götürdü ve buna inandı. Bu duygularla tüm Dünyâ’yı savaşa sürükledi. Savaşın kazanılmasıyla 1.000 yıl sürecek olan bir Altın Çağ’ın başlayacağını hayâl ediyordu.

 

Yahudilerin kutsal(!) kitabı Tevrat’ın öğretisinden kaynaklanan inanca göre, Yahudiler de kendilerinin Dünyâ’da ayrıcalıklı bir ırk olduğuna ve ayrıca diğer ırklar üzerinde onları yönetme hakkına sâhip olduklarına inanırlar. Bu inanış modern zamanlardan önce yahudileri sürekli bir sürgünde bırakmış, modern zamanlarla birlikte ise kendileri dışındaki insanlara acımasızlık, merhâmetsizlik ve zulüm olarak yansımaktadır. Zîrâ kendini diğerlerinden üstün görenler, düşük gördükleri kişilere ve toplumlara mutlakâ zulmederler. Diğerlerini küçük görme kibri, derin düşmanlıklara neden olur. Dünyâ’daki kötülüklerin kaynağı, bencillik, egoistlik, hırs ve “kendini ayrıcalıklı ve diğerlerinden üstün görmek”tir.

 

Kendini üstün ve ayrıcalıklı görerek her-şeye sâhip olmaya çalışarak Dünyâ’ya hâkim olma düşüncesi, “Tanrıyı oynamak” demektir. Bu hastalıklı “üstün ırk” ve “üstün insan” düşüncesi, zamanla herkesi felâkete sürükler, Dünyâ’ya barış ve huzûr getirmez. Zîrâ Allah, üstünlüğü sâdece takvâ ile sınırlandırmıştır. Takvâda üstünlük, “Allah’tan, yâni O’nun sevgisini kaybetmekten korkmada, O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmede en titiz ve gayretli olmak” anlamında olan bir üstünlüktür. Bu üstünlük Allah’ın değerlendireceği bir üstünlük olduğu için Dünyâ’da kibir anlamında bir etkisi olmaz.

 

İslâm’a göre üst-insan yada insan-ı kâmil diye bir şey yoktur. Sâdece “takvâda yâni sorumluluğu bilmede ve Allah’tan korkmada üstün olan insanlar vardır. Tabi bu her insan için ulaşılabilecek bir yerdir. Doğuştan gelen yada ırktan-kandan gelen bir üstünlük durumu yoktur İslâm’da. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ve sabredenlerin ulaşabileceği bir şeydir takvâda üstün olmak. Bu bağlamda Kur’ân insanlara, “İslâm yolunda önderler ve lîderle olun” der fakat “üst-insan olun, süper insan olun, Allah’laşın” falan demez. İnsanın ulaşabileceği zirve, kulluğun en ideâl yaşandığı “takvâda üstünlük” hâlidir. İnsan diğer insanlardan ayrıcalığını, Dünyâ’da takvâsıyla, âhirette ise cenneti hak etmesiyle olacaktır. Bu Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve peygamberler dâhil tüm insanlar en ideâl kulluğu yapmakla imtihan edilmektedirler. Zâten müşriklerin Peygamber’e; “sana melekler eşlik etmeliydi, hazînelerin olmalıydı” falan dediklerinde Peygamberimiz; “hâşâ, ben kendisine vahyedilen bir kuldan başka neyim ki” diye cevap verir ve kulluğunu ve resûllüğünü öne çıkarır. Peygamber seçilenlerin özelliği ise, çok üstün bir ahlâka sâhip olmalarıdır. Yoksa doğuştan gelen bir seçilmişlik ve üstün insan olmaları falan değildir.  

 

Tasavvuf, bir “Allah olma serüveni”dir. Bu nedenle tasavvufçular Allah olmaya pek meraklıdırlar. İbn-i Arabi, Celaleddin Rûmi, Yunus Emre vs. insan-ı kâmil ve üst-insan sevicilerin baş-tâcı ettikleri kişilerdir. Bu kişiler -sözde-, zamânının üst-insanları ve insan-ı kâmilleridir. Fakat hayatlarına baktığımızda “şathiye” olarak isimlendirilen sapıkça sözleri bilinmektedir. Bu kişiler sapıkça sözlerden başka, dîne karşı bir din kurdukları gibi, Allah’a karşı da Allah’lık taslamışlar ve nice bedbaht da onların peşine düşerek küfre, şirke ve zulme düşmüştür.   

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesi Alevilikte de vardır. İmamlarını hatâsız ve mâsum îlân ettikleri gibi, bu kişilerin ilmin tamâmını aracısız olarak bir-anda hıfz ettikleri de söylenir. Bundan başka nice olağan-üstü hâllerde bulunabilirler ve mûcizeler gösterebilirler. Sözde üst-insanlar ya; ancak Allah’a isnât edilebilecek olan özellikler, bu kişilerin alâmeti fârikaları olarak gösterilir. Alevî-Bektaşîlikte Tanrı, kendisini olağan-dışı insanda, insan-üstü insanda, kâmil insanda gösterir (kendisini ifâde eder).

 

Modern insan da bu düşünceleri pek sevmiştir. Çünkü Allah’ı ve âhireti inkâr etmiş yada unutmuş olan modern insanı kahreden şey, kaçınılmaz son olan “ölüm”dür ki, modern insan bu sondan kurtulmak için yollar aramaktadır. Sonuçta bundan kurtulmanın yolunun üst-insan, insan-ı kâmil, üstün insan olmaktan geçtiğini zanneder. Bu nedenle de ölümsüz olabilmek yâni ilahlaşmak istemektedir. Tabi bunun için kullanabileceği araç, modern-bilim ve teknoloji olacaktır. Zîrâ modern-bilimin üst-insan yâni ölümsüz insan olma yâni ilahlaşma projeleri vardır. Teknoloji aracılığıyla her-şeyi bilen tanrılaşmış insan üretmek, bu tanrılaşmış insan ile birlikte her soruna ve en büyük sorun(!) olan ölüme bile bir çâre bulunacaktır ve böylece hem kendilerini boğan ve perişân eden ölüm fikrinden hem de tepelerinde sürekli Demokles’in kılıcı” gibi duran Tanrı düşüncesinden kurtulacaklardır. Yapay zekâ zırvalıkları bu nedenle bu kadar pohpohlanıyor ve ortalıkta geziyor. Oysa yapay zekâ belli oranda zekî olabilir ama akıllı olamaz. Eğer akıllı olabilseydi “sâdece Allah’a” kul olmaktan başka bir şey yapmazdı.

 

Modernite insanlara daha çocukluklarından ve hattâ bebekliklerinden îtibâren Hollywood aracılığı ile üst-insan imajı sunar ve bilinç-altına işler. Üst-insan, üstün insan ve süper insan yâni tanrılaşmış insan imajının alt-yapısını süper çizgi kahramanların filmleriyle kurmuştur. Doğu’da ve müslümanlar arasında da efsâne ve uydurma rivâyetlerle “insan-ı kâmil” şeklinde “tanrı-insan” imajı ortaya konmaktadır.

 

Tasavvufun insan-ı kâmili ve Nietzsche’nin insan-üstüsü, “ahlâkî peşin hükümler”den kurtulmuştur. Şöyle der.

 

“Merhâmete, vicdâna ve bağışlamaya karşı, yâni insanların dâhili zâlimlerine karşı mücâdele edin; zayıfları sıkıştırın, cesetlerine basarak yukarıya doğru tırmanın. Çünkü siz yüksek bir türün çocuklarısınız, çünkü ideâliniz insan-üstüdür”.

 

Üst-insan yada insan-ı kâmil, “günahsız insan”dır. Fakat günahsız olmak “insânî” değildir. Bilakis, günah işlemek ve tevbe etmek insan olmanın göstergesidir, günah işleyip tevbe etmek, daha insânîdir. Zîrâ insan hiç-bir zaman ve aslâ “mükemmel” olamaz, “süper” olamaz.

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insanda güyâ tanrılaştıkları için hiç-bir değer yargısı kalmaz. Onların insanca ve kulca bir şey yapmaları gerekmez ve onlara yaraşmaz da. Meselâ Allah karşısında secdeye kapanmak ve ibâdet etmek üst-insanlar için olacak şey değildir. Bunlar halk arasında avam tabakası, geri kalmış ve tekâmülünü tamamlamamış olanlar için lâzımdır. Hâlbuki Kur’ân, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz’in özelinde bize; “sana ölüm gelinceye kadar kulluk et” der.

 

Nietzsche’nin “güç istemi”ne göre üst-insan olma düşüncesinin kaynağı -insan-ı kâmil düşüncesinde olduğu gibi- insanın âciz oluşundan kaynaklanır. Kendisine insan-ı kâmil ve üst insan diyenler ve öyle olduğunu sananlar da âcizdir. İnsan ancak yaratılışına-fıtratına göre davrandığında âcizlikten kurtulur. Tabi bu, Allah karşısında sürekli olarak âciz kalacağı gerçeğini değiştirmez. Fakat Allah karşısında âciz kalmak kötü de değildir eziklik de değildir. 

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan, “üstün insan” falan değildir. Onlar sâdece, kendini bir bok zanneden zavallı üçüncü sınıf kullardır. İnsan-ı kâmil ve üst-insan oldukları düşünülenler, îcâbında küçük ve büyük abdestlerini bile tutamayan kişilerdir. İnsan-ı kâmil ve üst-insan olduğu söylenenlerin içinde nice şerefsizler, ahlâksızlar ve düzenbazlar vardır.

 

İnsan-merkezci bir anlayıştır bu iki kavram. Hümanisttir. İnsanı merkeze alır ve sözde “üst(ün) insan”ı ise insanların en üstüne koyarak tanrılaştırır.

 

İnsan zâten en güzel ve en ideâl şekilde yaratılmıştır: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 4-5). Fakat sonra da aşağılara düşürülmüştür. İslâm’da insan “eşrefi mahlûkât”tır. Bu özelliğini Allah’a kul olmakla kazanır. Kulluğu en iyi yapanlar ise örnek şahsiyetler olan peygamberlerdir. İnsan-ı kâmil ve üst(ün) insan düşüncesinde ise insan ilahlaştırıldığı için, dinden ve Allah’tan da soyutlanmıştır. Çünkü artık kendileri -hâşâ- ilah olmuşlardır. Öyle ki, modern insan, bilimi ve yapay zekâyı kullanarak “ölümsüz süper insan” yaratmak hayâlleri kurmaktadır. Bu da, “insan-ı kâmil” ve “üst(ün) insan” düşüncelerini kışkırtmaktadır. Çünkü yapay zekâya ve ultra dayanıklılığa sâhip olacak insan, bir süre sonra ölümsüzlüğe kavuşarak ve ilahlaşarak kâinâtı ellerinde bir tesbih gibi oynayabilecek bir kudrete ulaşacaklardır. Tabi şunu hesâba katmamaktadırlar; insan, indirgenemeyecek bir özelliğe de sâhiptir ve o şey “bilinç”tir. Bilinci yapamayacakları ve hattâ onun ne olduğunu bile hiç-bir zaman bilemeyecekleri için, ne kadar “üstün” bir insan ortaya çıkarırlarsa-çıkarsınlar, normâl yurdum insanında bulunan bilinçten daha üstün bir bilince ulaşamayacaklardır.

 

Üst-insan ve insan-ı kâmil düşüncesinde Allah yoktur. Zîrâ insan -hâşâ- Allah’tır ve henüz Allah’lığını oluşturamamış olanlar üst-insanı yada insan-ı kâmil’i örnek almak ve hattâ ona kulluk yapmak zorundadırlar. Allah olmayınca tabi peygamber ve vahiy de yoktur ki zâten bu sapık düşünceye göre, peygamberlik ve vahiy, insan-ı kâmil’den yada üst-insandan kaynaklanır.

 

Peki bu üst-insan yada insan-ı kâmil denilen sahtekârlar, o kadar güçleri ve ferâsetleri varsa, Dünyâ’da mazlumların ve mâsumların feryât ve figânları gökleri delerken, adâletsizlik tüm Dünyâ’yı sarmışken, neden hiç-bir şey yap(a)mazlar?. Ne yapılacağına dâir bir akıl da mı veremiyorlar?. Eğer gerçekten “üst-insan” yada “insan-ı kâmil” diye birileri olsaydı, Dünyâ cennete dönerdi. Ancak Allah’ın seçtiği peygamberler vardır ki, onlar da Dünyâ’yı cennete değil ama cennetin bir şûbesine çevirmek için canla-başla çalışmışlardır. Bu uğurda kimileri başarılı olurken, kimileri de hedefi tamamlayamadan vefât etmişlerdir. Fakat başta Allah rızâsı ve o yüce hedef yolunda olduklarından ve öldüklerinden dolayı Allah onları “örnek kişiler” olarak kıyâmete kadar tescillemiştir.

 

Üstün insan, takvâda ve ahlâkta üstün olandır. Allah’ı ve ahlâkı inkâr edenlerin bırakın üst-insan olmasını, onlar rezil ve âdi şerefsizlerin tekidirler. Üstün insan, “Allah’tan başkasından korkmayan ve ondan başkasına aslâ kulluk ve yalakalık yapmayan insan”dır. Üstün insanlar, insanları kandıran ve sömürenlere apaçık bir şekilde zâlim olduklarını haykıran insanlardır. Üstün insan, Allah’tan başkasını yol gösterici, rızık verici ve hüküm koyucu edinenlere, kâfir ve müşrik olduklarını, bu tutumdan vazgeçmeden öldüklerinde âhirette sonsuz azâba mahkûm olacaklarını apaçık bir şekilde söyleyebilen insandır. Üstün insan, Allah’ın sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim kılma düşüncesi olan ve bunun için olanca gücüyle çaba harcayan insandır. Üstün insan; şirke, küfre, zulme, adâletsizliğe, haksızlığa düşman olan ve bunları bertarâf etmek için düşünen ve amel-eylemde bulunan insandır.

 

Âriflerin kâmil insanı aradıkları gibi, modem çağda da ister materyâlist olsun ister ideâlist, tüm ideolojiler kendi “ideâl insan”ını aramaktadır. Her ideolojinin ideâl insanı, örnek insanı, “süpermen”i yâni “üstün insan”ı vardır. Fakat şöyle bir çelişki vardır; üst(ün)-insanı daha alt kademedeki olan insan belirleyemeyeceğine göre, onu belirleyecek olan bir mercî olmalıdır. Üst-insan düşüncesinde üst-insandan daha üst bir mercî olmadığı için, üst-insanı belirleyecek olan da yine üst-insandır. İslâm’da ise üst-insan; en ahlâklı, en takvâlı olan insandır ki bunlar da peygamberlerdir. Peygamberlerin kim olacağını ise ancak “En Üst” olan Allah belirler ve seçerek insanlara gönderir. Zâten ancak o seçilenlere vahiy gönderilir. 

 

Budizm’de belirgin bir Tanrı anlayışı yoktur. Tanrı yerine yalnızca “kâmil insan” yâni üst-insan vardır ki bu kişi “nirvanaya ulaşmış olan kişi”dir. Nietzsche’nin Zerdüşt aşkı buradan gelir. Budizm’de tüm çaba nirvanaya ve üst-insan olmaya ulaşmak içindir. Buda’nın “nirvana sâhibi” bir insandır ve bu nedenle insanlığın kurtarıcısı ve “nihâi murâdı” olarak benimsenip ilahlaştırılmış ve tapılmaktadır. Üst-insan “Tanrı’nın yerine geçmiş olan yeni ilah”tır. Zîrâ Tanrı ölmüştür(!) ve tanrısız kalındığı için yeni bir tanrıya ihtiyaç vardır. Bu tanrı insanların en üstünü olan kişi olacaktır. Lâkin unutulan bir şey vardır ki, insan hiç-bir zaman mutlak olgunluğa eremez. Zîrâ o tanrı değil kuldur, fânîdir ve ölmeye mahkûmdur.

 

İnsanlık târihi, Allah’ın tek ve mutlak ilahlığına karşı “insanı ilahlaştırma” çabasıdır. Peygamberler insanları Allah’a “kul” olmaya çağırırlarken, peygamber düşmanları ise insanı ilahlaştırmak için çaba harcarlar. Bu bağlamda Vâroluşçuluk felsefesinde şöyle denir: “İnsan, Tanrı’nın veyâ tabiatın yarattığı bir varlık değildir. İnsan, kendini yaratan bir Tanrıdır”. İşte; cehâlet,budur, bâtıl budur, şirk budur, küfür budur ve zulüm budur.

 

Velhâsıl kelam; insan-ı kâmil ve üst-insan düşünceleri birer terbiyesizlik, haddini bilmezlik ve hezeyândan başka bir şey değildir. Süpermen gibi bir insan yoktur, olmayacaktır, olamaz da. Bizim güzel örneğimiz, sözde süper insanlar değil, kıssalarda hikâyeleri anlatılan peygamberler ve Ahzâb 21. âyette örnek gösterilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)dir. Ve o Allah’ın “kulu” ve resûlüdür. Süper güçleri yoktur. Fakat muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve takvâda öncüdür. Âlemlere rahmet olması bu nedenledir.

 

Peygamberler ve hattâ melekler bile Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar ve bundan gücenmezler:

 

“Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sâhibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle kaçınmazlar. Kim O’na ibadet etmekten kaçınırsa ve büyüklenirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzûrunda toplayacaktır” (Nîsâ 172).

 

“De ki: ‘Ben, yalnızca Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O’na dâvet ederim ve son dönüşüm O’nadır” (Ra’d 36).

 

“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca ‘kul’ olarak gelecektir” (Meryem 93).

   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

Devamını Oku »

15 Eylül 2020 Salı

Helâlen Tayyiben


“Ve kulû mimma razakakumullâhu halâlen tayyiben vettekullâhellezi entum bihi mü’minûn”.

 

“Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’tan korkup-sakının” (Mâide 88).

 

Âyette, “helâl ve temiz olanlardan yiyin-için ki Allah’tan korkasınız” diyor. Demek ki Allah korkusu, yiyip-içmekle de alâkalıdır. Helâl ve temiz yiyip-içenler Allah’tan korkarlar. Temiz, îmanlı, ahlâklı ve iyi insanlar için “helâl süt emmiş” demeleri bu yüzdendir. Yenilen-içilen gıdâlar helâl ve tayyip olmayınca yada birinden biri eksik olunca Allah korkusunda azalma oluyor. Hırsızlar, yolsuzluk yapanlar ve zâlimler bu nedenle Allah’tan korkmamakta ve O’na başkaldırmaktadırlar. Çünkü onlar sürekli olarak haram yemektedirler. Yedikleri şeyin temiz olması da kâr etmemektedir. Çünkü bir şey aynı-zamanda hem helâl hem de temiz olmadığında büyü bozuluyor ve maddî-mânevî zorluklar baş gösteriyor.

 

Yenilen şeyler helâl olmasına rağmen temiz olmadığında ve içine GDO’lar ve kimyâsallar karıştırıldığında mâneviyat da bozuluyor. Çünkü doğal-organik olmayan gıdâlar nefisleri kolayca ve aşırı şekilde kışkırtıyor ve şeytana alan açıyor. Günümüzde olan şey budur. Çeşitli kimyâsallar ile kirletilmiş gıdâları tüketenler, şeytana, nefse ve tâğutlara kolayca kapılıp onlara göre hareket ediyor ve içlerinde doğal ve mânevî hiç-bir değer kalmıyor. Hattâ mâneviyata düşman oluyorlar. Zîrâ “insan yediğidir” denir. İnsan, yediğine-içtiğine göre düşünür, konuşur ve hayat sürer. Hattâ yasa yapmada bile yenilip-içilenlerin etkisi vardır.

 

Kur’ân aynı-zamanda helâller ve yasaklar kitabıdır. Aslalon mubahlık yâni serbestlik olduğu için helâller haramlara göre çok daha fazladır. Meselâ üzümün yaşı, kurusu, yaprağı, şırası, pekmezi, reçeli, hoşafı, keki, sirkesi, ezmesi vs. bir-çok şeyi helâldir ama şarabı haramdır. Üzümden şarap yapmak ve içmek haramdır. İnsan hem üzüme hem de kendine zulmeder böylelikle. Fakat üzüm helâl olduktan başka temiz de olmalıdır. Temiz olması hem dışının hem de içinin temiz olması şeklinde olmalıdır. Dış temizlik bahçenin ürünün temiz bakılması, toplanması ve işlenmesi sırasında temizliğe dikkat edilmesi şeklindeyken, iç temizliği de doğal ve organik olmasıyla olur. Yâni bir şey hem helâl, hem temiz, hem de doğal-organik olmalıdır. İşte ancak o zaman insan da temiz olur. Zîrâ “insan yediğidir”. İnsan ne yerse ona göre düşünür, konuşur ve hareket eder. Helâl ve temiz olmayan şeyler yiyip-içmek, insanın yavaş-yavaş mâneviyatını-kâlbini bozar ve onu doğallıktan ve temizlikten uzaklaştırır.

 

Sünnetullah gereğince bir şeyi çalarak tüketince de o gıda yiyene fayda verir. Çaldığı şeyin vitamini-minerâli hâlen içindedir çünkü. Onun minerâlini vitaminini vs. bedenine alır. Fakat onun mâneviyatını ve temizliğini alamaz. Çünkü çalınan mal, mâneviyatını ve bereketini kaybeder. Bu belki ince araştırmalarla da gözlemlenebilir ama asıl, tecrübe ile sâbittir ki çalınan mal hayır getirmez. O nedenle gıdâ helâlen tayyiben olmalıdır ki insan da helâl ve tayyib yâni meşrû ver temiz olsun.

 

Hak ile bâtıl karışınca o şey “bâtıl” olur. Helâle karışan gayr-ı meşrû her-şey hakkın bâtıla karışması gibi haramdır. GDO ve kimyâsallar ile hak ve bâtıl birbirine karışmış yâni helâl ile haram birbirine karışmıştır. Böylece hemen her-şey haram hâle gelmiştir. Çünkü bir kazan balın içine atılan bir damla zehir nasıl ki tüm kazanı zehirliyorsa, hakka karışan en küçük bâtıl da hakkı zehirler. Sünnetullah budur işte, imtihan budur!. Sabredilmesi gereken şey budur. Çünkü bir kazan bala bir damla zehir karışınca o bal zehir oluyor fakat, bir kazan zehire bir damla bal karıştırıldığında hattâ yarısına kadar bal karıştırıldığında bile o zehir bal olmuyor. Zehir balı zehire çeviriyor ama bal, zehiri bala çevirmiyor. Çünkü hak, bâtılı aslâ kabûl etmez. Hak, saf olandır. İçine bâtıl karıştığında hak oluşuna halel gelir.

 

Bir litre petrôlün, bir milyon litre temiz suyu içilmez hâle getirdiği hesaplanmıştır. Haram ve necis yâni bâtıl olan, helâl ve tayyip yâni hak olanı işte böyle kullanılmaz hâle getiriyor. 

 

Gıdâ üretiminde 1919 yılından sonra teknoloji kullanılmaya başlandı fakat bu, doğallığı bozucu değildi. 1940-1973 arasında, işe antibiyotikler enzimler vs. karıştırıldı ama bunlar da gıdânın temelinde bâzı etkiler yapsa da gıdâda büyük değişikler olmadı. Fakat 1973’ten sonra mantık değişti, her-şey farklılaştı ve gıdâ “gıdâ” olmaktan çıktı. Artık 50.000 çeşit kimyâsalın karıştığı şeyleri yiyor, içiyor, giyiyor ve kullanıyoruz.

 

Eskiden organik olmakta sorun yoktu. Zâten organik olmayan bir şey üretilemezdi ve tüketilmezdi. Üstelik organik doğal olan ürünler doğal ortamlarında doğal hava ve su ile birlikte yiyip-içilirdi. Bu da gıdalardan tam faydalanabilmeyi sağlıyordu. Fakat modernitenin köpürdüğü ve din hâline geldiği zamanlarda insanın en temel gıdâlarına bile GDO ve kimyâsallar karıştırıldı ve bunlar insanları hem çeşitli hastalıklara müptelâ etti hem de açlığı başlattı. Evet; birileri GDO ve kimyâsalların gıdâları çoğalttığını ve açlığı bitirdiğini iddiâ ededursun, aslında olan şey açlığın artmasıdır. Üstelik küresel çağdaki açlık, târihte hiç olmadığı kadar yoğun, yaygın ve süreklidir.

 

Norman Borlaug, ekmeğin elde edildiği buğdayın sapları hemen eğilmesin ve daha çok büyüsün de daha fazla başak ve buğday versin diye, buğdayın sapını daha sağlam yapmak için ona kimyâsallar uyguladı ve çeşitli aşmalardan sonra bunu başardı. Böylece başaklar büyüdü ve daha fazla ürün vermeye başladı. Herkes de zannetti ki artık daha çok gıdâ olacak ve beslenme sorunu olmayacak. Bunu yaptığı için Norman Borlaug’a Nobel Barış Ödülü de verildi. Oysa işin aslı öyle değildir.

 

Eskiden buğdaylar doğal hâlindeyken daha az buğday ve un oluyordu ama, bundan yapılan ekmek çok-çok daha besleyici idi. Çünkü hem daha doğaldı, hem de makinelerle proteini, ruşeymi, kepeği ayrılmıyordu. İçine kimyâsallar ve GDO da karıştırılmıyordu. Şimdi ise bunlar ayırılıyor ve unda sâdece nişastası ve içine katılan onlarca çeşit kimyâsal kalıyor. Ekmeğin besleyiciliği ve dolayısı ile doyuruculuğu %75 oranında azalmıştır. Bu nedenle eskiden tek bir ekmekle doyabilenler artık üç ekmekle bile zor doymaya başladı. Üstelik kimyâsallardan dolayı hastalıklarda çok fazla artış başladı. Eskiden tek ekmekle doyan insanlar, kazandıkları parayla tek bir ekmek alıyordu ve hayâtını sürdürebiliyordu, oysa Norman’dan sonra insanlar doymaya ve gerçek anlamda beslenmeye ulaşabilmek için artık tek ekmek değil üç ekmek almak zorunda kaldılar. Fakat köle gibi çalışarak kazandıkları para ile üç ekmek alamıyorlar ki!. Üstelik üç ekmek yediklerinde bir-çok hastalık da ortaya çıkıyor. Çünkü doymak ve beslenmek demek, “mîdeyi şişirmek” demek değil, kanın ihtiyâcı olan yeterli miktarda protein, vitamin ve minerâli sağlamaktır. Dünyâ’nın yarısı bunu sağlayamayınca yarı-aç yaşamaya başladılar. Kimyâsallar ve GDO arttıkça bu yaygınlaştı ve çoğaldı. Üstelik sömürü ve modern kölelik devâm ediyor ve kişinin âile sayısı gün geçtikçe fazlalaşıyor. Sonuçta âilenin daha fazla nüfûsa bakmaya kazandığı para yetmeyince çocuklar açlıktan yâni doğru ve yeterli beslenememekten dolayı ölmeye başladı. Zîrâ artık tek ekmek yetmiyor ve tek ekmek yerine üç ekmek gerekiyor. Karınların şişmesine rağmen kan aç kalıyor ve ihtiyâcı olan gıdâyı istiyor fakat bulamıyor.

 

Yapılan bu şeye “Yeşil Devrim” denilmiştir. Bir yazıda “Yeşil Devrim” ile ilgili olarak şunlar söylenir:

 

“20. yüzyılın ikinci yarısında uygulanan sözde ‘Yeşil Devrim’  -tarımda yeni tekniklerin ve yeni geliştirilmiş, yüksek verimliliğe sâhip tahıl çeşitlerinin kullanılması- daha bol hasatlara imkân tanıyarak, Üçüncü Dünyâ ülkelerindeki açlığı ortadan kaldıracaktı, ki gerçekten hasatlardan daha bol ürün alınmasını sağladı. Fakat Yeşil Devrim, toplam ulusal tahıl üretimi rakamları bakımından bir başarı olsa da, topluluklar ve bireysel insânî değerler perspektifinden bakıldığında, sebep olduğu problemlerin, başarılarının çok ötesinde olduğu görülür’. Dünyâ’nın çeşitli bölgelerinde Yeşil Devrim’in sonuçları, bir felâketin sebep olacağı sonuçların hiç gerisinde değildi. Örneğin Pencap’ta (bir bölümü Hindistan, diğer bir bölümü ise Pakistan’da yer alan bir bölge) Yeşil Devrim, ‘binlerce hektar verimli toprağı’ mahvetti, su rezervlerinin kritik bir düşüşüne, su kaynaklarının tarım ilaçları ve kimyâsal gübreler ile kirlenmesine, bir-çok kanser vâkâsına (yüksek ihtimâlle kirlenmiş sudan kaynaklanan) ve intihara sebep oldu. ‘Yeşil devrim bize sâdece çöküş getirdi’ diyor Jarmail Sigh. Toprağımızı, çevremizi ve su-kaynaklarımızı mahvetti. Eskiden köylerimizde insanların gelip eğlenebileceği festivallerimiz olurdu. Şimdi hastânelerde toplanıyoruz. Dünyâ’nın başka bölgelerinden de, değişen derecelerde, ‘yeşil devrim’in sebep olduğu olumsuz sonuçları ortaya koyan raporlar gelmektedir. Bu sonuçlar, ekonomik, davranışsal ve tıbbî etkilerin yanında, çevreye olan tahribâtı da kapsamaktadır, (çölleşme gibi)”.

 

Biyolojideki en büyük buluş (yada fitne), 1953’de James Watson ve Francis Crick DNA kodunu kırdıklarında ortaya çıkmıştır. 1972’de “şart enzimleri” keşfedildi. Bu enzimler DNA’nın parçalanabilmesini ve belirli amaçlar için belirli yollarla yeniden bir-araya getirilebilmesini mümkün kıldı. Başka bir deyişle, yeni DNA kombinasyonları, normâl bir biçimde bölünebilecek ve büyüyebilecek fakat yeni proteinler üretebilecek bir hücrenin içerisine konulabilirdi. 1980 yılında, Birleşmiş Devletler yargıtayı, bu şekilde insan eliyle oluşturulan organizmalar için patent yasasının korunmasını kabûl etti. Bu, pek-çok yeni, genetik olarak değiştirilmiş hayvan ve sebzelerin ticârî anlamda istismâr edilmesine neden oldu.

 

Dünyâ’da her gün binlerce kişi açlıktan dolayı ölüyor. Bunun nedeni yapılan biyolojik-genetik çalışmalardır. Aslında açlığın en çok yaşandığı Afrika kendi-kendine rahat bir şekilde yeten bir kıtadır. Fakat onları rahat bırakmıyorlar ve zorluklar içinde yaşamalarına neden oluyorlar.

 

Çeşitli diyet-perhiz reçeteleri ve tavsiyeleriyle, “kan grubuna göre beslenmek” düşüncesiyle yada modernitenin dayatmasıyla, helâl ve tayyip yâni meşrû ve temiz olan uzun bir liste hâlindeki gıdâlardan, geçiçi olarak değil de sürekli olarak vazgeçmek, “Allah’ın helâl kıldığını haramlaştırmak” demektir. Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını ise haram kılmak yanlıştır, şirktir ve günahtır:

 

“Ey Peygamber!; eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah’ın sana helâl kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Tahrîm 1)”.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında Peygamberimiz’in başından geçen şu olay anlatılır:

 

“Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş vâlidemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-ü Ekrem’e çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her zamankinden fazla kalırdı. Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merâk etmeye başladı. Bir-ara câriyesi vâsıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikrâm edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi. Resûl-ü Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe, gayrete geldi. Taraftârı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu tâlimâtı verdi: ‘Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Resûlallah!, Megâfir mi yediniz?’. Resûlullah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabî ki o; ‘Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti’ cevâbında bulunacaktır. O zamanda biz, ‘demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ deriz’.

 

Megâfir, ‘mağfur’un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fenâ kokulu bir zamkıdır. Peygamberimiz bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir tâlimatta bulunmuştu.

 

Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, ‘Yâ Resûlullah!, Megâfir mi yediniz?’ sorusuyla karşılaştı. Peygamber Efendimiz, ‘hayır!’ dedi. Hz. Hafsa, ‘O hâlde bu koku ne?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz, ‘Zeyneb bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim’ buyurdu. O zaman Hz. Hafsa, ‘demek ki o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ dedi. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem Efendimiz, ‘onu bir daha içmem!’ diyerek yemin etti. Sonra da, ‘işte, yemin ettim!. Sakın bunu (ne Âişe’ye ne de) başka bir kimseye duyurma’ diye buyurdu. Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf hanımlarını memnun etmek maksadıyla kendisine helâl bir gıdâ olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu. Peygamberimiz’in baldan istifâde etmemeye yemin etmesi üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil olmuştur”.

 

Peygamber’in görevlerinden biri de, helâli-haramı, iyiyi-kötüyü ve temizi-pisi ayırmak, böylece insanın üzerinden büyük bir yükü almaktır:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

İslâm haram olan şeyleri sayar ve şüpheli olan şeylerden kaçınmayı emreder. Meselâ içki konusunda bir şey şüpheliyse uzak durulması gerekir. Bir şeyin içinde alkôl olmasa bile eğer o şey “sarhoş edici” ise ondan uzak durmak gerekir. Bu bağlamda meselâ arpanın suyundan yapılan “malt içeceği”nin haramlığı konusunda net bir şey söylenmemektedir. “Sarhoş ediyorsa haramdır” diyorlar. İyi de ben de onu soruyorum. Sarhoş ediyor mu?, etmiyor mu?. Bunun net cevâbını kimse veremiyor. “Enerji veriyor ve bâzı yararları var” dedikleri için araştırdım. Kesin sonuç alamayınca, “nede olsa arpa suyu, glikoz, fruktoz, şerbetotu vs. var ve alkôl yok” diye bunu denediğimde, 330 ml’lik kutunun yarısına geldiğimde beni çakır-keyf yaptığını gördüm. Kafayı-gözü ağırlaştırıyor ve sersemletiyor. Bir tâne içildiğinde yaklaşık 2 saat etkisi oluyor. 3 kutu içilse bir bira kadar sarhoşluk vereceğini sanıyorum. Çünkü malt için, aslında içinde binde 0,5 oranında alkôl olduğu ve bekledikçe de fermantasyon nedeniyle alkôlleşmenin arttığı söyleniyor. Dolayısı ile bunu câiz görmedim ve uzak durulması gereken şüpheli bir şey olarak yorumladım. (Burada şunu söylemem gerekir ki, malt içeceği, ilaç kullanan biri olduğum için kullandığım ilaçlarla birlikte fazladan bir etki yapmış olabilir).

 

Hayvanın da helâl ve tayyip yâni meşrû ve temiz olan ile beslenmiş olması önemlidir. Köylerde hayvan sâhiplerinin, insanların bin-bir emekle kurdukları bahçelerindeki ürünleri hayvanlarına yedirdikleri biliniyor. İşte o “hayvanlar”, hayvanlarına haram yedirmişlerdir. Oysa eski takvâlı insanlar, başkasının emeğini haram olarak yiyen hayvanın etini ve sütünü içmekten korkmuşlar ve sakınmışlardır.  

 

İnsanın da helâlen tayyiben olması şarttır. Bu hem fizîken hem de mânen böyledir. Fıtrata aykırı şeyler yapmak insanları kirletir ve mundar eder. Meselâ eşcinsellik böyledir. Kavmine eşcinseliğin kötülüğünü ve pis bir şey olduğu söyleyen Hz. Lût’a kavminin cevâbı şöyle olmuştur:

 

“Kavminin cevâbı ise: ‘Lût’un âilesini memleketinizden sürüp çıkarın, belli ki onlar tertemiz ve pek nâmuslu insanlarmış’ demekten başka bir şey olmadı” (Neml 54-56).

 

Allah domuza “pis” der ve sâdece pis olduğu için yemeği haram kılar. Temizlik çok önemlidir. O hâlde pis olanların yenmesi de haramdır. İslâm’da her-şey, helâl, tayyip ve meşrû üzerine kuruludur. Ancak ve ancak bu yolla insanlar da temiz olur ve helâl ve meşrû işler yaparlar.

 

Bir gıdânın sâdece helâl olması yetmediği gibi sâdece temiz olması da yetmez. Helâlen tayyiben yâni meşrû ve temiz olmalıdır. Hem helâl hem de temiz olunca meşrû olur. Zâten temiz olmadığında vücûda zarar da veriyor. Sarhoşluk veren şey yâni haram olan şeyler vücûda zarar veriyor. Meselâ en çok da karaciğeri etkiliyor. Temiz olmayan şeyler de zararlıdır. Zehir etkisi yapar.

 

Kur’ân’ın hüküm koymada şirk koşulmasına bir şey diyemeyenler, şirk konusunu “din adamlarının haram-helâl koyması”na indirgiyorlar. Bâzen de kânun koymada tevhid gereğince tâviz vermeyenler, yeme-içme-giyme konusunda tâviz verebiliyorlar. Buna dikkat edilmelidir.

 

Bir besinin sâdece organik olması yetmez. Aynı-zamanda “helâl” ve “temiz” de olması gerekir. Aksi-takdirde bedenler sağlıklı olsa da ruhlar hastalıklı olur. Üstelik şeytana uymak kolaylaşır:

 

“Ey insanlar!; yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168).

 

Et için kesilen hayvanlar konusu da çok önemlidir. Hayvan; temiz havada, temiz yem ve temiz su ile beslenmiş olduktan başka, Allah’ın adıyla yâni besmeleyle kesilmesi de gerekir ki ancak o zaman “helâlen tayyiben” olur. “Üzerine besmele çekilmese de avcı hayvanların sizin için yakaladıkları ve ‘Allah’tan başkası adına kesilmemiş’ olan hayvanların, besmele çekerek yenmesi de helâldir” diyenler vardır. Fakat mü’minlerin buna dikkat etmeleri ve besmele ile kesilenleri tercih etmeleri gerekir: 

 

“İri cüsseli develeri size Allah’ın işâretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar bir dizi hâlinde (veyâ saf tutmuşcasına ayakta durup) boğazlanırken Allah’ın adını anın; yanları üzerine yattıkları zaman da onlardan yiyin, kanaatkâra ve isteyene yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz” (Hac 36).

 

“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: ‘Bütün temiz şeyler size helâl kılındı’. Allah’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerine Allah’ın adını anarak- yiyin. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir” (Mâide 4).

 

“Yenilecek şeylerin helâl ve temiz olmasından sonra, kesilecek hayvanların ve bitkilerin şekli-şemâli ve biçimi de güzel olmalıdır” da denir. Kesilen hayvan, usûlüne uygun bıçakla kesilmelidir. Hattâ bu bağlamda hangi hayvanın nasıl bir bıçakla kesileceği bile belirlenmiştir.

 

“De ki: Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 145).

 

Kur’ân’da yenmesi haram olanların neler olduğu açıkça söylenir, gerisi helâldir. Fakat helâlden yâni meşrûluktan sonra tayyiplik yâni temizlik de gerektiği için ona da dikkat edilerek karar verilmelidir. Zîrâ baştaki âyette de söylendiği gibi, Allah bize hem helâl hem de temiz olanlardan yememizi emreder:

 

“Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’tan korkup-sakının” (Mâide 88).

  

İnsanların bu kadar duyarsızlaşması, düşüncesizleşmesi yâni mallaşması biraz da gıdâlarla ilgilidir. GDO’lu ve kimyâsal ilaç katılmış gıdâlar, insanları pasifleştiriyor ve hattâ mankurtlaştırıyor. Bundan kurtuluş pek mümkün görünmüyor. Zîrâ kentlere hapsolmuş kitleler yâni asgarî ücrete mahkûm edilen milyonlar, ucuz ve tadı güzel olunca o gıdâyı seve-seve kabûl edip yiyip-içiyorlar.

 

Bu-arada şunu da söyleyelim ki, marketlerde satılan meyve suları, soğuk çaylar ve içecekler, aslında su ile de çözülebilecekken alkôl ile çözülüyor. Böylece alkôllenmiş oluyor. Tabi bunlar takvâya önem verenler için önemlidir. Yusuf Has Hacip ne diyordu: “Helâlin adı kaldı, onu gören yok; haram kapışıldı, hâlâ doyan yok”.

 

Dünyâ helâl ve tayyip olanın artık neredeyse yok olduğu ve bulunmadığı bir zamâna gelmiştir. Yediğimiz-içtiğimiz haram ve necis hâle gelmiştir. Helâl ve tayyip yâni temiz ve meşrû olan bir şey bulamaz hâle geldik. Peki böyle zamanlarda duyarlı müslümanlar ne yapmalıdır?. Peygamberimiz böyle zamanlarda yapılması gereken şey için şunları söyler:

 

“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, İman 12, Bed’ü'l-Halk 14, Menâkıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, [2, 970]; Ebu Davud, Fiten 4, [4267]; Nesâî, Îman 30, [8, 123, 124]).

 

“Fitne zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi insanların en hayırlısındandır”.

 

“Fitne zamânında insanların en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir” (Râmuz el e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).

 

İşin kötüsü nedir biliyor musunuz?. Artık ücrâ köşelerde yada köy kenarında “kendi tarımımı kendim yapacağım” deseniz bile yine de ürettiğiniz şey %100 helâl ve tayyib olmayabilir. Zîrâ sizin ektiğiniz doğal ve helâl olan tohumla biten nebâtat, yandaki köyün yada evin ektiği-diktiği GDO’lu ürünün ortaya çıkardığı polenle karışıp tozlanıyor, dölleniyor ve aşılanıyor. O zaman da sizin ürettiğiniz ürünler de doğallıktan çıkıyor yada en azından doğallığına, dolayısı ile helâlliğine ve temizliğine halel geliyor. Modern dünyâda %100 helâl ve tayyip bir gıdâ üretmek ve yiyip-içmek imkânsızlaşıyor. O hâlde modernizm için söylenecek olan söz şu olmalıdır: “Modernite bize Allah’ın bir cezâsıdır”. Bizden öncekilerin yâni atalarımızın yaptıkları, elbette çocuklarına ve torunlarına olumlu yada olumsuz şekilde yansıyor. Ataların günahını çocuklar ve torunlar çekiyor. Bu durumda duyarlı olanların söyleyeceği şeyi, “keşke yenilen, içilen ve de giyilen şeylerin helâl ve tayyib olduğu zamanlarda yaşasaydım” hayâlidir.

 

Peki bu durumun düzelmesi mümkün değil midir?. Elbette mümkündür. Fakat bunun için büyük kitlelerin en başta; “kahrolsun modernizm, kahrolsun kentleşme, kahrolsun modern-bilim ve teknoloji, kahrolsun haram ve necis olan” diye haykırmaları gerekir.

 

Hava kirlenmiştir, toprak kirlenmiştir, su kirlenmiştir, gıdâ kirlenmiştir, insan kirlenmiştir, hayvan kirlenmiştir ve Dünyâ kirlenmiştir. Kirlenmiş bir Dünyâ’dan ve insandan hayırlı bir şey çıkmamaktadır. Yeniden temizlenene kadar da çıkmayacaktır. Temizlenme ise, insanın, toprağın ve suyun temizlenmesi ile başlayacaktır. İnsan ne kadar zamanda temizlenir bilmiyorum ama, toprağın ve suyun, onu kirleten etkenlerden uzak tutulduğunda 4-7 yıl içinde temizleneceği söylenir. Bunun için insanlar ya kesin kararlar alıp harekete geçecekler, yada Allah bunu azap ile zorla yaptıracaktır. Zîrâ sünnetullah bunu gerektirir.   

 

Meylettiğiniz yada arzuladığınız şey doğal, temiz ve helâl değilse, nefsten kaynaklanıyor demektir. Kâlpler İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin olmak isterler.

 

Helâl olmazsa “helâ” olur. Helâl yemeyenler helâk olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

Devamını Oku »

7 Eylül 2020 Pazartesi

Evlilik ve Düğün Üzerine


İçinizde evli olmayanları, kölelerinizden ve câriyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, kendi fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nîmet sâhibi)dir, bilendir” (Nûr 32).

 

Düğün, Uygurcada: Tügün-Tüg=Bağlamak. In=Düğme. “Düğme bağlamak” yada “düğüm atmak” anlamındadır.

 

Düğün, nikâhı insanlara duyurmak ve onları da nikâha şâhit olmaları için dâvet etmek, yapılan dâvetin sonucunda insanların bir-araya gelmesiyle yapılan kutlama ve etkinliklerdir. Peki etkinlik modern hayatta nasıldır ve İslâm’da nasıl olmalıdır?.

 

Düğünlerde çalgı ve müzik olabilir mi?. Olursa ne kadar olur?. Kur’ân bundan bahsetmiyor ve işi “meşrû örf”e bırakıyor gibidir. Hadislerde düğünü “def” ile bildirmekten bahsedilir:

 

“Haram olan nikâhla helâl olan nikâh arasındaki ayırıcı özellik, def çalmak ve evliliği/nikâhı duyurmaktır” (Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 20; Nesâî, Nikâh, 72).

 

“Nikâhı gizli değil, îlân ederek yapın. Kalabalık yerler olan mescitler gibi yerlerde kalabalıklarla yapın. Nikâh yapıldığı belli olması için de def çalın” (Tirmizî, Nikâh, 6).

 

Tabi bu, modern düğünlerde olduğu gibi kadın-erkek karışık şekilde ve çalgı-çengiyle düğün yapmak şeklinde değildir. Kanımca kadın-erkek ayrı bir yerlerde olarak, belli oranda müzik ve oynama olabilir. Ne de olsa neşeli ve hayırlı bir iş yapılmaktadır. Aşırı gidilmemek şartıyla müzik ve oynama meşrû bir şeydir.  

 

Evlilikte yaş, erkeğin ve kadının, bulûğa erdikten sonra, fizîken, aklen ve rûhen evliliğe hazır olması ile belirlenir. Bunun zamânı kişiden-kişiye değişebilir. Eğer her-şey uygun ve müsâit ise modernitenin belirlediği yaş kriteri beklenmek zorunda değildir. Modernite Yunan uygarlığına dayanır. Modern çağda medenî(!) kânunlar, kökenini Yunanda bulur. Evlilik kuralları bile Yunandan alınmıştır. Aristoteles’e göre evlilik için en uygun yaş, kızlar için yaklaşık 18, erkekler için 30 dolaylarıdır. Modernite de bunu kabûl etmiştir. 18 yaşından önce evlilik yasak olduğu gibi, konjonktür gereğince bir erkeğin 30 yaşından önce evlenebilmesi pek mümkün değildir.

 

Bilindiği gibi modern düğünler; kadın-erkek karışık şekilde, yüksek sesli müzik eşliğinde, sanki piyango çıkmış gibi kendinden geçercesine oynamalarla, üstelik açık-saçık diyebileceğimiz derecede kıyâfetlerle, şatafatlı ve pahalı düğün salonunda toplanarak yapılıyor. Modern düğünler israfla başlıyor ve israfla bitiyor. İlk başta yüksek ücretlere mâl olan gösterişli salonlar tutuluyor. Düğün sırasında ortaya çıkan müzik sesi, yanındaki kişiyle bile konuşup anlaşamayacak derecede yüksek oluyor. İnsanlar en şatafatlı ve gösterişli elbiselerini giyinip geliyorlar buralara ki aslında bu kıyâfetler genelde tesettüre uygun değildir ve aykırıdır.

 

İlginçtir, kentlerde-köylerde normâl günde giyimine-kuşamına dikkat eden kadınlar-kızlar, düğüne gittiğinde açılıp-saçılmaya başlıyorlar. Bir deniz, bir spor ve bir de düğün, kadınların-kızların rahatça açılıp-saçılmasına neden oluyor. İnsanlar spor yaparken, denizde ve düğünde açılıp-saçılmayı meşrû görüyorlar. Çünkü “iyi de bunlar her zaman olmuyor ki” deniyor. Her zaman olmayınca “uygunsuz”, “ayıp”, “günah” ve “haram” olmuş olmuyor sanki.

 

Düğünlerde ortaya bir-çok başka günah da çıkıyor. İlk başta modern düğünler israf ile başlıyor. Çok ağır masraflar yapılabiliyor. Köy yerlerinde bile inekler kesiliyor, altınlar dirseklere kadar takılıyor, çeşit-çeşit yemekler dökülüyor, çalgıcılar tutuluyor, silahlar patlatılıyor. Köyde pahalı salonlar tutularak masraf yapılamadığından dolayı bir nebze daha az israf oluyor. Fakat köylerde de düğünler üç gün sürüyor. Tabi meşrû âdetlere sözümüz yok. Kentlerde yapılan düğünlerde ise, eğer “nikah salonuyla” iş bitmiyorsa, israf denecek ölçüde aşırı masraflara kaçılıyor.

 

Yine düğünler içkili de olabiliyor. Dansözler ortaya çıkıp oynuyor. İçkinin vermiş olduğu sarhoşluktan dolayı kavgalar çıkıyor. Bu-arada namazlara ara verilmiş oluyor. Yine yoğun bir şekilde göz zinâsı işleniyor. Kur’ân bu konularda kesin yasak getiriyor ve şöyle diyor:

 

“Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 91).

 

“Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).

 

Zinâ “göz zinâsı”yla başlar. Bu nedenle görülecek yerler kapanmalı ve gözler yere indirilmelidir:

 

“Mü’min kadınlara söyle: ‘Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Baş-örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyacı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler, umulur ki felah bulursunuz” (Nûr 31-32).

 

Düğünden önce; söz, nişan, kına gecesi, bekârlığa vedâ partisi, söz elbisesi, nişanlık, dâmatlık, gelinlik vs. bir-çok masraf yapılıyor. Düğünden sonra da balayı, tâtiller vs. Zâten evi hazırlamak için aşırı masraflar yapılmıştır. Ev için alınan ve hiç gereği olmayan şeyleri saymıyoruz bile. Havalı yerlerde yüksek ücretlerle çekilen ve albüm yapılan resimler cabası. Yâni kapitâlizm sürekli olarak yeni bir şey çıkarıyor.

 

İşin en gıcık olduğum yanı da, bâzılarının bağıra-bağıra îlân ederek yaptıkları takı töreni. Bağıra-bağıra, amcasından!, yengesinden!, dayısından! vs. şeklinde takılan takılar. Bağırılmasa bile kamera herkesin ne taktığını an-an kayıt altına alıyor. Belki o anda yakın akrabâdan birinin durumu müsâit olmayabilir ve bu nedenle de altın-gümüş takamıyor olabilir. Takılanları kişi-kişi yazıyorlar, o ne taktı, bu ne  taktı diye. Bir de takılan takıyı “borç” olarak düşünmeleri ve bu sefer onun düğünü olduğunda da “o bize şunu takmıştı, mecbur biz de ondan takacağız” muhabbetleri. Zâten düğün-sâhibinin elinde liste var. Takılacak altın ve paraların miktârı neredeyse belli. İyi de kardeşim, karşılığını bekliyorsan takı takma o zaman. Takı işi bir yardımlaşma olmalıdır ve karşılık beklenmemelidir. Adamın durumu müsâitse zâten takacağını takar.

 

Geç evlilik yapan çok yakın bir akrabam, kısa bir zaman önce anneme şöyle demişti: “Biz size toplamda üç tâne çeyrek taktık, siz ise şimdiye kadar bir tâne taktınız. Ben şimdi evleniyorum, iki tâne çeyrek altın borcunuz var” demişti. 1997 yılında taktığı çeyrek altını kayıt altına almış meğerse. Bu kişi diğer kuzenine ise; “biz size altın bilezik taktık, şimdiye kadar evlenmedim diye yanına kâr mı kalacak mı zannettin, bileğim 21 numara, bileziği bekliyorum, takacaksınız” demişti de emr-i vâki yapmıştı. İyi de belki o kişinin durumu şu-an için o bileziği almaya ve takmaya müsâit değil. Ne yapacaksınız şimdi, eve icrâ mı göndereceksiniz takıyı takmazsa?. 25 sene önce takıyı takarken “aynısını geri takacasın” diye senet mi imzalamıştınız?.

 

Bahsettiğim akrabâm, ben evlenirken bana 1997 yılında taktığı çeyrek altının aynısını şimdi yâni 2020 yılında istiyor. İyi ama 1997 yılında çeyrek altın 2.250 TL idi ve asgarî ücret 48.000 TL idi. Yâni asgarî ücretle 21 tâne çeyrek altın alınabiliyordu. O zamanlar çeyrek altın para bile değildi. Herkes kolayca takabiliyordu. Oysa şimdi (2020 Ağustos) çeyrek altın 750 TL ve asgarî ücret ise 2.300 TL. Yâni asgarî ücretle 3 tâne bile çeyrek altın alınamıyor. Çeyrek altının değeri çok fazla artmış. Zâten bu nedenle kimse altın takamıyor yada çeyreğin de çeyreğini takıyor. Şimdi iki tâne çeyrek altın borcumuz varsa, asgarî ücretin yarısından fazlasını yâni maaşın yarısından fazlasını senin için mi harcamamız mı gerekecek?. Bunu normâl mi görüyorsunuz yâni? Peki asgarî ücretle geçinen bir kişi iki tâne çeyreği takınca yâni maaşının yarısından fazlasını takıya verdiğinde ay sonunu nasıl getirecek?. Bu nasıl bir düşünce ve âdet!.

 

Benim hayâlimdeki düğüne göre bir düğün şu şekilde olmalıdır.. Birbirlerini beğenip uygun gören taraflar anlaştıktan sonra kız isteme olmalı, kız verildikten bir-kaç gün sonra taraflar kendi aralarında sembôlik bir yüzükle söz yapılmalı ve kısa süre sonra da yine âileler arasında ve yakın akrabânın katılımıyla bir nişan yapılmalıdır. Nişanda öyle çok masrafa da gerek yoktur. Takı olarak bir nişan yüzüğü bunun için yeterlidir. Nişanlıların sürekli buluşup da gezmesi uygun değildir. Yanlarında bir yakınları olduğunda gezme olabilir. İslâm devletinde yaşamadığımız için nişanlılıkta dînî nikâh yapılması kanımca uygun değildir. Çünkü bir anlamı olmaz. Zâten nişanlılık süresi de fazla uzatılmamalıdır. Düğün târihi belli olduktan sonra uygun bir ev ve eşyâ alınıp ev hazırlanmalı, gelinin mehri erkek tarafından sözleşildiği miktarda verilmeli, elbiseler, kıyâfetler ve gerekli şeyler alınmalıdır. Nikâhtan bir gün önce kadınlar kendi aralarında geleneksel olarak kınalarını yakıp abartmadan müzik ve oynamalar yapabilirler. Tabi bunu erkelerin de ayrı bir yerde yapmalarında bir sakınca yoktur. Akrabaların ve yakınların şâhitliğinde nikâh salonunda yapılan resmî nikâhtan sonra bir salonda toplanılıp yemek ve ikramlar yapılmalıdır. Yakınların şâhitliğinde bilen birinin yapacağı dînî nikâh ile birlikte nikâh tamamlanmış olur. Yâni düğün için toplanmak “nikahın ve evliliğin şâhitliği” içindir. Herkes bilmelidir ki düğünlerine geldikleri kişiler artık evlidir. Bu nedenle tebrikler ve kutlamalar yapılmalı fakat takı töreni yapılmayıp ve takı takılmayıp düğün bitmelidir. Hattâ dâvetiye yada duyuruya “takı merâsimi yapılmayacak ve takı takılmayacaktır” diye yazılmalıdır. Çünkü ister-istemez takı takan, kendi çocuğu yada yakını evlendiğinde, takı taktığı kimseden aynısını yada benzer bir takıyı beklemekte, kişinin durumu müsâit olmadığından dolayı takı takamayınca da yüzler asılmakta ve dedikodu ve gıybet gırla gitmektedir. Belki sâdece çok yakın akrabalar ve gelin ile damâdın samîmi tanıdıkları, çok değerli olmayan takılar takmaları yada evlerinde eksik eşyâ hediyesi olarak yardımcı olmaları uygun olur.

 

Bu-arada şunu da söyleyelim ki, müslümanlar çalgılı-çengili düğünlere “dîne uygun değil” diye gitmiyorlar. Bu elbette doğru bir tutumdur fakat mü’minlik açısından yeterli değildir. Düğünü nikâh salonlarında yapmak da İslâm açısından çok uygun değildir. Meselâ İslâm’a aykırı söylem ve uygulamaların yapıldığı, seküler-lâik-demokratik idârenin kontrôlündeki, yönetimindeki ve yönlendirmesindeki câmilere (protesto edildiğinden dolayı) gitmek nasıl ki doğru ve uygun değilse; yine, aynı mercîlerin yönettiği ve idâre ettiği, üstelik İslâmî uygulamaya birebir aykırı olan (düğün salonuna alternatif olarak) resmî nikâh salonlarına gitmek de uygun değildir. Çünkü lâik devletin idâresindeki câmilere gitmek nasıl ki “lâik sistemi desteklemek” anlamına geliyorsa, aynı-şekilde; lâik idâre tarafından gayr-i İslâmî bir nikâhın yapıldığı nikâh salonlarına gitmek de “lâik sistemi desteklemek” anlamına gelir. Bu nedenle gelin-damat ve iki şâhit, müftülerin kıyacağı resmî nikâhlarını daha önceden yaptırıp, târif ettiğimiz tarzda bir düğün yapmaları uygundur.

 

Düğünde gelinin ille de beyaz gelinlik giymesi ve damâdın kravat-papyon ve takım elbise giymesi zarûri değildir. İsteyen giyebilir fakat bunlar isrâfa kaçacak kadar olmamalıdır. İnsanlar sizin evlendiğinizi bilmeli ve görmelidirler ama bunu insanların gözlerine sokarcasına sözle, sesle ve görüntüyle vurgulamak doğru değildir. Yapılan düğünün ve nikâhın fotoğraflarını internette ve sosyâl medyada paylaşmanın anlamı ve gereği yoktur. Yine yapılan düğünler insanları rahatsız edecek etkinlikte olmamalıdır. Adamlar gecenin 2’sinde gelenekleri icâbınca davul-zurna çalıyorlar ve insanları uykularından uyarıyorlar. Bebekler bağıra-bağıra uyanıyor. Bunlar boş şeylerdir.

 

Düğünden hâtıra kalsın diye abartmadan fotoğraf ve video çekimi yapılabilir. Fakat bunu hem internet ve sosyâl medyada paylaşmak doğru değildir, hem de lüks ve pahalı fotoğraf çekimlerine gerek yoktur.

 

İslâmî anlayışta gelin ve gelin tarafı, dâmat ve dâmat tarafı aşırı masrafa girmeden ve isrâfa kaçmadan bu işi yapmalı ve bitirmelidirler. Tabî ki yapılması gerekenler yapılacak ve masraf edilmesi gerekiyorsa edilecektir. İsraftan fazlaca bahsetmemiz cimrilikten değil, düğünlerin bir israf etkinliği hâline gelmesinden ve bunu eleştirdiğimizden dolayıdır. Dünyâ’da açlıktan-susuzluktan ölen insanların olduğu düşünüldüğünde düğünleri abartmak hem dîne uygun değildir hem de insanlık olarak doğru bir davranış olmaz. Düğünlerde yapılan israf haddi çok fazla aşmıştır.

 

Modern insan üç şeye çok önem vermektedir. Doğuma, evlenmeye-düğüne ve ölüme. Bunlardan başka zamanda insanlar ne yapıyor ne ediyor kimsenin umurunda bile değildir. Fakat insanlar, doğum, ölüm ve düğüne gitmeyi olmazsa-olmaz olarak kabûl ediyor ve iki eli kanda da olsa mutlakâ gidiyor. Gitmediğinde ve gidemediğinde büyük bir günah işlediğini ve ayıp ettiğini düşünüyor.

 

Modern gençlik, evlenmek konusunda kılı kırk yarıyor. İstekleri ve düğün için hayâlleri bir türlü bitmiyor. Düğünden sonra da hiç-bir şey “istediği gibi olmamış” oluyor. Bir türlü tatmin olmuyor. Çünkü israfta tatmin olmaz. İsraf bir tatminsizlik hastalığıdır.

 

Modern gençlik evliliğe gereğinden çok fazla değer katıyor ve bu nedenle de hayâlindeki gibi olmayacak olunca evlenmeyi geciktiriyor yada iptâl ediyor. Çünkü masallardaki gibi güzel-yakışıklı bir kız-erkek ve düğün-evlilik düşlüyorlar. Oysa evlilik çok doğal bir şeydir. Bâzı masraflar ve sorumluluklar vardır tabi ama evlilik ve evlenmek çok da zor bir şey değildir. Bir keresinde bir arkadaşım, Afrika’lı bir gence, “sizin oralarda evlilik nasıl oluyor, evlenmek zor mu?” dediğinde, Afrika’lı genç şöyle demiş; “evlenmeyi istediğinde bu isteğini sabahleyin gidip âilenin büyüğüne söylüyorsun. Âilenin büyüğü hemen bir-kaç yere haber salıyor ve bir kız bulunuyor ve kız-erkek görüşüyor. Birbirlerini beğendiklerinde ve evlenmeyi kabûl ettiklerinde, hemen kız isteniyor ve mehir kesiliyor. Akşama doğru gelin çadırı kuruluyor ve dâvetlilere yemek veriliyor. Nikâh kıyılıp gelin ve damat çadırlarına giriyor ve evlenmiş oluyorlar” demiş. Yâni sabah bekâr olanlar akşam olunca evlenmiş olabiliyor.

 

Modern insanlar -ki buna müslümanlar da dâhildir-, evlenme söz-konusu olduğunda evleneceği kişinin dînini-îmânını-amelini değil de burcunu soruyor. “Hangi burçtansınız” diye soruyorlar. Ne fark eder ki!. Ne önemi var?. Burçları ölçü alıyorlar. Eş adayının öncelikle burcunu sormakta, burçların uyum ve uyumsuzluğuna göre karar vermektedirler. Eş adayındaki dînî düşünceye değil de, burcunun uygun olup-olmadığına bakarak karar verme yoluna giriyorlar. Yine, damâdın evinin, arabasının ve iyi bir gelire sâhip işinin olup-olmadığına bakıyorlar. İyi de genç yaşta biri bunları ne zaman yapmış olsun ki!. Önemli olan, erkeğin evini geçindirmek için kararlı olmasıdır. Allah’ın ve dînin kurallarına göre değil de, burçların uyumu ve belediye başkanının verdiği onayı ve de malın-mülkün çokluğunu baz alarak evlenenler, içeriksizlikten ve bereketsizlikten dolayı kısa zamanda soluğu mahkemelerde alıyorlar ve boşanıyorlar.  

 

Modern kentlerde yapılan modern evlilikler ise, aman aman!. Evlenmek ha!.. Sorumluluğu sevmeyen gençler evlenmeyi hem erteliyorlar hem de onu gözlerinde çok büyütüyorlar. Kusursuz ve eksiksiz “masal gibi” bir düğün ve evlilik istiyorlar. Zorunlu eğitimden dolayı bir mesleği olmayan vasıfsız gençler, yeterli gelire sâhip olmadığından dolayı evlenmek onlar için hayâl oluyor. İsrâf ile yapılan evlilikler, isrâf ile başladığından dolayı bir bereketsizlik oluyor ve her-şey zirvede yaşanıp da gerçek hayatta zorluklarla karşılaşılınca ve evliliğin heyecânı da gidince yâni aşk bitince tartışmalar-kavgalar başlıyor ve en küçük bir sorunda eşler soluğu mahkemede alıyorlar ve boşanıyorlar. Şatafatla yapılan evlilikler, “basit boşanmalar”la sonuçlanıyor.

 

Açıkçası bu bahsettiğimiz yada benzer düğün-tarzı dışındaki düğünlerin meşrûiyeti çok tartışılır. Hattâ kanımca bu tarzın dışındaki düğünler birer “âyin olarak icrâ edilmektedir. Öyle ki her-şey inceden-inceye düşünülmüştür ve sanki hayattaki en önemli ve olmazsa-olmaz bir şey gibi görülmektedir ve uygulanmaktadır. Olmazsa-olmaz olan şey ancak âyin ve ibâdet olabilir. Coşarak, cezbeye gelerek ve kendinden geçerek yapılan hakâretler ancak ibâdetlerde-ayinlerde olur.

 

İslâm bir “denge dîni”dir. Mü’minler yapılması gereken her-şeyi yapar ama abartmaz ve aslâ isrâfa kaç(a)maz. Önemli olan insanca ve İslâm’ca yaşayacak eşlerin isrâfa kaçmadan evliliklerini-düğünlerini yapmalı ve insanca-müslümanca yaşamalıdırlar. Başından sonuna kadar süreç bu şekilde işlemelidir.

 

Eskiden “nikâhta kerâmet var” derlerdi. Şimdi ise nikâhta isrâf vardır. İslâm’da düğün bir gösteriş değil, “hayırlı bir iş”tir. İsrâf ile değil, “denge” ile başlar ve dengeli bir şekilde ölünceye kadar devâm eder Allah’ın izniyle.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »