“Ey insanlar!; gerçekten,
biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve
tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah
katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil)
takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
İnsan-ı Kâmil’e; “kemâlâta
ulaşmış insan”, “ulaşabileceği en üst makamda bulunan insan” anlamı verilir.
Fakat aslında kemâlâttan kasıt, “nirvanaya ulaşmak”tır. Yâni “Allah’a ulaşmak
ve O’nda yok olmak, O olmak” anlamındadır. Çünkü “kâmil”; bütün, eksiksiz, noksansız, yetkin, tam” anlamındadır.
Bu kelimeler ancak ve ancak Allah için kullanılabilir. İşte bu kelimeler
insan-ı kâmil için de kullanılınca -hâşâ- “Allah olmuş insan” anlamına ulaşılır
ki zâten tasavvuf yada bâtınîlik bu kavramları Allahlaşmak” anlamında kullanır.
Kadim bir şirk felsefesi olan tasavvufta insan‑ı kâmil, -güyâ- fenâfillah
(Allah’ta eriyip yok olma) mertebesine eren insana denir. Fenâfillah olan kişi,
“beşerî özelliklerini Allah’ın irâdesinde eritmiş kişi” olarak anlaşılır.
Üst-insan ise; “süper insan,
süpermen, yüksek insan, diğer insanlara göre en üstün insan” anlamındadır. Nietzsche’ye göre üst-insan,
insanoğlunun amacıdır. Zâten tasavvufta da insanın amacı ve hedefi insan-ı
kâmil olmak yâni -hâşâ- “Allah olmak yada Allah olduğunun farkına varmak”tır.
Üst-insan düşüncesine (yada safsatasına göre) her varlık kendisinden üstün bir
şey yaratmıştır. Bu nedenle insanın da kendisini aşması gerekir. Maymun,
insanın gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın
varlığının amacı üst-insandır. Üst-insan; güçlü, korkusuz ve acımasız
olmalıdır.
“İnsan’ı-ı kâmil”
düşüncesiyle “üst(ün) insan” düşüncesi aynıdır. “Üstün insan” anlayışı,
evrimciliğin bir aşamasıdır. 19. yy.’da evrimciliğin bir aşaması olan “üstün
insan” anlayışı öylesine yaygınlık kazanmıştı ki, buna bilimsel bir olgu diye
bakılıyordu. “Üst-ün insan” düşüncesi, insan-ı kâmil düşüncesi gibi tasavvufî-bâtınî-mistik
düşünceden farklı değildir. Bu nedenle birbirlerini destekleyip alkışlarlar.
Muhammed İkbâl’in insan-ı kâmil konusundaki görüşleriyle Nietzsche’nin “üst-ün
insan” düşüncesi arasında bir-çok benzerlik vardır. Hattâ bâzıları İkbâl’in felsefesinin
“Nietzsche’nin bir adaptasyonu” olduğunu söyler. Pakistanlı şâir İkbal, buna
bakarak İslâm’da da “üstün insan” anlayışının yeri olduğunu, İslâm’daki “insan-ı
kâmil” tanımının batı’nın “üstün insan” anlayışının karşılığı olduğunu söyleyebilmiştir.
Gerek insan-ı
kâmil gerekse de üst-insan düşüncesinde, toplumdan bâriz bir şekilde ayrılmış
ve kendinden aşağıdakiler avam, câhil, sürü, kitle, gibi düşük kişiler iken,
insan-ı kâmil ve üst-insan ise -güyâ- çok yüksek makamlara çıkmış, kendisini
aşmış ve “ilahlaşmış kişi” olmuştur. Oysa bir insanın böyle bir noktaya gelmesi,
bırakın gerçek hayâtta, rüyâda bile olmaz. Çünkü Allah ilahlığını kimse ile
paylaşmaz. Böyle sözde makamlardan söz etmek, Allah’ı inkâr etmeden yada O’nu
sınırlandırmadan olmaz.
Hâlbuki
insanların en ahlâklıları oldukları için seçilen peygamberler böyle değildir ve
aslâ böyle sapıkça iddiâları olmamıştır. Onlar halkın arasındadır ve görünüş
olarak halktan bir farkları yoktur. Öyle ki bir gün Peygamberimiz ve bir-kaç
sahabe mescidde otururlarken Peygamberimiz’i görmeye gelen biri, “hanginiz
Muhammed” diye sormuştur. Çünkü Peygamberin diğer insanlardan bâriz bir farkı
yoktu. Onun farkı muhteşem bir ahlâka sâhip olması ve bu nedenle Allah tarafından
peygamber seçilerek kendisine vahyedilmesidir. Takvâda en üstün olan kişi
Peygamberimiz olduğu için Allah katında en üstün olan kişi de odur. Yâni önemli
olan, insanların katında ve insanlara göre üstün olmak değil, Allah’a göre ve
Allah katında üstün olmaktır ki bunun da yolu “takvâda üstün olmak”tan geçer. Haddini
aşmamış olan her insan, kendini insanlara değil, Allah’a beğendirmeye çalışır ve
ancak O’nun rızâsını almak için çaba harcar. İşte bu düşünceyi ve ideâli hem
işlerine gelmediği için hem de kibirlerinden dolayı beğenmeyenler, insanları ölçü
alarak kendilerini insan-ı kâmil ve üst-insan olarak görürler ve gösterirler.
Diğer insanlara da en yüce ideâl ve hedefin bu olduğunu söylerler.
İnsan-ı kâmil ve üst-insan
düşüncesinde olanlar, bâtınîliği merkeze alanlardır. Çünkü zâhirde yâni herkesin
yaşayıp bildiği hayatta -özel anlamda- insan-ı kâmil ve üst-insan olunamayacağı
besbellidir. Bu nedenle hemen, yoruma çok fazla açık olan bâtınîliğe sarılırlar
ve başlarlar yeni kavramlar, yeni anlamlar ve yorumlar yapmaya ve bu yorumlara
dayanarak “süper insan” imajı oluşturmaya. Tasavvufçular tasavvufa dayanarak “insan-ı
kâmil” imajı üretirken, Nietzsche ise
“üst-insan” imajını bir aşırı yorum öğretisi olan Zerdüştlüğe dayanarak
oluşturmuştur. Yâni eğer tasavvufa ve bâtınîliğe yaslanırsanız, mutlakâ
kendinizi olduğunuzdan farklı görmeye başlarsınız: Bu öğretiler, normâlliğe
düşmandırlar. İlle de kendilerini dev aynasında görmek isterler yada öyle
olduklarını zannederler. Bu tutum tabî ki de kibrin ve şizofreninin bir
sonucudur. Zîrâ aklı başında olan kişilerin böyle saçma ve sapık yollara
yönelmesi mümkün değildir.
İslâm’da bağlılık, “üst-insan”a değil, insanın ve tüm
varlığın üstünde olan Allah’a olur. Zâten tevhid, O’ndan başkasına mutlak
bağlılığın olmamasıdır. İslâm, Allah’tan başkasına “Allah gibi” bağlılığı şirk
sayar. Nietzsche, Allah yerine üst-insana
bağlanmayı ve hattâ onu yaratmayı önerir. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te şunlar
söylenir:
“Zerdüşt, ormanın eteklerinde bulunan
en yakın kasabaya vardığında halkı, bir ip-cambazını seyretmek için geldikleri
pazar yerinde toplanmış buldu. Zerdüşt halka şöyle seslendi: ‘Ben size ‘insan-üstü’nü
öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. İnsan yenilmesi gereken bir
şeydir. Onu yenmek için ne yaptınız?. Şimdiye
kadar bütün varlıklar kendilerinden üstün bir varlık yarattılar. Siz bu büyük
yaratışın gerisinde mi kalacaksınız?. İnsanı aşacağınız yerde hayvanlığa
dönmeyi mi tercih edeceksiniz?.
İnsana göre maymun nedir?. Gülünecek
veyâ acı bir utanç verecek bir şey. İşte insan da ‘insan-üstü’ne göre böyle
olmalıdır. Gülünecek veyâ acı bir utanç verecek bir şey. Siz, solucandan
insanlığa kadar yol aldınız ve içinizde bir-çok şey hâlâ solucandır. Bir
zamanlar maymundunuz ve şimdi bile insan, her maymundan fazla maymundur.
Bakın size ‘insan-üstü’nü öğretiyorum.
‘İnsan-üstü’ Dünyâ’nın, yaşamın amacıdır. İrâdeniz demelidir ki: ‘İnsan-üstü
Dünyâ’nın, yaşamın amacı olmalı’. Size yalvarıyorum kardeşlerim, Dünyâ’ya,
yaşama sâdık kalın ve size öbür dünyâ ümitlerinden bahsedenlere kanmayın.
Bunlar bilerek veyâ bilmeyerek zehir saçanlardır.
Bir zamanlar tanrıya isyan, en büyük
günahtı. Fakat tanrı öldü ve onunla birlikte bu günahlar da öldü. Şimdi en
korkunç şey, yaşama karşı günah işlemek ve ‘bilinmesi mümkün olmayanı’ yaşamın
amacından üstün tutmaktır”.
Oysa insan, ya insanı
aşmakla yada hayvanlığa dönmekle değil, Allah’a hakkıyla kul olmakla gerçek
anlamda insan olur. Üst-insan diye bir
şey yoktur, “üst-üstün kulluk” vardır ki bunlar, takvâda ilerlemiş ve üstün olmuş olanlardır. Üst-insan düşüncesinde âhireti inkâr da vardır. Nietzsche şöyle der:
“Zerdüşt;
‘şerefimle söylerim ki dostum, söylediğin şeylerin hiç-birisi yoktur. Şeytan
yoktur ve cehennem yoktur. Rûhun, bedeninden daha önce ölecektir. Artık hiç-bir
şeyden korkma’ dedi. Biz aslâ cenneti istemiyoruz, biz erkeğiz, onun için
Dünyâ’yı istiyoruz”.
İnsan-üstülük yada insan-ı
kâmil düşüncesi, anlamlılık değil, bir yoldan çıkıştır. Zîrâ bu düşünce normâle,
fıtrata ve doğala aykırıdır. İnsan, “kul olarak” insan olmakla en kemâline ulaşabilir
ancak, tanrı olmakla değil. Nietzsche
bedeni ilahlaştırmıştır ve şöyle der:
“Artık
başınızı kutsal şeylerin gizine gömmeyin. Ben tamâmen bedenden ibâretim. Başka
hiç-bir şeyim yok. Ve rûh ancak bedende olan bir şeyin adıdır. Kardeşim, senin
küçük aklın da bedeninin bir parçasıdır. Rûh dediğin şey büyük aklının bir
parçası ve oyuncağıdır.
Fakat duygu ve rûh her-şeyin amacı
olduklarına seni inandırmaya çalışırlar. O kadar kibirlidirler. Duygu ve rûh,
âlet ve oyuncaktırlar. Bunların ardında asıl varlık vardır. Bu varlık; duyguların
gözüyle arar, rûhun kulaklarıyla dinler. Bu varlık sürekli arar ve dinler.
Kıyaslar, zorlar, fetheder, tahrip eder, hükmeder ve ‘ben’in de hâkimidir.
Kardeşim, düşüncelerin ve duyguların ardında kudretli bir âmir, meçhûl bir
egemen vardır. Asıl varlık budur. O, senin bedenindedir, o senin bedenindir. Bedeni
daha iyi tanıyalı bêri, rûhun bence önemi kalmadı. Ve sonsuz denen her-şey bir
sembôlden ibâret”.
Nietzsche üst-insan yada insan-üstünü tanrı yerine koyar:
“Bütün tanrılar ölmüştür. Şimdi istiyoruz
ki ‘insan-üstü’ yaşasın. Bir zamanlar uzak denizlere bakarken ‘tanrı’ denirdi.
Fakat şimdi size ‘insan-üstü’ demeyi öğretiyorum. Tanrı bir düştür. Fakat
isterim ki düşünüz yaratıcı irâdenizi geçmesin. Bir tanrı yaratabilir misiniz?.
Öyle ise bana tanrı lafı etmeyin. Ama pekâlâ ‘insan-üstü’ yaratabilirsiniz.
Belki bizzat siz olamazsınız, kardeşlerim, fakat kendinizi ‘insan-üstü’nün babaları ve
dedeleri hâline getirebilirsiniz. Sizin en iyi yaratmanız bu olmalı. Eğer
tanrılar vâr olsaydı ben tanrı olmamaya nasıl dayanabilirdim. O hâlde tanrı
yoktur. Bana gölge gibi gelen, ‘insan-üstü’nün güzelliğiydi. Ah kardeşlerim,
tanrılardan artık bana ne!”.
Nietzsche eşitliği istemez, zîrâ üst-insanın olduğu yerde
eşitlik olmaz:
“Bu eşitlik öğütleyenleriyle karıştırılmak
istemem. Çünkü bence hakkâniyetli hüküm şudur; insanlar eşit değildir ve eşit
olmamalıdırlar da. Eğer böyle demeseydim ‘insan-üstü’ne olan sevgim ne
olurdu?”.
Tanrıyla dalga geçer ve
tevhidi tersine çevirmeye çalışır:
“Doğrusu odur ki onlar bir defâsında
da kendi-kendilerine gülmekten öldüler. Bu bir tanrının en dinsizce sözü
söylediği zaman oldu. O söz şudur: ‘Bir tek tanrı vardır. Benden başka tanrın
olmamalı’.
Kabasakal, kıskanç bir tanrı!. O
kendini unutmuştu. O zaman bütün ilahlar güldüler ve tahtlarının üstünde
sallanarak şöyle bağırdılar: ‘Tanrılık bu değil midir ki ‘ilahlar vardır, fakat
ilah’ yoktur. Tanrılık odur ki “tanrılar vardır fakat tanrı yoktur’.
Tanrı öldü, şimdi istiyoruz ki
‘insan-üstü’ yaşasın. Kâlbimde yalnız ‘insan-üstü’ var. Bence önemli tek şey
bu. İnsan umurumda değil. ‘İnsan en iyi, en uzun ve en hoş şekilde nasıl
yaşar?’ diye sormaktan yorulmuyorlar. Bunlar bugünün egemenleridir.
Kardeşlerim, bu egemenleri ve bu küçük adamları yok edin, bunlar ‘insan-üstü’
için en büyük tehlikedirler”.
Allah ölünce(!) insana tapmaya başlayan Nazilerin
filozofu Nietzsche şöyle der:
“Çürümüş tanrısallığın kokusunu
duymuyor muyuz?. Çünkü Tanrı bile kokuşmuştur. Tanrı öldü. Ve onu biz
öldürdük!. Kendimizi, bütün kâtillerin en kâtilini nasıl teselli edeceğiz?.
Dünyânın şimdiye kadar sâhip olduğu en kutsal ve en kudretli şey bizim
sapladığımız bıçakla öldü. Bu kanı üzerimizden kim silecek?. Hangi suyla
kendimizi temizleyebiliriz?. Hangi kutsal oyunları tertiplemeliyiz?. Bu
gerçeğin büyüklüğü bizim için çok fazla değil midir?. Bizlerin de tanrılar
olması gerekmez mi, en azından buna değer görünmüyor muyuz?. Bizden sonra doğan
herkes şimdiye devâm ede-gelen -ki târihten çok daha yüce bir târihe âittir- bu
nedenle bundan daha büyük bir olay yoktur!. Sâdece aptallar ve zayıf kişiler
Tanrı’ya inanmaya devâm eder: Tanrı’nın kendisi akıllı insanlar olmadan vâr
olamaz. Fakat Tanrı’nın vâr olması akılsız insanlar olmadan daha zor olurdu”
Nietzsche’den sonra 20. yüzyılda başa gelen süper diktatörler
“Tanrı” olma hırsızyla Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattı. İş-başına
geçitler, ekini ve nesli helâk ettiler. Nietzsche’nin
kendisi battığı gibi felsefesi de battı. “Ölen Tanrı”nın yerine geçen
süpermenler(!) Tanrılığı beceremediler ve mecbûren şeytanlık üstüne şeytanlık
yaptılar ve sıçtılar batırdılar.
Siyonist yazar Ahad Ha’am,
“Yahudilik ve Nietzsche” adlı makâlesinde, “mükemmel insan” türünden bahseder.
Ona göre Nietzsche’nin Üstün İnsan’ı, Yahudilerin soyudur. İbrânilerdir.
Varlıklar dünyâsında seçilmişlere doğru bir evrim vardır ve bu evrim
mükemmelleşmeye giderken Yahudilere ulaşır. Maddeler, bitkiler, hayvanlar,
konuşma yeteneği olan hayvanlar ve hepsinin üstünde “Yahudiler” gelir.
Anlaşılan süpermenlik hevesi kıyâmete kadar devâm edecek.
Nietzsche, gücü her-şeyin
üstünde tutar. İnsan-ı kâmil düşüncesinde de öyledir. İnsan-ı kâmil olanlar
-hâşâ- “cenâb-ı hak” olarak bu güçle kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynarlar(!).
Bunlar tanrıyı öldürüp, yerine kendilerini geçirmişlerdir. Tanrı’nın yerine insanın
geçmesini önerirler.
Nietzche gibi niceleri, modernite sürecinde “doğaya
hâkim olma ve üstün insan yaratma” idealiyle yola çıkmışken, geldikleri yer,
insanın kendi eliyle yaptığı makine karşısında değersiz bir nesnesi olmuş olmalarıdır.
Geleneksel ve modern sapık
zihniyet, peygamber örnekliklerinde olduğu gibi gerçek bir kahraman ve
kahramanlık ortaya koyamadıkları ve Dünyâ’yı hayâl ettikleri gibi değiştiremedikleri
için, sahte, yapay ve sûnî kahramanlar ve insanlar ortaya çıkarmışlardır. İşte
modernite ve modern insan ancak bunu yapabilir. Çünkü insanlara; “modernite ile
gerçekleşecek” diye verdikleri sözlerin hiç-birini gerçekleştiremeyince, bunu
çizgi ve film karakterleriyle ortaya koymuşlardır. Süpermen bunun bir
yansımasıdır. İşte insan-ı kâmil ve üst-insan da bunun felsefi uzantısıdır.
Peygamberler gibi, sonuna kadar bedel ödemeyi göze alabilecek insanlar
bulamayınca ve olamayınca, sözde üstün bilgiyle insan-ı kâmil ve üst(ün() insan
olduklarını zannediyorlar ve bunu yaygarasını yapıyorlar.
İnsan-ı kâmil ve üst insan
teorisinde, diğer insanlar ötekileştirilir. Ya “avam” olarak “gereksiz aşağı
varlıklar” görülürler, yada “evrimini tamamlamamış ilkeller” olarak görülürler.
Oysa onların görece geri durumda olması bile, insan-ı kâmil ve üst-ün insan
düşüncesini sâhiplenen devletlerin zulmü nedeniyledir.
İnsan ne kadar
ilerlerse-ilerlesin Tanrı olamaz. İnsanın ulaşabileceği en üst sınır, peygamberler
gibi “kul” olabilmektir.
Üst(ün) insan yada insan-ı
kâmil olmak, “tanrılaşmak” demektir. İnsan tanrılaşınca tanrı da “insanlaşmış”
olur. Yâni insan -güyâ- bâkileştikçe Tanrı fânileşir. Böylece Tanrı öldürülür ve
insan “ölmez olan” olmaya başlar. Hz. Îsâ’yı “kul ve peygamber” olarak kabûl
etmekle tatmin bulamayanlar, onu tanrılaştırdıkları gibi, tanrıyı da
Îsâlaştırmışlardır. Tanrı insanlaşınca fâni olur ve bir gün gelir ölür. Nietzsche’nin “tanrı öldü” demesi bu
nedenledir. Bunlar hep Allah tasavvurundaki bozukluklar ve vahyi hesâba katmamanın
ortaya çıkardığı sapkınlıklardır. Tanrı insanlaştığında O’nunla dalga geçmek ve
onun emirlerini ve yasaklarını takmamak ve savsaklamak normâlleşir ve “sen
tanrıysan ben de tanrıyım, o hâlde sen bana uy” demeye başlarlar. Tanrılaşmayı isteyen ve kendini
tanrı gibi görenler, tanrıyı ise insan olarak görmeye başlarlar ve sonuçta
tanrıyı küçümserler. İnsanları tanrıya değil, kendilerine çağırırlar. İnsanlar
da tanrıya değil, sözde tanrılaşmış olan insanlara kulluk etmeye başlarlar.
İşte İslâm’ın mücâdelesi bu sapıklıkla, küfür ve şirk iledir.
Nietzsche “tanrı öldü” demişti. Bu tanrı hangi tanrıdır tartışılır belki ama olan
şey şudur ki, Nietzsche öldü ama,
Allah ölmedi, ölmez.
Tasavvufta insan-ı kâmil ve
üstün-insan düşünceleri vardır. Gavs, kutup, vs. gibi nitelemelerin nedeni
budur. Tasavvufta yada bâtınîlikte insan-ı kâmil yada üstün insan, Allah ile
kul arasında aracı bir tanrıdır. İnsan-ı kâmil için tasavvufçular “cenâb-ı hak”
derler. Cenâb-ı hak denilen kişinin insan-ı kâmil olduğunu kabûl ederler. Üst
ve üstün insanın kâinâtı elinde tespih gibi oynayabilirmiş, kâinât onun
yüzü-suyu hürmetine deverân ediyormuş. O olmasa kâinat yıkılırmış. Bunun gibi
çeşitli zırvalıklar insan-ı kâmile ve üst-insana isnât edilir. Tasavvufçular Nietzsche’yi severler ve onun “üstün bir zekâya
sâhip olduğunu” dile getirip dururlar. Zîrâ tasavvuftaki “insan-ı kâmil” ile Nietzsche’nin “üst-ün insan”ı aynı kişidir.
Mistikler,
“hiç kimse bir tek yaşam içinde kâmil insan=üst insan olamaz” diyorlar. Çünkü o
düzeye gelmeye insan yaşamının süresi yetmez. O hâlde defâlarca gelmek gerekir
inancıyla reenkarnasyon düşüncesi açığa çıkıyor.
İnsan-ı kâmil yada üst-insan
olmayanlar “avam” adında bir çeşit hayvandırlar. Zîrâ tekâmüllerini yada
evrimlerini tamamlayamamışlardır. Zâten Nietzsche’nin
sözcülüğünü yaptığı üst-insan düşüncesinde, üst-insan olamamış insanlar, üst-insan
ile maymun arasındaki gelişmiş maymun değerinde bir varlıktır. Yâni hâlen
maymunluktan yâni hayvanlıktan kurtulamamıştır. Oysa ki Allah her insanı en
güzel sûrette yaratmıştır ve onu yolun başına koymuştur. Fakat kibrine ve
nefsine yenilen insanlar aşağılık olur:
“Doğrusu, biz insanı en
güzel bir biçimde yarattık. Sonra
aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar
başka; onlar için kesintisiz bir ecir vardır” (Tîn 4-6).
Âyete göre her insan ilk
yaratıldığında zâten en kâmil şekilde yaratılmıştır. Doğala, normâle ve fıtrata
uygun olarak yâni Allah-merkezli bir yaşayışı olmayanlar ve Allah’ın kulu
olduğunu göz-ardı ederek yoldan çıkanlar ise, hayat süreçleri içinde aşağıların
en aşağısına kadar düşerler ve hayvandan da daha aşağı olurlar. Olan şey şudur
ki, kendilerinin kibirlerine, nefislerine kul olduklarına bakmayanlar, insan-ı
kâmil ve üst-insan düşüncesiyle aşağılık hâllerini perdelemek
istemektedirler.
Tasavvufta, “insan-ı kâmil’e
kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak” arasında fark yoktur.
İnsan-ı kâmil;
zamânın kutbu, kutb-ûl aktabı, gavs-ı azâmıdır ve aslında zamânın sâhibi
(sâhib-ûl zaman) olarak adlandırılır. Lâkin zamânın tek sâhibi Allah olduğu
için, aslında insan-ı kâmil, -hâşâ- “Allah olmuş insan” yada “Allahlığını en
üst derece fark-etmiş olan kişi”dir. İşte üst(ün)-insan olmak da böyledir. Tanrı
öldürülünce yerine “üst-insan” konmak istenmektedir. Nietzsche, -hâşâ- “Tanrı’nın ölümünü” îlân ettikten sonra, onun yerine -sözde-
üst/üstün insanı (Ubermensch) koymak
istemiştir.
Oysa Allah’ın olduğu yerde insan-ı kâmil ve üst-insana olmak ancak, “iyi bir
kul” olmak anlamına gelebilir. Bahsedilen anlamda insan-ı kâmil yada üst-insana
olmak için âlemlerin rabbi olan Allah’ın öldürülmüş yada “insanda yok olmuş”
olması gerekir. Ahmet Yaşar Ocak, kutup kavramından şu şekilde bahseder:
“Kutubu
anlatan metinlerde çizilen kutup portresi, âdetâ insan-üstü kutsal bir varlığı
anlatması îtibâriyle dikkatle üzerinde durulmayı gerektiren bir kavram olarak
ortaya çıkıyor. Bu metinlere göre kutup, gerçekte ‘Rûh-u Muhammedi’dir. Allah’ın
tecelligâhıdır ve bir ‘delikanlı’ sûretinde görünür; Allah ona bütün
sıfatlarıyla vâsıtasız olarak tecelli ettiğinden, her zaman ve mekânda dilediği
şekil ile görünür; gelmiş-geçmiş bütün kutuplarda görünen de aslında odur.
Nübüvvet ve Velâyet’i şahsında temsil eder; yeryüzündeki bütün işleri hak ve
adâlet ile yönetmek üzere bizzat Allah tarafından halife ve hakem kılınmıştır.
Kısacası kutup, Allah’ın bu âlemi yönetmek üzere ilâhi yetkilerle donattığı,
insan görünümündeki insan-üstü, fevkalâde bir varlık, âdetâ Allah’ın
kendisidir. Metinlerin dolambaçlı üslup gayretlerine rağmen söylenmek istenen
kısaca budur”.
“Kutup,
‘başı Arş’da, ayağı Ferş’de’ on sekiz bin âleme doludur” deniyor. Peki bu insan-ı
kâmil ve üst-insanın gücü sâdece mânevî alanda mıdır?. Dünyevî alanda da “en üstün”
değiller midir?. Eğer üstün iseler niçin sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal
alanda da en üst olmuyorlar?. Çünkü mevcut lâik-demokratik cumhûriyete, seküler
hayâta ve liberâl-kapitâlist ekonomiye bir şey dedikleri yok. Siyâsi lîderlere
itaat ediyorlar ve onları desteklemek için gidip oy veriyorlar. Peki niçin
kendileri bu alanda da Dünyâ’yı ve insanları yönetmiyor?. Yoksa Allah onlara bu
alanda yetki vermemiş midir?. Bunların -sözde- kâinâtı ellerinde tesbih gibi
çevirmeye güçleri yeterken, dünyevî konularda ve insanlar arasında üst olmaya
güçleri yetmiyor mu?. Modern tasavvufçularda, “üst-ün insan”da ve kutuplarda iş
yok. “Dandik kutup” bunlar. Oysa eskiden bu bilinçle bâzı kalkışmalar
yapılmıştı. “Mâdem göklerin ve yerin yönetimini Allah bana verdi, o hâlde
padişah yerine benim geçmem gerekir” diyen ve bu uğurda isyân eden kutuplar(!)
vardı. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şunları söyler:
“Bayrâmi
Melâmiliği’nin doktrininde kutbun hem dînî, hem de dünyevî (daha doğrusu
siyâsî) olmak üzere iki misyonuna işâret olunduğu görülmektedir ki, işte
melâmiler’in Osmanlı iktidârına neden karşı çıktıkları sorusunun cevâbı da
burada yatmaktadır. Çünkü melâmiler bu inançlarının tabî sevkiyle Osmanlı
sultanlarının hem dînî, hem dünyevî otoritesinin gayri meşrû olduğunu
düşünmekte, Dünyâ’yı yönetmesi gereken asıl otoritenin de kendi kutupları
olduğuna inanmaktadırlar.
Merhum
Gölpınarlı, Bayrâmi Melâmilerinin ölümle cezâlandırılmalarını, Vahdet sırrının
meydana vurulmasından ileri geldiği şeklinde sırf doktrin boyutunda
değerlendiriyorsa da, asıl mesele, Osmanlı iktidârına karşı takınılan siyâsî
tavırlar ve buna bağlı iktidar karşıtı hareketlerdir. Osmanlı iktidârını bu
şekilde gayri meşrû sayan bir doktrinin halk arasında yayılması bir yana,
bizzat kapı-kulları, merkez bürokrasisi arasında destek görmesinin Osmanlı
iktidârı açısından ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğine ve merkezi yönetimin
de meseleye bu açıdan baktığına şüphe yoktur”.
Yâni
üst-insan ve insan-ı kâmil, insanların imamı(!) olduğu için bu imamlığı sâdece
mânevî alanda değil, dünyevî alanda da ikâmet etmesi gerekir. Aksi-hâlde
iddiâsı boşa çıkar. Fakat bunu yapması için mevcut otoriteye kafa tutması ve
onun yerine geçmesi gerekir.
İnsan-ı
kâmil ve üst(ün) insan bir tanrı-insan sentezidir. İnsan ile tanrı birleştiğinde
-hâşâ- Allah olur.
Nietzsche
bir nihilist olduğu için, her-şeyin boş ve değersiz olduğunu savunur. Fakat bu
boşluk aslâ tatmin edici olmadığından dolayı ve bir ilah inancı da olmadığından,
insanı ilahlaştırma yolunda üst-insan felsefesini ortaya atmıştır. Nietzsche’ye
göre her-şey anlamsızdır. Dünyâ can sıkıcıdır. Yaşam her geçen gün daha da değerden
yoksunlaşmaktadır. Tanrı ölmüş, insanlar bireysel yalnızlıklar içine
gömülmüştür.
Tasavvufta da insan
kutsallaştırılmıştır ve insan tohumdan meyveye doğru bir seyir izler ve en
kâmil noktaya ulaştığında tanrılaşır. Fakat “lâ fâileillallah” (Allah’tan başka
fâil yoktur) düşüncesi “lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur)
düşüncesini de yanında getirdiği için, insan kendinin varlığını inkâr edemez ve
“lâ mevcûde illâ ene” (benden başka varlık yoktur) ve “lâilâhe illâ insan”
(insandan başka ilah yoktur) durumuna kadar gelir. Zâten tasavvuf, “insanı
tanrılaştırma felsefesi”dir. Seyr-i sülûk denilen şey de, “insanın tanrılaşma
serüveni”dir.
Tasavvuf “insan-ı kâmil”den
bahseder. Tasavvufun bahsettiği insan-ı kâmil, aslında insan ile Allah
arasındaki “ara tanrı”dır. Bu aynen, Nietzsche’nin
“üst-insan” söylemi gibidir. Üst-insan düşüncesine göre normâl insanlar için
maymunlar ne ise, üst-insan için de normâl insanlar maymun gibidir. Tasavvufta
bu daha da abartılıdır. Zîrâ “üst-insan” olan insan-ı kâmil zamânın
kutbu-gavsıdır ve kâinâtı elinde bir tesbih gibi oynayabilmektedir. Bu nedenle
ona -hâşâ- “cenâb’ı hak” diyenler bile vardır. Çünkü insanı bir kere yüceltmeye
başladığınızda, onu yüceltmenin bir sonu gelmez ve süreç, insanın Allah îlân
edilmesine kadar gider. Târih boyunca hümanizm buna çanak tutmuştur ve
tutmaktadır. O hâlde insan, ancak Allah’ın yücelttiği kadar yüceltilmelidir ki
Allah için üst-insan, “takvâda üstün” olan insandır.
Mahmud Muhammed Taha,
gnostik düşünce geleneğindeki “kâmil insan” yâni üst-insan telâkkisine paralel
olarak, bu vasıftaki insanın derin hakîkatlere ulaştığı için şer’î
mükellefiyetlerden bağımsız olduğu fikrini savunmuştur. Böylece şeriatı ilgâ ve
iptâl etmiştir. Çünkü onun için aslolan, mârifet yâni derin hakîkati kavramaktır.
Oysa şeriat ve hukuk “hakîkat” değil, sûrettir. İşte Kur’ân ve Sünnet
bütünlüğünden kopmak adamı böyle sapık düşüncelere ve yollara sürükler ve
sapıklık bataklığında bırakır. Kur’ân’a göre insan, ölünceye kadar Allah’a
“kul” olmak zorundadır:
“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden
ol. Ve yakîn (ölüm) sana
gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 98-99).
Yakîn, “ölüm” demektir. Çünkü “kesin bilgi”
anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte açığa çıkar. Zâten bir-önceki
âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki secde, “ibâdetin dibi” demektir:
Hele ki tasavvufçuların ve bâtınîlerin dillerine
pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır” demeleri
yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtınî mânâsını ancak bir
efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı
kâmil” (yada üst-insan) dedikleri kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih olanın da,
gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın
bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir
şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur.
Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik
bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân
onları çok açık bir şekilde yalanlar:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan
müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde
derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler.
Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).
Tasavvuf bağlılarına
bakılınca hiç de sözlendiği yada bilindiği gibi sessiz, sâkin, hoşgörülü
birileri olmadığı görülüyor. Psikopat bir yapıya sâhipler. Hemen hepsi çok
sinirli ve kendi düşüncelerine sağlam delillerle karşı çıkanları neredeyse
boğup öldürüverecekler. Öyle sanıldığı gibi “aşk adamı” falan da değiller. Moğol
ajanı Celâleddin Rûmi; birbirilerini seven Kimyâ Hâtun’la oğlu Alâaddin’e
düşmanlık derecesinde karşı çıkarak Kimyâ Hâtun’u Şems’e peşkeş çekmişti. Aşka
hürmeti falan yoktu yâni. Zâten onlar “sevgi” yerine “aşk” sözünü kullanırlar
ki aşk da şizofrenik bir durumun tezâhürüdür. Zîrâ aşkta bir “kendini
kaybetme hâli” vardır ki tasavvufçular bu durumu üstün bir özellik gibi sunarak
şizofreniyi ayyuka çıkarırlar. Sevgiye ve sevgi için özveriye canımız fedâ;
lâkin bir psikolojik bozukluk, bir travma olan aşk yüzünden perişân olmayı en
üstün insanlık durumu üst-insanın bâriz özelliği gibi göstermek normâl bir
insan davranışı değildir ve gerçeklik dışında yaşamak (şizofreni) demektir bu.
Kendinde olamama yâni sarhoşluk hâlini, insan-ı kâmilin hâli gibi gösteriyorlar
ve anlatıyorlar. İyi de “güzel örneğimiz” Peygamberimiz’de bu tarz tutumlar
görülmüş müdür ki?.
Şeytan Âdem ve Havvâ’yı “üst-insan
olacakları sözüyle kandırmıştı:
“Şeytan, kendilerinden örtülüp
gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: Rabbinizin
size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan
kılınmamanız içindir” (A’raf 20).
“Sonunda şeytan ona
vesvese verdi; dedi ki: Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber
vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).
Nietzsche, insanın “sürü insanı”ndan sıyrılabilmesi ve
özgürleşebilmesi için yâni üst-insan olabilmesi için nihilizmden geçmelidir der.
Üst-insan yada nam-ı diğer “übermensch”. Her türlü
geleneksel ve sosyâl baskılardan kurtulup, arınıp, mükemmelleşmeyi kendi
içinde, bünyesinde arayan insandır. Bu arayış süreci onu “üst-insan” yapar.
“Üst-insan”, diğer insanların arasından sıyrılıp kendini fark ettirecek ve
bambaşka, yepyeni bir ahlâk anlayışı onlar sâyesinde hayat bulacaktır.
Üst-insan, üstün insan, süper insan,
yüksek insan Friedrich Nietzsche’nin gelecekteki insan öngörüsüdür. İnsan
evriminin en son aşamasıdır. Nietzsche’ye
göre mevcut ahlâk yapısı köle ahlâkı ile şekillenmiştir. Eşitlik kavramına
karşı çıkar. Nietzsche’ye göre dînin, “zayıfın yanında yer alması”, “köle
ahlâkı”dır (slave morality) ve dînin olumsuz yönlerinden birisidir. İnsanın gerçek
doğası olan “güçlü olma isteği” ihmâl edilmektedir. Ahlâk, güçlü olmaya göre
yeniden tanımlanmalıdır. Nietzsche her-şeyin eleştirisinin yapılmasını ve
değerlerin gözden geçirilmesini ister. Her-şeyi yeniden değerlendirecek, apayrı
ahlâkî ölçütlerle donanmış ve güçlü olma isteğini yaşayan insan üst-insan (übermensch)’dir.
Ona göre üst-insan,
insanoğlunun amacıdır. İnsan aşılması gereken bir varlıktır. Her varlık kendisinden
üstün bir şey yaratmıştır. İnsanın da kendisini aşması gerekir. Maymun, insanın
gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın varlığının
amacı üst-insandır. Çünkü insana yakışan güçlü, korkusuz ve acımasız olmaktır.
Üst-insan insanlığa yeni değerler, yeni hedefler ve yeni düşünceler
getirecektir. Güçlü ve bağımsız insanların egemenliği, hayvan sürüsü gibi
şekillenen insanlık için bir ilerleme olanağıdır. Yığın kendini fedâ ederek,
üst-insanı arzulayacaktır.
Üst-insan bir amaç ve
yönelim olduğu kadar, bir sonuçtur da. Nietzsche’ye göre, üst-insanın imkânı:
aşkın ideâllerin iflâsına, Tanrı’nın ölümüne bağlıdır. Bilinemeyen-metafizik öğelerle
donatılmış bir düşünce üst-insanı oluşturamaz. Maddeyi aşan ve bilinmeze
dayanan düşünceler üst-insana göre değildir. Üst-insan, Nietzsche’nin “son
insan” adını verdiği pasif ve bıkkın insanın, amaçlar belirleme ve değerler
yaratma gücünden yoksun kişinin, tam zıddıdır. Üst-insan insanlığın ulaşması
gereken mertebedir.
Nietzsche “evrim, üst-insanı ortaya çıkarmak içindir, evrimin
amacı “yığınlar” değil “dehâlardır. Hayâtın görevi, bireyler olarak bakıldığında,
en değersiz tipler olan çoğunluğu yükseltmek değil, dâhiyi yaratmaktır, üstün
kişiliklerin geliştirilmesi ve yükseltilmesidir” der.
Nietzsche onsekizinde, Tanrı’ya olan inancını yitirdi. Hayâtının
geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirecekti. Sonunda aradığını “üstün
insan”da bulduğunu sandı. Üst-insan Nietzsche
için yeni bir tanrı ve yeni bir dindir. “Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün
insan yaşasın” sözünü eder. Şöyle der:
“Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetteyse,
insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli
bireyler geliştirmektir. ‘İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır’. Aklı başında
olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık
düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün
vâr olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütün
deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir.
Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın daha iyi. Toplum, bireyin
gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır. Topluluk kendi başına bir amaç
değildir”.
Üst-insan için tek bir
ahlâkî prensip vardır: Güç istemi. Üst-insanın prototipi diyebileceğimiz Zerdüşt
ile ilgili hikâye bir misâldir. Davranış kalıplarına işâret eder. Böyle Buyurdu
Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramânı aracılığıyla şöyle der: “Maymun, insan
için nedir?. Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç. Üst-insan için insan da
böyledir: Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç”.
Buradan çıkan sonuç şudur: Üst-insan Allah’sız
insandır. Zîrâ üst-insan kendini ilah sayan insandır. Aynen tasavvuftaki
insan-ı kâmil gibi. Nietzsche, yukarıdaki
açıklamalarında her türlü sapık görüşü ortaya koymuştur ki insanlık târihi
böyle sapkınlıklarla doludur. Nietzsche’nin yaptığı da benzer bir sapıklıktır.
Hümanizmin altın çağında yaşayan Nietzsche’nin yapacağı şey tabî ki insanı
tanrılaştırmak olacaktı. Fakat işin çok daha kötü yanı, bu düşüncelerin
düşüncede kalmaması ve hem Sosyâl Darwinizm’i körükleyerek Asya ve Afrika’nın
sömürülmesine destek olmuş hem de Hitler gibi sapık ve Faşist kişilere ve
ideolojilere çok geniş bir alan açmıştır. Hitler, safkan Alman ırkı ortaya
çıkarmak için sünnetullaha müdâhale etmiş ve sünnetullaha müdâhale eden her
zavallı gibi bedbaht olmuştur. Zîrâ sonuç hüsrân olmuştur. Nietzsche’nin
bu “üstün insan” fikri Hitler’de “üstün insan ve üstün ırk” fikrine dönüştü ve 2.
Dünyâ Savaşı’nda ortalık toza-dumana karıştı. Bu
düşünce merkezinde ortaya konan Faşizm, 20. yüzyılı kana bulamıştır. Olmayacak
bir hayâlin peşine düşen Hitler ve Mussolini gibi kibir timsâlleri, bu düşünce
bağlamında Dünyâ’yı ifsâd etmişler ve nice insanı acılara boğmuşlardır. Onların
sonu Dünyâ’da rezil olmak olduğu gibi, âhirette ise acı ve sonsuz bir azâba
mahkûm olacaklardır.
Nietzsche’den gazı alan Hitler, kendini bir şey zannetti ve
Nîsan 1937’de yapılan Alman hristiyanları arasında yapılan toplantıda, “Hitler’in
sözlerinin Tanrı emri, çıkardığı yasaların ise “ilâhi yasalar” olduğu îlân
edildi. Artık Hitler’in her durumu kutsallaştırılmaya başlandı. Hitler’in
çeşitli suikastlardan dakîkalar öncesinden sağ olarak kurtuluşu, 1. Dünyâ
Savaşı sırasında girdiği sayısız göğüs-göğüse yapılan süngü savaşından sağ çıkması,
onun “seçilmiş insan” olduğuna hem onu hem de yandaşlarını daha çok inandırdı
ve çılgınlığını daha çok arttırdı. Bu sapkın
inanç ile; Yahudi, Çingene hattâ sakat Almanları bile “üstün ırk” yaratma fikri
ile soykırım ile öldürdü. “Son Mesih” ve “Dünyâ’nın yöneticisi” olduğuna kadar
işi götürdü ve buna inandı. Bu duygularla tüm Dünyâ’yı savaşa sürükledi.
Savaşın kazanılmasıyla 1.000 yıl sürecek olan bir Altın Çağ’ın başlayacağını
hayâl ediyordu.
Yahudilerin kutsal(!) kitabı Tevrat’ın öğretisinden kaynaklanan
inanca göre, Yahudiler de kendilerinin Dünyâ’da ayrıcalıklı bir ırk olduğuna ve
ayrıca diğer ırklar üzerinde onları yönetme hakkına sâhip olduklarına
inanırlar. Bu inanış modern zamanlardan önce yahudileri sürekli bir sürgünde
bırakmış, modern zamanlarla birlikte ise kendileri dışındaki insanlara
acımasızlık, merhâmetsizlik ve zulüm olarak yansımaktadır. Zîrâ kendini
diğerlerinden üstün görenler, düşük gördükleri kişilere ve toplumlara mutlakâ
zulmederler. Diğerlerini küçük görme kibri, derin düşmanlıklara neden olur.
Dünyâ’daki kötülüklerin kaynağı, bencillik, egoistlik, hırs ve “kendini
ayrıcalıklı ve diğerlerinden üstün görmek”tir.
Kendini üstün ve ayrıcalıklı görerek her-şeye sâhip
olmaya çalışarak Dünyâ’ya hâkim olma düşüncesi, “Tanrıyı oynamak” demektir. Bu
hastalıklı “üstün ırk” ve “üstün insan” düşüncesi, zamanla herkesi felâkete
sürükler, Dünyâ’ya barış ve huzûr getirmez. Zîrâ Allah, üstünlüğü sâdece takvâ
ile sınırlandırmıştır. Takvâda üstünlük, “Allah’tan, yâni O’nun sevgisini
kaybetmekten korkmada, O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmede en titiz ve
gayretli olmak” anlamında olan bir üstünlüktür. Bu üstünlük Allah’ın
değerlendireceği bir üstünlük olduğu için Dünyâ’da kibir anlamında bir etkisi
olmaz.
İslâm’a göre üst-insan yada
insan-ı kâmil diye bir şey yoktur. Sâdece “takvâda yâni sorumluluğu bilmede ve
Allah’tan korkmada üstün olan insanlar vardır. Tabi bu her insan için
ulaşılabilecek bir yerdir. Doğuştan gelen yada ırktan-kandan gelen bir üstünlük
durumu yoktur İslâm’da. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ve sabredenlerin
ulaşabileceği bir şeydir takvâda üstün olmak. Bu bağlamda Kur’ân insanlara, “İslâm
yolunda önderler ve lîderle olun” der fakat “üst-insan olun, süper insan olun,
Allah’laşın” falan demez. İnsanın ulaşabileceği zirve, kulluğun en ideâl
yaşandığı “takvâda üstünlük” hâlidir. İnsan diğer insanlardan ayrıcalığını,
Dünyâ’da takvâsıyla, âhirette ise cenneti hak etmesiyle olacaktır. Bu Dünyâ bir
“imtihan dünyâsı”dır ve peygamberler dâhil tüm insanlar en ideâl kulluğu
yapmakla imtihan edilmektedirler. Zâten müşriklerin Peygamber’e; “sana melekler
eşlik etmeliydi, hazînelerin olmalıydı” falan dediklerinde Peygamberimiz;
“hâşâ, ben kendisine vahyedilen bir kuldan başka neyim ki” diye cevap verir ve
kulluğunu ve resûllüğünü öne çıkarır. Peygamber seçilenlerin özelliği ise, çok
üstün bir ahlâka sâhip olmalarıdır. Yoksa doğuştan gelen bir seçilmişlik ve
üstün insan olmaları falan değildir.
Tasavvuf, bir “Allah olma
serüveni”dir. Bu nedenle tasavvufçular Allah olmaya pek meraklıdırlar. İbn-i Arabi,
Celaleddin Rûmi, Yunus Emre vs. insan-ı kâmil ve üst-insan sevicilerin baş-tâcı
ettikleri kişilerdir. Bu kişiler -sözde-, zamânının üst-insanları ve insan-ı
kâmilleridir. Fakat hayatlarına baktığımızda “şathiye” olarak isimlendirilen
sapıkça sözleri bilinmektedir. Bu kişiler sapıkça sözlerden başka, dîne karşı
bir din kurdukları gibi, Allah’a karşı da Allah’lık taslamışlar ve nice bedbaht
da onların peşine düşerek küfre, şirke ve zulme düşmüştür.
İnsan-ı kâmil ve üst-insan
düşüncesi Alevilikte de vardır. İmamlarını hatâsız ve mâsum îlân ettikleri
gibi, bu kişilerin ilmin tamâmını aracısız olarak bir-anda hıfz ettikleri de
söylenir. Bundan başka nice olağan-üstü hâllerde bulunabilirler ve mûcizeler
gösterebilirler. Sözde üst-insanlar ya; ancak Allah’a isnât edilebilecek olan
özellikler, bu kişilerin alâmeti fârikaları olarak gösterilir. Alevî-Bektaşîlikte
Tanrı, kendisini olağan-dışı insanda, insan-üstü insanda, kâmil insanda
gösterir (kendisini ifâde eder).
Modern insan da bu
düşünceleri pek sevmiştir. Çünkü Allah’ı ve âhireti inkâr etmiş yada unutmuş
olan modern insanı kahreden şey, kaçınılmaz son olan “ölüm”dür ki, modern insan
bu sondan kurtulmak için yollar aramaktadır. Sonuçta bundan kurtulmanın yolunun
üst-insan, insan-ı kâmil, üstün insan olmaktan geçtiğini zanneder. Bu nedenle
de ölümsüz olabilmek yâni ilahlaşmak istemektedir. Tabi bunun için
kullanabileceği araç, modern-bilim ve teknoloji olacaktır. Zîrâ modern-bilimin
üst-insan yâni ölümsüz insan olma yâni ilahlaşma projeleri vardır. Teknoloji
aracılığıyla her-şeyi bilen tanrılaşmış insan üretmek, bu tanrılaşmış insan ile
birlikte her soruna ve en büyük sorun(!) olan ölüme bile bir çâre bulunacaktır
ve böylece hem kendilerini boğan ve perişân eden ölüm fikrinden hem de
tepelerinde sürekli Demokles’in kılıcı” gibi duran Tanrı düşüncesinden
kurtulacaklardır. Yapay zekâ zırvalıkları bu nedenle bu kadar pohpohlanıyor ve
ortalıkta geziyor. Oysa yapay zekâ belli oranda zekî olabilir ama akıllı
olamaz. Eğer akıllı olabilseydi “sâdece Allah’a” kul olmaktan başka bir şey
yapmazdı.
Modernite
insanlara daha çocukluklarından ve hattâ bebekliklerinden îtibâren Hollywood aracılığı ile üst-insan imajı sunar ve bilinç-altına
işler. Üst-insan, üstün insan ve süper insan yâni tanrılaşmış insan imajının
alt-yapısını süper çizgi kahramanların filmleriyle kurmuştur. Doğu’da ve
müslümanlar arasında da efsâne ve uydurma rivâyetlerle “insan-ı kâmil” şeklinde
“tanrı-insan” imajı ortaya konmaktadır.
Tasavvufun
insan-ı kâmili ve Nietzsche’nin insan-üstüsü, “ahlâkî peşin hükümler”den
kurtulmuştur. Şöyle der.
“Merhâmete,
vicdâna ve bağışlamaya karşı, yâni insanların dâhili zâlimlerine
karşı mücâdele
edin; zayıfları sıkıştırın, cesetlerine basarak yukarıya
doğru tırmanın.
Çünkü siz yüksek bir türün çocuklarısınız, çünkü
ideâliniz insan-üstüdür”.
Üst-insan yada
insan-ı kâmil, “günahsız insan”dır. Fakat günahsız olmak “insânî” değildir. Bilakis, günah işlemek
ve tevbe etmek
insan olmanın göstergesidir, günah işleyip tevbe etmek, daha insânîdir. Zîrâ insan hiç-bir zaman ve aslâ
“mükemmel” olamaz, “süper” olamaz.
İnsan-ı kâmil ve üst-insanda
güyâ tanrılaştıkları için hiç-bir değer yargısı kalmaz. Onların insanca ve
kulca bir şey yapmaları gerekmez ve onlara yaraşmaz da. Meselâ Allah karşısında
secdeye kapanmak ve ibâdet etmek üst-insanlar için olacak şey değildir. Bunlar
halk arasında avam tabakası, geri kalmış ve tekâmülünü tamamlamamış olanlar
için lâzımdır. Hâlbuki Kur’ân, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz’in özelinde
bize; “sana ölüm gelinceye kadar kulluk et” der.
Nietzsche’nin “güç istemi”ne göre üst-insan olma düşüncesinin
kaynağı -insan-ı kâmil düşüncesinde olduğu gibi- insanın âciz oluşundan
kaynaklanır. Kendisine insan-ı kâmil ve üst insan diyenler ve öyle olduğunu sananlar da âcizdir. İnsan ancak
yaratılışına-fıtratına göre davrandığında âcizlikten kurtulur. Tabi bu, Allah karşısında sürekli olarak âciz kalacağı gerçeğini değiştirmez. Fakat Allah
karşısında âciz kalmak kötü de değildir eziklik de değildir.
İnsan-ı kâmil ve üst-insan, “üstün
insan” falan değildir. Onlar sâdece, kendini bir bok zanneden zavallı üçüncü
sınıf kullardır. İnsan-ı kâmil ve üst-insan oldukları düşünülenler, îcâbında
küçük ve büyük abdestlerini bile tutamayan kişilerdir. İnsan-ı kâmil ve
üst-insan olduğu söylenenlerin içinde nice şerefsizler, ahlâksızlar ve
düzenbazlar vardır.
İnsan-merkezci bir anlayıştır
bu iki kavram. Hümanisttir. İnsanı merkeze alır ve sözde “üst(ün) insan”ı ise
insanların en üstüne koyarak tanrılaştırır.
İnsan zâten en güzel ve en
ideâl şekilde yaratılmıştır: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde
yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 4-5). Fakat sonra da
aşağılara düşürülmüştür. İslâm’da insan “eşrefi mahlûkât”tır. Bu özelliğini Allah’a
kul olmakla kazanır. Kulluğu en iyi yapanlar ise örnek şahsiyetler olan
peygamberlerdir. İnsan-ı kâmil ve üst(ün) insan düşüncesinde ise insan
ilahlaştırıldığı için, dinden ve Allah’tan da soyutlanmıştır. Çünkü artık
kendileri -hâşâ- ilah olmuşlardır. Öyle ki, modern insan, bilimi ve yapay zekâyı
kullanarak “ölümsüz süper insan” yaratmak hayâlleri kurmaktadır. Bu da,
“insan-ı kâmil” ve “üst(ün) insan” düşüncelerini kışkırtmaktadır. Çünkü yapay
zekâya ve ultra dayanıklılığa sâhip olacak insan, bir süre sonra ölümsüzlüğe
kavuşarak ve ilahlaşarak kâinâtı ellerinde bir tesbih gibi oynayabilecek bir
kudrete ulaşacaklardır. Tabi şunu hesâba katmamaktadırlar; insan,
indirgenemeyecek bir özelliğe de sâhiptir ve o şey “bilinç”tir. Bilinci
yapamayacakları ve hattâ onun ne olduğunu bile hiç-bir zaman bilemeyecekleri
için, ne kadar “üstün” bir insan ortaya çıkarırlarsa-çıkarsınlar, normâl yurdum
insanında bulunan bilinçten daha üstün bir bilince ulaşamayacaklardır.
Üst-insan ve insan-ı kâmil
düşüncesinde Allah yoktur. Zîrâ insan -hâşâ- Allah’tır ve henüz Allah’lığını
oluşturamamış olanlar üst-insanı yada insan-ı kâmil’i örnek almak ve hattâ ona
kulluk yapmak zorundadırlar. Allah olmayınca tabi peygamber ve vahiy de yoktur
ki zâten bu sapık düşünceye göre, peygamberlik ve vahiy, insan-ı kâmil’den yada
üst-insandan kaynaklanır.
Peki bu üst-insan yada insan-ı
kâmil denilen sahtekârlar, o kadar güçleri ve ferâsetleri varsa, Dünyâ’da mazlumların
ve mâsumların feryât ve figânları gökleri delerken, adâletsizlik tüm Dünyâ’yı
sarmışken, neden hiç-bir şey yap(a)mazlar?. Ne yapılacağına dâir bir akıl da mı
veremiyorlar?. Eğer gerçekten “üst-insan” yada “insan-ı kâmil” diye birileri
olsaydı, Dünyâ cennete dönerdi. Ancak Allah’ın seçtiği peygamberler vardır ki,
onlar da Dünyâ’yı cennete değil ama cennetin bir şûbesine çevirmek için canla-başla
çalışmışlardır. Bu uğurda kimileri başarılı olurken, kimileri de hedefi
tamamlayamadan vefât etmişlerdir. Fakat başta Allah rızâsı ve o yüce hedef
yolunda olduklarından ve öldüklerinden dolayı Allah onları “örnek kişiler”
olarak kıyâmete kadar tescillemiştir.
Üstün insan, takvâda ve ahlâkta
üstün olandır. Allah’ı ve ahlâkı inkâr edenlerin bırakın üst-insan olmasını,
onlar rezil ve âdi şerefsizlerin tekidirler. Üstün insan, “Allah’tan
başkasından korkmayan ve ondan başkasına aslâ kulluk ve yalakalık yapmayan insan”dır.
Üstün insanlar, insanları kandıran ve sömürenlere apaçık bir şekilde zâlim
olduklarını haykıran insanlardır. Üstün insan, Allah’tan başkasını yol
gösterici, rızık verici ve hüküm koyucu edinenlere, kâfir ve müşrik
olduklarını, bu tutumdan vazgeçmeden öldüklerinde âhirette sonsuz azâba mahkûm
olacaklarını apaçık bir şekilde söyleyebilen insandır. Üstün insan, Allah’ın
sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim kılma düşüncesi olan ve bunun için olanca
gücüyle çaba harcayan insandır. Üstün insan; şirke, küfre, zulme,
adâletsizliğe, haksızlığa düşman olan ve bunları bertarâf etmek için düşünen ve
amel-eylemde bulunan insandır.
Âriflerin kâmil insanı aradıkları
gibi, modem çağda da ister materyâlist olsun ister ideâlist, tüm ideolojiler
kendi “ideâl insan”ını aramaktadır. Her ideolojinin ideâl insanı, örnek insanı,
“süpermen”i yâni “üstün insan”ı vardır. Fakat şöyle bir çelişki vardır;
üst(ün)-insanı daha alt kademedeki olan insan belirleyemeyeceğine göre, onu
belirleyecek olan bir mercî olmalıdır. Üst-insan düşüncesinde üst-insandan daha
üst bir mercî olmadığı için, üst-insanı belirleyecek olan da yine üst-insandır.
İslâm’da ise üst-insan; en ahlâklı, en takvâlı olan insandır ki bunlar da
peygamberlerdir. Peygamberlerin kim olacağını ise ancak “En Üst” olan Allah
belirler ve seçerek insanlara gönderir. Zâten ancak o seçilenlere vahiy
gönderilir.
Budizm’de belirgin bir Tanrı
anlayışı yoktur. Tanrı yerine yalnızca “kâmil insan” yâni üst-insan vardır ki
bu kişi “nirvanaya ulaşmış olan kişi”dir. Nietzsche’nin
Zerdüşt aşkı buradan gelir. Budizm’de tüm çaba nirvanaya ve üst-insan olmaya
ulaşmak içindir. Buda’nın “nirvana sâhibi” bir insandır ve bu nedenle
insanlığın kurtarıcısı ve “nihâi murâdı” olarak benimsenip ilahlaştırılmış ve
tapılmaktadır. Üst-insan “Tanrı’nın yerine geçmiş olan yeni ilah”tır. Zîrâ
Tanrı ölmüştür(!) ve tanrısız kalındığı için yeni bir tanrıya ihtiyaç vardır.
Bu tanrı insanların en üstünü olan kişi olacaktır. Lâkin unutulan bir şey
vardır ki, insan hiç-bir zaman mutlak olgunluğa eremez. Zîrâ o tanrı değil
kuldur, fânîdir ve ölmeye mahkûmdur.
İnsanlık târihi,
Allah’ın tek ve mutlak ilahlığına karşı “insanı ilahlaştırma” çabasıdır.
Peygamberler insanları Allah’a “kul” olmaya çağırırlarken, peygamber düşmanları
ise insanı ilahlaştırmak için çaba harcarlar. Bu bağlamda Vâroluşçuluk
felsefesinde şöyle denir: “İnsan, Tanrı’nın veyâ tabiatın yarattığı bir varlık
değildir. İnsan, kendini yaratan bir Tanrıdır”. İşte; cehâlet,budur, bâtıl
budur, şirk budur, küfür budur ve zulüm budur.
Velhâsıl kelam; insan-ı kâmil
ve üst-insan düşünceleri birer terbiyesizlik, haddini bilmezlik ve hezeyândan
başka bir şey değildir. Süpermen gibi bir insan yoktur, olmayacaktır, olamaz
da. Bizim güzel örneğimiz, sözde süper insanlar değil, kıssalarda hikâyeleri anlatılan
peygamberler ve Ahzâb 21. âyette örnek gösterilen Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.v.)dir. Ve o Allah’ın “kulu” ve resûlüdür. Süper güçleri yoktur. Fakat
muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve takvâda öncüdür. Âlemlere rahmet olması bu
nedenledir.
Peygamberler ve hattâ
melekler bile Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar ve bundan gücenmezler:
“Mesih ve
yakınlaştırılmış (yüksek derece sâhibi) melekler, Allah’a kul olmaktan
kesinlikle kaçınmazlar. Kim O’na ibadet etmekten kaçınırsa ve büyüklenirse
(bilmeli ki,) onların tümünü huzûrunda toplayacaktır” (Nîsâ 172).
“De ki: ‘Ben,
yalnızca Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak
O’na dâvet ederim ve son dönüşüm O’nadır” (Ra’d 36).
“Göklerde ve
yerde olan (herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca ‘kul’
olarak gelecektir” (Meryem 93).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder