11 Nisan 2020 Cumartesi
Korona-virüs, Modern-bilim ve Din
6 Nisan 2020 Pazartesi
Anlamlı Bir Hayat Mı, Mutlu Bir Hayat Mı?
“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20).
İnsan,
sürekli mutsuz olduğunda maddî ve mânevi yapısı bozulur ve bundan çok olumsuz
olarak etkilenir. Fakat, insan sürekli relâks durumunda ve haz içinde kaldığında
da “insânî” özellikleri zedelenir, azalır ve hattâ kaybolarak “başka”laşır. Zîrâ
onu hiç-bir acı, zulüm ve mazlûmiyet rahatsız etmemeye başlar ve kişi
böylelikle bencilleşir. Herkesi kendisi gibi zanneder. Hazzın verdiği
sarhoşlukla kötülüğe karşı dirençsizleştiğinden dolayı zulmü doğal ve normâl görür
yada umursamaz ve önemsememeye başlar. Bu durumda zulme bir tepki vermez. Oysa
insanı “insan” yapan şey, zaman-zaman yaşadığı mutluluklarla birlikte, bir
mücâhede ve mücâdele içinde olması yâni anlamlı bir hayat yaşamasıdır. Zîrâ
Dünyâ sürekli olarak mutsuz kalınacak bir yer olmadığı gibi, sürekli bir
mutluluğun ve hazzın yaşanacağı bir cennet değildir ve bir imtihan alanıdır. Dünyâ’nın
formatı zâten böyle mutluluk ve haz içinde anlamsız bir yaşama uygun da
değildir. Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bilindiği gibi imtihanlar kolay
değildir ve büyük çabalar ve ciddiyetler ister. Bu ciddiyete de ancak anlamlı bir
yaşam içinde ulaşılabilir.
Şu da var ki, mutlulukta
süreklilik olmaz. Yâni kesintisiz ve sürekli olarak mutlu olamazsınız. Zîrâ bu
durum Dünyâ’nın formatına ve “imtihan” olgusuna terstir. Adnan Binyazar,
mutluluk hakkında şunları söyler:
“Nice
bilim-insanı, sanatçı, mutluluğu tanımlama uğraşı vermiştir. Oscar Wilde:
‘Mutluluk, insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olmasıdır’
der. Mutluluk, geçici bir duygu titreşimidir; sürekli kılınması olanaksızdır.
Örneğin insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olduğuna
inanması kaç dakîka, kaç sâniye sürer?. Euripides’in, şu sözüyle bu gerçeğe
vardığı görülüyor: ‘Mutluluğun ömrü kısadır. Gelmesiyle gitmesi bir olur’.
André Gide bunu daha kesin bir söylemle dile getiriyor: ‘Mutluluk anlardadır’
diyor”.
İnsanın her zaman iki tür
yaşama düşüncesi ve isteği olmuştur: 1-Mutlu bir hayat; 2-Anlamlı/ilkeli bir
hayat. Mutlu bir hayat düşüncesi ve isteğinde âhiret düşüncesi ve inancı
neredeyse yoktur. “Dünyâ’yı ıskalamayayım, bu dünyâda mutlu olayım da gerisi ne
de olsa kesin ve belli değil” düşüncesi açığa çıkar. İlkeli bir hayat anlayışı
ise büyük oranda, aşkın hakîkatlere dayalıdır. Allah, âhiret, gayb inancı ve bu
bağlamda Dünyâ’da verilmesi gereken mücâdeleler ve ödenmesi gereken bedeller
vardır. Bu yüzden ilkeli ve anlamlı bir hayâtın müşterisi az olur. Üstelik
aslında haz olmasına rağmen mutluluk zannettikleri bir hayat yaşayanlar yada
yaşamak isteyenler tarafından anlamlı-ilkeli bir hayat yaşayanlar câhil, yobaz,
öteki ve terörist olarak görülür. Tabi önemli olan insanı Allah’ın nasıl
gördüğü ve değerlendirdiğidir.
Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri
hazzın, insanın biricik hedefi olması gerektiğini söylerler. Epikür
insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak”. Tabi böyle
bir yaşamda bir anlam aramak boşunadır. Zîrâ anlam, sâdece hazzın olduğu yerde
değil, daha çok, acının olduğu yerde ortaya çıkar.
Hazcılar hazzı kesintiye
uğratmamak için Pollyanna’cılık da oynarlar. Düzünden olmazsa tersinden
düşünerek hazlarını sürdürmek isterler. İnsanların-Müslümanların büyük
çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut
durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim, modern
dünyâyı “kazanımımız” olarak görelim ve İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre
yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”.
Hâlbuki bu şekilde düşünmenin ve yaşamanın bir anlamı yoktur. Îtirâz ve isyân
edilecekse ve bu uğurda huzûrumuz kaçacaksa da kaçmalıdır. Anlamdan kopuk
Dünyâ’yı anlamlandırmak bilincine ve hedefine sâhipseniz bâzı şeylerden mahrûm
kalmak sizin için sorun olmayacaktır.
“Mutlu bir yaşam mı, anlamlı
bir yaşam mı” seçimi karşısında mutlu bir yaşamı seçenler büyük bir yanlışa
düşmüşlerdir. Zîrâ Dünyâ sürekli mutlu yaşanabilecek bir yer olmadığı gibi
formatı da buna uygun değildir. Zâten sürekli bir şekilde mutlu olanları
göremezsiniz. Sizi illâ ki mutsuz ve huzursuz edecek ve hattâ belki de
hayâtınızı karartacak şeylerle karşılaşmanız çok olasıdır ve mutlakâ karşılaşırsınız.
En azından ölüm gerçeği sizi mutluluğunuzdan koparır. Anlamlı bir hayâta karşı
mutlu bir hayâtı yaşayanlar bu yüzden kısa bir zaman sonra “Dünyâ gerçekleri”
karşısında bir şok yaşarlar ve seçimlerinin karşılığını bir türlü göremedikleri
için bunalıma girerler yada saçma-sapan düşünceleri yada alışkanlıkları olur.
Ne kadar zekî olurlarsa olsunlar, anlamlı bir hayat yerine mutlu bir hayat
yaşamayı seçenler (ki aslında haz içinde bir yaşamı seçmişlerdir) bir yerde
tıkanıp kalmaya mahkûmdurlar.
Modern
insan anlamdan kopmuştur ve sürekli olarak relâks hâlinde olmaya, eğlenmeye ve “mutluluk”
zannettiği haz içinde yaşamaya kilitlenmiştir. “Mutlu yaşamaya bakalım” sözünü
mottolaştırmışlardır. Modernite, anlamdan kopuk bir hayat önermesiyle insanları
bunalıma soktu. Anlamı olmayan hayat-tarzları, kendi-kendilerini bitirmeye
mahkûm ve mecburdur. Alain Touraine: “Modernlik,
anlamsızlığa boğularak yitmektedir; en çok önem verdiği şey, pazara ilişkin en
dolaysız, yâni en önemsiz taleplerdir. Toplumu bir pazara indirgemiş olan ve ne
artırdığı eşitsizliklerden, ne de doğal ve toplumsal çevrenin yıkımını giderek
hızlandırışından dolayı herhangi bir kaygı duymayan modernliğin gözü kör değil
mi?” diye sorar.
Modernizm,
“açıklama”nın “anlamlandırma”ya üstün tutulmasıdır. Saçma-sapan da olsa yapılan
bir açıklama anlamı boğar ve insanlar da anlama göre değil de yapılan haz-merkezli
açıklamaya göre düşünürler ve yaşarlar. Fakat bu durum insanın fıtratına aykırı
olduğundan dolayı bir yerden sonra duvara toslar.
Modernizm, bir “anlamsızlık
uygarlığı”dır. Zîrâ hazza kilitlenmiştir. Allah’a, âhirete, meleklere,
peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar,
mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar. Zâten paranın merkeze alındığı ve hâkim
olduğu yerde ne rûh kalır, ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.
Modern hümanist bilim,
“evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)” öğretisidir. Evrim Teorisi
bir “anlamsızlık düşüncesi”dir. Evrim Teorisi’ne göre insan anlamsız ve
hedefsiz bir varlıktır. Bu nedenle de haz içinde olmaya bakmalıdır. Bu teoriye
göre insan ne kadar haz içinde ve uzun bir yaşam sürerse o kadar iyidir. Modern
teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.
90 öncesi ile 90 sonrası,
sanki M.Ö. ile M.S. gibi farklılaştı. 90 öncesi insanlar “küçük hedefler” ile
mutlu olabilirlerken, 90 sonrasında yaşayan insanlar, “haz-merkezli sonsuz
hedefler” nedeniyle buhrâna girmektedir. Zîrâ anlamdan uzaklaşmışlardır. Anlam
olmadığında hiç-bir haz insanı tatmin edip kesmemekte ve böylece her türlü
sapıklık ayyuka çıkmaktadır.
Anlamdan kopan ve sözde
mutluluk peşine düşenler, mevcut modern-lâik-seküler sistemlere tapmaya
başlarlar. Demokrasi bir “mutlu azınlık” sistemi ve yönetimidir. Bu sisteme tam
uyanlar sistemi kuranlar tarafından ödüllendirilir. Dünyâ’da haz içinde yaşayacak
şekilde nemalandırılırlar. Fakat anlamdan kopuk olunca Allah’tan da kopuk olunduğu
için, insanın bedenine yaptığı tamponlar ona bir zaman sonra yetmemeye başlar.
İçten gelmeyen mutluluk, dıştan kapatılamaz. Kişinin içi mutlu olmadıktan sonra
dışını mutlu etmeye şu koca kâinât bile yetmez. Çünkü insanı mutlu edecek şey
anlamdan kopukluk değildir, olamaz. İnsan anlamdan kopunca gerçek anlamda mutlu
olamaz. Anlamlı bir mutluluk ise, ancak Dünyâ’daki tüm insanların ortalama bir
mutluluğa ulaşmasıyla olur. Yoksa birilerinin acıları pahasına ve acılarına
rağmen mutlu olmak çok da şerefli bir şey değildir. Özellikle bir mü’min için
mü’min kardeşi acılar içindeyken mutluluk peşinde olması, psikolojik bir
hastalık yada bir cehâlet durumu yoksa, ağır bir cehâlet ve umursamazlık olur.
İnsanlar “kendini yaşatmak”
için değil de, “karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes mutlu olur. Zâten
küresel bir mutluluğa ancak bu şekilde kavuşulur. Çünkü bu bir anlamlı yaşama biçimidir.
Zîrâ bu, “işe anlam katmak” demek olur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi,
kendini yaşatabilmek için icâbında karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes
karşısındakini “yaşatmaya” çalışınca kimse kimseyi öldür(e)mez. Gerçek güvenlik
ortamı ancak bu şekilde kurulabilir.
Mutlu olmak için mücâdele
etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi mutluluk kaynağıdır mü’minler
için. Anlamlı ve îmanlı bir mücâdele süreci, insanı gerçekten mutlu edebilecek
tek yoldur. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl
mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler. Mutluluk bu mücâdelenin
yanında yada sonunda gelecektir. O hâlde hedef mutlu olmak değildir, hedef
anlamlı bir hayat yaşamaktır ki tek başına bu anlamlı hayat kişiyi mutlu etmeye
yeter. Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir
sonuçtur. Amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını
kazananlar mutlu olurlar.
Mü’min, karamsar olamaz,
olmamalıdır da. Mü’min mutludur fakat bu mutluluk, Dünyâ’nın mevcut genel kötü
durumundan dolayı “buruk bir mutluluk”tur. Müslümanlar post-modernite ile
birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek,
batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve
rahatlığı seçtiler ve buna râzı oldular. İşte bu seçimi yaptıkları günden bêri
anlamsız bir hayat yaşamaktadırlar. Fakat şeytan anlamsız yaşayanları kuşatma
altına alır. Zâten ancak anlamsız bir hayat yaşayanlar -bir cezâ olarak-
şeytanın güdümüne girerler.
Anlamlı bir
hayat için niceleri potansiyel mutlu hayatlarından vazgeçmişlerdir. Gautama,
Kuzey Hindistan’da zengin bir âilenin çocuğu olarak Dünyâ’ya geldi. Bu hâlde
mutlu-mesut ve haz içinde yaşayabilirdi. Buna rağmen 29 yaşındayken, hayâtın
anlamını bulmak adına tüm zenginliğinden vazgeçmeye karar verdi. Zîrâ kişiyi
tatmin edecek olan şey anlamlı bir hayattır. Anlamlı bir hayat ise
vahiy-merkezli bir hayattır. Vahiy-merkezli bir hayat, Allah-merkezli bir hayattır.
Allah’ın olduğu yerde anlam da var demektir. O yüzden insan ancak anlamlı yâni
Allah’lı bir hayatta mutlu-huzurlu olabilir ve kâlpler de ancak bu şekilde
tatmin olabilir:
“…Haberiniz
olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).
Kâinât ilk yaratıldığından
bêridir anlamlıdır. Kâinatta anlamsız bir durum hiç olmamıştır. Zîrâ kâinatta
eksik ve biçimsiz bir yapı hiç-bir zaman olmamıştır. Allah anlamsız bir iş
yapmaz. Zâten kâinat Allah’ın “ol” demesiyle oluvermiştir. Kâinatta anlamlı olmayan
bir şey yoktur. Bir tek insanlar anlamsız bir hayat yaşama isteğindedirler ve
bunun da “gönlünce yaşamak, mutlu ve haz içinde bir yaşam ile” olacağını
zannetmektedirler. Oysa Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir. Dünyâ’nın
formatı, Allah-merkezli ve sünnetullaha uygun anlamlı bir hayattır. Zâten
tevhid ancak bu şekilde hayâta hâkim olur ve böylece şirk de yerin dibini
boylar.
Kâinatta her-şey Allah’a
göre hareket ettiği için anlamlı bir hareketi vardır. Bu nedenle de onun
işleyişinde en küçük bir uygunsuzluk bile görülmez. Çünkü anlamlı bir işleyişi,
Allah’lı bir hareketi vardır. Zâten insanın siyâsî, sosyâl ve ekonomik alanlarda
beşer ve nefs-merkezli uygulamalarından başka kâinâtın her yerinde ve Dünyâ’nın
doğal işleyişinde anlamlı yâni Allah’lı bir işleyiş vardır. Bir-tek insanın
olduğu yerde anlamsız yâni Allah’sız bir işleyiş vardır. Çünkü insanlar Allah’lı
yâni anlamlı değil de sözde mutluluk dedikleri hazza yâni nefse göre koydukları
kurallara göre hayâtı sürdürmek istedikleri için sürekli olarak huzûru
kaçıracak şeyler ortaya çıkar ve sistemi kuranlar da kaçan bu huzûru “maddeden
tamponlar”la kapatmaya çalışırlar. Bu uğurda zamanla her türlü sapıklık da ayyuka
çıkar.
Cehâlet
mutluluktur diyorlar, hayır!; cehâlet, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Zîrâ
cehâlet mutlakâ şirke, küfre ve dolayısıyla da zulme döner. Zulmün olduğu yerde
ise mutluluk olmaz.
Anlamsızlığın sonu
ahlâksızlıktır. Zîrâ Allah’ın olmadığı yada hesâba katılmadığı yerde ahlâksızlık
kaçınılmaz olur. Allah’a göre olmadığında ahlâka göre de olmaz.
İnsanlar ancak İslâm kültürü
içinde yaşadıklarında anlamlı bir hayat yaşamış olurlar ve mutluluğa ulaşabilirler.
İslâm’ın bilgisi İslâm’ın sâdece bilgisidir. Oysa İslâm’lı yaşamak, İslâm’ın
yaşam-tarzı içinde yaşamaktır. Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini de
hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda benimseyemezsiniz.
Gerçek anlamda “bir arpa
boyu” bile yol almamış olanlar, “uzun ince bir yoldayım” türküsünü söylüyorlar.
Birileri insanları haz içinde yaşadıkları için anlamlı yaşadıkları zannıyla
kandırıyorlar.
Hak ile bâtıl arasındaki
farkın anlamsızlaşması, bâtıla alan açarken, hakkı blôke eder. Hakkın blôke
olması “anlamın blôke olması” demektir. Böylece hazzın uşakları varlığı
anlamsızlaştırmaya çalışırlar. Hümanizme ve moderniteye göre kâinatta bir
“anlam” yoktur. Kâinâta o anlamı “modernleşmiş Homo Sapiens” verir. Yâni güyâ
anlam da Allah’tan değil insandan kaynaklanır. Oysa îmansız bir yaşamda ne
kadar mutlu gibi görünülse de anlam olmadığı için gerçek bir mutluluk da olmaz.
Anlamın olmadığı yerde gerçek bir mutluluk olmaz. İnsan anlam olmadan gerçek
bir mutluluğa ulaşamaz. Zâten cennet, Dünyâ’da anlamlı yaşayanlara verilen bir
ödüldür. Apaçıktır ki, îmanlı bir yaşam, îmansız bir yaşamdan daha anlamlıdır.
Modern, ultra ve hattâ post-truth
denilen mevcut zamanda her-şey öyle çabuk değişiyor ki, insanlar anlamlı bir
hayat yaşayamaz hâle geliyor. Çok ve çabuk değişimlerde anlam kaybolur. Çünkü
anlamlandırmayı yapmayı bitiremeden başka bir şeyle karşılaşılır. Böyle olunca
da bir anlamsızlık ve mutsuzluk ortaya çıkar. Sonuçta da anlamlı bir hayâttan
vazgeçilir ve “mutluluk” zannedilen hazzın peşine düşülür. Dünyâ’da en uzun ve
kesintisiz sürecek bir mutluluk aranıyor. Modern insan anlamdan koptukça haz
arıyor.
Günümüzde “hayâtı dolu-dolu
yaşamak” herkesin en önemli hedefi hâline gelmiş durumdadır. Fakat bu dolu-dolu
hayâtın, “anlamlı bir hayat” ile değil de, “haz içinde ve relâks hâlinde”
yaşanan bir hayat ile kazanılacağı zannediliyor.
İnsanı gerçek anlamda
mutmain edecek tek şey, Allah yolunca yapılan “cihad”tır. İnsan ancak cihadın
her türlüsüyle cihad yaptığında anlamlı bir mücâdele sonunda mutlu olur ve
sonsuz mutluluk diyârı olan cenneti hak eder.
İnsanın dîni, varlığı onunla
anlamlandırdığı “şey”dir. İslâm’ın kavramları, modernite nedeniyle “anlam
genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da mânâyı değiştirmekte ve anlamı boğmaktadır.
İslâm’ın kavramlarının hakîki mânâsına ulaşmak için, o kavramların anlamları
İslâm’ın kendi iç-dinamiklerine göre belirlenmelidir. Kur’ân’da “pasif
anlamlar” yoktur.
Niceliksel artışlar
niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez.
Eğer çok sıkılıyorsanız,
“anlamsız bir hayat” yaşıyorsunuz demektir. Hayâtınıza anlam katan bir şey
yoksa, bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir hayvansınız. Hattâ hayvandan
da aşağı…
Müslümanlar, takvâdan
vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Mü’minler,
Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Anlamlı yaşamak
“sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında
getirir.
Varlığı Allah ile anlamayı
ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de
“mekân”. Bu nedenle de anlamsızlığı şiar edinmiş olanlar “milyarlarca yıl”dan
ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler
ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).
“Anlamlı bir hayat” yerine “mutlu
bir hayat”ı seçmek, “hayâtı ıskalamaktan korkma”nın bir sonucudur. Zîrâ âhiret
hayâtına îman zayıf olduğunda ve böylece anlam değersizleştiğinde, “riske
atılacak bir hayat” olmaz. Çünkü anlamlı yaşam, yanında mutlakâ “vazgeçişler”
getireceği için hayat illâ ki belli bir oranda ıskalanmak zorunda olacaktır. O
yüzden mutlu ve sevinç içinde bir hayat yaşamak isteyenler “anlamlı bir hayat”
yerine, “mutlu bir hayat” seçerler.
İnsanın başına gelebilecek
en büyük felâket, anlamdan kopmasıdır. Zîrâ anlamdan kopmak “Allah’tan kopmak”
demektir. “Anlamlı yaşamak” ve “mutlu yaşamak” tercihi aslında, “Allah’lı
yaşamak mı”, yoksa “Allah’sız da olsa mutlu yaşamak mı” sorusudur ki mutlu
yaşamayı seçenler Allah’sız yaşamayı seçmiş olurlar.
Bengül Güngörmez mutluluk ve
anlamlı yaşamak hakkında şunları söyler:
“İnsanın
ıstırâbını anlayan veyâ anlamaya çalışan klâsik kültürden, insanı biyolojik bir
varlık olarak kabûl ederek onu bastırmaya çalışan modern kültüre doğru
evrilişimiz, insanın hayâtının doğal bir parçası olan yas tutmayı dâhi
‘depresyon’ olarak kabûl etmeyi de berâberinde getirdi. Kadim bilgeliğin yerini
kimyâsal içerikli haplar aldı ve mutluluğun yada mutsuzluğun asıl sebebinin
üzeri örtüldü. Üstelik mutluluk kavrayışının kendisi de hiç sorgulanmadan.
Modern insan kendisini niçin ‘mutlu’ olmak zorunda hisseder?. Haz ve mutluluk
aynı şey midir?. Kişinin sürekli mutlu olması nasıl mümkün olabilir?. Sorular
izâhata muhtaç. Bize mutlu olma zorunluluğunu hissettiren modern kültürümüzdür.
Nasıl, hızlı, aktif ve sorun çözücü olmamız isteniyorsa, mutlu olmamız da
isteniyor. ‘Doğuştan gelen bir kusurumuz var’ diyor Arthur Schopenhauer,
‘hepimiz mutlu olmak için Dünyâ’ya geldiğimizi sanıyoruz’. Hâlbuki mutluluk
arayışı sürekli olsa da mutluluğun kendisi sürekli elde edilebilir yada
ulaşılabilir bir hedef değildir. Her melâl hâli de mutsuzluk değildir.
Almanların ‘Weltschmerz’i, dilimize tercümesi zor olan bu kelime, yâni
Dünyâ’dan duyulan, Dünyâ’nın kifâyetsizliğinden duyulan derin acı, melâl depresyon
haplarıyla tedâvi edilemez.
Modern
kültür mutluluğu maddî dünyâda aramamızı salık veriyor; daha yüksek statülerde,
daha fazla parada, yüksek fiyata satın aldığımız eşyâlarda, vs. Ancak bizi
gerçekten tatmin edecek olan şey maddî mutluluk arayışı mıdır, anlam arayışı
mı?. Toplama kampını tecrübe etmek zorunda kalmış olan dünyâca ünlü psikiyatr
Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı hârikulâde eserinde insanların en
büyük acılarının üstesinden onları anlamlandırdıklarında gelebildiklerini
Holocaust, yâni Yahudi soykırımı örneğinden hareketle anlatır. Modern dünyâ
acıyı, ızdırâbı, sıkıntıyı anlamlandırmamıza izin vermez. Onu anlamlandırmayı
değil, bastırmayı, kimyâsallarla ortadan kaldırmayı önerir. Arabamda sıkışık
trafikte seyir hâlinde radyo dinlerken, radyoda sunucuya bağlanan bir doktorun
‘baş ağrısının nedeni ağrı kesicidir’ dediğini hatırlıyorum”.
Mutluluk
bir sonuçtur ve hedef değildir. Anlamlı yaşama hedefine varıldığında mutlu da
olunur. Fakat mutluluğa ulaşma çabasıyla mutlu olan olmamıştır. Mutluluk “en
yüce amaç” da değildir. En yüce amaç, “Allah yolunda olmak ve ölmektir
(şehit)”. Bunun sonucunda hak edilecek cennettir insanı gerçekten mutlu edecek
olan.
En yüce amaç “mutluluk” değildir. Çünkü o zaman “mutlu
olmak için mutlu olmak” gibi bir saçmalık ortaya çıkar. Mutluluğa tapınma
başlar böylece. Mutluluğa en üstün pâyeyi vermek “Allah’ı hesâba katmamak”tır.
En üstün olan şey Allah’ın hoşnutluğu ve rızâsıdır ki, bu cennetten bile
üstündür:
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde
ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel
meskenler vâdetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk-rızâ ise en büyüktür. İşte
büyük kurtuluş ve mutluluk budur”
(Tevbe 72).
Eğer “sürekli mutlu” bir hayat yaşanıyorsa cennete ne
gerek vardır?. Çünkü cenneti kazanmak için bâzen mutsuzluğu seçmek, acıyı ve
zorluğu seçmek gerekir ki Kur’ân buna “fekkur akabe” “sarp yokuş” der. Acıyı ve
zorluğu seçmek “mutluluğu seçmemek” anlamına gelir. O hâlde en yüce amaç
mutluluk değildir. Demek ki mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur.
Aristo, hayâtın amacının mutluluk olduğunu
benimsemiştir. “Mutluluğu, mutlu olmak için isteriz, ileri bir hedefi yoktur”
der. Stoacılar için de insanın temel amacı
mutluluktur.
Nefis için bir şeyler yapmak
haz verir, Allah için bir şeyler yapmak ise mutluluk verir. Fakat amaç Allah
rızâsıdır. O hâlde mutluluk “cennet mutluluğu”dur. Zîrâ mutluluk beden ile
ilgili değildir. Beden ile ilgili olana haz denir. Fakat haz-merkezli geçen zamanlar
boş zamanlardır.
Mutlu olmak istiyorsanız
başkalarını da mutlu etmelisiniz. Mutlu olmanın kısa-yolu budur. Herkes mutlu
ise siz de mutlusunuzdur. Fakat bunun için de Dünyâ’nın anlam-merkezli olması
şarttır. Başkalarının acılar içine yaşadığı bir dünyâda mutlu olmak yada
sürekli mutlu olmak bir mü’min için pek de mümkün değildir. Zîrâ insanın
kişisel olarak gerçek anlamda mutlu olması mümkün değildir.
“Yaşamanın ereği mutluluktur (eudaimonia)” denir. Fakat mutluluk bir sonuçtur, o
hâlde mutluluğa ulaştıracak şeyleri yapmaktır amaç. Gerçek mutluluğa ulaşmak
ise ancak cennette olur. Buna göre mutluluk, cenneti kazanmak için Allah’ın
istediği ve emrettiği gibi yaşamak ve nihâyetinde de cenneti hak etmektir.
Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir
Dünyâ’dır. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu vardır.
Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.
Anlam olmadığında
yemek-içmek bile tat vermez. Haz verse de tat vermez. Anlamsız olunca tat
olmaz. Bir şeyden tat almak için o şeyin anlamlı olması gerekir. Meselâ oruç,
“yemek”e anlam katar. Böylece yemek lezzetlenir.
Gerçek mutluluk cennette
yaşanacaktır. Hani Dünyâ’da zaman-zaman yaşadığımız o huzûr veren mutluluk
anları vardır ya; işte cennet, o anların kesintisiz yaşandığı yerdir.
İslâm’ın nihâî hedefi “mutlu
olmak” yada ille de “anlamlı yaşayabilmek” değildir. İslâm’ın nihâî hedefi “Allah
rızâsı”dır. Merkeze Allah rızâsı alınmadığında hiç-bir şeyin anlamı da olmaz,
sevinci de.
Anlamlı bir hayat olmadan
mutlu bir hayat da olmaz. Kur’ân, mutlu olmanın formülünü şu âyetle ortaya koyar:
“Îman edip
sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Evet; gerçek
mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak
ederek oraya girmekle ulaşılabilir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2019
4 Nisan 2020 Cumartesi
Babalar ve Oğullar
“Hani
Lukman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; Ey oğlum!; Allah’a şirk koşma.
Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).
Lokman’ın
oğluna verdiği öğüt, verilecek öğütlerin en iyisidir. Zâten bu öğüt en başta
Allah’ın bir öğüdü ve emridir. Lokman’ın oğlu bu öğüdü dinledi mi veyâ ne kadar
dinledi, onu bilmiyoruz. Çünkü genelde babalar ile oğullar tam olarak
anlaşamazlar ve hattâ baba ile oğul arasında genelde ayrılıklar da yaşanır.
Acaba oğullar babalarının gölgesindeyken yapmak istediklerini yapamadıklarından
mıdır bunun nedeni?. Çünkü bu sorun peygamberlerde bile gözükmektedir..
Hz.
Âdem babasızdı. Hz. Nûh, oğlunu gemiye çağırdı ama oğlu babasını dinlemedi de
kendi kafasına göre gitti ve aralarına bir dalga girdi de kıyâmete kadar ayrıldılar.
Üstelik bu ayrılık âhirette de “ebedî bir ayrılık” olarak devâm edecek gibidir.
Hz.
Mûsâ’nın babasından bahsedildiğini görmüyoruz ve o’na Firavun üvey babalık
yapıyor ama Hz. Mûsâ onunla anlaşamayınca ayrılıyorlar ve hattâ birbirlerine düşman
oluyorlar. Hz. Mûsâ geri döndüğünde de aynı düşüncede bir türlü
birleşemiyorlar. Tâ ki dağlar gibi sular Firavun’u yutmak üzereyken, geçerli
olamayacak ve kabûl edilmeyecek bir tevbe ve îman iddiâsında bulunana kadar.
Hz.
Îsâ da Hz. Âdem gibi babasız zâten. Hristiyanlar bu yüzden “onun babası
Allah’tır” diyorlar. Böylece o’nu kutsallaştırıyorlar ve kutsal hâle
getirdikleri için de o’nu yeterli derecede örnek alamıyorlar. Hristiyanlıkta
bir “Sünnet”sizlik vardır ki bu “hitân” denilen sünnetsizlikte de açığa çıkar.
Hz.
Îsâ adına uydurulan “teslis”te bile Baba, Oğul ve Kutsal Rûh üçlemesi var.
Oğul’u Baba’nın yerine koyuyorlar. Oğul’u kutsuyorlar ve Baba’yı göğe
hapsederek “köklerdeki babamız” diyorlar. Sanki, “biz Oğluna göre hareket
ediyoruz, Sen göklerde kal” dermişçesine.
Hz.
İbrâhim de ayrı düşüyor babasıyla. Babasına apaçık hakîkatleri yalın bir dille
anlatsa da babası bir türlü iknâ olmuyor ve ona düşman oluyor. Hz. İbrâhim de
ayrılıyor hem babasından hem de kavminden. Çünkü orada olmuyor. Diyânet işleri başkanı
konumundaki babasıyla birlikteyken olmayacağını anlıyor.
Hz.
Dâvûd ile Süleyman da bir hükümde ayrı düşüyorlar. Hz. Süleyman’ın hükmü daha
isâbetli oluyor.
Hz.
İsmâil ile Hz. İbrâhim’in memleketleri ayrı düşüyor ve böylece ayrılıyorlar.
Hz.
Eyyûb, hastalandığı zaman oğullarından ve tüm âilesinden bir süreliğine ayrı
düşüyor.
Yine
Hz. Yûsuf.. Babası var ama yanında değil. Kırk yıla yakın bir süre babasından
uzak kalıyor. Sonradan kavuşuyorlar ama bu kavuşma Hz. Yâkub’un yaşlılık
zamânında oluyor. Belki de bunun bile bir hikmeti vardır.
Ve
Peygamberimiz Hz. Muhammed. Doğuştan babasız ve yetîm. Fakat Allah onu koruyor
ve yardım ediyor. Müşrikler Peygamberimiz’i neyle suçluyorlar?. “Baba ile oğulun
arasını ayırdın” diyorlar. Çünkü baba demek ata demek. İslâm (babası peygamber
olanlar hâriç) atayı-babayı tâkip etmeye sıcak bakmıyor ya..
Hepsinin
ortak bir özelliği var; babaları yok, yada bir süreliğine yanlarında değil.
Kanımca burada bir hikmet var. Peygamberimiz’in babası vefât etmemiş olsaydı ve
nübüvvete kadar yaşamış olsaydı, acaba o’na îman eder miydi?. Amcası etmemişti.
Müşrikler bunu sorun eder de dillerine mi dolardı?. Peygamberimiz de bunun
sıkıntısını mı yaşardı?. İnsanlar ise “daha babasını iknâ edememiş ki îman etmiyor,
biz niye îman edelim” mi derlerdi acaba?.
Rivayete göre Hz. Îsâ: “Kimse kendi memleketinde peygamber
olamaz”
demiştir ki mânidardır.
Peygamberlerin
dışında da babasıyla anlaşamayan ve ona düşman olanlar hattâ onu öldürenler
vardır. Mete-han, iktidâr aşkına babası Teoman’ı öldürmüştür. Mitolojide Zeus,
babası Kronos’la kapışmıştır.
Meselâ
padişahlar da öyle. Adam oğlunu boğduruyor. Yavuz Sultan Selim’in, babası 2.
Beyazid’i zehirleterek öldürdüğü söyleniyor. Hem de 2. Beyazid, iktidârı o’na
bıraktığı hâlde. Yavuz bunu acaba “sonradan bir fitne çıkar mı” düşüncesiyle mi
yaptı?. Babası iktidârı o’na bırakmasına rağmen babasına yine de güvenemiyor.
Yine,
Bedir’de de baba-oğul karşı-karşıya geliyor ve savaşıyorlar.
Peki
niçin böyle oluyor?. Baba yada oğul birbirlerine engel midir acaba?. Babayla birlikte
olmuyor mu yâni?. Yaşanan bu durum, modern zamanlarda daha fazla artmıştır. Çünkü
eskiden klâsik zamanlarda âile-yapısı ve düzeni zâten belliydi. Yapılacaklar ve
görev dağılımı belliydi. Ama modern zamanlarda hızla değişen zaman ve mekân çok
fazla problemler ortaya çıkarıyor ve ortaya bir “anlayış farkı” çıkıyor. Bu
fark, aradaki paylaşımı ve saygıyı, sonra da sevgiyi azaltıyor ve bitiriyor.
Modern zamanlardaki artış bundan kaynaklanıyor.
Fakat
genel anlamda babalar ve oğullar niçin anlaşamıyor?. Çünkü nice peygamberler,
âlimler, hükümdarlar ve halktan bir-çok baba-oğul anlaşamıyor Bunu Freud’un
etkisiyle “oidipus kompleksi”ne bağlayanlar vardır. Hâlbuki hiç alâkası yoktur.
Annesi doğuştan ölmüş olanlar babalarıyla hiç tartışıp kavga etmiyorlar mı?..
Herhâlde bunun nedeni; kuşak farkı, babaların oğullarının kendisini geçmesine
katlanamamaları, oğulların babalarının kontrôlünde olmak istememeleri gibi
nedenlerdir. Çünkü babalara göre oğulları hâlâ “çocuk”tur ve genelde yanlış
yoldadırlar. Oğullara göre de babalar geri kafalıdır ve yanlış düşünüyor ve
davranıyorlardır. İkisi de birbirlerinin yerlerini almasını istemiyorlar. Bir
mafya-babasının makâmını oğluna vermesi çok zordur meselâ.
Fakat
anne için böyle değildir. Ana farklıdır. Anayla ters düşülmüyor ama babayla
ters düşülüyor. Çünkü erkeğin kendisi de baba olabilir. Babalığı kendi içinden
çıkarabilir. Ama anne öyle değildir. Kızlar da tam tersi nedenle “babacı”
oluyorlar belki de. Çünkü babalığı kendilerinden çıkaramıyorlar. Fakat anne
olabiliyorlar. Yâni baba-kız arasında çok da ters düşme olmuyor. Baba, kızını evlendirip
(aynı köyden-kasaban da olsa) başkasına verirken içi kan ağlıyor. Dışarıda
davul-zurna çalarken baba göz-yaşlarına boğuluyor. Ama oğlana üzülmüyor. O
zâten yanında ve aralarında her zaman bi-ince soğukluk var. Tabi baba “soyumu
sürdürecek” düşüncesiyle arayı iyi tutmaya çalışıyor. Oğul çeşitli nedenlerle babaya
fazla gider de yapamıyor.
Bir
de babalar mallarını-mîrâsı ölmeden vermek istemiyorlar. Hâkimiyeti devretmek
istemiyorlar. “Ölmeden vermem” diyor.
Her
ne kadar “cennet annelerin ayakları altındadır” denilse ve Peygamberimiz “kime
iyilik yapayım sorusuna üç kere “annene” dedikten sonra dördüncüsünde “babana”
dese ve babayı ikinci plâna atsa da, “öf” bile denilmeyecek olanlar, hem anneler
hem de babalardır. Bu nedenle oğulun babaya, babanın da oğula kin tutması yada
birbirlerine düşman olmaları gerekmez:
“Rabbin,
O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti.
Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘öf’ bile
deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak
alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl
terbiye ettilerse Sen de onları esirge” (İsrâ 23-24).
Fakat
tabi şirk söz-konusuysa sâdece baba değil, anne de dinlenilmeyecektir:
“Biz
insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu,
zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl
içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır. Bununla
birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bilgin olmayan şeyi bana şirk
koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme
ve Dünyâ (hayâtın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sâhiplen (onlarla geçin)
ve bana gönülden-katıksız olarak yönelenin yoluna tâbi ol. Sonra dönüşünüz
yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim” (Lokman 14-15).
Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır. Bu imtihan
içinde “anne ve babaya sabretmek” de vardır. Anneler ve babalar biraz daha
dikkatli davransa ne güzel olur ama yaşlılık başka bir şeydir ve oğullar-kızlar
henüz yaşlanmadıkları için onları tam olarak anlayamıyorlar. Kendileri de
yaşlanmış olanların hâlen hayatta olan anne ve babalarına karşı daha merhâmetli
olmalarının nedeni budur. Çünkü onları anlayabiliyorlar. Baba ile oğul
arasındaki sürtüşme, nefisten değilse, birbirlerine yeterli sabrı
gösterememelerindendir. Tabi sevgi ve saygılarını kaybetmemiş olanlar bundan
müstesnâdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019