11 Nisan 2020 Cumartesi

Korona-virüs, Modern-bilim ve Din



“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

Allah’a, Dîn’e, Kitab’a göre olmayınca, zanna-zannetmeye göre olur. Modern-bilim ve teknoloji bile zanna göre çalışır ve târihin belli bir zamanındaki zannını, ilerideki bir târihteki güncel zanna göre değiştirip durur ki buna modern-bilim “yanlışlanabilirlik” der. Kesinlik yoktur modernitede, kesin bilgi yoktur. Bu tıpta da böyledir. Böyle olunca da korona-virüs bağlamında düşündüğümüzde “kesin tedâvi” de yoktur.

Modern tıpta hiç-bir kronik ve ağır hastalıklarda “şifâ” anlamında “kesin tedâvi” yoktur. Zâten önceki salgınlar için de hâlen kesin bir tedâvi bulunamamıştır ve sâdece yan tedâvilerle ve “sürekli ilaç kullanımı” şeklinde tedâviler vardır. Bu tedâvi şekli, insanı yaşatma yanında aynı zamanda süründürmekte ve en sonunda da öldürmektedir. Korona-virüs için de bu böyle olacak gibi gözükmektedir. Çünkü modern-bilim ve de modern-tıp zanna göre düşünüp çalışıyor, kesinliğe göre düşünüp işlemiyor. Çünkü “Kesin Bilgi Sâhibi”ne göre davranmıyor. Kesin bilgi sâhibi (âlim) olan Allah’ın emirleri ve yasaklarına göre davranmadığı için küçücük bir virüs karşısında bile çâresiz kalıyor ona yeniliyor. Kesin bilgi, Allah’ın bildirdiği bilgidir. Modern insan, doğaya ve kâinâta hâkim olduğunu zannededursun, gözle göremediği bir şey karşısında çâresiz ve perişân durumdadır. Bu nedenle tüm teoriler, tüm seküler ideolojiler ve plânlar çökmek üzeredir. Bundan böyle eski düzenin devâm etmesi mümkün değildir. Allah bilir ya, artık hiç-bir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Bilindiği gibi modern-bilim, insanları Allah’a değil de, milyonları bulan yaşlara sâhip Homo-Erectus ve Homo-Sapiens’e bağlar. Evrim ile ve seçilimle insanın bugüne geldiğini söylerler. Fakat burada şöyle bir soru açığa çıkıyor; milyon yıl boyunca bu sözde atalarımız şimdiye kadar Dünyâ’daki potansiyel tüm mikrop, bakteri ve virüslere karşı niçin bağışıklık kazanamamıştır ve sürekli hasta olup durmakta ve salgınlar karşısında perişân olmaktadır?. Eğer insanlar Homo-Sapiens ve Homo-Erectus şeklinde milyon yıldır yaşıyor olsalardı, bu süre içinde tüm bakteri, mikrop ve virüslere karşı bağışıklık kazanmış olurlardı ve hasta olmazlardı. Demek ki modern-bilimin zaman ve târih teorileri de yanlıştır. Zâten insanı Allah’a değil de zamâna bağlayan ve zamânı tanrılaştıran bilim yanlışlanmaya ve çökmeye mahkûmdur. Evet; modern-bilim ve teknolojinin sözde îtibârı sarsılmış ve yıkılmak üzeredir. Çünkü daha henüz virüs (yada virus) yayılmaya devâm ediyor ve bunun sonunun ne olacağı belli değil. Çünkü daha önümüzdeki günlerde ne olacağı kestirilemiyor bile. Belki de -Allah korusun- (çünkü Allah’tan başka hiç-bir şey ve hiç-bir kimse koruyamaz) bu bir başlangıçtır. Belki de kıyâmetin başlangıcıdır. Bilmiyoruz ki!. Allah korusun, belki de virüsün yayılımı ve ölümler çok fazlalaşacak, tüm küresel sistem çökecek ve yıkılış başlayacaktır. İnsanlık yeniden “ilk başa” yada “en sona” gelecektir.

Târih boyunca Allah’a yâni İslâm’a göre yaşamayan insanlar, sünnetullah gereği olarak yanlış yaşamada belli bir kritik eşiği aştığında azapla karşılaşmış ve cezâlandırılmıştır. Bu cezâlar çeşitli şekillerde olmuştur. İşte salgınlar, vebâ, taun vs. denilen hastalıklar da bu cezâlandırılma şekillerinden biridir. Cezâya uğrayan her kavim kendine has bir çirkefliği tüm uyarılara rağmen sürdürmeye devâm etmiş ve sonunda da kritik eşik aşıldığında sünnetullah gereğince azap ile cezâlandırılmıştır. Bu bağlamda korona-virüs de bir azaptır.

Modern insan “görmediğime inanmam” ve “görmediğimden korkmam” diyordu. Fakat görmediği korona-virüse hem kesin olarak inanıyor hem de ondan, Dünyâ’daki her-şeyden çok daha fazla korkuyor.

Şeytan insanlara “virüs”ü iliklerine kadar yaymış olduğu hâlde, insanlar korona-virüsün tüm Dünyâ’ya yayılacağından endişe ediyorlar.

Korona-virüs’ün tüm Dünyâ’yı etkileyen bir salgın hâline gelmesi, tüm Dünyâ’nın sapkın hâle gelmesinden ve sapmış olmasından dolayıdır. Üstelik târih boyunca yapılan küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün tümünün günümüzde toptan, apaçık ve aşırı bir şekilde işlenmesinden dolayı azap tüm Dünyâ’ya yayılan bir azap olmuştur. Modern insan, korona-virüsü ısrarla çağırdı, o da koşa-koşa geldi. Tabi bu belâ, tebliğ-dâvet-uyarı görevini yapmayan müslümanlara da geldi. “Niçin yaşlılar daha çok ölüyor?” diyorlar. Çünkü belli bir yaşa ve olgunluğa gelmiş olanların yapması gerekenler ve sorumlulukları daha fazladır. Tebliğ, dâvet ve uyarı sorumluluğu daha çok onların üzerindedir. Kanımca bu sorumluluklarını yerine getirmedikleri için bu hastalıktan daha çok yaşlılar sıkıntı çekmektedirler. Gençlerin de sorumluluğu vardır tabi ama belli bir yaşın altında olanlar henüz yeterli bilgi ve bilince ulaşmamış oldukları için Allah onlara şimdilik bir uyarı ve korku cezâsı olarak “ev hapsi” vermiştir Allâhuâlem.  

Bu salgının tüm Dünyâ’ya yayılmasının nedeni, -Allâhuâlem- eski kavimlerin kendilerine has yaptıkları sapıklıkların ve çirkefliklerinin tümünün mevcut zamanda ve tüm Dünyâ’da modern insan tarafından, çığırından çıkmışçasına işlenmesinden dolayıdır. Her cezâ “günahın kendi türünden” olur. Fakat korona-virüs cezâlandırması, tüm günahların birleştirilmesinin “toplam cezâsı” olarak küresel bir cezâ ve hattâ azap şeklinde gelmiştir. Günahların cezâsı olan korana-virüs, “cezânın virüs şekli”dir. Tüm Dünyâ’yı saran korona-virüs, tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatan “modernizm virüsü”nün somutlaşmış şeklidir. Modern sapıklıkların cezâsı, modern virüs ile olmaktadır.

Peki bu virüs Allah’ın bir cezâsı olarak Allah’tan mı? yoksa küresel tâğutların laboratuvarda îmâl edip/üretip tüm Dünyâ’ya bulaştırmış olduğu bir şey midir?. Bir kere şu herkesçe çok iyi bilinmelidir ki; Allah’tan habersiz ve bağımsız hiç-bir iş yapılamaz. Bir şeyin olması için Allah’ın o şeye izin vermiş olması gerekir. Bu nedenle korona-virüs, modern insanın şirk, küfür, adâletsizlik, her türlü ahlâksızlık ve zulmünün sonucunda Allah’ın bir cezâsı olarak gelmiştir. Hiç-bir şey kendi-kendine olmaz. Allah, birilerinin Dünyâ’yı ve insanları ifsâd etmek için bu virüsü üretmelerine ve yaymalarına izin vererek de cezâlandırma yapar. “Dinsizin hakkından îmansız gelir” sözü misâli, günahkâr dünyâya günahkâr insanları yönetip yönlendirenler üzerinden bir cezâ vermektedir ki, “tuzak kuranların en hayırlısı” olan Allah, tâğutları da böylelikle cezâlandırmış olur. Çünkü Dünyâ’nın düzeni bozulunca onların da düzeni otomatikman bozulmuş olacaktır. Bu bağlamda korona-virüs ya “günahların cezâsı olarak” direkt olarak Allah tarafından bir cezâ olarak, yada yine günahların ve ahmaklıkların cezâsı olarak, Allah’ın izin vermesiyle yada küresel şeytanları engellememesiyle tâğutlar tarafından çıkarılmıştır. Allah izin vermese tâğutlar amaçlarını gerçekleştiremezdi. Çünkü tâğutların bunu yapmaya ne güçleri yeter ne de cesâretleri. Riske giremezler. Bu nedenle insanların başına gelen bu salgın ve azap, Allah’ın, haddini çok aşan insanlara, sünnetullah gereğince tüm zamanlardaki gibi olan bir cezâsından başka bir şey değildir:

“(Bu,) daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkibet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).

“(Hem de) yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hîleli düzen, kendi sâhibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler?. Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın” (Fâtır 43).

Allah Rahmân ve Rahîm olandır. Bizi rahmetiyle, gördüğümüz ama daha çok görmediğimiz kötülüklerden ve balâlardan koruyup durur. Fakat Allah -hâşâ- bizim uşağımız değildir. O’nun emir ve yasaklarına uyulmadığında ve belli bir sınır aşıldığında ve de hadsizlik ayyuka çıktığında azap geliverir. Allah; küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün her türlüsünün ayyuka çıktığı ve Dünyâ’yı kuşattığı anda korona-virüse emretmiş yada insanları ondan korumayı sünnetullah gereğince kesmiştir. Böylece korona-virüs insanlar için hem bir cezâ hem de bir imtihan olmuştur. İnsanlar Allah’ın kendilerine verdiği akıl ile çâreler arayacaklardır elbette ama ilk başta Allah’a tevbe etmeleri, yalvarmaları ve bu belâyı defetmesi için O’na için-için duâ etmeleri gerekir. Zâten tüm Dünyâ’da sağlık çalışanları da dâhil büyük kitlelerin bunu yaptıklarını görüyoruz. Tabi belâ kalktığında da bu süreçten ders alarak aynı ve benze yanlışları yapmaktan vazgeçilmesi gerekir. Lâkin gelin görün ki bu belâdan kurtulmak için o az sayıdaki “uyarıcılar”dan başka Allah’ın adını ağzına alan bile yoktur ve dinleştirdikleri modern-bilim, teknoloji ve ilahlaştırdıkları bilim-adamlarından, uzmanlardan ve yüksek meblâğdaki paralardan medet ummaktadırlar. Hâlbuki onlar sorunlara şimdiye kadar geçici önlemler dışında çâreler bulabilmiş değillerdir ve bulabilecekleri de belli değildir. Ne kadar ilginç ve hayret edilecek bir şeydir ki, ölümün ağzına gelmiş olan modern insanın aklına hâlen Alemlerin Rabbi olan Allah gelmemekte ve O’ndan küresel çapta bir yardım istenmemektedir. Zîrâ modern insanın iğdiş olmuş zihni bunu düşünememektedir. Hâlbuki korona-virüsün; sapıklıkların, çeşitli günahların ve zulümlerin bir cezâsı olduğu çok açıktır ve Allah insanları kendine getirmek için “büyük âhiret azâbı”ndan önce “dünyevî azap” ile uyarmaktadır:

“Andolsun, biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azabdan önce, yakın (dünyevî) azabtan da taddıracağız” (Secde 21).

Korona-virüs, Allah’ın izin vermesiyle yada emretmesiyle harekete geçmiş ve Dünyâ’nın altını üstüne getirmektedir. Daha korona-virüs gibi nice virüsler ve belâlar, sapıklıklara, ahlâksızlıklara ve zulümlere karşı harekete geçmek için Allah’ın emrini beklemektedir. Bir yazıda korona-virüs gibi bir-çok virüsün olduğundan şöyle bahsedilir:

“Bâzı bilim-insanlarına göre, hayvan topluluklarında henüz keşfedilmemiş 1,6 milyon virüs türü bulunmaktadır ve bunların 650 bin-840 bin tânesinin insanlarda hastalık yapabilme yeteneği olduğu iddia edilmektedir. Bu nedenle Dünyâ Sağlık Örgütü, Dünyâ’nın herhangi bir yerinde ölümcül bir salgınla yeni bir virüsün ortaya çıkma olasılığının her zaman mevcut olduğunu belirtmektedir. Bu enfeksiyon hastalıklarına yol açan etkenler (mikroorganizmalar) yeni ortamlara adapte olmakta ve gelişmektedir”.

Korona-virüs ile birlikte “yıkılmaz ve yanlışlanamaz” zannedilen nice modern teoriler çürüdü-çürüyecek duruma gelmiş ve bilim ve teknolojinin gerçek anlamda ilerlemediği ortaya çıkmıştır. Ana-teması yanlış olan şeyin, ne kadar çok ve meşhûr olursa-olsun tüm önermeleri gün gelir boşa çıkar. Bu aynen; içinde milyonlarca e-kitap barındıran bir bilgisayarın, bir virüs yüzünden çökerek, tüm kitapların silinmesi gibidir. Zîrâ 250 yıllık modern birikim korona-virüs karşısında hiç-bir işe yaramamaktadır.

İnternette gezen bir-çok absürd söz var. Meselâ, “bir-çok dilde Allah’a yalvarılmasına rağmen O’ndan bir yardım gelmediği”; “dindarların-cemaatlerin vs. bir kenara çekildiği, oysa bilimin ve bilim-adamlarının iş-başında olduğu” gibi sözler söyleniyor ve “herkes sâdece bilime ve bilim- adamlarına güveniyor ve güvenmelidir” deniyor. İyi de, insanlar sanki her konuda Allah’ın emirlerini dinleyip de ona göre mi yaşıyorlardı da bir sorunla karşılaştıklarında Allah’a döndüler de Allah buna rağmen onlara yardım etmedi?. Allah bizim -hâşâ- uşağımız mı ki başımız derde düştüğünde hemen yardımını ulaştırsın. O’nun yardımı, O’nun emrini ve yasaklarını dinleyenlere ve O’nun emir ve yasaklarına göre yaşayanlara gelir. Kanımca tüm zamanlarda dünyâ-çapında meydana gelen salgınlar, müslümanlara ve bir nebze de olsa İslâm’a göre yaşayanlara ya hiç yada çok az zarar vermiştir. Bu belki korona-virüs salgını için de geçerlidir. Çünkü bakıldığında müslüman ülkelerde, İslâm’a çok da uygun yaşamamalarına rağmen çok fazla vâkânın olmadığı görülüyor. 

Allah bizi kendi ellerimiz yüzünden yaptıklarımızla da imtihan eder. Bu aynı-zamanda sünnetullahın bir gereği olarak bir cezâdır da. Sanki modern insan her konuda Allah’ı, Dîn’i, Kitab’ı ve uyarıcıları dinliyordu da başları sıkışınca ve panik başlayınca Allah’a duâ ettiği anda Allah yardım edecek. Allah’ın “yemeyin” dediğini yemekten uzaklaştınız da mı Allah sizi koruyacak?, size “yapın” dediklerini yaptınız da mı sizi koruyacak?. Bunları yapsaydınız bu musîbet zâten başınıza gelmezdi. Meselâ günde beş vakit abdest alsaydınız bu belâ başınıza gelmezdi. Allah abdesti emreder. Şu-an modern-bilimin ve bilim-adamlarının “mutlakâ yapın” dedikleri el, yüz, ağız ve burun yıkamada olduğu gibi, siz abdest almadınız ki!, gusül etmediniz ki!. Korona-virüs olayı ile birlikte, modern aklın ortaya koyduğu bilim ve teknolojinin, bir abdest kadar bile gücünün olmadığı anlaşılmıştır.

Yine, pis şeyleri yemekten vazgeçmediniz ki!. Üstelik her türlü çirkefi işlediniz. Ne yâni, kıyâmete kadar bunun bir karşılığı olmayacak mı sandınız?. Allah’ın sisteminde pisliğe yer yoktur ve Allah her türlü pisliği yasaklamıştır. Vahiy-merkezli olarak akıllarını kullanmayanların başına pislik yapar (Yûnus 100). Bu yasaklara ve emirlere uymayanlar sünnetullah gereğince cezâlandırılırlar. Tüm geçmiş kavimler de aynı ve benzer cezâlarla çarptırılmıştı. Allah başınız sıkıştığı anda Süpermen gibi gelip de sizi hemen kurtaracak değildir elbette. O’nun sünnetullahı vardır ve azâbı da yardımı da sünnetullaha göre gelir.

Allah kendisinin emirlerine göre yaşamayanlara rahmeti gereğince yardım eder ama bunun da bir sistematiği vardır. Allah bu yardımı sünnetullah gereğince yapar. Tabi bu-arada yapılan yanlışın cezâsı çekilir ve bedeli ödenir.

“Bilim ve teknoloji çok gelişti, özellikle de tıp alanında gelişme çok arttı” deyip durdular. Aslında modern tıpta “şifâ” anlamında tedâvi yoktur. Zâten modern tıp “sürekli ilaç kullanma”ya bağlıdır. Modern tıbbın gelişmesi, tıp teknolojileri ve hastâne konforu alanındadır. Tedâvi anlamında gelişen pek bir şey yoktur yada tedâvide kullanılan şeyler şifâ anlamında “kesin tedâvi” şeklinde değildir. Belli bir süre kullanıldığında kronik ve ağır bir hastalıklardan tamâmen kurtaracak bir tedâvi ve ilaç yoktur. Kesin ve tam olarak iyileştirilmiş kronik bir hastalık örneği yoktur. Salgınlar için de aslında kesin tedâvi anlamında ilaç geliştirilememiştir ve sürekli kullanılan ilaçlarla ve bir-çok yan-etkileri olan aşılarla geçiştirilen tedâviler vardır. Korona-virüs için de kesin bir tedâvi geliştirilemez. Bâzı yan tedâvilerle hastalık baskılanacak ve insanın bünyesi ve bağışıklık sistemi bir zaman sonra virüsü yenecektir. Tabi bu herkes için olmayacağından dolayı, artık bundan sonra korona-virüs de insanın başının belâsı olmaya devâm edecektir. O hâlde yapılması gereken şey, herhangi bir hastalık yada salgın daha ortaya çıkmadan önce önlemler almak ve doğala, normâle ve fıtrata uygun bir hayat-tarzı uygulamaktır ki bu da ancak Allah’ın emrettiği gibi bir yaşam-tarzı içinde olur. Çünkü tüm salgınlarda ve hastalıklarda olduğu gibi korona-virüs de, modern-seküler yaşam-tarzının bir sonucunda ortaya çıkmıştır.

Modern-bilimin ve tıbbın öyle sanıldığı gibi çok geliştiği falan yoktur ve bu şu-anda gözle görülmeyen bir virüse karşı çâresiz kalınması ve bir şey yapılamamasında çok açıkça görülmektedir. Tavsiye edilen şeyler; ellerin, yüzlerin, ağız ve burnun hattâ tüm bedenin iyice yıkanması, evlerin temizlenmesi, yiyeceklerin temiz olması, absürd ve haram alışkanlıklardan kaçınılması, ayakkabı ile eve girilmemesi vs. gibi aslında dinlerin ezelden beri söyleye-geldiği şeyler, önlemler ve tavsiyelerdir. Bunların elbette yararı vardır. Zâten başka yapacak bir şey de yoktur. Modern tıp şu-anda o çok ilkel îlân ettiği geçmiş zamanların önlemlerine başvuruyor. Şimdilik başka da yapabileceği bir şey yok.

“Bilim-adamlarına güvenmekten başka yapacağımız bir şey yok, bırakın otu-çöpü, boş-verin şunu-bunu yemeyi-içmeyi” diyorlar. İyi de an îtibârıyla bilimin somut olarak ortaya koyabildiği bir şey yok ki!. Başka amaçlarla kullanılan ilaçları denemekten ve insanları solunum cihazına bağlamaktan başka yaptıkları bir şey yok. Tabi biz burada sağlık çalışanlarının çabasına zinhar bir laf etmiyoruz. Onlara teşekkür ediyoruz. Allah onlardan râzı olsun. Eldeki tüm imkânlar yapılmalıdır tabî ki. Fakat şunu diyoruz; bu virüs kimi öldürmüyor ve az etkiliyor yada hiç etkilemeden geçip gidiyor?. Tabî ki de bağışıklık sistemi güçlü olanları, güçlü bir bünyeye sâhip olanları. Çünkü virüsün gücü sonsuz değildir. Nerede zayıflar-hastalar varsa onları etkiliyor ve öldürüyor. O hâlde ben niçin otla-çöple vs. ile de olsa bağışıklığımı güçlendirmek için uğraşmayayım ve yiyeceğime-içeceğime dikkat ederek bünyemi sağlam tutmayayım?. Sanki ortada bir ilaç var, insanlar o ilacı kullanmıyor da doğadan çâreler armaya koyuluyorlar. Ortada tıbbî bir ilaç yok ki!. Dolaylı yoldan yararı olduğu söylenen ilaçlar ise zâten kullanılıyor. Bu bağlamda çok da bir zarârı olamayan sıtma ilacı da kullanılmalıdır. Sıtma ilacı zâten eski bir ilaçtır ve orijinâlde kimyâsal da değildir. Amazon’da yetişen Cinchona ağacının kabuğundan elde edilen kinin maddesi, sıtma tedâvisinde kullanılır. Romatoid Artrit hastalığına ve diğer artritlere de faydalı olan bu ilaç, ateşi düşürdüğü ve vücûda direnç verdiği için korona-virüs tedâvisinde de işe yarar gibi gözüküyor.

İnsanlar vara-vara dînin ve o beğenmedikleri eski zamanların salgından kurtulmak için söyledikleri ve yaptıkları şeyleri söylemekte ve aldıkları önlemleri almaktadırlar. Çünkü modern-bilimin şu-an için yapacağı çok fazla bir şey yoktur. Bakın Peygamberimiz tââ 1.400 sene önceden, salgın durumlarında ne yapılacağı hakkında ne diyor?:

“Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayınız” (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100).

Hz. Ömer bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.): “Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için: “Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!. Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhârî, Tıb, 30).

Yâni bir salgın karşısında modern insanın şu-an îtibârıyla yaptığı şeyler, peygamberlerin ve kadim geleneğin önlemleri ve uygulamalarıdır. Fakat yine de “din ve gelenek ne yapmıştır ki” deyip duruyorlar ve bilim-adamlarından gelecek müjdeyi(!) bekliyorlar. Oysa bilim-adamları o müjdeyi ancak yaklaşık 1 yıl sonra verebileceklerini söylüyorlar. Bu duyuru ile iyice karamsarlığa düşen modern insan, güneşli günlerin özlemini çekiyor. Havalar ısınsa da Güneş’in ultra-viyole ışınları virüsü yok etse!. Oysa yapılacak Güneş’ten değil Allah’tan yardım istemek ve medet ummaktır.  

Bu salgın bir ayna vazîfesi de görüyor. Korona-virüs ile birlikte insanların en çok neyden korktuğu ortaya çıktı. İnsanlar “ölüm-ötesi”nden değil, “ölmekten” korkuyorlar. Ölmemek için her-şeyden vazgeçebiliyorlar. Çünkü ölüm, modern insanın trajedisidir.

Korona-virüs Allah’ın, insanları uyarmak için kullandığı bir “korna”dır. Bu korna “ölüm var, âhiret var, hesap var” diye insanları uyarmaktadır.

Korona-virüs, “modern insanın üç tanrısı” olan akıl, para, modern-bilim ve teknolojiyi yıktı-yıkacak duruma gelmiştir. Artık bundan sonra hiç-bir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Allah, kendilerini Tanrı-Kral îlân eden kibirli insanlara “tâc” yâni “korona” takmıştır. Korona “tac” demektir ve virüs, adını Güneş gibi taçları yâni koronası olduğundan dolayı almıştır. Allah zımnen; “madem siz kendinizi ilah ve kral îlân ettiniz, o hâlde tâcınız (korona) da benden olsun” demiştir.

İnsan; kazâdan, belâdan, hastalıktan ve ölmekten kurtulmak için önlemler almalıdır tabî ki. Çünkü hayât değerlidir. Bu salgından korunmak için en iyi önlem evde kalmak gibi görünüyor. İnsan Allah’a sığınarak evde kaldığında ve salgından korunmaya çalıştığında bu salgından pek de zarar görmeyecektir. Lâkin insanı gerçekten koruyacak olan şey ev değil, Allah’tır. Bu nedenle şu âyet aslâ akıldan çıkarılmamalıdır:

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…” (Nîsâ 78).

En doğrusunu sadece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2020

Devamını Oku »

6 Nisan 2020 Pazartesi

Anlamlı Bir Hayat Mı, Mutlu Bir Hayat Mı?


“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20).

 

İnsan, sürekli mutsuz olduğunda maddî ve mânevi yapısı bozulur ve bundan çok olumsuz olarak etkilenir. Fakat, insan sürekli relâks durumunda ve haz içinde kaldığında da “insânî” özellikleri zedelenir, azalır ve hattâ kaybolarak “başka”laşır. Zîrâ onu hiç-bir acı, zulüm ve mazlûmiyet rahatsız etmemeye başlar ve kişi böylelikle bencilleşir. Herkesi kendisi gibi zanneder. Hazzın verdiği sarhoşlukla kötülüğe karşı dirençsizleştiğinden dolayı zulmü doğal ve normâl görür yada umursamaz ve önemsememeye başlar. Bu durumda zulme bir tepki vermez. Oysa insanı “insan” yapan şey, zaman-zaman yaşadığı mutluluklarla birlikte, bir mücâhede ve mücâdele içinde olması yâni anlamlı bir hayat yaşamasıdır. Zîrâ Dünyâ sürekli olarak mutsuz kalınacak bir yer olmadığı gibi, sürekli bir mutluluğun ve hazzın yaşanacağı bir cennet değildir ve bir imtihan alanıdır. Dünyâ’nın formatı zâten böyle mutluluk ve haz içinde anlamsız bir yaşama uygun da değildir. Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bilindiği gibi imtihanlar kolay değildir ve büyük çabalar ve ciddiyetler ister. Bu ciddiyete de ancak anlamlı bir yaşam içinde ulaşılabilir.

 

Şu da var ki, mutlulukta süreklilik olmaz. Yâni kesintisiz ve sürekli olarak mutlu olamazsınız. Zîrâ bu durum Dünyâ’nın formatına ve “imtihan” olgusuna terstir. Adnan Binyazar, mutluluk hakkında şunları söyler:

 

“Nice bilim-insanı, sanatçı, mutluluğu tanımlama uğraşı vermiştir. Oscar Wilde: ‘Mutluluk, insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olmasıdır’ der. Mutluluk, geçici bir duygu titreşimidir; sürekli kılınması olanaksızdır. Örneğin insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olduğuna inanması kaç dakîka, kaç sâniye sürer?. Euripides’in, şu sözüyle bu gerçeğe vardığı görülüyor: ‘Mutluluğun ömrü kısadır. Gelmesiyle gitmesi bir olur’. André Gide bunu daha kesin bir söylemle dile getiriyor: ‘Mutluluk anlardadır’ diyor”.

 

İnsanın her zaman iki tür yaşama düşüncesi ve isteği olmuştur: 1-Mutlu bir hayat; 2-Anlamlı/ilkeli bir hayat. Mutlu bir hayat düşüncesi ve isteğinde âhiret düşüncesi ve inancı neredeyse yoktur. “Dünyâ’yı ıskalamayayım, bu dünyâda mutlu olayım da gerisi ne de olsa kesin ve belli değil” düşüncesi açığa çıkar. İlkeli bir hayat anlayışı ise büyük oranda, aşkın hakîkatlere dayalıdır. Allah, âhiret, gayb inancı ve bu bağlamda Dünyâ’da verilmesi gereken mücâdeleler ve ödenmesi gereken bedeller vardır. Bu yüzden ilkeli ve anlamlı bir hayâtın müşterisi az olur. Üstelik aslında haz olmasına rağmen mutluluk zannettikleri bir hayat yaşayanlar yada yaşamak isteyenler tarafından anlamlı-ilkeli bir hayat yaşayanlar câhil, yobaz, öteki ve terörist olarak görülür. Tabi önemli olan insanı Allah’ın nasıl gördüğü ve değerlendirdiğidir.  

 

Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, insanın biricik hedefi olması gerektiğini söylerler. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak”. Tabi böyle bir yaşamda bir anlam aramak boşunadır. Zîrâ anlam, sâdece hazzın olduğu yerde değil, daha çok, acının olduğu yerde ortaya çıkar.

 

Hazcılar hazzı kesintiye uğratmamak için Pollyanna’cılık da oynarlar. Düzünden olmazsa tersinden düşünerek hazlarını sürdürmek isterler. İnsanların-Müslümanların büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim, modern dünyâyı “kazanımımız” olarak görelim ve İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”. Hâlbuki bu şekilde düşünmenin ve yaşamanın bir anlamı yoktur. Îtirâz ve isyân edilecekse ve bu uğurda huzûrumuz kaçacaksa da kaçmalıdır. Anlamdan kopuk Dünyâ’yı anlamlandırmak bilincine ve hedefine sâhipseniz bâzı şeylerden mahrûm kalmak sizin için sorun olmayacaktır.

 

“Mutlu bir yaşam mı, anlamlı bir yaşam mı” seçimi karşısında mutlu bir yaşamı seçenler büyük bir yanlışa düşmüşlerdir. Zîrâ Dünyâ sürekli mutlu yaşanabilecek bir yer olmadığı gibi formatı da buna uygun değildir. Zâten sürekli bir şekilde mutlu olanları göremezsiniz. Sizi illâ ki mutsuz ve huzursuz edecek ve hattâ belki de hayâtınızı karartacak şeylerle karşılaşmanız çok olasıdır ve mutlakâ karşılaşırsınız. En azından ölüm gerçeği sizi mutluluğunuzdan koparır. Anlamlı bir hayâta karşı mutlu bir hayâtı yaşayanlar bu yüzden kısa bir zaman sonra “Dünyâ gerçekleri” karşısında bir şok yaşarlar ve seçimlerinin karşılığını bir türlü göremedikleri için bunalıma girerler yada saçma-sapan düşünceleri yada alışkanlıkları olur. Ne kadar zekî olurlarsa olsunlar, anlamlı bir hayat yerine mutlu bir hayat yaşamayı seçenler (ki aslında haz içinde bir yaşamı seçmişlerdir) bir yerde tıkanıp kalmaya mahkûmdurlar.

 

Modern insan anlamdan kopmuştur ve sürekli olarak relâks hâlinde olmaya, eğlenmeye ve “mutluluk” zannettiği haz içinde yaşamaya kilitlenmiştir. “Mutlu yaşamaya bakalım” sözünü mottolaştırmışlardır. Modernite, anlamdan kopuk bir hayat önermesiyle insanları bunalıma soktu. Anlamı olmayan hayat-tarzları, kendi-kendilerini bitirmeye mahkûm ve mecburdur. Alain Touraine: “Modernlik, anlamsızlığa boğularak yitmektedir; en çok önem verdiği şey, pazara ilişkin en dolaysız, yâni en önemsiz taleplerdir. Toplumu bir pazara indirgemiş olan ve ne artırdığı eşitsizliklerden, ne de doğal ve toplumsal çevrenin yıkımını giderek hızlandırışından dolayı herhangi bir kaygı duymayan modernliğin gözü kör değil mi?” diye sorar.

 

Modernizm, “açıklama”nın “anlamlandırma”ya üstün tutulmasıdır. Saçma-sapan da olsa yapılan bir açıklama anlamı boğar ve insanlar da anlama göre değil de yapılan haz-merkezli açıklamaya göre düşünürler ve yaşarlar. Fakat bu durum insanın fıtratına aykırı olduğundan dolayı bir yerden sonra duvara toslar.

 

Modernizm, bir “anlamsızlık uygarlığı”dır. Zîrâ hazza kilitlenmiştir. Allah’a, âhirete, meleklere, peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar, mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar. Zâten paranın merkeze alındığı ve hâkim olduğu yerde ne rûh kalır, ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.

 

Modern hümanist bilim, “evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)” öğretisidir. Evrim Teorisi bir “anlamsızlık düşüncesi”dir. Evrim Teorisi’ne göre insan anlamsız ve hedefsiz bir varlıktır. Bu nedenle de haz içinde olmaya bakmalıdır. Bu teoriye göre insan ne kadar haz içinde ve uzun bir yaşam sürerse o kadar iyidir. Modern teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.

 

90 öncesi ile 90 sonrası, sanki M.Ö. ile M.S. gibi farklılaştı. 90 öncesi insanlar “küçük hedefler” ile mutlu olabilirlerken, 90 sonrasında yaşayan insanlar, “haz-merkezli sonsuz hedefler” nedeniyle buhrâna girmektedir. Zîrâ anlamdan uzaklaşmışlardır. Anlam olmadığında hiç-bir haz insanı tatmin edip kesmemekte ve böylece her türlü sapıklık ayyuka çıkmaktadır.

 

Anlamdan kopan ve sözde mutluluk peşine düşenler, mevcut modern-lâik-seküler sistemlere tapmaya başlarlar. Demokrasi bir “mutlu azınlık” sistemi ve yönetimidir. Bu sisteme tam uyanlar sistemi kuranlar tarafından ödüllendirilir. Dünyâ’da haz içinde yaşayacak şekilde nemalandırılırlar. Fakat anlamdan kopuk olunca Allah’tan da kopuk olunduğu için, insanın bedenine yaptığı tamponlar ona bir zaman sonra yetmemeye başlar. İçten gelmeyen mutluluk, dıştan kapatılamaz. Kişinin içi mutlu olmadıktan sonra dışını mutlu etmeye şu koca kâinât bile yetmez. Çünkü insanı mutlu edecek şey anlamdan kopukluk değildir, olamaz. İnsan anlamdan kopunca gerçek anlamda mutlu olamaz. Anlamlı bir mutluluk ise, ancak Dünyâ’daki tüm insanların ortalama bir mutluluğa ulaşmasıyla olur. Yoksa birilerinin acıları pahasına ve acılarına rağmen mutlu olmak çok da şerefli bir şey değildir. Özellikle bir mü’min için mü’min kardeşi acılar içindeyken mutluluk peşinde olması, psikolojik bir hastalık yada bir cehâlet durumu yoksa, ağır bir cehâlet ve umursamazlık olur.

 

İnsanlar “kendini yaşatmak” için değil de, “karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes mutlu olur. Zâten küresel bir mutluluğa ancak bu şekilde kavuşulur. Çünkü bu bir anlamlı yaşama biçimidir. Zîrâ bu, “işe anlam katmak” demek olur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi, kendini yaşatabilmek için icâbında karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes karşısındakini “yaşatmaya” çalışınca kimse kimseyi öldür(e)mez. Gerçek güvenlik ortamı ancak bu şekilde kurulabilir.

 

Mutlu olmak için mücâdele etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi mutluluk kaynağıdır mü’minler için. Anlamlı ve îmanlı bir mücâdele süreci, insanı gerçekten mutlu edebilecek tek yoldur. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler. Mutluluk bu mücâdelenin yanında yada sonunda gelecektir. O hâlde hedef mutlu olmak değildir, hedef anlamlı bir hayat yaşamaktır ki tek başına bu anlamlı hayat kişiyi mutlu etmeye yeter. Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir sonuçtur. Amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar mutlu olurlar.

 

Mü’min, karamsar olamaz, olmamalıdır da. Mü’min mutludur fakat bu mutluluk, Dünyâ’nın mevcut genel kötü durumundan dolayı “buruk bir mutluluk”tur. Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler ve buna râzı oldular. İşte bu seçimi yaptıkları günden bêri anlamsız bir hayat yaşamaktadırlar. Fakat şeytan anlamsız yaşayanları kuşatma altına alır. Zâten ancak anlamsız bir hayat yaşayanlar -bir cezâ olarak- şeytanın güdümüne girerler.

 

Anlamlı bir hayat için niceleri potansiyel mutlu hayatlarından vazgeçmişlerdir. Gautama, Kuzey Hindistan’da zengin bir âilenin çocuğu olarak Dünyâ’ya geldi. Bu hâlde mutlu-mesut ve haz içinde yaşayabilirdi. Buna rağmen 29 yaşındayken, hayâtın anlamını bulmak adına tüm zenginliğinden vazgeçmeye karar verdi. Zîrâ kişiyi tatmin edecek olan şey anlamlı bir hayattır. Anlamlı bir hayat ise vahiy-merkezli bir hayattır. Vahiy-merkezli bir hayat, Allah-merkezli bir hayattır. Allah’ın olduğu yerde anlam da var demektir. O yüzden insan ancak anlamlı yâni Allah’lı bir hayatta mutlu-huzurlu olabilir ve kâlpler de ancak bu şekilde tatmin olabilir:

 

“…Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Kâinât ilk yaratıldığından bêridir anlamlıdır. Kâinatta anlamsız bir durum hiç olmamıştır. Zîrâ kâinatta eksik ve biçimsiz bir yapı hiç-bir zaman olmamıştır. Allah anlamsız bir iş yapmaz. Zâten kâinat Allah’ın “ol” demesiyle oluvermiştir. Kâinatta anlamlı olmayan bir şey yoktur. Bir tek insanlar anlamsız bir hayat yaşama isteğindedirler ve bunun da “gönlünce yaşamak, mutlu ve haz içinde bir yaşam ile” olacağını zannetmektedirler. Oysa Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir. Dünyâ’nın formatı, Allah-merkezli ve sünnetullaha uygun anlamlı bir hayattır. Zâten tevhid ancak bu şekilde hayâta hâkim olur ve böylece şirk de yerin dibini boylar.

 

Kâinatta her-şey Allah’a göre hareket ettiği için anlamlı bir hareketi vardır. Bu nedenle de onun işleyişinde en küçük bir uygunsuzluk bile görülmez. Çünkü anlamlı bir işleyişi, Allah’lı bir hareketi vardır. Zâten insanın siyâsî, sosyâl ve ekonomik alanlarda beşer ve nefs-merkezli uygulamalarından başka kâinâtın her yerinde ve Dünyâ’nın doğal işleyişinde anlamlı yâni Allah’lı bir işleyiş vardır. Bir-tek insanın olduğu yerde anlamsız yâni Allah’sız bir işleyiş vardır. Çünkü insanlar Allah’lı yâni anlamlı değil de sözde mutluluk dedikleri hazza yâni nefse göre koydukları kurallara göre hayâtı sürdürmek istedikleri için sürekli olarak huzûru kaçıracak şeyler ortaya çıkar ve sistemi kuranlar da kaçan bu huzûru “maddeden tamponlar”la kapatmaya çalışırlar. Bu uğurda zamanla her türlü sapıklık da ayyuka çıkar.

 

Cehâlet mutluluktur diyorlar, hayır!; cehâlet, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Zîrâ cehâlet mutlakâ şirke, küfre ve dolayısıyla da zulme döner. Zulmün olduğu yerde ise mutluluk olmaz.

 

Anlamsızlığın sonu ahlâksızlıktır. Zîrâ Allah’ın olmadığı yada hesâba katılmadığı yerde ahlâksızlık kaçınılmaz olur. Allah’a göre olmadığında ahlâka göre de olmaz.

 

İnsanlar ancak İslâm kültürü içinde yaşadıklarında anlamlı bir hayat yaşamış olurlar ve mutluluğa ulaşabilirler. İslâm’ın bilgisi İslâm’ın sâdece bilgisidir. Oysa İslâm’lı yaşamak, İslâm’ın yaşam-tarzı içinde yaşamaktır. Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini de hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda benimseyemezsiniz.

 

Gerçek anlamda “bir arpa boyu” bile yol almamış olanlar, “uzun ince bir yoldayım” türküsünü söylüyorlar. Birileri insanları haz içinde yaşadıkları için anlamlı yaşadıkları zannıyla kandırıyorlar.

 

Hak ile bâtıl arasındaki farkın anlamsızlaşması, bâtıla alan açarken, hakkı blôke eder. Hakkın blôke olması “anlamın blôke olması” demektir. Böylece hazzın uşakları varlığı anlamsızlaştırmaya çalışırlar. Hümanizme ve moderniteye göre kâinatta bir “anlam” yoktur. Kâinâta o anlamı “modernleşmiş Homo Sapiens” verir. Yâni güyâ anlam da Allah’tan değil insandan kaynaklanır. Oysa îmansız bir yaşamda ne kadar mutlu gibi görünülse de anlam olmadığı için gerçek bir mutluluk da olmaz. Anlamın olmadığı yerde gerçek bir mutluluk olmaz. İnsan anlam olmadan gerçek bir mutluluğa ulaşamaz. Zâten cennet, Dünyâ’da anlamlı yaşayanlara verilen bir ödüldür. Apaçıktır ki, îmanlı bir yaşam, îmansız bir yaşamdan daha anlamlıdır.

 

Modern, ultra ve hattâ post-truth denilen mevcut zamanda her-şey öyle çabuk değişiyor ki, insanlar anlamlı bir hayat yaşayamaz hâle geliyor. Çok ve çabuk değişimlerde anlam kaybolur. Çünkü anlamlandırmayı yapmayı bitiremeden başka bir şeyle karşılaşılır. Böyle olunca da bir anlamsızlık ve mutsuzluk ortaya çıkar. Sonuçta da anlamlı bir hayâttan vazgeçilir ve “mutluluk” zannedilen hazzın peşine düşülür. Dünyâ’da en uzun ve kesintisiz sürecek bir mutluluk aranıyor. Modern insan anlamdan koptukça haz arıyor.

 

Günümüzde “hayâtı dolu-dolu yaşamak” herkesin en önemli hedefi hâline gelmiş durumdadır. Fakat bu dolu-dolu hayâtın, “anlamlı bir hayat” ile değil de, “haz içinde ve relâks hâlinde” yaşanan bir hayat ile kazanılacağı zannediliyor.

 

İnsanı gerçek anlamda mutmain edecek tek şey, Allah yolunca yapılan “cihad”tır. İnsan ancak cihadın her türlüsüyle cihad yaptığında anlamlı bir mücâdele sonunda mutlu olur ve sonsuz mutluluk diyârı olan cenneti hak eder.

 

İnsanın dîni, varlığı onunla anlamlandırdığı “şey”dir. İslâm’ın kavramları, modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da mânâyı değiştirmekte ve anlamı boğmaktadır. İslâm’ın kavramlarının hakîki mânâsına ulaşmak için, o kavramların anlamları İslâm’ın kendi iç-dinamiklerine göre belirlenmelidir. Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur.

 

Niceliksel artışlar niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez.

 

Eğer çok sıkılıyorsanız, “anlamsız bir hayat” yaşıyorsunuz demektir. Hayâtınıza anlam katan bir şey yoksa, bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir hayvansınız. Hattâ hayvandan da aşağı…

 

Müslümanlar, takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

 

Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de anlamsızlığı şiar edinmiş olanlar “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).

 

“Anlamlı bir hayat” yerine “mutlu bir hayat”ı seçmek, “hayâtı ıskalamaktan korkma”nın bir sonucudur. Zîrâ âhiret hayâtına îman zayıf olduğunda ve böylece anlam değersizleştiğinde, “riske atılacak bir hayat” olmaz. Çünkü anlamlı yaşam, yanında mutlakâ “vazgeçişler” getireceği için hayat illâ ki belli bir oranda ıskalanmak zorunda olacaktır. O yüzden mutlu ve sevinç içinde bir hayat yaşamak isteyenler “anlamlı bir hayat” yerine, “mutlu bir hayat” seçerler.

 

İnsanın başına gelebilecek en büyük felâket, anlamdan kopmasıdır. Zîrâ anlamdan kopmak “Allah’tan kopmak” demektir. “Anlamlı yaşamak” ve “mutlu yaşamak” tercihi aslında, “Allah’lı yaşamak mı”, yoksa “Allah’sız da olsa mutlu yaşamak mı” sorusudur ki mutlu yaşamayı seçenler Allah’sız yaşamayı seçmiş olurlar.

 

Bengül Güngörmez mutluluk ve anlamlı yaşamak hakkında şunları söyler:

 

“İnsanın ıstırâbını anlayan veyâ anlamaya çalışan klâsik kültürden, insanı biyolojik bir varlık olarak kabûl ederek onu bastırmaya çalışan modern kültüre doğru evrilişimiz, insanın hayâtının doğal bir parçası olan yas tutmayı dâhi ‘depresyon’ olarak kabûl etmeyi de berâberinde getirdi. Kadim bilgeliğin yerini kimyâsal içerikli haplar aldı ve mutluluğun yada mutsuzluğun asıl sebebinin üzeri örtüldü. Üstelik mutluluk kavrayışının kendisi de hiç sorgulanmadan. Modern insan kendisini niçin ‘mutlu’ olmak zorunda hisseder?. Haz ve mutluluk aynı şey midir?. Kişinin sürekli mutlu olması nasıl mümkün olabilir?. Sorular izâhata muhtaç. Bize mutlu olma zorunluluğunu hissettiren modern kültürümüzdür. Nasıl, hızlı, aktif ve sorun çözücü olmamız isteniyorsa, mutlu olmamız da isteniyor. ‘Doğuştan gelen bir kusurumuz var’ diyor Arthur Schopenhauer, ‘hepimiz mutlu olmak için Dünyâ’ya geldiğimizi sanıyoruz’. Hâlbuki mutluluk arayışı sürekli olsa da mutluluğun kendisi sürekli elde edilebilir yada ulaşılabilir bir hedef değildir. Her melâl hâli de mutsuzluk değildir. Almanların ‘Weltschmerz’i, dilimize tercümesi zor olan bu kelime, yâni Dünyâ’dan duyulan, Dünyâ’nın kifâyetsizliğinden duyulan derin acı, melâl depresyon haplarıyla tedâvi edilemez.

 

Modern kültür mutluluğu maddî dünyâda aramamızı salık veriyor; daha yüksek statülerde, daha fazla parada, yüksek fiyata satın aldığımız eşyâlarda, vs. Ancak bizi gerçekten tatmin edecek olan şey maddî mutluluk arayışı mıdır, anlam arayışı mı?. Toplama kampını tecrübe etmek zorunda kalmış olan dünyâca ünlü psikiyatr Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı hârikulâde eserinde insanların en büyük acılarının üstesinden onları anlamlandırdıklarında gelebildiklerini Holocaust, yâni Yahudi soykırımı örneğinden hareketle anlatır. Modern dünyâ acıyı, ızdırâbı, sıkıntıyı anlamlandırmamıza izin vermez. Onu anlamlandırmayı değil, bastırmayı, kimyâsallarla ortadan kaldırmayı önerir. Arabamda sıkışık trafikte seyir hâlinde radyo dinlerken, radyoda sunucuya bağlanan bir doktorun ‘baş ağrısının nedeni ağrı kesicidir’ dediğini hatırlıyorum”.

 

Mutluluk bir sonuçtur ve hedef değildir. Anlamlı yaşama hedefine varıldığında mutlu da olunur. Fakat mutluluğa ulaşma çabasıyla mutlu olan olmamıştır. Mutluluk “en yüce amaç” da değildir. En yüce amaç, “Allah yolunda olmak ve ölmektir (şehit)”. Bunun sonucunda hak edilecek cennettir insanı gerçekten mutlu edecek olan.

 

En yüce amaç “mutluluk” değildir. Çünkü o zaman “mutlu olmak için mutlu olmak” gibi bir saçmalık ortaya çıkar. Mutluluğa tapınma başlar böylece. Mutluluğa en üstün pâyeyi vermek “Allah’ı hesâba katmamak”tır. En üstün olan şey Allah’ın hoşnutluğu ve rızâsıdır ki, bu cennetten bile üstündür:

 

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk-rızâ ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 72).

 

Eğer “sürekli mutlu” bir hayat yaşanıyorsa cennete ne gerek vardır?. Çünkü cenneti kazanmak için bâzen mutsuzluğu seçmek, acıyı ve zorluğu seçmek gerekir ki Kur’ân buna “fekkur akabe” “sarp yokuş” der. Acıyı ve zorluğu seçmek “mutluluğu seçmemek” anlamına gelir. O hâlde en yüce amaç mutluluk değildir. Demek ki mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur.

 

Aristo, hayâtın amacının mutluluk olduğunu benimsemiştir. “Mutluluğu, mutlu olmak için isteriz, ileri bir hedefi yoktur” der. Stoacılar için de insanın temel amacı mutluluktur.

 

Nefis için bir şeyler yapmak haz verir, Allah için bir şeyler yapmak ise mutluluk verir. Fakat amaç Allah rızâsıdır. O hâlde mutluluk “cennet mutluluğu”dur. Zîrâ mutluluk beden ile ilgili değildir. Beden ile ilgili olana haz denir. Fakat haz-merkezli geçen zamanlar boş zamanlardır.

 

Mutlu olmak istiyorsanız başkalarını da mutlu etmelisiniz. Mutlu olmanın kısa-yolu budur. Herkes mutlu ise siz de mutlusunuzdur. Fakat bunun için de Dünyâ’nın anlam-merkezli olması şarttır. Başkalarının acılar içine yaşadığı bir dünyâda mutlu olmak yada sürekli mutlu olmak bir mü’min için pek de mümkün değildir. Zîrâ insanın kişisel olarak gerçek anlamda mutlu olması mümkün değildir.

 

“Yaşamanın ereği mutluluktur (eudaimonia)” denir. Fakat mutluluk bir sonuçtur, o hâlde mutluluğa ulaştıracak şeyleri yapmaktır amaç. Gerçek mutluluğa ulaşmak ise ancak cennette olur. Buna göre mutluluk, cenneti kazanmak için Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamak ve nihâyetinde de cenneti hak etmektir.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.

 

Anlam olmadığında yemek-içmek bile tat vermez. Haz verse de tat vermez. Anlamsız olunca tat olmaz. Bir şeyden tat almak için o şeyin anlamlı olması gerekir. Meselâ oruç, “yemek”e anlam katar. Böylece yemek lezzetlenir.

 

Gerçek mutluluk cennette yaşanacaktır. Hani Dünyâ’da zaman-zaman yaşadığımız o huzûr veren mutluluk anları vardır ya; işte cennet, o anların kesintisiz yaşandığı yerdir.

 

İslâm’ın nihâî hedefi “mutlu olmak” yada ille de “anlamlı yaşayabilmek” değildir. İslâm’ın nihâî hedefi “Allah rızâsı”dır. Merkeze Allah rızâsı alınmadığında hiç-bir şeyin anlamı da olmaz, sevinci de.

 

Anlamlı bir hayat olmadan mutlu bir hayat da olmaz. Kur’ân, mutlu olmanın formülünü şu âyetle ortaya koyar:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Evet; gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2019

 

 

Devamını Oku »

4 Nisan 2020 Cumartesi

Babalar ve Oğullar

 

“Hani Lukman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; Ey oğlum!; Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

 

Lokman’ın oğluna verdiği öğüt, verilecek öğütlerin en iyisidir. Zâten bu öğüt en başta Allah’ın bir öğüdü ve emridir. Lokman’ın oğlu bu öğüdü dinledi mi veyâ ne kadar dinledi, onu bilmiyoruz. Çünkü genelde babalar ile oğullar tam olarak anlaşamazlar ve hattâ baba ile oğul arasında genelde ayrılıklar da yaşanır. Acaba oğullar babalarının gölgesindeyken yapmak istediklerini yapamadıklarından mıdır bunun nedeni?. Çünkü bu sorun peygamberlerde bile gözükmektedir.. 

 

Hz. Âdem babasızdı. Hz. Nûh, oğlunu gemiye çağırdı ama oğlu babasını dinlemedi de kendi kafasına göre gitti ve aralarına bir dalga girdi de kıyâmete kadar ayrıldılar. Üstelik bu ayrılık âhirette de “ebedî bir ayrılık” olarak devâm edecek gibidir.

 

Hz. Mûsâ’nın babasından bahsedildiğini görmüyoruz ve o’na Firavun üvey babalık yapıyor ama Hz. Mûsâ onunla anlaşamayınca ayrılıyorlar ve hattâ birbirlerine düşman oluyorlar. Hz. Mûsâ geri döndüğünde de aynı düşüncede bir türlü birleşemiyorlar. Tâ ki dağlar gibi sular Firavun’u yutmak üzereyken, geçerli olamayacak ve kabûl edilmeyecek bir tevbe ve îman iddiâsında bulunana kadar.  

 

Hz. Îsâ da Hz. Âdem gibi babasız zâten. Hristiyanlar bu yüzden “onun babası Allah’tır” diyorlar. Böylece o’nu kutsallaştırıyorlar ve kutsal hâle getirdikleri için de o’nu yeterli derecede örnek alamıyorlar. Hristiyanlıkta bir “Sünnet”sizlik vardır ki bu “hitân” denilen sünnetsizlikte de açığa çıkar.

 

Hz. Îsâ adına uydurulan “teslis”te bile Baba, Oğul ve Kutsal Rûh üçlemesi var. Oğul’u Baba’nın yerine koyuyorlar. Oğul’u kutsuyorlar ve Baba’yı göğe hapsederek “köklerdeki babamız” diyorlar. Sanki, “biz Oğluna göre hareket ediyoruz, Sen göklerde kal” dermişçesine.

 

Hz. İbrâhim de ayrı düşüyor babasıyla. Babasına apaçık hakîkatleri yalın bir dille anlatsa da babası bir türlü iknâ olmuyor ve ona düşman oluyor. Hz. İbrâhim de ayrılıyor hem babasından hem de kavminden. Çünkü orada olmuyor. Diyânet işleri başkanı konumundaki babasıyla birlikteyken olmayacağını anlıyor.

 

Hz. Dâvûd ile Süleyman da bir hükümde ayrı düşüyorlar. Hz. Süleyman’ın hükmü daha isâbetli oluyor.  

 

Hz. İsmâil ile Hz. İbrâhim’in memleketleri ayrı düşüyor ve böylece ayrılıyorlar.

 

Hz. Eyyûb, hastalandığı zaman oğullarından ve tüm âilesinden bir süreliğine ayrı düşüyor.

 

Yine Hz. Yûsuf.. Babası var ama yanında değil. Kırk yıla yakın bir süre babasından uzak kalıyor. Sonradan kavuşuyorlar ama bu kavuşma Hz. Yâkub’un yaşlılık zamânında oluyor. Belki de bunun bile bir hikmeti vardır.

 

Ve Peygamberimiz Hz. Muhammed. Doğuştan babasız ve yetîm. Fakat Allah onu koruyor ve yardım ediyor. Müşrikler Peygamberimiz’i neyle suçluyorlar?. “Baba ile oğulun arasını ayırdın” diyorlar. Çünkü baba demek ata demek. İslâm (babası peygamber olanlar hâriç) atayı-babayı tâkip etmeye sıcak bakmıyor ya..  

 

Hepsinin ortak bir özelliği var; babaları yok, yada bir süreliğine yanlarında değil. Kanımca burada bir hikmet var. Peygamberimiz’in babası vefât etmemiş olsaydı ve nübüvvete kadar yaşamış olsaydı, acaba o’na îman eder miydi?. Amcası etmemişti. Müşrikler bunu sorun eder de dillerine mi dolardı?. Peygamberimiz de bunun sıkıntısını mı yaşardı?. İnsanlar ise “daha babasını iknâ edememiş ki îman etmiyor, biz niye îman edelim” mi derlerdi acaba?.    

 

Rivayete göre Hz. Îsâ: Kimse kendi memleketinde peygamber olamaz demiştir ki mânidardır.

 

Peygamberlerin dışında da babasıyla anlaşamayan ve ona düşman olanlar hattâ onu öldürenler vardır. Mete-han, iktidâr aşkına babası Teoman’ı öldürmüştür. Mitolojide Zeus, babası Kronos’la kapışmıştır.

 

Meselâ padişahlar da öyle. Adam oğlunu boğduruyor. Yavuz Sultan Selim’in, babası 2. Beyazid’i zehirleterek öldürdüğü söyleniyor. Hem de 2. Beyazid, iktidârı o’na bıraktığı hâlde. Yavuz bunu acaba “sonradan bir fitne çıkar mı” düşüncesiyle mi yaptı?. Babası iktidârı o’na bırakmasına rağmen babasına yine de güvenemiyor.

 

Yine, Bedir’de de baba-oğul karşı-karşıya geliyor ve savaşıyorlar.

 

Peki niçin böyle oluyor?. Baba yada oğul birbirlerine engel midir acaba?. Babayla birlikte olmuyor mu yâni?. Yaşanan bu durum, modern zamanlarda daha fazla artmıştır. Çünkü eskiden klâsik zamanlarda âile-yapısı ve düzeni zâten belliydi. Yapılacaklar ve görev dağılımı belliydi. Ama modern zamanlarda hızla değişen zaman ve mekân çok fazla problemler ortaya çıkarıyor ve ortaya bir “anlayış farkı” çıkıyor. Bu fark, aradaki paylaşımı ve saygıyı, sonra da sevgiyi azaltıyor ve bitiriyor. Modern zamanlardaki artış bundan kaynaklanıyor.

 

Fakat genel anlamda babalar ve oğullar niçin anlaşamıyor?. Çünkü nice peygamberler, âlimler, hükümdarlar ve halktan bir-çok baba-oğul anlaşamıyor Bunu Freud’un etkisiyle “oidipus kompleksi”ne bağlayanlar vardır. Hâlbuki hiç alâkası yoktur. Annesi doğuştan ölmüş olanlar babalarıyla hiç tartışıp kavga etmiyorlar mı?.. Herhâlde bunun nedeni; kuşak farkı, babaların oğullarının kendisini geçmesine katlanamamaları, oğulların babalarının kontrôlünde olmak istememeleri gibi nedenlerdir. Çünkü babalara göre oğulları hâlâ “çocuk”tur ve genelde yanlış yoldadırlar. Oğullara göre de babalar geri kafalıdır ve yanlış düşünüyor ve davranıyorlardır. İkisi de birbirlerinin yerlerini almasını istemiyorlar. Bir mafya-babasının makâmını oğluna vermesi çok zordur meselâ.

 

Fakat anne için böyle değildir. Ana farklıdır. Anayla ters düşülmüyor ama babayla ters düşülüyor. Çünkü erkeğin kendisi de baba olabilir. Babalığı kendi içinden çıkarabilir. Ama anne öyle değildir. Kızlar da tam tersi nedenle “babacı” oluyorlar belki de. Çünkü babalığı kendilerinden çıkaramıyorlar. Fakat anne olabiliyorlar. Yâni baba-kız arasında çok da ters düşme olmuyor. Baba, kızını evlendirip (aynı köyden-kasaban da olsa) başkasına verirken içi kan ağlıyor. Dışarıda davul-zurna çalarken baba göz-yaşlarına boğuluyor. Ama oğlana üzülmüyor. O zâten yanında ve aralarında her zaman bi-ince soğukluk var. Tabi baba “soyumu sürdürecek” düşüncesiyle arayı iyi tutmaya çalışıyor. Oğul çeşitli nedenlerle babaya fazla gider de yapamıyor.

 

Bir de babalar mallarını-mîrâsı ölmeden vermek istemiyorlar. Hâkimiyeti devretmek istemiyorlar. “Ölmeden vermem” diyor.

 

Her ne kadar “cennet annelerin ayakları altındadır” denilse ve Peygamberimiz “kime iyilik yapayım sorusuna üç kere “annene” dedikten sonra dördüncüsünde “babana” dese ve babayı ikinci plâna atsa da, “öf” bile denilmeyecek olanlar, hem anneler hem de babalardır. Bu nedenle oğulun babaya, babanın da oğula kin tutması yada birbirlerine düşman olmaları gerekmez:

 

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge” (İsrâ 23-24).

 

Fakat tabi şirk söz-konusuysa sâdece baba değil, anne de dinlenilmeyecektir:

 

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır. Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve Dünyâ (hayâtın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sâhiplen (onlarla geçin) ve bana gönülden-katıksız olarak yönelenin yoluna tâbi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim” (Lokman 14-15).

 

Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır. Bu imtihan içinde “anne ve babaya sabretmek” de vardır. Anneler ve babalar biraz daha dikkatli davransa ne güzel olur ama yaşlılık başka bir şeydir ve oğullar-kızlar henüz yaşlanmadıkları için onları tam olarak anlayamıyorlar. Kendileri de yaşlanmış olanların hâlen hayatta olan anne ve babalarına karşı daha merhâmetli olmalarının nedeni budur. Çünkü onları anlayabiliyorlar. Baba ile oğul arasındaki sürtüşme, nefisten değilse, birbirlerine yeterli sabrı gösterememelerindendir. Tabi sevgi ve saygılarını kaybetmemiş olanlar bundan müstesnâdır.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2019

 

Devamını Oku »

1 Nisan 2020 Çarşamba

İslâm’ı Dâirenin Dışında Tutmak




“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

İnsanlık târihi boyunca olan şey, “İslâm’ın merkeze alınıp hâkim kılınması” ile “İslâm’ı merkeze almaya karşı, şeytan, tâğutlar, onların uşakları ve nefsini din yapanlar tarafından, İslâm’ı merkezden uzaklaştırma yada dâirenin dışına taşıma ve dâirenin dışında tutmak”tır. Mü’minler ile kâfirler arasındaki savaş bunun savaşımıdır.

Peygamberlerin örnekliğinde gösterilen “İslâm’ı devletleştirme ve hayâta hâkim kılma ameliyesi”, sünnî ve şii tarzında saltanat, krallık, sultanlık, padişahlık yâni monarşi, meşrûtiyet, cumhûriyet, komünizm, demokrasi vs. beşer-merkezli ideolojilerle ve yönetim-şekilleriyle ile yapılmıştır târih boyunca. Bu sistemlerle, İslâm “dâire”nin dışına çıkarılmak ve sürekli olarak dâirenin dışında tutulmak istenmiştir.

İslâm, haksızlığa, adâletsizliğe, küfre, şirke ve zulme “dur” demek için ve hakkı-hakîkati, adâleti ve tevhidi hâkim kılmak için gönderilmiş tek “hak din”dir. İnsanların içinden özellikle ezilenler, işte İslâm’ın bu özelliklerine bakarak İslâm’ı kabûl edip ona katılmışlardır. Önceden zulüm gördükleri için, İslâm’ın ortaya koyduğu ve hâkim kıldığı adâleti ve hakîkati görünce İslâm’ı kabûl etmeleri zor olmamıştır. Fakat halifelerden sonra başa gelen Emevi ve Abbâsi yönetimleri adâleti gereği gibi uygulamadıkları için gidişât yeniden bozulmuştur. Bir yazıda Îran’lı halkın İslâm’ı seçme nedeninden ve sonraki iktidârların bunu sağlamadığı için yeniden eski inançlarına dönmelerinden yada eski inançları ile harmanlanmış bir din ortaya çıkardıklarından şu şekilde bahsedilir:

“İslâm sürecinde Îran’lılar, Îran servet sâhipleri, üst düzey idâreciler, zenginler ve zerdüştiler eliyle eşitsizliğe mâruz kaldıkları için İslâm’ı seçtiler ve eşit bir muâmele görmeyi umdular. Zîrâ Kur’ân ve Sünnet pratikliğinde bu vardır. Lâkin Emevi ve Abbâsiler’in siyâsetleri bunu sağlamadı ve benzer eşitsizliği devâm ettirdi. Mevâli denen Arap olmayanlar, önceki din ve devletlerinde kendilerine eşitsiz davrananlara karşı dînî ve kültürel inanç ve düşünceleriyle karşı çıkmışlardı. Bu bir özellik olarak yerleşmişti. Çoğu tam içselleştirememiş olmasına rağmen müslüman olmalarıyla birlikte kendilerine adâletli davranmayan mevâli, askerî, siyâsî ve ekonomik olarak karşı koyacak bir güçleri olmadığı için, fikrî bir karşı çıkış ortaya koydular. Bu bağlamda da eski din ve düşüncelerine dayandılar. İşte bu durum zamanla eski inançların baskın olduğu ve İslâm’dan da alınan âyet ve hadislerle karıştırılan bir din ortaya çıkardı. Bu din biraz da haklı olarak ezilmiş kesimin eleştiri, îtirâz ve isyân dayanağı oldu”.

İslâm’ı merkezden çıkarmak yada dâirenin dışına atmak mutlakâ kötü ve adâletsiz bir yönetim ortaya çıkaracak ve devlet-millet ifsâd olacaktır.

Bu durum muhâfazakâr düşünceye sâhip olan Selçuklu ve Osmanlı’da da devâm etti ve güçlenen heretik akımlar isyanlar çıkardı. Böylece sağ-sol yada muhâfazakâr Sünnîlik ile bâtınî-tasavvuf-heretik akımlar arasında sürekli bir mücâdele başladı. Fakat halk her zaman güçlüden yana olduğu ve isyân istemediği için sağ tarafı tuttu. Şehirleşeme ve yerleşiklik arttıkça sağ muhâfazakârlık daha da güçlendi. Bu uçurum Safeviler’le çok derinleşti ve bârizleşti. Şii-Sünnî yada alevi-sünnî kavgası başladı. Günümüzde bu AKP-CHP şeklinde sürmektedir. Yâni aslında “ebedî karşıtlık” devâm etmektedir. Burada yanlış olan şey, heretik akımlara karşı hak yolun muhâfazakârlık olduğu zannıdır.

Biz Kur’ân’ı merkeze almış ve Sünnet’i gözeten mü’minler olarak iki taraftan da uzak dururuz ve İslâm’ı savunuruz. Çünkü İslâm’ın hakîkati varken bâtıl yollara giremeyiz. Fakat eğer (Allah korusun) Tevhid olmasaydı, “istikrar” için belki de sağı ve muhâfazakârlığı seçerdik. Çünkü açıkça görünen odur ki, sağ taraf daha iyi yönetiyor. Zîrâ ne de olsa sağ muhâfazakârlıkta dînin resmî olmayan bir geçerliliği vardır. İslâm’a açıkça düşmanlık yapanlardansa, dîne açıkça düşmanlık yapmayanları destekleyebilirdik. Lâkin çok şükür ki Tevhid var ve biz iki taraftan da olamayız ve olmayacağız. Çünkü iki taraf da İslâmî yada İslâm-merkezli değil. İki taraf da lâik-seküler modernite ile yönetim yapıyor ve bu nedenle de İslâm “dâirenin” merkezinde olmadığı gibi içinde bile değil.

Mü’minler olarak sol heretik tarafı savunmadığımız gibi, onlara göre “daha iyi yönetiyor” ve “ehven-i şer” diyerek sağı da savun(a)mayız. Zîrâ İslâm %100 İslâm’dır ve İslâm zâten bunlara karşı gönderilmiş ve hakkı ve hakîkati tam ortaya koyarak adâleti gerçekleştirmek için inmiş olan bir din’dir. Şeytanın sağdan ve soldan yaklaşmasına zinhar izin veremeyiz.

Baktığımızda görülen şey, Hakkın ortaya koyduğu iyiliklerin, toplumsal kırılmalar sonucunda değiştiğidir. Tüm kırılmalar adâletsizlikten ve olağan-üstü siyâsî-askerî olayların sonucunda ortaya çıkar. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra ortaya çıkan fitne, Hz. Ali’den sonra Muâviye ile birlikte değişmiş ve bâtıl yeniden iktidâr olmuştur. Zâten işin raconu budur. Mü’minler her dâim bunu değiştirmekle görevlidirler ve târih boyunca da bunun için çalışmışlardır. İmtihan budur. Peygamberler de bunun için çalışmıştır. Bunun ille de gerçekleştirilmesi değildir önemli olan. İmtihan, “bu uğurda samîmi, ciddî ve gayretli bir şekilde çalışmak”tır. Önemli olan budur.

Fakat İslâm-dışı hizipler yada müslüman olduğunu söylemesine rağmen İslâm ile yönetilmeyi ve Dünyâ’yı İslâm’ın belirlemesini istemeyenler, Dünyâ’yı İslâm’ın-Kur’ân’ın belirlemesini istememişler ve buna çeşitli şekillerde îtirâz etmişlerdir. İslâm Devleti denilenler bile aslında İslâm’ı merkeze almamışlar ve almamaktadırlar. İslâm yerine beşeri-nefsi-şeytâni düşünceleri ve ideolojileri merkeze almışlardır-almaktadırlar.

Emevi ve Abbâsi devletlerinde İslâm “resmen” geçerli olmasına rağmen asıl merkezde olan şey, Arap düşüncesi, geleneği ve örfüydü. Bunlara göre çıkarılmış kânunlar geçerliydi. Selçuklu ve Osmanlı’da da İslâm dâirenin içindeydi ama örf ondan bir adım öndeydi. Merkezde örf vardı. Bir şeyin İslâm’a aykırılığında bâzen göz-ardı etme olmasına rağmen örfte aslâ olmuyordu. Bu da bunların İslâm’ı değil örfü merkeze aldıklarını ve böylece İslâm’ı dâirenin içindeymiş gibi göstermelerine rağmen merkeze almamaları demektir. Lâiklik ise merkeze aklı, beşerî ideolojileri ve demokrasiyi alır ve İslâm’ı dâirenin dışına atar ama İslâm’ı kısıtlanmış hâliyle yine de kendinden sayar. Fakat dâirenin dışına atılan İslâm aslında yok hükmündedir. Zâten lâikliğin amacı budur.

Dâirenin içine ve hattâ merkezine alınmayan İslâm yok hükmündedir ve kâlplere-vicdanlara hapsedilmiş demektir. Bir mü’minin buna râzı olması zinhar mümkün değildir. İşte tüm peygamberler ve Peygamberimiz, dâirenin dışına atılan tek hak din olan İslâm’ı dâirenin içine ve merkezine almak için gönderilmişlerdir. Bu zorlu görevde tüm peygamberler canla-başla çalışmış ama bu herkese nasip olmamıştır. O hâlde bizim de aynı şey için çalışmamız ve İslâm’ı yeniden dâirenin merkezine koymamız, dâirenin içine mâruf örfü alsak da merkeze İslâm’ı yâni Kur’ân’ı koymamız bize Allah’ın bir emridir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Bu âyet İslâm’ın niçin vâr olduğunu gösteren apaçık ve muhteşem bir âyettir. Hem gelenekçilere, hem de târihselci ve modernistlere tokat gibi çarpan bir âyettir bu. Müslümanlara; “Dünyâ’nın altını üstüne getirin de, İslâm’ı, yâni adâleti Dünyâ’ya hâkim kılın” emrini hem zihinlere hem de gönüllere rapteder. Âyet o kadar açıktır ki, aslında üzerinde yorum yapmaya ve tefsir etmeye bile gerek yoktur. Buna rağmen, zamânın şeytânî ideolojilerine, fikirlerine, ürünlerine müptelâ olmuş olan müşrik ve münâfık karakterli olanlar, bu âyeti canını çıkarırcasına yorumlamaya, te’vil ve tefsir etmeye pek meraklı ve isteklidirler. Zîrâ bu âyet onların tüm seküler plânlarını bozmaktadır.

İslâm dâirenin dışında tutulacak-tutulabilecek bir din değildir. Formatı ve özelliği buna müsâit de değildir. Hakkın-hakîkatin ve adâletin tek kaynağı olduğu için, aynen göklerdeki gibi bir düzenin kurulması için olmazsa-olmaz şey İslâm’dır. O hâlde dâirenin dışına itilmiş İslâm’ı yeniden dâirenin içine ve merkezine koymak bizim boynumuzun borcudur. Buna ömrümüz yetmese de bunun için samîmi, ciddî ve gayretli olmamız kesin şarttır. Aksi-hâlde tâğutlardan tâğut beğenmek ve zillet içinde yaşamak kaderimiz olur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2019











Devamını Oku »