6 Nisan 2020 Pazartesi

Anlamlı Bir Hayat Mı, Mutlu Bir Hayat Mı?


“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20).

 

İnsan, sürekli mutsuz olduğunda maddî ve mânevi yapısı bozulur ve bundan çok olumsuz olarak etkilenir. Fakat, insan sürekli relâks durumunda ve haz içinde kaldığında da “insânî” özellikleri zedelenir, azalır ve hattâ kaybolarak “başka”laşır. Zîrâ onu hiç-bir acı, zulüm ve mazlûmiyet rahatsız etmemeye başlar ve kişi böylelikle bencilleşir. Herkesi kendisi gibi zanneder. Hazzın verdiği sarhoşlukla kötülüğe karşı dirençsizleştiğinden dolayı zulmü doğal ve normâl görür yada umursamaz ve önemsememeye başlar. Bu durumda zulme bir tepki vermez. Oysa insanı “insan” yapan şey, zaman-zaman yaşadığı mutluluklarla birlikte, bir mücâhede ve mücâdele içinde olması yâni anlamlı bir hayat yaşamasıdır. Zîrâ Dünyâ sürekli olarak mutsuz kalınacak bir yer olmadığı gibi, sürekli bir mutluluğun ve hazzın yaşanacağı bir cennet değildir ve bir imtihan alanıdır. Dünyâ’nın formatı zâten böyle mutluluk ve haz içinde anlamsız bir yaşama uygun da değildir. Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bilindiği gibi imtihanlar kolay değildir ve büyük çabalar ve ciddiyetler ister. Bu ciddiyete de ancak anlamlı bir yaşam içinde ulaşılabilir.

 

Şu da var ki, mutlulukta süreklilik olmaz. Yâni kesintisiz ve sürekli olarak mutlu olamazsınız. Zîrâ bu durum Dünyâ’nın formatına ve “imtihan” olgusuna terstir. Adnan Binyazar, mutluluk hakkında şunları söyler:

 

“Nice bilim-insanı, sanatçı, mutluluğu tanımlama uğraşı vermiştir. Oscar Wilde: ‘Mutluluk, insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olmasıdır’ der. Mutluluk, geçici bir duygu titreşimidir; sürekli kılınması olanaksızdır. Örneğin insanın kendini iyi hissetmesi, kendisiyle uyum içinde olduğuna inanması kaç dakîka, kaç sâniye sürer?. Euripides’in, şu sözüyle bu gerçeğe vardığı görülüyor: ‘Mutluluğun ömrü kısadır. Gelmesiyle gitmesi bir olur’. André Gide bunu daha kesin bir söylemle dile getiriyor: ‘Mutluluk anlardadır’ diyor”.

 

İnsanın her zaman iki tür yaşama düşüncesi ve isteği olmuştur: 1-Mutlu bir hayat; 2-Anlamlı/ilkeli bir hayat. Mutlu bir hayat düşüncesi ve isteğinde âhiret düşüncesi ve inancı neredeyse yoktur. “Dünyâ’yı ıskalamayayım, bu dünyâda mutlu olayım da gerisi ne de olsa kesin ve belli değil” düşüncesi açığa çıkar. İlkeli bir hayat anlayışı ise büyük oranda, aşkın hakîkatlere dayalıdır. Allah, âhiret, gayb inancı ve bu bağlamda Dünyâ’da verilmesi gereken mücâdeleler ve ödenmesi gereken bedeller vardır. Bu yüzden ilkeli ve anlamlı bir hayâtın müşterisi az olur. Üstelik aslında haz olmasına rağmen mutluluk zannettikleri bir hayat yaşayanlar yada yaşamak isteyenler tarafından anlamlı-ilkeli bir hayat yaşayanlar câhil, yobaz, öteki ve terörist olarak görülür. Tabi önemli olan insanı Allah’ın nasıl gördüğü ve değerlendirdiğidir.  

 

Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, insanın biricik hedefi olması gerektiğini söylerler. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak”. Tabi böyle bir yaşamda bir anlam aramak boşunadır. Zîrâ anlam, sâdece hazzın olduğu yerde değil, daha çok, acının olduğu yerde ortaya çıkar.

 

Hazcılar hazzı kesintiye uğratmamak için Pollyanna’cılık da oynarlar. Düzünden olmazsa tersinden düşünerek hazlarını sürdürmek isterler. İnsanların-Müslümanların büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim, modern dünyâyı “kazanımımız” olarak görelim ve İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”. Hâlbuki bu şekilde düşünmenin ve yaşamanın bir anlamı yoktur. Îtirâz ve isyân edilecekse ve bu uğurda huzûrumuz kaçacaksa da kaçmalıdır. Anlamdan kopuk Dünyâ’yı anlamlandırmak bilincine ve hedefine sâhipseniz bâzı şeylerden mahrûm kalmak sizin için sorun olmayacaktır.

 

“Mutlu bir yaşam mı, anlamlı bir yaşam mı” seçimi karşısında mutlu bir yaşamı seçenler büyük bir yanlışa düşmüşlerdir. Zîrâ Dünyâ sürekli mutlu yaşanabilecek bir yer olmadığı gibi formatı da buna uygun değildir. Zâten sürekli bir şekilde mutlu olanları göremezsiniz. Sizi illâ ki mutsuz ve huzursuz edecek ve hattâ belki de hayâtınızı karartacak şeylerle karşılaşmanız çok olasıdır ve mutlakâ karşılaşırsınız. En azından ölüm gerçeği sizi mutluluğunuzdan koparır. Anlamlı bir hayâta karşı mutlu bir hayâtı yaşayanlar bu yüzden kısa bir zaman sonra “Dünyâ gerçekleri” karşısında bir şok yaşarlar ve seçimlerinin karşılığını bir türlü göremedikleri için bunalıma girerler yada saçma-sapan düşünceleri yada alışkanlıkları olur. Ne kadar zekî olurlarsa olsunlar, anlamlı bir hayat yerine mutlu bir hayat yaşamayı seçenler (ki aslında haz içinde bir yaşamı seçmişlerdir) bir yerde tıkanıp kalmaya mahkûmdurlar.

 

Modern insan anlamdan kopmuştur ve sürekli olarak relâks hâlinde olmaya, eğlenmeye ve “mutluluk” zannettiği haz içinde yaşamaya kilitlenmiştir. “Mutlu yaşamaya bakalım” sözünü mottolaştırmışlardır. Modernite, anlamdan kopuk bir hayat önermesiyle insanları bunalıma soktu. Anlamı olmayan hayat-tarzları, kendi-kendilerini bitirmeye mahkûm ve mecburdur. Alain Touraine: “Modernlik, anlamsızlığa boğularak yitmektedir; en çok önem verdiği şey, pazara ilişkin en dolaysız, yâni en önemsiz taleplerdir. Toplumu bir pazara indirgemiş olan ve ne artırdığı eşitsizliklerden, ne de doğal ve toplumsal çevrenin yıkımını giderek hızlandırışından dolayı herhangi bir kaygı duymayan modernliğin gözü kör değil mi?” diye sorar.

 

Modernizm, “açıklama”nın “anlamlandırma”ya üstün tutulmasıdır. Saçma-sapan da olsa yapılan bir açıklama anlamı boğar ve insanlar da anlama göre değil de yapılan haz-merkezli açıklamaya göre düşünürler ve yaşarlar. Fakat bu durum insanın fıtratına aykırı olduğundan dolayı bir yerden sonra duvara toslar.

 

Modernizm, bir “anlamsızlık uygarlığı”dır. Zîrâ hazza kilitlenmiştir. Allah’a, âhirete, meleklere, peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar, mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar. Zâten paranın merkeze alındığı ve hâkim olduğu yerde ne rûh kalır, ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.

 

Modern hümanist bilim, “evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)” öğretisidir. Evrim Teorisi bir “anlamsızlık düşüncesi”dir. Evrim Teorisi’ne göre insan anlamsız ve hedefsiz bir varlıktır. Bu nedenle de haz içinde olmaya bakmalıdır. Bu teoriye göre insan ne kadar haz içinde ve uzun bir yaşam sürerse o kadar iyidir. Modern teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.

 

90 öncesi ile 90 sonrası, sanki M.Ö. ile M.S. gibi farklılaştı. 90 öncesi insanlar “küçük hedefler” ile mutlu olabilirlerken, 90 sonrasında yaşayan insanlar, “haz-merkezli sonsuz hedefler” nedeniyle buhrâna girmektedir. Zîrâ anlamdan uzaklaşmışlardır. Anlam olmadığında hiç-bir haz insanı tatmin edip kesmemekte ve böylece her türlü sapıklık ayyuka çıkmaktadır.

 

Anlamdan kopan ve sözde mutluluk peşine düşenler, mevcut modern-lâik-seküler sistemlere tapmaya başlarlar. Demokrasi bir “mutlu azınlık” sistemi ve yönetimidir. Bu sisteme tam uyanlar sistemi kuranlar tarafından ödüllendirilir. Dünyâ’da haz içinde yaşayacak şekilde nemalandırılırlar. Fakat anlamdan kopuk olunca Allah’tan da kopuk olunduğu için, insanın bedenine yaptığı tamponlar ona bir zaman sonra yetmemeye başlar. İçten gelmeyen mutluluk, dıştan kapatılamaz. Kişinin içi mutlu olmadıktan sonra dışını mutlu etmeye şu koca kâinât bile yetmez. Çünkü insanı mutlu edecek şey anlamdan kopukluk değildir, olamaz. İnsan anlamdan kopunca gerçek anlamda mutlu olamaz. Anlamlı bir mutluluk ise, ancak Dünyâ’daki tüm insanların ortalama bir mutluluğa ulaşmasıyla olur. Yoksa birilerinin acıları pahasına ve acılarına rağmen mutlu olmak çok da şerefli bir şey değildir. Özellikle bir mü’min için mü’min kardeşi acılar içindeyken mutluluk peşinde olması, psikolojik bir hastalık yada bir cehâlet durumu yoksa, ağır bir cehâlet ve umursamazlık olur.

 

İnsanlar “kendini yaşatmak” için değil de, “karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes mutlu olur. Zâten küresel bir mutluluğa ancak bu şekilde kavuşulur. Çünkü bu bir anlamlı yaşama biçimidir. Zîrâ bu, “işe anlam katmak” demek olur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi, kendini yaşatabilmek için icâbında karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes karşısındakini “yaşatmaya” çalışınca kimse kimseyi öldür(e)mez. Gerçek güvenlik ortamı ancak bu şekilde kurulabilir.

 

Mutlu olmak için mücâdele etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi mutluluk kaynağıdır mü’minler için. Anlamlı ve îmanlı bir mücâdele süreci, insanı gerçekten mutlu edebilecek tek yoldur. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler. Mutluluk bu mücâdelenin yanında yada sonunda gelecektir. O hâlde hedef mutlu olmak değildir, hedef anlamlı bir hayat yaşamaktır ki tek başına bu anlamlı hayat kişiyi mutlu etmeye yeter. Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir sonuçtur. Amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar mutlu olurlar.

 

Mü’min, karamsar olamaz, olmamalıdır da. Mü’min mutludur fakat bu mutluluk, Dünyâ’nın mevcut genel kötü durumundan dolayı “buruk bir mutluluk”tur. Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler ve buna râzı oldular. İşte bu seçimi yaptıkları günden bêri anlamsız bir hayat yaşamaktadırlar. Fakat şeytan anlamsız yaşayanları kuşatma altına alır. Zâten ancak anlamsız bir hayat yaşayanlar -bir cezâ olarak- şeytanın güdümüne girerler.

 

Anlamlı bir hayat için niceleri potansiyel mutlu hayatlarından vazgeçmişlerdir. Gautama, Kuzey Hindistan’da zengin bir âilenin çocuğu olarak Dünyâ’ya geldi. Bu hâlde mutlu-mesut ve haz içinde yaşayabilirdi. Buna rağmen 29 yaşındayken, hayâtın anlamını bulmak adına tüm zenginliğinden vazgeçmeye karar verdi. Zîrâ kişiyi tatmin edecek olan şey anlamlı bir hayattır. Anlamlı bir hayat ise vahiy-merkezli bir hayattır. Vahiy-merkezli bir hayat, Allah-merkezli bir hayattır. Allah’ın olduğu yerde anlam da var demektir. O yüzden insan ancak anlamlı yâni Allah’lı bir hayatta mutlu-huzurlu olabilir ve kâlpler de ancak bu şekilde tatmin olabilir:

 

“…Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Kâinât ilk yaratıldığından bêridir anlamlıdır. Kâinatta anlamsız bir durum hiç olmamıştır. Zîrâ kâinatta eksik ve biçimsiz bir yapı hiç-bir zaman olmamıştır. Allah anlamsız bir iş yapmaz. Zâten kâinat Allah’ın “ol” demesiyle oluvermiştir. Kâinatta anlamlı olmayan bir şey yoktur. Bir tek insanlar anlamsız bir hayat yaşama isteğindedirler ve bunun da “gönlünce yaşamak, mutlu ve haz içinde bir yaşam ile” olacağını zannetmektedirler. Oysa Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir. Dünyâ’nın formatı, Allah-merkezli ve sünnetullaha uygun anlamlı bir hayattır. Zâten tevhid ancak bu şekilde hayâta hâkim olur ve böylece şirk de yerin dibini boylar.

 

Kâinatta her-şey Allah’a göre hareket ettiği için anlamlı bir hareketi vardır. Bu nedenle de onun işleyişinde en küçük bir uygunsuzluk bile görülmez. Çünkü anlamlı bir işleyişi, Allah’lı bir hareketi vardır. Zâten insanın siyâsî, sosyâl ve ekonomik alanlarda beşer ve nefs-merkezli uygulamalarından başka kâinâtın her yerinde ve Dünyâ’nın doğal işleyişinde anlamlı yâni Allah’lı bir işleyiş vardır. Bir-tek insanın olduğu yerde anlamsız yâni Allah’sız bir işleyiş vardır. Çünkü insanlar Allah’lı yâni anlamlı değil de sözde mutluluk dedikleri hazza yâni nefse göre koydukları kurallara göre hayâtı sürdürmek istedikleri için sürekli olarak huzûru kaçıracak şeyler ortaya çıkar ve sistemi kuranlar da kaçan bu huzûru “maddeden tamponlar”la kapatmaya çalışırlar. Bu uğurda zamanla her türlü sapıklık da ayyuka çıkar.

 

Cehâlet mutluluktur diyorlar, hayır!; cehâlet, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Zîrâ cehâlet mutlakâ şirke, küfre ve dolayısıyla da zulme döner. Zulmün olduğu yerde ise mutluluk olmaz.

 

Anlamsızlığın sonu ahlâksızlıktır. Zîrâ Allah’ın olmadığı yada hesâba katılmadığı yerde ahlâksızlık kaçınılmaz olur. Allah’a göre olmadığında ahlâka göre de olmaz.

 

İnsanlar ancak İslâm kültürü içinde yaşadıklarında anlamlı bir hayat yaşamış olurlar ve mutluluğa ulaşabilirler. İslâm’ın bilgisi İslâm’ın sâdece bilgisidir. Oysa İslâm’lı yaşamak, İslâm’ın yaşam-tarzı içinde yaşamaktır. Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini de hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda benimseyemezsiniz.

 

Gerçek anlamda “bir arpa boyu” bile yol almamış olanlar, “uzun ince bir yoldayım” türküsünü söylüyorlar. Birileri insanları haz içinde yaşadıkları için anlamlı yaşadıkları zannıyla kandırıyorlar.

 

Hak ile bâtıl arasındaki farkın anlamsızlaşması, bâtıla alan açarken, hakkı blôke eder. Hakkın blôke olması “anlamın blôke olması” demektir. Böylece hazzın uşakları varlığı anlamsızlaştırmaya çalışırlar. Hümanizme ve moderniteye göre kâinatta bir “anlam” yoktur. Kâinâta o anlamı “modernleşmiş Homo Sapiens” verir. Yâni güyâ anlam da Allah’tan değil insandan kaynaklanır. Oysa îmansız bir yaşamda ne kadar mutlu gibi görünülse de anlam olmadığı için gerçek bir mutluluk da olmaz. Anlamın olmadığı yerde gerçek bir mutluluk olmaz. İnsan anlam olmadan gerçek bir mutluluğa ulaşamaz. Zâten cennet, Dünyâ’da anlamlı yaşayanlara verilen bir ödüldür. Apaçıktır ki, îmanlı bir yaşam, îmansız bir yaşamdan daha anlamlıdır.

 

Modern, ultra ve hattâ post-truth denilen mevcut zamanda her-şey öyle çabuk değişiyor ki, insanlar anlamlı bir hayat yaşayamaz hâle geliyor. Çok ve çabuk değişimlerde anlam kaybolur. Çünkü anlamlandırmayı yapmayı bitiremeden başka bir şeyle karşılaşılır. Böyle olunca da bir anlamsızlık ve mutsuzluk ortaya çıkar. Sonuçta da anlamlı bir hayâttan vazgeçilir ve “mutluluk” zannedilen hazzın peşine düşülür. Dünyâ’da en uzun ve kesintisiz sürecek bir mutluluk aranıyor. Modern insan anlamdan koptukça haz arıyor.

 

Günümüzde “hayâtı dolu-dolu yaşamak” herkesin en önemli hedefi hâline gelmiş durumdadır. Fakat bu dolu-dolu hayâtın, “anlamlı bir hayat” ile değil de, “haz içinde ve relâks hâlinde” yaşanan bir hayat ile kazanılacağı zannediliyor.

 

İnsanı gerçek anlamda mutmain edecek tek şey, Allah yolunca yapılan “cihad”tır. İnsan ancak cihadın her türlüsüyle cihad yaptığında anlamlı bir mücâdele sonunda mutlu olur ve sonsuz mutluluk diyârı olan cenneti hak eder.

 

İnsanın dîni, varlığı onunla anlamlandırdığı “şey”dir. İslâm’ın kavramları, modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da mânâyı değiştirmekte ve anlamı boğmaktadır. İslâm’ın kavramlarının hakîki mânâsına ulaşmak için, o kavramların anlamları İslâm’ın kendi iç-dinamiklerine göre belirlenmelidir. Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur.

 

Niceliksel artışlar niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez.

 

Eğer çok sıkılıyorsanız, “anlamsız bir hayat” yaşıyorsunuz demektir. Hayâtınıza anlam katan bir şey yoksa, bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir hayvansınız. Hattâ hayvandan da aşağı…

 

Müslümanlar, takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

 

Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de anlamsızlığı şiar edinmiş olanlar “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).

 

“Anlamlı bir hayat” yerine “mutlu bir hayat”ı seçmek, “hayâtı ıskalamaktan korkma”nın bir sonucudur. Zîrâ âhiret hayâtına îman zayıf olduğunda ve böylece anlam değersizleştiğinde, “riske atılacak bir hayat” olmaz. Çünkü anlamlı yaşam, yanında mutlakâ “vazgeçişler” getireceği için hayat illâ ki belli bir oranda ıskalanmak zorunda olacaktır. O yüzden mutlu ve sevinç içinde bir hayat yaşamak isteyenler “anlamlı bir hayat” yerine, “mutlu bir hayat” seçerler.

 

İnsanın başına gelebilecek en büyük felâket, anlamdan kopmasıdır. Zîrâ anlamdan kopmak “Allah’tan kopmak” demektir. “Anlamlı yaşamak” ve “mutlu yaşamak” tercihi aslında, “Allah’lı yaşamak mı”, yoksa “Allah’sız da olsa mutlu yaşamak mı” sorusudur ki mutlu yaşamayı seçenler Allah’sız yaşamayı seçmiş olurlar.

 

Bengül Güngörmez mutluluk ve anlamlı yaşamak hakkında şunları söyler:

 

“İnsanın ıstırâbını anlayan veyâ anlamaya çalışan klâsik kültürden, insanı biyolojik bir varlık olarak kabûl ederek onu bastırmaya çalışan modern kültüre doğru evrilişimiz, insanın hayâtının doğal bir parçası olan yas tutmayı dâhi ‘depresyon’ olarak kabûl etmeyi de berâberinde getirdi. Kadim bilgeliğin yerini kimyâsal içerikli haplar aldı ve mutluluğun yada mutsuzluğun asıl sebebinin üzeri örtüldü. Üstelik mutluluk kavrayışının kendisi de hiç sorgulanmadan. Modern insan kendisini niçin ‘mutlu’ olmak zorunda hisseder?. Haz ve mutluluk aynı şey midir?. Kişinin sürekli mutlu olması nasıl mümkün olabilir?. Sorular izâhata muhtaç. Bize mutlu olma zorunluluğunu hissettiren modern kültürümüzdür. Nasıl, hızlı, aktif ve sorun çözücü olmamız isteniyorsa, mutlu olmamız da isteniyor. ‘Doğuştan gelen bir kusurumuz var’ diyor Arthur Schopenhauer, ‘hepimiz mutlu olmak için Dünyâ’ya geldiğimizi sanıyoruz’. Hâlbuki mutluluk arayışı sürekli olsa da mutluluğun kendisi sürekli elde edilebilir yada ulaşılabilir bir hedef değildir. Her melâl hâli de mutsuzluk değildir. Almanların ‘Weltschmerz’i, dilimize tercümesi zor olan bu kelime, yâni Dünyâ’dan duyulan, Dünyâ’nın kifâyetsizliğinden duyulan derin acı, melâl depresyon haplarıyla tedâvi edilemez.

 

Modern kültür mutluluğu maddî dünyâda aramamızı salık veriyor; daha yüksek statülerde, daha fazla parada, yüksek fiyata satın aldığımız eşyâlarda, vs. Ancak bizi gerçekten tatmin edecek olan şey maddî mutluluk arayışı mıdır, anlam arayışı mı?. Toplama kampını tecrübe etmek zorunda kalmış olan dünyâca ünlü psikiyatr Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı hârikulâde eserinde insanların en büyük acılarının üstesinden onları anlamlandırdıklarında gelebildiklerini Holocaust, yâni Yahudi soykırımı örneğinden hareketle anlatır. Modern dünyâ acıyı, ızdırâbı, sıkıntıyı anlamlandırmamıza izin vermez. Onu anlamlandırmayı değil, bastırmayı, kimyâsallarla ortadan kaldırmayı önerir. Arabamda sıkışık trafikte seyir hâlinde radyo dinlerken, radyoda sunucuya bağlanan bir doktorun ‘baş ağrısının nedeni ağrı kesicidir’ dediğini hatırlıyorum”.

 

Mutluluk bir sonuçtur ve hedef değildir. Anlamlı yaşama hedefine varıldığında mutlu da olunur. Fakat mutluluğa ulaşma çabasıyla mutlu olan olmamıştır. Mutluluk “en yüce amaç” da değildir. En yüce amaç, “Allah yolunda olmak ve ölmektir (şehit)”. Bunun sonucunda hak edilecek cennettir insanı gerçekten mutlu edecek olan.

 

En yüce amaç “mutluluk” değildir. Çünkü o zaman “mutlu olmak için mutlu olmak” gibi bir saçmalık ortaya çıkar. Mutluluğa tapınma başlar böylece. Mutluluğa en üstün pâyeyi vermek “Allah’ı hesâba katmamak”tır. En üstün olan şey Allah’ın hoşnutluğu ve rızâsıdır ki, bu cennetten bile üstündür:

 

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk-rızâ ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 72).

 

Eğer “sürekli mutlu” bir hayat yaşanıyorsa cennete ne gerek vardır?. Çünkü cenneti kazanmak için bâzen mutsuzluğu seçmek, acıyı ve zorluğu seçmek gerekir ki Kur’ân buna “fekkur akabe” “sarp yokuş” der. Acıyı ve zorluğu seçmek “mutluluğu seçmemek” anlamına gelir. O hâlde en yüce amaç mutluluk değildir. Demek ki mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur.

 

Aristo, hayâtın amacının mutluluk olduğunu benimsemiştir. “Mutluluğu, mutlu olmak için isteriz, ileri bir hedefi yoktur” der. Stoacılar için de insanın temel amacı mutluluktur.

 

Nefis için bir şeyler yapmak haz verir, Allah için bir şeyler yapmak ise mutluluk verir. Fakat amaç Allah rızâsıdır. O hâlde mutluluk “cennet mutluluğu”dur. Zîrâ mutluluk beden ile ilgili değildir. Beden ile ilgili olana haz denir. Fakat haz-merkezli geçen zamanlar boş zamanlardır.

 

Mutlu olmak istiyorsanız başkalarını da mutlu etmelisiniz. Mutlu olmanın kısa-yolu budur. Herkes mutlu ise siz de mutlusunuzdur. Fakat bunun için de Dünyâ’nın anlam-merkezli olması şarttır. Başkalarının acılar içine yaşadığı bir dünyâda mutlu olmak yada sürekli mutlu olmak bir mü’min için pek de mümkün değildir. Zîrâ insanın kişisel olarak gerçek anlamda mutlu olması mümkün değildir.

 

“Yaşamanın ereği mutluluktur (eudaimonia)” denir. Fakat mutluluk bir sonuçtur, o hâlde mutluluğa ulaştıracak şeyleri yapmaktır amaç. Gerçek mutluluğa ulaşmak ise ancak cennette olur. Buna göre mutluluk, cenneti kazanmak için Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamak ve nihâyetinde de cenneti hak etmektir.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.

 

Anlam olmadığında yemek-içmek bile tat vermez. Haz verse de tat vermez. Anlamsız olunca tat olmaz. Bir şeyden tat almak için o şeyin anlamlı olması gerekir. Meselâ oruç, “yemek”e anlam katar. Böylece yemek lezzetlenir.

 

Gerçek mutluluk cennette yaşanacaktır. Hani Dünyâ’da zaman-zaman yaşadığımız o huzûr veren mutluluk anları vardır ya; işte cennet, o anların kesintisiz yaşandığı yerdir.

 

İslâm’ın nihâî hedefi “mutlu olmak” yada ille de “anlamlı yaşayabilmek” değildir. İslâm’ın nihâî hedefi “Allah rızâsı”dır. Merkeze Allah rızâsı alınmadığında hiç-bir şeyin anlamı da olmaz, sevinci de.

 

Anlamlı bir hayat olmadan mutlu bir hayat da olmaz. Kur’ân, mutlu olmanın formülünü şu âyetle ortaya koyar:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Evet; gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2019

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder