10 Şubat 2020 Pazartesi

Sünnet Kur’ân’ın İçinde Mi, Dışında Mı?


“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Sünnet’ten bahsedildiğinde popüler bir söz olarak; “Sünnet zâten Kur’ân’da var” sözü dillere pelesenk oluyor. Sünnet Kur’ân’da var elbette, zîrâ Sünnet’in kaynağı Kur’ân’dır. Fakat Sünnet “Kur’ân’da duracak ve hayâta çıkmayacak” bir şey değildir ve olamaz. Çünkü Sünnet pratikle ve “yapma”yla ilgilidir. Kur’ân, o pratikliği içinde potansiyel olarak taşır. Fakat müslümanlar bu pratikliği ortaya koymadıkça Sünnet’in Kur’ân’da olup-olmamasının bir önemi olmaz ki!. Mü’minler peygamberler ve Peygamberimiz gibi o potansiyeli açığa çıkartırlarsa, Kur’ân’ın içindeki “potansiyel Sünnet” tezâhür eder. Yoksa Kur’ân raflarda milyonlarca sene dursa ve pratiğe dönük olarak okunmasa Sünnet ortaya çıkmaz. Sünnet, okunmaktan ziyâde “yapmak” için vardır. Sünnet, okunmaktan çok, Peygamberimiz’in onu hayatta nasıl gerçekleştirdiğine bakarak örnek alınabilir. Eğer Sünnet Kur’ân’ın mutlak anlamda içinde olsaydı ve onun dışarı çıkmasına gerek olmasaydı, o zaman Sünnet “örneklik” olarak gösterilmezdi ve dış hayatta örneklendirilmesine gerek kalmazdı.

 

Peygamberimiz Sünnet’i, kendisine gelen vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu bir bilinçle hayâta döktü. Zâten bunun için gönderilmişti. Sünnet olmayınca “peygamber” olmanın bir anlamı olmaz ve modern müslümanların dediği gibi “postacı” olurdu. Fakat Allah Peygamberimiz’i bize “güzel örnek” olarak göstermiştir ki bu güzel örnekliğe literatürde Sünnet denilir ve zâten ilk başta da müslümanlar tarafından bu şekilde anlaşılıyordu.

 

“İslâm’ın bir teorisi ve bir pratiği yoktur” deniyor. Elbette; vahiy için “teori” demek doğru değildir. Zîrâ teoriler yanlış da olabilir yada bir zaman sonra yanlışlanabilir. Vahiy ise haktır ve apaçık bir hakîkattir. Onun bilgisi-bilinci ve amel-eylemi birliktedir. Fakat vahyin bir “bilgi-bilinç” durumu ve bir “amel-eylem” durumu vardır. Sünnet işte o amel-eylem durumunu ortaya koyan şeydir. Bu tabî ki yine vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu şekilde yapılır. Kur’ân “bilkuvve”dir, Sünnet ise “bilfiil”.

 

Sünnet, “Sünnet’in bilgisi” değildir. Sünnet’in kaynağı elbette Kur’ân’dır ve güzel örnekliğimiz Peygamberimiz Sünnet’i, vahyin yönlendirmesiyle ortaya koymuştur. Fakat şu da var ki, Sünnet tezâhür edince yâni dış hayatta kendini gösterince, Kur’ân’da anlatılan ve söylenen kadar kalmaz ve açılıp dallanır ve budaklanır. Bir hayat-tarzı ortaya çıkar. Nasıl ki dağlar yeryüzünü genişletiyorsa, Sünnet de örneklik olarak ortaya konduğunda Kur’ân’ı genişletir. Bu, “yeni hükümler ve yeni din ortaya koymak” demek değildir. Dağlar yeryüzünden ayrı olmadığı hâlde engebeli oldukları için yeryüzünü genişlettikleri gibi, Sünnet de Kur’ân’dan ayrı olmadığı hâlde hayâtı genişletir. Eğer 23 yıllık nübüvvet süreci Peygamber’in güzel örnekliğini yâni Sünnet’ini ortaya koyuyorsa, şu kesindir ki, 600 sayfalık Kur’ân’ın bu kadar bir ömrü tüm ayrıntılarıyla anlatması mümkün değildir. O hâlde Sünnet, Kur’ân’ın ete-kemiğe bürünerek ve dallanıp-budaklanarak hayâta dönüşmesidir. “Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi” bu demektir, yoksa Kur’ân’ın belli bir sayfa sayısı vardır ve 600 sayfa “her-şeyden” bahsetmek için yeterli olmaz. Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi, “Sünnet ile hayatta örneklendirilmesi”dir. Bu örneklendirme, “Kur’ân’da genişleme” yapmaktadır. Bu genişleme vahiy-dışı eklemelerle değil, vahyi anlamlandırma ve hayatta tezâhür ettirmekle olur. Böylece mevcut Kur’ân’ın âyetleri hayâtın içinde genişler ve her-şey için kılavuz olur. Öyle ki bâzen Peygamber’in bir gülümsemesi bile bir âyetin anlamını genişletir. Kur’ân’ın emirleri pratiğe döküldüğünde yâni Sünnet ile amele-eyleme dönüştüğünde, maddî-mânevî bir genişleme hâli olur. Teorinin pratiğe döndüğünde genişlemesi gibi, Kur’ân da Sünnet ile amele-eyleme döndüğünde genişler. Genişleyen yine Kur’ân’ın âyetleridir. Kur’ân’ın evrensel olması, tüm zamanlar ve mekânlara seslenmesinin bir yönü de budur.    

 

Sünnet ultra-modern zamanlarda hem İslâm düşmanları hem de modern müslümanlar tarafından yanlış bilinip anlaşılıyor. Sünnet deyince hemen İslâm Târihi boyunca ortaya atılan uydurma rivâyetler, sözler-hadisler ve uygulamalar anlaşılıyor. Hâlbuki Sünnet, “Hz. Muhammed’in ‘Resûl-Nebî olarak’ 23 yılda vahiy-merkezli olarak yaptıkları”dır. Sünnet’in ne olduğunun iyice idrâk edilmesi gerekir. Çünkü ancak ondan sonra doğru bir değerlendirme yapılabilecektir.

 

Sünnet, Kur’an’ın önerilerinin ve emirlerinin yerine getirilmesi ve gerçekleştirilmesidir. Sünnet, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla toplumlara öncülük etmeleridir. Peygamberlerin ve de müslümanların “sünnetullaha göre amel-eylemde bulunmalarına” Sünnet denir. Bunun en ideâl örnekliğini ise Peygamberimiz göstermiştir. Sünnet’e göre yaşamak “sünnetullaha göre yaşamak”tır.

 

Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği, Muhammed bin Abdullah’ın değil, Hz. Muhammed’in yaptıklarıdır. Güzel örneklik (Sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki, bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak” mümkün değildir.

 

Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (Sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Kur’ân ve Sünnet, et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Zâten ayrıldığında ikisi de işlevini yerine getiremez. Kur’ân, “bilkuvve” olandır; Sünnet ise “bilfiil” olan. “Vahyi kuvveden fiile geçirmektir” mü’minin görevi. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâseti ve İslâmî Hareket Metodu”dur.

 

Sünnet, “bâtıl hayat tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır. Sünnet, “El Emin” olmaktır. Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir. Sünnet, âyetler arasındaki ilişkidir. Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır. Sünnet, Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır. Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür. Sünnet, Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir. Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır.

 

Sünnet, Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi ve hurma ve kabak yemesi değil, aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir. Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir. Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâdelesidir. Sünnet; “İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir. Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.

 

Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir. Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir. Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir. Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Sünnet; “Allah’ın örnek gösterdiği ideâl bir mü’minlik şekli”dir. İslâm, Kur’ân’ın yasama, Sünnet’in ise “yargı” ve “yürütme” olduğu sistemin adıdır. Kur’ân “kurucu metin”, Sünnet ise “kurucu tecrübe”dir.

 

Sahih Sünnet, Kur’ân’ın “canlı tefsiri”dir. “Güzel örneklik” (Ahzâb 21) olan Sünnet göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Sünnet, en doğru anlayışın, te’vilin ve tefsirin pratikliğidir. “Yaşayan Sünnet” olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar. İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan öğrenenler uydurulan sünnet ve hadis üzerinden “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır. Modern zamanlarda dîni hayattan koparmak, “Sünnet’i hayattan koparmak” ile olu(yo)r.

 

Hz. Muhammed’in “güzel örneklik” denilen “en ideâl vahiy pratikliği” olan Sünneti, “aşılamaz bir örneklik”tir. İslâm coğrafyasında Kur’ân’ı ve Sünneti “tam anlamıyla” merkeze alamama sorunu var. İslâm, “ataların sünneti”nden, sünnetullaha ve Peygamber Sünnet’ine (güzel örneklik) dönüştür. İslâm’ı Kitap ve Sünnet-merkezli olarak öğrenip benimseyemeyenler ve İslâm’ı bir hayat-tarzı yapamayanlar, önlerine çıkan klâsik yada modern her sapıklıktan etkilenirler.

 

Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din”dir. Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik) iki kanattır. Müslümanların bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet kanadını aşırı sâhiplenip diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı” kalıyor ve bu nedenle ne kadar çırpınsalar da uçamıyorlar. Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Zâten Sünnet Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî olarak en ideâl yorumudur. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, ideâl bir pratiklik içeren Sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.

 

Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Kur’ân’ın “güzel örneklik (Ahzâb 21)” dediği Sünnet’e uymak zorunda olmamızın nedeni, “Sünnet” denilen o örnekliğin “aşılamayacak” olmasıdır.

 

Kur’ân’ın safha-safha inmesinin nedeni, vahyi sindirmek ve bir “örneklik” (Sünnet) oluşturmak içindir. Kur’ân’ın yanına Sünnet’i koymaktan imtinâ eden ve “sâdece Kur’ân” diyen “bâzıları”; sıra demokrasiye ve beşerî ideolojilere gelince, Kur’ân’ın yanına demokrasiyi ve beşerî ve hattâ şeytânî ideolojileri ve sistemleri  koymaktan imtinâ etmiyorlar. Hz. Muhammed’in vahiy-merkezli yaşam-tarzı olan Sünnet “out”, bâtıl batı’nın nefis-merkezli yaşam-tarzı “in”.

 

Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırmak”la tüketirler. Peygamber’in en ideâl örnekliği olan Sünnet’ini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir din” olduğunu zannederler. Sünnet (ehl-i sünnet değil) yoksa, “yaşanan” bir din de yoktur. Modern müslümanlık(!), “Sünnet”i yok sayarak her-şeye “eyvallah” diyen “soyut bir İslâm”ın peşinden gidiyor.

 

Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır.

 

Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan Sünnet”in olmamasıdır. Modernizm için en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan “yaşayan Sünnet”tir. “Sünnet târihseldir, İslâmcılık târihseldir, ümmetçilik târihseldir” diyenler; “İslâm amel-eylem içermez” demiş olurlar. Sünnet, akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ “bedel”le alâkalıdır.

 

İslâm, Kur’ân’ın yasama, Sünnet’in ise “yargı ve yürütme” olduğu sistemin adıdır. Bu yargı ve yürütme elbette Kur’ân’a göre yapılır. Yargı ve yürütmenin “aşılamayacak örneklik” olarak en ideâl şekilde yapılmasına Sünnet denir. Vahiyle bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan Sünnet’ten kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar. Hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.

 

Sünnetin kaynağı Kur’ân’dır. Peygamberler, vahiy-merkezli bir hikmet-Sünnet ortaya koyabilecek ahlâkî bir potansiyele sâhip oldukları için “peygamber” olarak seçilirler. Sünnet’i inkâr etmek, Peygamber’i inkâr etmek ve “Kur’ân’ı mushafa hapsetmek” anlamına gelir. Bu nedenle de Sünnet’i inkâr edenler, tek-tek peygamberliklerini îlan etmiş olurlar. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir.

 

Evet; Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek olmasının nedeni, vahyin ışığında numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş olmasıdır. Artık müslümanlara düşen şey, o kültür ve medeniyeti Kur’â ve Sünnet-merkezli olarak yeniden diriltmektir.

 

Apaçık olanı sonsuz anlama ve yorumlama yoluna girmek ne kadar da boş bir iştir. Oysa ortada apaçık bir şey varsa, onun gereğini yapmak önemlidir. Peygamber böyle yapmıştır ve o’nun o yaptığına Sünnet denir.

 

İslâm’ın hayatta “görünür” olması demek, vahyin bilgi ve bilinciyle inşâ olmuş olan müslüman toplumun, “bu bilinç ile sâlih amellerde bulunması” demektir. Peygamber’in ve sahabenin yaptığı buydu ve Sünnet de zâten budur. İslâm hayatta görünür ve hâkim olması için Sünnet’in hayâtı kuşatması gerekir.

 

Sünnet “yaşanmışlık” demektir. Bir yaşanmışlık olmadığında İslâm’ın hayatta görünür olması ve hayâta hâkim olması imkânsızdır. Öyle ya, görünür olmak ve hâkim olmak için bir hareket lâzımdır. Yoksa Kur’ân dört duvar arasında okuna-okuna hayat bir-anda İslâmlaşacak değildir.

 

Kur’ân’ın safha-safha indirilmesi, “güzel örneklik” pratik olarak hayatta mâkes bulsun diyedir. Vahiy safha-safha indikçe Sünnet de safha-safha örneklik oluşturur. Böylece Kur’ân bir “hayat kitabı ve rehberi olmuş” olur ki Peygamber ve sahabe örnekliğinde görülen şey budur. Kur’ân sâdece bilgi ve bilinciyle değil, amel ve eylemiyle de hâkim olmalıdır. Çünkü sahabe, Peygamberimiz’in Kur’ân sohbetini dinledikten yâni eğitimi aldıktan sonra günlük işlerinde Mekke’lilerin yada Medine’lilerin oluşturduğu beşerî kurallara göre değil, aldığı eğitime paralel olarak İslâm’ın kurallarına göre yaşamaya başlardı. Şimdi ise Kur’ân okunuyor ama beşerî-şeytânî ideolojilere ve sistemlere göre hareket ediliyor. İşin acı yanı ise, doğru olanın da bu olduğunun zannediliyor ve söyleniyor olmasıdır. “Kur’ân’ın mehcûr bırakılması”, “onun okunmasına rağmen onunla amel edilmemesi” yâni “Kur’ân’ın Sünnet’e dönmemesi” demektir.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” düşüncesi, zımnen, “Sünnet’in dışarıda ortaya konulmasına gerek olmaması” anlamına geliyor. Sünnet hayâtiyetini elbette Kur’ân’dan alır fakat Sünnet ortaya çıkmazsa ve hayatta işlevsel olmazsa Kur’ân’ın bir hayâtiyeti de olmaz yada sâdece iç-âlemlere hitâp eden bir Kitap olur.

 

Sünnet, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in sâdece tebliği ile değil, sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla da toplumlara öncülük etmeleridir.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” demenin bir anlamı yoktur. Meselâ Kur’ân’da ibâdetler vardır ama “ibâdetler Kur’ân’ın içindedir” demenin de bir anlamı yoktur. Çünkü ibâdetler Kur’ân’da kaldıkça ve bir amel-eylem şeklinde hayâtta uygulanmadıkça bir anlamı olmayacaktır. İbâdet, Kur’ân’da yazılı olunca “ibâdet” olmuyor, ibâdeti yapınca ve yerine getirince “ibâdet” oluyor. Sünnet de, Kur’ân’da potansiyel olarak bulununca değil, hayatta tezâhür edince Sünnet oluyor.

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. “Örnek ve ideâl model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve adına literatürde “Sünnet” denilen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, arada yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde olunca “kusursuz bir örneklik” ortaya çıkmıştır. İşte Sünnet budur. Sünnet, en ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?.

 

Kimin yolundan gidiyorsanız, onun sünnetine uyuyorsunuz demektir. İnsanlar mutlakâ birinin gösterdiği yoldan gider. Allah ise Peygamber’ini örnek olarak gösterir ve zımnen; “o’nun gittiği yoldan o’nun gittiği gibi gidin” der. Hz. Muhammed’in, “Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan Sünnet’ini (yâni hayat-tarzını) inkâr edenler, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetlerini (yâni hayat-tarzlarını) harfiyen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Zâten Resûl-Nebi’ ayrımı yapılıp, “Nebi’nin -güyâ- örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ederek Sünnet’in inkâr edilmesinin nedeni de budur. “Nebî” üzerinde Sünnet inkârı yapılıyor.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” diyorlar. Aynı kişilere; “Kur’ân korunmuştur, peki Sünnet de korunmuş mudur?” diye sorduğumuzda, “hayır, sâdece Kur’ân korunmuştur” diyorlar. İyi de eğer Sünnet Kur’ân’ın içindeyse ve Kuran korunmuşsa, o zaman Kur’ân’ın içindeki Sünnet de Kur’ân ile birlikte korunmuş olur. Böylece Sünnet’in de korunduğu söylenmiş olur. Şu da var ki Sünnet yâni güzel örneklik, Kur’ân’ın “örnek alın” emrine göre korunmuştur. Fakat bu, “Sünnet’in formunun korunmuş” olması demek değildir. Çünkü Sünnet’in formu Kur’ân’da değil, târihtedir. Öyleyse korunan şey, Sünnetî yâni güzel örnekliği kıyâmete kadar “örneklik olarak” tâkip etmek, en azından hesâba katmakla olur.  

 

İslâm’da “hüküm koymak”, sâdece vahiy ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü, Peygamber ile uygulamada da göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam anlamıyla konmuş ve korunmuş olur. Aksi-hâlde hükümler uygulanmada noktasında pasif kalır. Günümüzde sürekli olarak Kur’ân okunmakta ve hükümleri bilinmektedir fakat hükümlerine pratik şekilde riâyet edilmemektedir. Zîrâ “başka hükümler”e riâyet edilmektedir.

 

Peygamber’in sözlerini okuyarak namaz kılınmaz ama, Peygamber’in namazdaki fiillerini taklit ederek namaz kılınır. Namaz Peygamber’in kıldığı gibi kılındığında kabûl olur, fakat herkes namazda âyet okumak zorundadır. Sünnet uygun hükümler koymaz, Kur’ân’a uygun eylemler yapar. Namaz kılın emrine uygun bir şekilde namaz hareketleri yapılır ki bunlar “güzel örneklik” olur. Korumada sözden ziyâde eylem daha etkilidir. Peygamberler bu nedenle gönderilir. Bâzen bir söz söylenir de kimse takmaz ama yapılan eylem etki bırakır. Peygamberimiz’in şu örneği vardır:

 

“Hicretin altıncı yılında, müslümanlar, başlarında Resûlullah (a.s.) olduğu hâlde, umre yapmak kastıyla Mekke’ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekke’li müşrikler, ziyârete müsâde etmezler. Fakat müslümanlarla aralarında Hudeybiye Sulh Anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) yanındakilere: ‘Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin’ emrini verir. Ne var ki Kâbe’yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevâsından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menâsiki de yapmaktan imtinâ ederler. Resûlullah (a.s.) emri üç kere tekrarlar. Ashab yine de şaşkın-şaşkın bakınmakla mukâbelede bulunurlar. Resûlullah son derece öfkeli hâlde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme vâlidemizin (r.a.) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:

 

-Neyin var ya Resûlullah?.

-Hayret ey Ümmü Seleme!. Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, tıraş olun, ihramdan çıkın’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri hâlde sâdece yüzüme bakıyorlar.

-Ya Resûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlakâ sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir.

 

Bu tavsiye üzerine Resûlullah (a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme vâlidemizin (r.a.) dediği gibi, Resûlullah’ı gören Ashab-ı Güzin de teker-teker kalkıp kurbanlarını keserler”.

 

Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik Sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir. İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar. İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.

 

Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “Sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor. Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey “ne yapmalı?” sorusudur. Peygamber kıssaları ve “Sünnet” ortadayken ve en ince ayrıntısına kadar biliniyorken yada bilinmesi gerekirken “ne yapmalı” sorusunu sormak, gayr-ı ciddî bir soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir cevap” almayı mı bekliyorsunuz?..

 

Sünnet’i, hadisi, Asr-ı Saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri ve târihselcilerin Medenî sûre ve âyetleri târihe hapsederek inkâr etmeleri buna örnektir.

 

“Sünnet Kur’ân’ın içindedir” diyenler, Kur’ân’ı (aynen İncil’in Hz. Îsâ’nın hayâtını anlatması gibi), Peygamber’in hayâtını anlatan bir kitap olarak görmüş olurlar. Fakat Kur’ân “Peygamber’in otobiyografisi” değildir.

 

Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur. En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

 

Kur’ân ve Sünnet birlikteliği, modern insanın ve müslümanların “son fırsatı”ıdır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

Devamını Oku »

7 Şubat 2020 Cuma

Kur’ân İle Sünnet’in Arasını Ayırmak



“Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

“Kur’ân’da Sünnet yoktur” diyenlere şunu diyelim ki, Sünnet’in tanımı Kur’ân’daki iki âyette; “insanların sürdürdükleri hayat-tarzı (sünen)” şeklinde geçmekte ve bu âyetler Allah’a izâfe edilmemektedir. Bu âyetler Âl-i İmran 137 ve Nîsâ 26. âyetlerdir:

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkıbet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).

“Allah, size açıklayarak anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine iletmek ve tevbelerinizi kabûl etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 26).

Sünnet; “çığır, tâkip edilen yol, âdet, gidişat” anlamlarına gelir. Sünnet’in sözlük anlamından ziyâde terim anlamı önemlidir. Buna göre Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık nübüvvet döneminde kendisine inen vahiylere göre bir uygulama şekli ve hayat-tarzı ortaya koymasıdır.

Tabî ki ilk başta yapılması gereken şey, sırtını Kur’ân’a sağlamca dayamak ve yaslamaktır. Zâten Sünnet budur. Sünnet, vahiy-merkezli amel-eylemdir. Lâkin modernitenin etkisiyle ve baskısıyla müslümanlar Sünnet’i önemsizleştirdiler ve İslâm’ı “sâdece Kur’ân”a indirgediler. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırdılar. Kur’ân ile Sünnet’in arasının ayrılması, “Kur’ân ile hayâtın arasının ayrılması” demektir.

Kur’ân ile Peygamber’in yâni Sünnet’in arasını ayırmak, “Kur’ân ile hayâtın arasını ayırmak” demektir. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranlardan biri olan târihselciler, Kur’ân’ı bir “hâtıra defteri” gibi görürler. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıran evrenselciler ise, Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yapmışlardır. Sonuçta ikisi de Sünnet’i târihte bırakmışlardır.   

Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırarak Sünnet’i inkâr etmek, tâğutların arayıp da bulamadığı şeydir, çünkü onların derdi “Kur’ân’ın okunması ve üzerinde konuşulup-yazılıp durulması” değil, “Kur’ân’ın hayâta aktarılması”dır. Bunu önlemek için çırpınıyorlar. Bu bağlamda Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranları destekliyorlar, onlara alan açıyorlar.  

Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranlar, Sünnet’in yerine tâğûti değerleri, mevcut egemen-lâik-seküler-modern ideolojileri koymaktadırlar yâni Kur’ân’ı anlama noktasında Sünnet’i değil, tâğûti değerleri öne çıkarmaktadırlar. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranların, hak ile bâtılı karıştırdıklarını görmekteyiz. Böylece Sünnet’i inkâr ve iptâl ederek, onun yerine modern kavramları ve uygulamaları koymaktadırlar. Oysa Kur’ân’ı idrâk etme ve amel-eyleme dökme metodu-usûlü, Sünnet ile olur.

Bugün ve tüm zamanlarda müslümanların Kur’ân’ı anlama-yorumlama noktasında parça-parça olmaları ve birbirlerinin tam-aksi yönde yorumlar yapmalarının nedeni, Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî yorumu olan Sünnet’i hesâba katmayıp inkâr etmelerinden dolayıdır.

Kur’ân’a yapılan zulüm, onu Sünnet’ten koparmakla, Sünnet’e yapılan zulüm ise, onu “uyduma ve zırvalıklarla karıştırmakla” yapılıyor. “Kur’ân’ı öne çıkarıyorum” diye Sünnet’i îtibarsızlaştıranlar târihselciler ve evrenselcilerdir. Diğerleri ise uydurmaların peşine takılıp Kur’ân’ı göz-ardı ediyorlar. Fakat bunların tamâmı aslında moderniteyi benimseme noktasında birleşmişlerdir.

Modern müslümanlar Kur’ân’ı anlamada Sünnet’i değil, mevcut küresel modern sistemi baz alıp merkeze koymaktadırlar, bu da onların Kur’ân’ı hakkıyla anlamlarına engel oluyor. Çünkü Kur’ân’ı, Sünnet örnekliğini hesâba katmadan ve ona aykırı olarak yorumluyorlar ve vahyi moderniteye uydurmak için zorluyorlar. Sünnet’i hesâba katmamak ve inkar etmek aslında Kur’ân’ın îtibarsızlaşmasına neden olmaktadır. Zîrâ Sünnet’ten koparılmış Kur’ân, modern düşüncelerin ve sistemlerin nesnesi yapılmaktadır.  

Gelenekçiler Kur’ân yerine koydukları zırvalıkları merkeze almakla; târihselciler ve modernistler ise mevcut modern zamânı merkeze almakla Kur’ân’ı îtibarsızlaştırmış olurlar, çünkü böylece onu hayattan yâni Sünnet’ten uzak tutmuş oluyorlar. Kur’ân’ı ikinci plâna koyarak Sünnet-Sünnet diyenler de amel-eylemde Sünnet’e göre değil, modern telâkkilere göre hareket ediyorlar. Sahih Sünnet’i inkâr edenler, gelenek, modernite ve târihselcilik üzerinden kendilerini peygamber yerine koyarak kendi sünnetlerini (hayat tarzlarını) ikâme etmektedirler.

Sünnet’ten kopunca Kur’ân, klâsik zamanlarda isrâiliyat-merkezli, modern zamanda ise modernite-merkezli tefsir edilmeye başlamıştır. “Kur’ân tek kaynaktır” diyerek Kur’ân’ın fiîlî yorumu olan Sünnet inkâr edilince, Peygamber’in Kur’ân’a uygun olarak söylediği sözler şirk olarak görülürken, moderne uygun olunca her söz ve yazı kabûl edilip baş-tâcı ediliyor. Böylece moderniteyi Kur’ân’ın da üstüne çıkarıp Kur’ân’ı “ikinci kaynak” hâline getiriyorlar. Çünkü mevcut dünyâyı Kur’ân-merkezli olarak değil, Kur’ân’ı modernite-merkezli okuyarak Kur’ân’ı ikincil kaynak hâline getirmiş oluyorlar. Sünnet’i Kur’ân’dan ayırınca, Kur’ân’ı modernitenin kavramlarıyla yorumlamaya başladılar. Böylece modernite, modern müslümanların sünneti yâni hayat-tarzı oldu.

Dünyâ’nın ve kâinâtın fizîki düzeni nasıl ki değişmezse, sosyolojik düzeni de değişmez. Bu nedenle 1.400 yıllık sosyolojik konular modern zamanlarda da aynı olur. O hâlde Kur’ân 1.400 yıl öncesine nasıl hâkim oluyorsa, modern zamanlara da o şekilde hâkim olup hayâtı şekillendirebilir. Bu tabî ki Kur’ân bilinci ve Sünnet örnekliğine göre yapılacaktır.  

Târihselcilik Kur’ân’ı târihe hapsedince Peygamber’i de târihe hapsetmiş olmuştur. Böylece Sünnet’i de târihe hapsetmiştir. Bu bağlamda tüm modern hareketler târihselcidir. Zîrâ Sünnet’i hesâba katmamakta ve inkâr etmekte, böylece Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırmaktadırlar.  

Kur’ân, amele-eyleme geçirilmeyince yâni Sünnet ile pratikleştirilmeyip sâdece masa-başı kitabı yapılınca, sonunda bir cezâ olarak -günümüzde de görüldüğü gibi- insanlar yoldan çıkıp sapmaktadır. Bir yazıda şunlar söylenir:

“Bir-çoğu kuzu postuna bürünmüş kurt rôlü oynayan yada onların oyunlarına gelen basîretsiz insanlar, Kur’ân çalışmalarının Peygamberî metodu ve hedefini bir kenara bırakıp, onu hevâlarının bir aracı yapmak istemişlerdir. Târihi hiç de yeni olmayan söz-konusu çabaların her defâsında metodları hemen-hemen aynı form düzeyinde; ‘kelimeleri yerlerinden değiştirmek’, ‘âyetlerin bir kısmını gizlemek’ yada ‘Kitap’ta olmayanı Kitap’tanmış gibi göstermek’ şeklinde olmuştur.

Basîretli bir Kur’ân okuyucusunun hemen fark edeceği üzere Kur’ân, modern Samîri’ler için ‘gelenek düşmanlığı’ndan başka bir anlam taşımaz. Böylelerinde geleneksel çevrelerin hurâfelerine karşı tebliğ adı altında ortaya konan kin ve gayz derecesindeki sertlik, modern hurâfeler söz-konusu olduğunda yerini ‘merhâmet ve şefkat’ derecesinde bir yumuşaklığa bırakır”.

Peygamberimiz’den sonra o’nun adına bir-çok uydurmalar yapılmış, bir-çok zırvalık o’na isnât edilmiştir. Bu nedenle hadislerin Kur’ân ile kritik edilmesi şarttır ve olmazsa-olmazdır. Fakat Kur’ân ile kritik edilse de yine de hiç-bir hadisin kabûl edilemeyeceği düşüncesi, “Peygamber’in sözünü kâle almamak” anlamına gelir. Peygamber’e isnât edilen sözleri Kur’ân ile kritiğe yanaşmayan yada Kur’ân’ın kritiğinden geçse bile yine de sahih hadisleri tümden inkâr etmek isteyenler yâni Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranlar; şeytanın, tâğutların, batı’nın, lâik-seküler ideolojilerin, onların uşaklığını yapanların ve hadis düşmanlarının sözlerini Kur’ân ile kritik etmeyi ve Kur’ân’ın süzgecinden geçmeyenleri inkâr etmeyi nedense hiç düşünmezler. Mevdûdi: “İslâm, pazarın gerekliklerine göre uygun değişiklikler yapılarak müşterilere sunulacak bir ‘mal’ değildir” der.

“Kur’ân ne diyorsa o”, “Peygamber nasıl yaptıysa öyle”dir. Aksi-hâlde Kurân ile Sünnet’in arası ayrılmış olur. Kur’ân, îmânın yazıya geçirilmiş hâli, Peygamber ise îmânın ete-kemiğe bürünüp “vücût” olmuş hâlidir.

Sünnet’i yâni güzel örnekliği hesâba katmayıp inkâr etmenin nedeni, meftûn ve râm olunan moderniteye ve çağdaşlığa alan açmak içindir.

Bakın Sünnet şudur: Kur’ân “eşhur-ûl hurum” “haram aylar” der. Yine hac aylarından bahseder fakat bu ayların hangileri olduğunu belirtmez, çünkü zâten “bilinen” aylardır bunlar. Peki bu aylar hangileridir?. Peygamber bugünleri belirlemiştir. Kur’ân “büyük hac günü”nün hangisi olduğunu söylemez ama Peygamber bu günün zilhiccenin 9’u olduğunu söyler. İşte Sünnet budur. Kur’ân’a aykırı ve Kur’ân’dan ayrı bir şey de söylememiştir. Kur’ân’a bir ekleme de yoktur burada. Tevbe Sûresi 3. âyette “büyük hac günü”nden bahsedilir fakat bunun hangi gün olduğu belirtilmez. Hâlbuki bunu İslâm târihinden ve Peygamberimiz’in Sünnet’inden öğrenebiliriz ve bu günün zilhiccenin 9’u olduğu görürüz. Bunu tespit etmenin başka da bir yolu yoktur. Kur’ân’ın açıkça söylemediği ve “bilinen” olarak târif ettiği şeyler Peygamber’in Sünnet’inde açığa çıkar. Yine, namazlarda Fâtiha Sûresi’ni okumayı Sünnet’ten öğreniyoruz ve Sünnet’te olduğu için okuyoruz. Meselâ cenâze namazını Peygamber örnekliğine göre kılıyoruz. Namazların kaç rekât ve kaç secde olduğu, ne okunacağı Kur’ân tarafından belirlenmemiş ve bunları Peygamberimiz belirlemiştir. Tavafta tâkip ettiği usûl de öyledir. Allah bu konuda sessiz kalıp herhangi bir eleştiri yapmadığı için bu belirlemeye onay vermiş olmuştur, böylece Allah’ın onayladığı şey bizim için bağlayıcı hâle gelmiştir. Sünnet işte budur. Fakat gelin görün ki, Sünnet modernler tarafından yine de inkâr edilmekte ve ayak-bağı olarak görülmektedir.

Apaçık Kur’ân hükümlerini ve Sünnet ile gösterilen İslâm’ın hayat-tarzının inkâr edilmesinin ve tam aksi şeylerin söylenmesinin cesâreti, modern-seküler sistemden alınmaktadır. Kur’ân metninin tek bir doğru anlamı olabilir. “Kur’ân’ın fiîlî yönü” olan Sünnet, anlam belirleyen ve sınırlayan bir işleve sâhipken, moderniteye göre hareket etmek kabûl edilebilecek bir şey değildir.

Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî yorumunu en iyi yapacak olanlar en ahlâklı olanlardır. Muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz ise Kur’ân’ın en ideâl-ahlâkî, kavlî ve fiîlî yorumunu yapmıştır ki buna Sünnet denir.

Kur’ân’ın “korunmuş” olmasının bir ucu da, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı en iyi ve ideâl şekilde açıklayıp uygulamasıyla olmaktadır. Yâni Kur’ân’ın korunmasının bir ucu da amel-eylem ile pratik bir şekilde Kur’ân’ın uygulanmasıyla olur. En ideâl örneklik olan Sünnet, Kur’ân’ın korunmasında büyük bir paya sâhiptir.

Sünnet’i kâle almamak ve inkâr etmek yoluyla moderniteyi, nefsi, şeytanı ve tâğutları merkeze almak, Kur’ân’ı “ikinci kaynak” hâline getirmiştir. Kur’ân modernitenin nesnesi yapılmak istenmektedir.

Peygamberimiz’in ideâl örnekliği olan Sünnet, Kur’ân’ın en iyi ve kusursuz bir şekilde yaşanmış olmasıdır. Peygamberimiz Kur’ân’ı yanlış ve eksik olarak anlamamış ve yaşamamıştır. Allah vahyi indirdikten sonra, “bundan sonra ne olursa-olsun” deyip bırakmamış ve vahyin nasıl uygulandığını da denetlemiştir. Bunu Peygamber örnekliği (Sünnet) üzerinden denetlemiş, düzeltmiş ve düzenlemiştir. Böylece ortaya ideâl bir uygulama ve örneklik çıkmıştır. Fevzi Zülaloğlu:

“Allah’ın Kitab’ı ile Resûlü arasındaki ilişki, etle kemik gibidir ve ikisi birbirinden koparıldığı zaman anlamsızlaşır. Bu sebeple Kur’ân ile kritik edilmeyen Sünnet de, Kur’ân’dan koparılmış bir Resûl de yetim ve öksüzdür” der.

Sünnet’i yâni Peygamber’i inkâr edince ve Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırınca, müslümanlar artık vahyi dilediği gibi yorumlama hakkı(!) kazandıklarını sanıyorlar. Oysa Kur’ân’ın en doğru ve ideâl yorumu Sünnet ile yapılmıştır. Sünnet Peygamberimiz’in Kur’ân’a şâhitliğidir. Bu şâhitlik olmadığında Kur’ân hakkıyla anlaşılamaz. Sünnet, soyutu somuta çevirir. Rabbâni bir denetim altında oluşmuş olan Sünnet’in bütünlüğünden ayrılmak, Kur’ân ile hayâtın arasını ayırmak demektir.

Kur’ân Sünnet’le somutlaşacak olan konularda tekrâra pek girmez. Çünkü o şey Sünnet’te apaçık görülmektedir. Fakat Sünnet ile ortaya konulamayacak teorik konuları ise detaylarıyla açıklar. Meselâ mîrâs konusu sayfalar boyunca işlenir. Alış-veriş konusu sayfalarca anlatılır. Kur’ân mîras konusunda kırk çeşit ihtimâli de ortaya koymuştur. Çünkü Peygamberimiz mîras bırakmamıştır.

Anlatma aşamasında söz, tüm imkânları kullansa da imkânların tükendiği bir nokta vardır. İşte orada anlatılmak istenileni pratik bir şekilde gösterecek bir örnekliğe ihtiyaç vardır ki Sünnet budur. Sünnet “Kur’ân’ın şâhitliğini yapmak” demektir. Kur’ân nasıl ki sözlü hitâbın en güzeliyse, Sünnet de fiîlî uygulamanın en güzelidir.

Peygamberimiz’in örnekliği yâni Sünnet’i, o‘nun resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca yaptıklarıdır. Peygamberimiz vefât ettikten sonra ortaya atılan yada peygamber olmadan önce yaptıkları “örneklik” olarak “bağlayıcı” değildir. Sünnet’e uymakla görevli oluşumuzun nedeni, örnek almamız gereken Peygamberimiz’in Kur’ân’a uygun hareket etmesinden dolayıdır. Yoksa o’nun adına uydurulan şeylere tâbi olamayız.

Nîsâ 64’e göre tebliğ, “mesajı iletmek” iken, tebyin (beyân), muhâtabın idrâk seviyesini ve özel şartlarını dikkate alarak, anlaşılmayan hiç-bir ayrıntı bırakmadan her-şeyi açıklamak ve anlaşılır-yaşanır hâle getirmek” demektir. Peygamberimiz’in görevlerinden biri de beyândır. Peygamberimiz sâdece tebliğ edici değil, aynı-zamanda tatbik edicidir de. Tebliğ edip bir kenara çekilmez ve uygulamada en büyük sorumluluğu üzerine alır. Böylece örnek bir davranış şekli ortaya çıkar. Sünnet, meselelere çözüm-tarzı ve vahyi hayâta hâkim kılma yöntemidir.

Peygamber’in örnekliğine uymak, sâdece o yaşarken değil, o vefât ettikten sonra da olur. Allah ve meleklerinin desteklediği bizim de desteklememiz istenen şey, onun misyonu yâni Sünnet denilen örnekliğidir.

Sünnet Kur’ân’ın sosyâlleştirilmesidir. Peygamberimiz’in 23 yılda vahiy doğrultusunda yaptığı eylemlerin toplamına Sünnet denir.

Peygamber’i örnek almamızın gerektiği ve bu örnekliğin bağlayıcı olmasının nedeni, o’nun yanlışlardan ve sapmadan korunması, bir kayma olduğunda ise Allah tarafından düzeltilmesi nedeniyledir. Böylece ideâl bir yaşam-tarzı ortaya konmuş olur. Sünnet’in “bağlayıcı kaynak” olmasının nedeni, Allah’ın kontrôlünde ve düzeltilmesinde ortaya konulmuş olduğundandır.

“Sünnet nedir” diye soruyorlar. Sünnet, “Kur’ân’ın emirlerini en güzel şekilde yerine getirme tarzı”dır. Peygamberimiz’in mü’minlerle ve kâfirlerle ilişki biçimleri, ibâdet ve  muâmelat ile ilgili yaptıkları Sünnet’tir. Sünnet, “Peygamberimiz’in Allah tarafından tenkit almamış eylemleri”dir. Sünnet, Kur’ân’ın belirlemediği amel ve eylemi (emir ve nehiyleri değil), Peygamber’in belirlemesidir.

Peygamberimiz “Kur’ân’a rağmen” değil, “Kur’ân’ın ilkelerine göre” hareket etmiş ve hükümleri de vahyin ilkelerine göre uygulamıştır. Bu bağlamda Peygamberimiz Kur’ân’a göre bâzı yasaklar koymuştur. Meselâ bir kadını, halası ve teyzesi ile birlikte aynı-anda nikâh altında tutmayı yasaklamıştır.

Peygamber’in Kur’ân-merkezli olarak hayatta bâzı uygulamalar yapması, Kur’ân’ı hayâtın dışında tutanlar tarafından şirk olarak kabûl ediliyor. Aslında böyle yapmakla Kur’ân’ı “ulaşılmaz kutsal bir metin” hâline getirmektedirler.

Modern müslümanların Peygamber’le yâni Sünnet ile ilişkisini kesmelerinin nedeni, modern-beşeri ideolojilere, sistemlere, düşüncelere ve nefsi kışkırtan şeylere meftûn ve râm olmuş olmalarındandır. Modern müslümanlar Peygamber’i ve Sünnet’i inkâr etmektedirler, çünkü aksi-takdirde Kur’ân’a keyiflerine uygun olan istedikleri mânâyı verememektedirler. Zîrâ en ideâl mânâ Peygamber tarafından zâten verilmiştir. Bizim yapacağımız yorumlar nebevî yoruma paralel düşmelidir.   

Târihselcilik Kur’ân’ı indiği târihe ve ortama hapsederken, evrenselcilik ve târih-üstülük, Kur’ân’ı moderniteyi târif eden bir kitapmış gibi okuyarak, ilâhi vahyin risâletle ilişkisini kopartmaktadırlar. Böylece Kur’ân hayattan uzaklaştırılmaktadır. Modern müslümanlar insan aklına, ilâhi vahiy karşısında son derece serbest bir alan tahsis etmektedirler, hem de ilâhî vahyin göstermiş olduğu selîm akla göre değil, “modern paradigmaya göre oluşmuş insan aklına” göre. 

Kur’ân’da hazır paket hâlinde bir ekonomik, siyâsî, savaş stratejisi vs. gibi uygulamaları içeren âyetler yoktur. Bunlar peygamberlerin (kıssalar) ve Peygamberimiz’in uygulamasında yâni Sünnet’te açığa çıkar. İlâhi vahyin bir bölümünde gözüken kapalılık ya başka bir yerde giderilmiştir yada konu şâhitlikle ilgiliyse, iş Resûlün amelî tanıklığına (Sünnet) bırakılmış demektir.  

Kur’ân’ı anlamak aynı-zamanda bir süreç eylemidir. Eylem için manifestonun oluşması beklenmez. İlkeler ve onun kavranmasıyla yaşam iç-içedir. Bu nedenle hemen şimdi başlanması gereken bir uygulamadır sâlih amel. Peygamberimiz’in Sünnet’i, işte bu uygulamanın en doğru ve ideâl hâlinde gösterilmesidir. Demek ki Sünnet vahyin inişi ile birlikte başlıyor. Sünnet Peygamber’in görevidir. Üstün ahlâk sâhibi olarak seçilmiş Resûle bir vazîfe olarak yüklenmiştir. Fevzi Zülaloğlu bu bağlamda şunları söyler:

“Temel ilkeleri ortaya konulmuş tebliğ ve teşhidi, örnek şâhitliği, canlı bir Kur’ân olan üstün ahlâk sâhibi Resûlullah’a bir vazîfe olarak yüklenmiştir. Peygamberimiz de bu konuların ayrıntılarını ilâhi vahyin genel rûhuna, Kur’ân’ın hâkimliğine ve hâkemliğine, yaptığı ictihadlara, kendinden önceki tevhid geleneğine, ilâhi yardımlarla güçlendirilmiş selim olarak akletme yeteneklerine göre uygulamış ve yeniden belirlemiştir. Kur’ân’ın temel ilkeleri açıkça beyân edilmiştir. Fakat bu temel ilkelerin tefsire, tebyine, teşhide yâni şâhitliğe, Sünnet’e ihtiyâcı vardır ve Peygamber zâten bunu için gönderilmiştir. İşte bu şâhitliği yapacak olan Peygamber’i yâni Sünnet’i kabûl etmeyenler mecbûren Peygamber’i ‘postacı’ olarak kabûl edip Kur’ân’ın temel ilkelerini kendi seküler, lâik ve modern akıllarına göre tefsir etmeye kalkmakla İslâm’a ihânet etmektedirler. Çünkü bu durumda hevâlarına göre hareket etmiş olmaktadırlar”.

Sünnet, ilkelerini Kur’ân’dan alır ve Kur’ân’dan almak zorundadır. Sünnet, Kur’ân’ın doğru anlaşılıp-anlaşılmadığının amel-eylem ile sağlamasıdır.

Kur’ân salt bir bilgi kaynağı değil, eylem ve tâlimatlar dizgesi olduğu için, hayâta geçirilemez mâlûmatlar yerine “yaşanabilir hakîkatler menşei” olduğu için yavaş-yavaş, safha-safha indirilmiştir. Yâni Sünnet denen “güzel örneklik” oluşsun diye böyle yapılmıştır.  

Kur’ân’ın ne dediği tabî ki çok önemlidir. Fakat Kur’ân’ın dediği hakkında, biri başka bir şey söylerken diğeri bambaşka bir şey söylüyorsa, o hâlde Kur’ân’ın “söyledikleri” kadar önemli olan Sünnet’e bakmak şart olacaktır. Çünkü “güzel örneklik” denilen Peygamber’in vahyi hayâta aktarma tarzı Allah’ın kontrôlünde, denetiminde ve düzeltmesinde ortaya konmuş ve “en güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak belirlenmiştir. Demek ki Kur’ân’ın söyledikleri kadar önemli olan şey, onun ne dediğini en doğru anlayan-anlatan ve denileni hayâtta somutlaştıran Peygamber ve o’nun Sünnetidir. “Nasıl olacağının” en doğrusunu Sünnet’te bulabiliriz.

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim…” (Mâide 3). Âyette bahsedilen tamamlanmışlık, sâdece Kur’ân’ın söz olarak tamamlanmışlığı değil, amel-eylem yâni Sünnet şeklinde de tamamlanmışlığıdır. Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde bir tamamlanmışlıktır bu. Çünkü Kur’ân sâdece bir metin olarak zihinlerin ve kâlplerin yâni sâdece iç-âlemlerin gelişmesini değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemin de gelişmesinin kodlarını içeren bir Kitap’tır. Bu kodlar hayâtta mâkas bulmadıkça yâni İslâm hayâta “örnek insan” ve “güzel örneklik” denen Peygamberimiz’in Sünnet’i üzerinden hâkim kılınmadıkça din de tamamlanmış olmaz. O hâlde dînin tamamlanması Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde olur ki Sünnet, “Peygamberimiz’in vahyin emirleri doğrultusunda resûl-nebî olarak 23 yılda yaptığı ‘vahyi hayâta taşıma ve hâkim kılma’ sürecinde yaptıkları”dır. Kur’ân bunu Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” olarak göstermiştir. Bu örneklik bizim kıyâmete kadar en güzel örnekliğimiz olarak kalmaya devâm edecektir.

Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur. En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

Kur’ân ile Sünnetîn arasını ayıranlar ne Kur’ân’ı hakkıyla idrâk edebilirler, ne de onu hakkıyla yaşabilirler. Zîrâ Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, Sünnet ise amel ve eylemin kaynağıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2019






























Devamını Oku »

4 Şubat 2020 Salı

Kur’ân ve Sünnet



“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

Bu âyet, Peygamber’i örnek almada herhangi bir konu ve alan için kayıt koymamış ve o’nu her konu ve alan için örnek almayı göstermiştir.

“Modern müslümanlar”ın bir-çoğu yazının başlığından rahatsız olacaklar ve: “Ne yâni, sâdece Kur’ân yetmiyor mu”; “Kur’ân yeter, Sünnet’e gerek yok”; “Kur’ân tek kaynaktır” vs. gibi sözler söyleyeceklerdir. Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet denilen Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Bir de Kur’ân’ı hesâba katmayan ve pek de ciddiye almayan bir kesim vardır ki, çok büyük çoğunluğu uydurmalardan ve zırvalıklardan oluşan rivâyetleri din yapmıştır ve bunları “hadis” adı altında dînin ana-kaynağıymış gibi sunmaktadırlar. Onlar da zımnen; “sâdece hadis” demektedirler. Biz ne “sâdece Kur’ân” ve ne de “sâdece Sünnet” diyoruz. “Kur’ân ve Sünnet” diyoruz ki bu, Hz. Muhammed’e 23 yıllık süre boyunca inen vahiyler ve Peygamber’in bu vahiylere göre gösterdiği “güzel örneklik” denen “Sünnet pratikliği”dir. Kur’ân “Allah’ın gönderdiği, bilgi ve bilincin tek kaynağı olan Kitap”tır. Sünnet ise, birilerinin zannettiği yada kabûl etmek istediği gibi “Kur’ân’a paralel bir din” değil, “Kur’ân’a paralel pratiklik”tir. Kur’ân’ın hayâta aktarılması ve hattâ hâkim kılınmasıdır.

“Peygamber’in hadisi ve Sünnet’i yoktur, o sâdece Kur’ân’ı tebliğ etmiştir” diyenler yâni o’nu bir data kablosu ve postacı gibi görenler, sıra modern zamanlarda tâbi oldukları kişilere gelince, onların sözlerini (hadis) can kulağı ile dinleyip tekrarlarken, onların yaptıklarını-emrettiklerini (sünnet) da aynen yapıyorlar. Bunda hiç-bir sorun görmüyorlar. Üstelik onların söyledikleri ve yaptıkları Kur’ân’a birebir aykırı düşerken. O hâlde bu kişilerin Sünnet’i inkâr etmelerinin yada yok sayıp gereksiz görmelerinin nedeni, moderniteye meftûn olmalarından ve ondan bir çıkar elde etmelerinden yada aslında İslâm’a gerçek anlamda bağlı olmadıklarındandır. Çünkü “âlemlere rahmet” olan “muhteşem bir ahlâka sâhip” birinin Kur’ân’ı yaşama metodunu şirk, yobazlık, gericilik ve gereksizlik olarak görmek çok saçmadır ve ağır bir ahmaklıktır. Hem Allah o yaşam-şeklini beğenerek “güzel örneklik olarak Kitab’ına koymuştur ve böylece onu kıyâmete kadar bağlayıcı kılmıştır.    

Sünnet konusunda, siyer literatürü, umum kanaatin aksine, hadis külliyatından daha güvenilir durumdadır.

Peygamber Kur’ân’dan başkasına uymuyordu ki!. Kur’ân’ın emirlerini hayâta döküp uyguluyordu. Kur’ân’da Peygamber’e “sâdece Allah’tan kendisine ne vahyedilirse ona uyduğunu söylemesi” emredilmektedir:

“Onlara bir âyet getirmediğin zaman: ‘Sen onu (inmeyen âyeti) derleyip-toplasana’ derler. De ki: Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir” (A’raf 203).

Vahyin, pratiğe dönük bir hedefi ve amacı vardır. İşte o amaç Sünnet ile pratize edilip hayatta görünür kılınabilir. Yoksa İslâm sâdece dînî bir düşünce ve kalbî bir arınmanın konusu değildir. Zihnin ve kâlbin arınması yâni iç-âlemin aydınlatılıp nurlandırılmasından sonra dış-âlemin de aynen vahiy-merkezli olarak aydınlatılıp nurlandırılması hedefi vardır. Dış-âlemin aydınlatılması tabî ki yine Kur’ân’ın kılavuzluğunda ve yönlendirmesiyle ama Sünnet’in pratikliğinde olacaktır. Zîrâ pratiklik ancak bir insan örnekliğine göre olur ki en güzel örnekliği gösteren Peygamberimiz’in Sünnet’i bu noktada en ideâl örnekliktir.

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Âyette de görüldüğü gibi, Allah’ın tüm peygamberler üzerinden bize gösterdiği bir hedef vardır ve bu hedef, “vahyi sâdece zihinde ve kâlpte yaşamakla” olmaz. “Vahyi hayâta hâkim kılma hedefi” de vardır ve bu da ancak bir pratiklik ve amel-eylem ile olur. Bu amel-eylem metodu ise -ki bu “İslâmî Hareket Metodu”dur- Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet ile olacaktır. Çünkü Allah bize o’nu “güzel örneklik” olarak göstermiştir ve biz de çağımızda vahiyle bilinçlendikten ve belli bir seviyede idrâke ulaştıktan sonra, hareket metodumuzu Sünnet’i göz-önüne alarak gerçekleştirebiliriz. Bu dînin bir şeriatı da vardır ve şeriat, davranışla ilgilidir ki zâten bu “şerâit”ten yâni, “hâller”den gelir. Bu hâller sâdece zihnî hâller değil, pratik hâllerdir de. Şeriat; rûhi, zihnî ve fizîkî bütün davranışları içine alır. Böylece hem îman, hem de amel onun kapsamına girer.

İnsan aklı, işte bu minvâlde Kur’ân’ı ve Sünnet’i, yine Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olarak ama “günümüze has bir şekilde” ortaya koymak ve hâkim kılmak için kullanılmalıdır. Yoksa akıl insana akılcılığın hâkimiyeti için verilmemiştir. Akıl, Kur’ân ile bilgi ve bilince ulaşmak, Sünnet ile amel-eylemde bulunmak için verilmiştir. Allah’ın övdüğü akıl bu akıldır. 

Bu dînin bir de fıkhı vardır. Fıkıh ise sâdece masa-başında değil, hayatta uygulanırken belirlenebilir. Fıkhın bir teorisi bir de pratiği vardır ki zâten fıkıh böylece hukûka dönüşür. O hâlde fıkhı belirleyecek olan şey Kur’ân’dır ama onu hayatta tatbik edecek olan şey ise Sünnet örnekliğidir. Zâten vahyi idrâk etme noktasında ortaya konan fıkhın isâbetli olup-olmadığının sağlaması da ancak bu şekilde yapılabilir. Fıkıh bir inanç, düşünce ve amel-eylem bütünlüğüdür, ilim-amel bütünlüğü olan Kur’ân ve Sünnet’ten neş’et eder. İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Birisini diğerinden ayırdığınızda ortada ya körlük yada topallık olacaktır.

Goldziher, Sünnet’i; “ilk İslâm cemaatinin fiîlen yaşayan tatbikâtı (ameli) şeklinde tanımlar. Fazlurrahman da Sünnet’in târifini yapar ve şunları söyler:

“Sünnet, kelime olarak ‘çiğnenmiş yol’ anlamına gelir ve İslâm-öncesi Arapları tarafından ‘bir kabîlenin atalarınca têsis edilen örnek davranışı’ ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Dolayısıyla bu bağlamda bu kavramı meydana getiren iki ana unsur bulunmaktadır: a) Târihî bir olgu olduğu iddiâ edilen davranış; b) Gelecek nesiller için bunun kural hâline gelmesi.

Sünnet kelime olarak ‘çiğnenmiş yol’ anlamına gelir ve onun her parçası tıpkı bir yol gibi, ister başlangıç noktasına yakın, isterse ondan uzakta olsun, yine bir sünnettir. Muhtevâ bakımından ise, bir yol olmaktan çok, sürekli olarak yeni unsurları özümseyen bir nehir-yatağına benzemektedir; fakat Sünnet teriminin dâima Hz. Peygamber’in gösterdiği örneğe tâbi bir istikâmeti olmuştur. İşte bu karışıklıktır ki, bâzı modem yazarları II/VIII. yüzyılın tâ içlerine kadar, Sünnet’in Hz. Peygamber’in tatbikâtı değil, Medîne ve Irak’taki mahâlli İslâm cemaatlerinin tatbikâtı anlamına geldiğini söylemeye yöneltmiştir.

Kur’ân’ın herhangi bir yeni duruma uygulanmasını sağlamak için izlenecek usûlde benimsenmesi gereken tek tabî yol, onun Hz. Peygamber’in zamânında ne şekilde işlediğini görmektir; çünkü Hz. Peygamber, onun en yetkili fiîlî timsâli durumunda idi ve onun davranışında, benzeri bulunmayan bir dînî normatiflik mevcuttu. Sözünü ettiğimiz bu şey, Hz. Peygamber’in Sünnet’i idi.

Hz. Peygamber’in sahabileriyle istişâre etmesine, verdiği kararlara ara-sıra bâzı çevrelerde îtirâz edilmesine ve bizzat Kur’ân’ın bâzen onu eleştiriye tâbi tutmasına rağmen, onun dînî otoritesi bağlayıcı idi. Hayatta iken bu otorite her zaman için yeterli idi; gelecek için ise Hz. Peygamber tarafından kesin bir muhtevâ ile doldurulmuştur”.

İzlenmesi gereken yolu Allah bildirir. O yol da “vahyin bilgi-bilinci ve idrâkiyle zihnî ve kâlbî tekâmüle erdirdikten sonra, Allah’ın gözetiminde en ideâl bir şekilde pratiğe dökülen Sünnet yoludur. Aksi-hâlde aynen günümüzde olduğu gibi, birilerinin çeşitli ve sonsuz bâtıl sözleri ve yolları yâni hadisleri ve sünnetleri izlenecektir. Oysa Allah Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde, izlenmesi gerekenin kim olduğunu gösterir.

Kur’ân Allah’ın dîninin teorisiyken, Sünnet ise pratiğidir ve bu ikisi ayrı şeyler değildir. Yâni “dînin bir teorisi bir de pratiği vardır” demek istemiyoruz. İkisi bir şeyin iki yüzüdür. Fakat “Sünnet yüzü”, “Kur’ân yüzü”ne bağlıdır. Bir şeyin teorisi ve pratiği aynı şeydir. Bir şeyin pratiği teorisiyle ne kadar aynıysa o kadar o olur. İşte Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet, Allah’ın kontrôlünde, denetiminde ve düzeltmesinde yapıldığı için en ideâl örneklik ve yol olmuştur. Allah işte bu nedenle bu örnekliği Ahzâb 21. âyetiyle Kur’ân’a koymuş ve kıyâmete kadar en ideâl ve doğru amel-eylem şekli olarak belirlemiştir. Tahsin Koçyiğit:

“İslâm târihi en iyi, Kur’ân-ı Kerîm merkeze alınarak öğrenilir. Âdetâ Peygamberimiz’in faaliyetlerini yönlendiren, sevk eden, zaman-zaman denetleyen, peygamber olarak yapıp-ettiklerine işâret eden âyetler vardır. Onun ötesinde bir müslüman olarak bizim İslâm’ı Peygamberimiz’in vâsıtasıyla öğrendiğimizi unutmamamız lâzım. Dolayısıyla Peygamberimiz olmasa Kur’ân’dan haberimiz olmaz, Cenâb-ı Allah’ı hakkı ile tanıyamamış olurduk. Nasıl kulluk edeceğimizi bilemezdik. Bu anlamda Kur’ân âyetleri bize ışık tutuyor” der.

Mevdudi, Kur’ân’ı bir ‘dâvet’ kitabı, Sünnet’i de “Kur’ân’ın pratize edilmiş şekli olarak tanımlar. Hadisler ve siyerin bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Mevdudi’ye göre İslâm Devleti’nin kurulması amacı, her türlü gâyenin önündedir. Kur’ân ve Sünnet yorumu da bununla uyumlu olmalıdır.

“İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hanif (tevhîdî) olan İbrâhim’in dînine uyandan daha güzel din’li kimdir?. Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir” (Nîsâ 125).

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için “güzel bir örnek” vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir…” (Mümtehine 4).

Âyetlerde Hz. İbrâhim’in yaptığı kendine has mücâhede-mücâdele yöntemi ve müşriklerle yaptığı akılcı diyaloglar, kendinden sonra gelen inananlar için “örnek” olarak verilmektedir. Bu yöntem yâni “güzel örneklik” şeklindeki “Hz. İbrâhim’in sünneti”, Hz. İbrâhim ile ilgili âyetlerle Kur’ân’da anlatılır. Hz. İbrâhim’in sünneti Kur’ân’a girmiştir. Kur’ân’da, Hz. İbrâhim kıssasında anlatılan yöntem Hz. İbrâhim’in sünnetidir. Böylece bu örnekliğin tüm zamanlardaki mü’minlere güzel bir örneklik olarak, yapacakları mücâhede ve mücâdelelerde bir İslâmî Hareket Metodu olarak kullanılması istenir. Bu emr-tavsiye, tüm peygamber örneklikleri için geçerlidir ve kıssalar zâten bunun için vahyedilmiştir. Kıssalar birer “peygamber örneklikleri” yâni “sünnet örneklikleri”dir.

Âyetlerde, Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, “sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların bu örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Onun bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yâni Sünnet’inin yer almamasıdır. Çünkü onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”, “Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar Kur’ân’da yer almıştır.

Kur’ân kıssalarında peygamberlerin sâdece sünnetleri değil hadisleri-sözleri de vardır. Peygamberlerin bir-çok sözleri (hadis) Kur’ân’a geçip ebedîleşmiştir. Meselâ Hz. Süleyman’ın Belkıs’a söylediği sözlerin yâni hadislerin hepsi, Allah’ın, Hz. Süleyman’a: “Belkıs’a de ki” diye emrettiği sözler değildir. Allah’ın emirleri doğrultusunda Hz. Süleyman’ın Belkıs’a, “Resûl olarak” değil, “insan olarak” söylediği sözlerdir. Hz. Süleyman’ın söylediği bu sözler Kur’ân’a geçmiştir ve kıssalarda anlatılmıştır. Yâni sâdece Allah’ın peygamberlere emirlerini ve nehiylerini içeren sözleri değil, peygamberlerin kendi sözleri de Kur’ân’a geçmiştir.

Kur’ân kıssalarında anlatılan peygamber örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah, olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah, yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve benzer sorunların çözümleridir.

Kur’ân kıssalarında bahsedilenler, “usvetun hasenetun” denilen “peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize “âyet” olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ‘İslâmî duruş ve hareket-amel-eylem’ olarak ne yapacağınızı görün ve belirleyin” diyor bize. “Bu kıssalarda yâni ‘sünnet’ denilen peygamber örnekliklerinde sizin için ibretler vardır” diyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiştir kıssalarda. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek olan vahiylerde ve kitapta, Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da “âyet” olarak intikâl edecekti bize ve belki de şöyle denecekti: “Muhammed’i de an. Hani o, kâfirlere karşı hiç tâviz vermemişti de, kararlı bir dik duruşla güzel bir örneklik göstermişti”. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son Peygamber” olmasındandır. Oysa kıssalarda anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir.

Günümüzde bir-çok dünyevî sorun vardır ve müslümanlar bu sorunlara yönelmek ve el atmak zorundadırlar. İşte bunu Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapmak şarttır. Zîrâ  dünyevî sorunların ve konuların kişiyi Dünyâ’ya fazla kaptırma potansiyeli vardır. Dünyevî sorunlarla ilgilenme aşırılaşınca, dünyevilik ortaya çıkıyor. O hâlde merkeze ille de Kur’ân ve Sünnet’i almak şarttır.

Sünnetin “hadis” adı altında inkârı, onun -klâsik yada modern- gayri İslâmî düzenlemelere uymamasındandır. Modern düzenlere uymak ve dîni de moderne uydurmak isteyenler Sünnet’i inkâr etmek isterler. Fakat Sünnet teori değil de pratik içerdiğinden dolayı bunu ancak körü-körüne ve kabaca inkâr etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Zîrâ Sünnet “yapılmış olan”dır. Yapılmış olanı değiştiremezsiniz. Söylenmiş olanı “yanlış anlaşılmış” diye inkâr etmek daha kolay olabilir ama “yapılmış” olan şeyin yorumu ve inkârı olmaz ki!. O nasıl yapılmışsa öyledir. Kur’ân, çoğu-zaman aşırı zorlama yorumlarla moderniteye ve mevcûda uydurulmaya çalışılır ve câhiller için bu yanlış yorumlar doğru gibi görülebilir. Fakat hele de pratik bir şekilde devâm ede-gelen bir şey nasıl yorumlanacak?. O şey aynen yapıldığı gibidir. Sünnet pratikliktir, “güzel örneklik”tir. “Yapılmış olan” ve “Peygamber tarafından yapılmış olan”dır. Bu nedenle de onu inkâr etmek ancak moderniteyi merkeze alanlar tarafından “sâdece Kur’ân” yapılabilmektedir. Sünnet inkâr edildiğinde ise, İslâm’ın temel düşüncesi yine kalır ama pratikliğinden koptuğu için onun özelliği değişmiş olur ve uzak-doğu dinleri gibi sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmin ve orgazm aracına döner.

Sünnet, hadis inkârı bağlamında Seyyid Ahmed Han ve Çerağ Ali gibi kişilerce tümden inkâr edilince, onun yerine mutlakâ bir pratiklik konulması gerekeceğinden dolayı, modernite Sünnet ve de hadis yerine konulmuştur ve modernitenin söyledikleri ve uyguladıkları tâkip edilmeye başlanmıştır. Artık Kur’ân, okunmakta ama moderniteye göre hareket edilmektedir. Oysa Kur’ân okunmalı ve onun pratikliği olan Sünnet’e göre/uygun hareket edilmelidir. Bu, “Kur’ân’a göre hareket etmek” demektir. Sünnet’in inkârı yâni İslâm’ın pratikliğinin inkârında, hadis yerine modernitenin, bilim-adamlarının ve siyâsilerin sözleri baş-tâcı yapılırken, uygulamaları ise sünnet olarak kabûl edilir. Modernite insanlara bir davranış biçimi (sünnet) ve bir üslûb (hadis) belirler ki bu sonunda ancak, şeytanın uşakları olan tâğutların işine yarar.

Dînin temel noktalarında inkâr süreci bir-kez başladığında durmaz ve uydurma hadislerin (haklı olarak) inkârından sonra sahih hadisler ve Sünnet de inkâr edilince, -inkâr durduğu yerde aslâ durmayacağı için- en sonunda sıra Kur’ân’ın inkârına kadar gider. Bu inkar ya Kur’ân’ın moderniteye uymayan yönlerini aşırı yorumlayarak tahrif ve tahrip etmekle yada “19.cular” örneğinde olduğu gibi direkt olarak âyetleri inkâr edip âyetlikten çıkarmakla olu(yo)r. İlginçtir ki “Kur’ân’dan başka kaynak tanımayız” diyenler bu âyetlerin inkâr edilmesine çoğunlukla bir şey dememektedirler. Zîrâ bu, modernite bağlamında yapılmaktadır ve mevcut pratiklik modernite-merkezli olduğu için modernite adına yapılanlar inkâr edilememektedir. İslâm adına yapılanlar bir çırpıda kolayca inkâr edilebilirken ve bunda bir sorun görülmezken ve hattâ iyi bir şey yapıldığı zannedilirken, modernite adına yapılanların, inkârı şöyle dursun, onun en küçük bir eleştirisine bile tahammül edilememektedir.

Allah, peygamberleri, vahyi “Kendi kontrôlünde sözlü ve pratik olarak yorumlasınlar” diye gönderir. Yoksa peygamberlik sâdece bir postacılık değildir. Kur’ân’ı sâbit bir noktada tutan, bizzat Sünnet’in kendisidir. Sünnet bunu, vahyi hayatta pratik olarak ortaya koyarak ve hattâ hâkim kılarak yapar. Bir şeyin sâbit tutulması için hayatta uygulanması gerekir. Aksi-hâlde sâdece “teorik bir sâbite”den bahsedemeyiz.

İslâm, “Allah’ın irâdesine teslîm olma” yâni “Allah’ın emrini ve buyruğunu Dünyâ’nın fizîkî dokusunda uygulamaya azmetme”dir. Bu uygulama Allah’a hizmettir; O’na ibâdettir. Müslüman, bu hizmeti yerine getirebileceğine, getirmek zorunda olduğuna dâir inancını aslâ yitirmemelidir. Bunu da ancak vahyin kazandıracağı bir bilinç-idrâk ve Sünnet örnekliği ile ikâme edebilecektir.

Peygamberimiz’e isnât edilen uydurmaları ve zırvalıkları ayıklama külfetine girmekten ve Sünnet’i göz-önüne alarak yaşamanın bedelini ödememek için, modernler Peygamber’i yâni Sünnet’i tümden reddetmek yoluna gidiyorlar.

Sünnet yâni, güzel örneklik, Allah’ın örnek gösterdiği ve Kitab’ına alarak aslında emrettiği-tavsiye ettiği bir örnekliktir. Zımnen şöyle denmektedir: “İşte Kur’ân iç ve dış-âlemde ancak Peygamber’in uyguladığı gibi böyle uygulanır ve hâkim kılınır”. İşte Peygamber’in bu uygulama yöntemine Sünnet denir.

Demek ki Kur’ân’ın gönderilmesi sâdece zihinleri ve kâlpleri tatmin etmek, uydurukçulara karşı mücâdele etmek ve reddiyeler yazmak, tefsirler yapmak vs. için değildir. İslâm’ın Dünyâ’da somutlaştırılması gereken ulvî gâyeleri de vardır ki işte bu gâyeye ulaşmada tâkip edilecek en ideal yol ve örneklik Sünnet yolu ve örnekliğidir.

Hiç şüphesiz Allah’ın insan olarak bize, kendi içimizden bir kimseyi Peygamber olarak seçip göndermesi ve o’nun bizlere canlı bir hayat-örneği göstermiş olması büyük bir lütuftur:

“Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler” (Âl-i İmran 164).

Hadis ile Sünnet arasında da bir ayırım yapılması gerekir. Hadisler, içine sonradan binlerce uydurma sözler sokulmuş fakat Peygamber’in Kur’ân’ın tebliği sırasında bizzat ağzından çıkan sözlerin de bulunduğu söylemlerdir. Fakat Sünnet, Peygamber’in 23 yıllık nübüvvet sürecince kendisine inen vahiyler doğrultusunda göstermiş olduğu güzel örneklik ve pratikliktir. Yâni vahyin hayâta aktarımıdır. Peygamber Kur’ân’ın emrine göre, “yapmadığı şeyi söylemeyeceğinden” dolayı, yaptıklarını kavlî olarak söze de dökmüştür tabî ki ve “sahih hadis” denilenler ancak bunlardır ve sayıları da öyle binleri bile bulmaz belki de. Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.

Sünnetin kaynağı Kur’ân’dır. Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir. Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Sünnet; ideâl bir mü’minlik şeklidir.

İslâm, Kur’ân’ın yasama, Sünnet’in ise vahiy-merkezli olarak “yargı ve yürütme” olduğu sistemin adıdır. Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir.

Herkes Kur’ân’ı kendi gittiği yola göre yorumluyor ve o yorum ona “en doğru yorum” olarak gözüküyor. Çünkü herkes Kur’ân’ı, âit olduğu ve izlediği düşünce merkezinde okuyor ve yorumluyor. Sonra da “en doğru yorumun kendi düşüncesine göre olan yorum” olduğunu zannediyor. Fakat bu yorumlar arasında birbirine % 100 aykırı olan yorumlar da var. O hâlde hangisi doğrudur?. Hepsi de yanlıştır. Çünkü Peygamber’i hesâba katmamaktadırlar. Hâlbuki Kur’ân’ın en doğru yorumunu Peygamberimiz yaptığı gibi, en doğru eylemini de yine Peygamberimiz göstermiştir. Peygamberler zâten bu nedenle gönderilir.

Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil. Kur’ân ve Sünnet, modern insanın “son fırsatı”ıdır.

Ne yapmalı, ne yapmalı? diye sormaya gerek yok. Kur’ân-merkezli oku, bilgi-bilince er ve idrâk et; sonra da Sünnet-merkezli amelde-eylemde bulun. İslâm işte budur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2019



Devamını Oku »