10 Şubat 2020 Pazartesi

Sünnet Kur’ân’ın İçinde Mi, Dışında Mı?


“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Sünnet’ten bahsedildiğinde popüler bir söz olarak; “Sünnet zâten Kur’ân’da var” sözü dillere pelesenk oluyor. Sünnet Kur’ân’da var elbette, zîrâ Sünnet’in kaynağı Kur’ân’dır. Fakat Sünnet “Kur’ân’da duracak ve hayâta çıkmayacak” bir şey değildir ve olamaz. Çünkü Sünnet pratikle ve “yapma”yla ilgilidir. Kur’ân, o pratikliği içinde potansiyel olarak taşır. Fakat müslümanlar bu pratikliği ortaya koymadıkça Sünnet’in Kur’ân’da olup-olmamasının bir önemi olmaz ki!. Mü’minler peygamberler ve Peygamberimiz gibi o potansiyeli açığa çıkartırlarsa, Kur’ân’ın içindeki “potansiyel Sünnet” tezâhür eder. Yoksa Kur’ân raflarda milyonlarca sene dursa ve pratiğe dönük olarak okunmasa Sünnet ortaya çıkmaz. Sünnet, okunmaktan ziyâde “yapmak” için vardır. Sünnet, okunmaktan çok, Peygamberimiz’in onu hayatta nasıl gerçekleştirdiğine bakarak örnek alınabilir. Eğer Sünnet Kur’ân’ın mutlak anlamda içinde olsaydı ve onun dışarı çıkmasına gerek olmasaydı, o zaman Sünnet “örneklik” olarak gösterilmezdi ve dış hayatta örneklendirilmesine gerek kalmazdı.

 

Peygamberimiz Sünnet’i, kendisine gelen vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu bir bilinçle hayâta döktü. Zâten bunun için gönderilmişti. Sünnet olmayınca “peygamber” olmanın bir anlamı olmaz ve modern müslümanların dediği gibi “postacı” olurdu. Fakat Allah Peygamberimiz’i bize “güzel örnek” olarak göstermiştir ki bu güzel örnekliğe literatürde Sünnet denilir ve zâten ilk başta da müslümanlar tarafından bu şekilde anlaşılıyordu.

 

“İslâm’ın bir teorisi ve bir pratiği yoktur” deniyor. Elbette; vahiy için “teori” demek doğru değildir. Zîrâ teoriler yanlış da olabilir yada bir zaman sonra yanlışlanabilir. Vahiy ise haktır ve apaçık bir hakîkattir. Onun bilgisi-bilinci ve amel-eylemi birliktedir. Fakat vahyin bir “bilgi-bilinç” durumu ve bir “amel-eylem” durumu vardır. Sünnet işte o amel-eylem durumunu ortaya koyan şeydir. Bu tabî ki yine vahyin kazandırmış ve emretmiş olduğu şekilde yapılır. Kur’ân “bilkuvve”dir, Sünnet ise “bilfiil”.

 

Sünnet, “Sünnet’in bilgisi” değildir. Sünnet’in kaynağı elbette Kur’ân’dır ve güzel örnekliğimiz Peygamberimiz Sünnet’i, vahyin yönlendirmesiyle ortaya koymuştur. Fakat şu da var ki, Sünnet tezâhür edince yâni dış hayatta kendini gösterince, Kur’ân’da anlatılan ve söylenen kadar kalmaz ve açılıp dallanır ve budaklanır. Bir hayat-tarzı ortaya çıkar. Nasıl ki dağlar yeryüzünü genişletiyorsa, Sünnet de örneklik olarak ortaya konduğunda Kur’ân’ı genişletir. Bu, “yeni hükümler ve yeni din ortaya koymak” demek değildir. Dağlar yeryüzünden ayrı olmadığı hâlde engebeli oldukları için yeryüzünü genişlettikleri gibi, Sünnet de Kur’ân’dan ayrı olmadığı hâlde hayâtı genişletir. Eğer 23 yıllık nübüvvet süreci Peygamber’in güzel örnekliğini yâni Sünnet’ini ortaya koyuyorsa, şu kesindir ki, 600 sayfalık Kur’ân’ın bu kadar bir ömrü tüm ayrıntılarıyla anlatması mümkün değildir. O hâlde Sünnet, Kur’ân’ın ete-kemiğe bürünerek ve dallanıp-budaklanarak hayâta dönüşmesidir. “Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi” bu demektir, yoksa Kur’ân’ın belli bir sayfa sayısı vardır ve 600 sayfa “her-şeyden” bahsetmek için yeterli olmaz. Kur’ân’ın her-şeyden bahsetmesi, “Sünnet ile hayatta örneklendirilmesi”dir. Bu örneklendirme, “Kur’ân’da genişleme” yapmaktadır. Bu genişleme vahiy-dışı eklemelerle değil, vahyi anlamlandırma ve hayatta tezâhür ettirmekle olur. Böylece mevcut Kur’ân’ın âyetleri hayâtın içinde genişler ve her-şey için kılavuz olur. Öyle ki bâzen Peygamber’in bir gülümsemesi bile bir âyetin anlamını genişletir. Kur’ân’ın emirleri pratiğe döküldüğünde yâni Sünnet ile amele-eyleme dönüştüğünde, maddî-mânevî bir genişleme hâli olur. Teorinin pratiğe döndüğünde genişlemesi gibi, Kur’ân da Sünnet ile amele-eyleme döndüğünde genişler. Genişleyen yine Kur’ân’ın âyetleridir. Kur’ân’ın evrensel olması, tüm zamanlar ve mekânlara seslenmesinin bir yönü de budur.    

 

Sünnet ultra-modern zamanlarda hem İslâm düşmanları hem de modern müslümanlar tarafından yanlış bilinip anlaşılıyor. Sünnet deyince hemen İslâm Târihi boyunca ortaya atılan uydurma rivâyetler, sözler-hadisler ve uygulamalar anlaşılıyor. Hâlbuki Sünnet, “Hz. Muhammed’in ‘Resûl-Nebî olarak’ 23 yılda vahiy-merkezli olarak yaptıkları”dır. Sünnet’in ne olduğunun iyice idrâk edilmesi gerekir. Çünkü ancak ondan sonra doğru bir değerlendirme yapılabilecektir.

 

Sünnet, Kur’an’ın önerilerinin ve emirlerinin yerine getirilmesi ve gerçekleştirilmesidir. Sünnet, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla toplumlara öncülük etmeleridir. Peygamberlerin ve de müslümanların “sünnetullaha göre amel-eylemde bulunmalarına” Sünnet denir. Bunun en ideâl örnekliğini ise Peygamberimiz göstermiştir. Sünnet’e göre yaşamak “sünnetullaha göre yaşamak”tır.

 

Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği, Muhammed bin Abdullah’ın değil, Hz. Muhammed’in yaptıklarıdır. Güzel örneklik (Sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki, bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak” mümkün değildir.

 

Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (Sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Kur’ân ve Sünnet, et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Zâten ayrıldığında ikisi de işlevini yerine getiremez. Kur’ân, “bilkuvve” olandır; Sünnet ise “bilfiil” olan. “Vahyi kuvveden fiile geçirmektir” mü’minin görevi. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâseti ve İslâmî Hareket Metodu”dur.

 

Sünnet, “bâtıl hayat tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır. Sünnet, “El Emin” olmaktır. Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir. Sünnet, âyetler arasındaki ilişkidir. Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır. Sünnet, Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır. Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür. Sünnet, Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir. Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır.

 

Sünnet, Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi ve hurma ve kabak yemesi değil, aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir. Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir. Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâdelesidir. Sünnet; “İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir. Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.

 

Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir. Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir. Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir. Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Sünnet; “Allah’ın örnek gösterdiği ideâl bir mü’minlik şekli”dir. İslâm, Kur’ân’ın yasama, Sünnet’in ise “yargı” ve “yürütme” olduğu sistemin adıdır. Kur’ân “kurucu metin”, Sünnet ise “kurucu tecrübe”dir.

 

Sahih Sünnet, Kur’ân’ın “canlı tefsiri”dir. “Güzel örneklik” (Ahzâb 21) olan Sünnet göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Sünnet, en doğru anlayışın, te’vilin ve tefsirin pratikliğidir. “Yaşayan Sünnet” olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar. İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan öğrenenler uydurulan sünnet ve hadis üzerinden “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır. Modern zamanlarda dîni hayattan koparmak, “Sünnet’i hayattan koparmak” ile olu(yo)r.

 

Hz. Muhammed’in “güzel örneklik” denilen “en ideâl vahiy pratikliği” olan Sünneti, “aşılamaz bir örneklik”tir. İslâm coğrafyasında Kur’ân’ı ve Sünneti “tam anlamıyla” merkeze alamama sorunu var. İslâm, “ataların sünneti”nden, sünnetullaha ve Peygamber Sünnet’ine (güzel örneklik) dönüştür. İslâm’ı Kitap ve Sünnet-merkezli olarak öğrenip benimseyemeyenler ve İslâm’ı bir hayat-tarzı yapamayanlar, önlerine çıkan klâsik yada modern her sapıklıktan etkilenirler.

 

Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din”dir. Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik) iki kanattır. Müslümanların bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet kanadını aşırı sâhiplenip diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı” kalıyor ve bu nedenle ne kadar çırpınsalar da uçamıyorlar. Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Zâten Sünnet Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî olarak en ideâl yorumudur. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, ideâl bir pratiklik içeren Sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.

 

Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Kur’ân’ın “güzel örneklik (Ahzâb 21)” dediği Sünnet’e uymak zorunda olmamızın nedeni, “Sünnet” denilen o örnekliğin “aşılamayacak” olmasıdır.

 

Kur’ân’ın safha-safha inmesinin nedeni, vahyi sindirmek ve bir “örneklik” (Sünnet) oluşturmak içindir. Kur’ân’ın yanına Sünnet’i koymaktan imtinâ eden ve “sâdece Kur’ân” diyen “bâzıları”; sıra demokrasiye ve beşerî ideolojilere gelince, Kur’ân’ın yanına demokrasiyi ve beşerî ve hattâ şeytânî ideolojileri ve sistemleri  koymaktan imtinâ etmiyorlar. Hz. Muhammed’in vahiy-merkezli yaşam-tarzı olan Sünnet “out”, bâtıl batı’nın nefis-merkezli yaşam-tarzı “in”.

 

Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırmak”la tüketirler. Peygamber’in en ideâl örnekliği olan Sünnet’ini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir din” olduğunu zannederler. Sünnet (ehl-i sünnet değil) yoksa, “yaşanan” bir din de yoktur. Modern müslümanlık(!), “Sünnet”i yok sayarak her-şeye “eyvallah” diyen “soyut bir İslâm”ın peşinden gidiyor.

 

Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır.

 

Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan Sünnet”in olmamasıdır. Modernizm için en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan “yaşayan Sünnet”tir. “Sünnet târihseldir, İslâmcılık târihseldir, ümmetçilik târihseldir” diyenler; “İslâm amel-eylem içermez” demiş olurlar. Sünnet, akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ “bedel”le alâkalıdır.

 

İslâm, Kur’ân’ın yasama, Sünnet’in ise “yargı ve yürütme” olduğu sistemin adıdır. Bu yargı ve yürütme elbette Kur’ân’a göre yapılır. Yargı ve yürütmenin “aşılamayacak örneklik” olarak en ideâl şekilde yapılmasına Sünnet denir. Vahiyle bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan Sünnet’ten kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar. Hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.

 

Sünnetin kaynağı Kur’ân’dır. Peygamberler, vahiy-merkezli bir hikmet-Sünnet ortaya koyabilecek ahlâkî bir potansiyele sâhip oldukları için “peygamber” olarak seçilirler. Sünnet’i inkâr etmek, Peygamber’i inkâr etmek ve “Kur’ân’ı mushafa hapsetmek” anlamına gelir. Bu nedenle de Sünnet’i inkâr edenler, tek-tek peygamberliklerini îlan etmiş olurlar. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir.

 

Evet; Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek olmasının nedeni, vahyin ışığında numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş olmasıdır. Artık müslümanlara düşen şey, o kültür ve medeniyeti Kur’â ve Sünnet-merkezli olarak yeniden diriltmektir.

 

Apaçık olanı sonsuz anlama ve yorumlama yoluna girmek ne kadar da boş bir iştir. Oysa ortada apaçık bir şey varsa, onun gereğini yapmak önemlidir. Peygamber böyle yapmıştır ve o’nun o yaptığına Sünnet denir.

 

İslâm’ın hayatta “görünür” olması demek, vahyin bilgi ve bilinciyle inşâ olmuş olan müslüman toplumun, “bu bilinç ile sâlih amellerde bulunması” demektir. Peygamber’in ve sahabenin yaptığı buydu ve Sünnet de zâten budur. İslâm hayatta görünür ve hâkim olması için Sünnet’in hayâtı kuşatması gerekir.

 

Sünnet “yaşanmışlık” demektir. Bir yaşanmışlık olmadığında İslâm’ın hayatta görünür olması ve hayâta hâkim olması imkânsızdır. Öyle ya, görünür olmak ve hâkim olmak için bir hareket lâzımdır. Yoksa Kur’ân dört duvar arasında okuna-okuna hayat bir-anda İslâmlaşacak değildir.

 

Kur’ân’ın safha-safha indirilmesi, “güzel örneklik” pratik olarak hayatta mâkes bulsun diyedir. Vahiy safha-safha indikçe Sünnet de safha-safha örneklik oluşturur. Böylece Kur’ân bir “hayat kitabı ve rehberi olmuş” olur ki Peygamber ve sahabe örnekliğinde görülen şey budur. Kur’ân sâdece bilgi ve bilinciyle değil, amel ve eylemiyle de hâkim olmalıdır. Çünkü sahabe, Peygamberimiz’in Kur’ân sohbetini dinledikten yâni eğitimi aldıktan sonra günlük işlerinde Mekke’lilerin yada Medine’lilerin oluşturduğu beşerî kurallara göre değil, aldığı eğitime paralel olarak İslâm’ın kurallarına göre yaşamaya başlardı. Şimdi ise Kur’ân okunuyor ama beşerî-şeytânî ideolojilere ve sistemlere göre hareket ediliyor. İşin acı yanı ise, doğru olanın da bu olduğunun zannediliyor ve söyleniyor olmasıdır. “Kur’ân’ın mehcûr bırakılması”, “onun okunmasına rağmen onunla amel edilmemesi” yâni “Kur’ân’ın Sünnet’e dönmemesi” demektir.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” düşüncesi, zımnen, “Sünnet’in dışarıda ortaya konulmasına gerek olmaması” anlamına geliyor. Sünnet hayâtiyetini elbette Kur’ân’dan alır fakat Sünnet ortaya çıkmazsa ve hayatta işlevsel olmazsa Kur’ân’ın bir hayâtiyeti de olmaz yada sâdece iç-âlemlere hitâp eden bir Kitap olur.

 

Sünnet, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in sâdece tebliği ile değil, sözleriyle, fiil ve davranışlarıyla da toplumlara öncülük etmeleridir.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” demenin bir anlamı yoktur. Meselâ Kur’ân’da ibâdetler vardır ama “ibâdetler Kur’ân’ın içindedir” demenin de bir anlamı yoktur. Çünkü ibâdetler Kur’ân’da kaldıkça ve bir amel-eylem şeklinde hayâtta uygulanmadıkça bir anlamı olmayacaktır. İbâdet, Kur’ân’da yazılı olunca “ibâdet” olmuyor, ibâdeti yapınca ve yerine getirince “ibâdet” oluyor. Sünnet de, Kur’ân’da potansiyel olarak bulununca değil, hayatta tezâhür edince Sünnet oluyor.

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. “Örnek ve ideâl model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve adına literatürde “Sünnet” denilen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, arada yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde olunca “kusursuz bir örneklik” ortaya çıkmıştır. İşte Sünnet budur. Sünnet, en ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?.

 

Kimin yolundan gidiyorsanız, onun sünnetine uyuyorsunuz demektir. İnsanlar mutlakâ birinin gösterdiği yoldan gider. Allah ise Peygamber’ini örnek olarak gösterir ve zımnen; “o’nun gittiği yoldan o’nun gittiği gibi gidin” der. Hz. Muhammed’in, “Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan Sünnet’ini (yâni hayat-tarzını) inkâr edenler, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetlerini (yâni hayat-tarzlarını) harfiyen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Zâten Resûl-Nebi’ ayrımı yapılıp, “Nebi’nin -güyâ- örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ederek Sünnet’in inkâr edilmesinin nedeni de budur. “Nebî” üzerinde Sünnet inkârı yapılıyor.

 

“Sünnet zâten Kur’ân’ın içindedir” diyorlar. Aynı kişilere; “Kur’ân korunmuştur, peki Sünnet de korunmuş mudur?” diye sorduğumuzda, “hayır, sâdece Kur’ân korunmuştur” diyorlar. İyi de eğer Sünnet Kur’ân’ın içindeyse ve Kuran korunmuşsa, o zaman Kur’ân’ın içindeki Sünnet de Kur’ân ile birlikte korunmuş olur. Böylece Sünnet’in de korunduğu söylenmiş olur. Şu da var ki Sünnet yâni güzel örneklik, Kur’ân’ın “örnek alın” emrine göre korunmuştur. Fakat bu, “Sünnet’in formunun korunmuş” olması demek değildir. Çünkü Sünnet’in formu Kur’ân’da değil, târihtedir. Öyleyse korunan şey, Sünnetî yâni güzel örnekliği kıyâmete kadar “örneklik olarak” tâkip etmek, en azından hesâba katmakla olur.  

 

İslâm’da “hüküm koymak”, sâdece vahiy ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü, Peygamber ile uygulamada da göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam anlamıyla konmuş ve korunmuş olur. Aksi-hâlde hükümler uygulanmada noktasında pasif kalır. Günümüzde sürekli olarak Kur’ân okunmakta ve hükümleri bilinmektedir fakat hükümlerine pratik şekilde riâyet edilmemektedir. Zîrâ “başka hükümler”e riâyet edilmektedir.

 

Peygamber’in sözlerini okuyarak namaz kılınmaz ama, Peygamber’in namazdaki fiillerini taklit ederek namaz kılınır. Namaz Peygamber’in kıldığı gibi kılındığında kabûl olur, fakat herkes namazda âyet okumak zorundadır. Sünnet uygun hükümler koymaz, Kur’ân’a uygun eylemler yapar. Namaz kılın emrine uygun bir şekilde namaz hareketleri yapılır ki bunlar “güzel örneklik” olur. Korumada sözden ziyâde eylem daha etkilidir. Peygamberler bu nedenle gönderilir. Bâzen bir söz söylenir de kimse takmaz ama yapılan eylem etki bırakır. Peygamberimiz’in şu örneği vardır:

 

“Hicretin altıncı yılında, müslümanlar, başlarında Resûlullah (a.s.) olduğu hâlde, umre yapmak kastıyla Mekke’ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekke’li müşrikler, ziyârete müsâde etmezler. Fakat müslümanlarla aralarında Hudeybiye Sulh Anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) yanındakilere: ‘Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin’ emrini verir. Ne var ki Kâbe’yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevâsından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menâsiki de yapmaktan imtinâ ederler. Resûlullah (a.s.) emri üç kere tekrarlar. Ashab yine de şaşkın-şaşkın bakınmakla mukâbelede bulunurlar. Resûlullah son derece öfkeli hâlde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme vâlidemizin (r.a.) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:

 

-Neyin var ya Resûlullah?.

-Hayret ey Ümmü Seleme!. Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, tıraş olun, ihramdan çıkın’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri hâlde sâdece yüzüme bakıyorlar.

-Ya Resûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlakâ sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir.

 

Bu tavsiye üzerine Resûlullah (a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme vâlidemizin (r.a.) dediği gibi, Resûlullah’ı gören Ashab-ı Güzin de teker-teker kalkıp kurbanlarını keserler”.

 

Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik Sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir. İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar. İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.

 

Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “Sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor. Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey “ne yapmalı?” sorusudur. Peygamber kıssaları ve “Sünnet” ortadayken ve en ince ayrıntısına kadar biliniyorken yada bilinmesi gerekirken “ne yapmalı” sorusunu sormak, gayr-ı ciddî bir soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir cevap” almayı mı bekliyorsunuz?..

 

Sünnet’i, hadisi, Asr-ı Saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri ve târihselcilerin Medenî sûre ve âyetleri târihe hapsederek inkâr etmeleri buna örnektir.

 

“Sünnet Kur’ân’ın içindedir” diyenler, Kur’ân’ı (aynen İncil’in Hz. Îsâ’nın hayâtını anlatması gibi), Peygamber’in hayâtını anlatan bir kitap olarak görmüş olurlar. Fakat Kur’ân “Peygamber’in otobiyografisi” değildir.

 

Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur. En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

 

Kur’ân ve Sünnet birlikteliği, modern insanın ve müslümanların “son fırsatı”ıdır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder