“Şüphesiz, bu
Kur’ân, en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için
gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’
vardır” (Ahzâb 21).
“Kur’ân’da Sünnet yoktur”
diyenlere şunu diyelim ki, Sünnet’in tanımı Kur’ân’daki iki âyette; “insanların
sürdürdükleri hayat-tarzı (sünen)” şeklinde geçmekte ve bu âyetler Allah’a izâfe
edilmemektedir. Bu âyetler Âl-i İmran 137 ve Nîsâ 26. âyetlerdir:
“Gerçek şu ki, sizden
önce nice sünnetler gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da
yalanlayanların sonu (âkıbet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).
“Allah, size açıklayarak
anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine iletmek ve tevbelerinizi kabûl
etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 26).
Sünnet; “çığır, tâkip edilen
yol, âdet, gidişat” anlamlarına gelir. Sünnet’in sözlük anlamından ziyâde terim
anlamı önemlidir. Buna göre Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık nübüvvet
döneminde kendisine inen vahiylere göre bir uygulama şekli ve hayat-tarzı ortaya
koymasıdır.
Tabî ki ilk başta yapılması
gereken şey, sırtını Kur’ân’a sağlamca dayamak ve yaslamaktır. Zâten Sünnet
budur. Sünnet, vahiy-merkezli amel-eylemdir. Lâkin modernitenin etkisiyle ve
baskısıyla müslümanlar Sünnet’i önemsizleştirdiler ve İslâm’ı “sâdece Kur’ân”a
indirgediler. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırdılar. Kur’ân ile Sünnet’in
arasının ayrılması, “Kur’ân ile hayâtın arasının ayrılması” demektir.
Kur’ân ile Peygamber’in yâni
Sünnet’in arasını ayırmak, “Kur’ân ile hayâtın arasını ayırmak” demektir.
Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranlardan biri olan târihselciler, Kur’ân’ı bir
“hâtıra defteri” gibi görürler. Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıran
evrenselciler ise, Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yapmışlardır. Sonuçta ikisi de
Sünnet’i târihte bırakmışlardır.
Kur’ân ile Sünnet’in arasını
ayırarak Sünnet’i inkâr etmek, tâğutların arayıp da bulamadığı şeydir, çünkü
onların derdi “Kur’ân’ın okunması ve üzerinde konuşulup-yazılıp durulması”
değil, “Kur’ân’ın hayâta aktarılması”dır. Bunu önlemek için çırpınıyorlar. Bu
bağlamda Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranları destekliyorlar, onlara alan
açıyorlar.
Kur’ân ile Sünnet’in arasını
ayıranlar, Sünnet’in yerine tâğûti değerleri, mevcut egemen-lâik-seküler-modern
ideolojileri koymaktadırlar yâni Kur’ân’ı anlama noktasında Sünnet’i değil,
tâğûti değerleri öne çıkarmaktadırlar. Kur’ân ile Sünnet’in arasını
ayıranların, hak ile bâtılı karıştırdıklarını görmekteyiz. Böylece Sünnet’i
inkâr ve iptâl ederek, onun yerine modern kavramları ve uygulamaları
koymaktadırlar. Oysa Kur’ân’ı idrâk etme ve amel-eyleme dökme metodu-usûlü, Sünnet
ile olur.
Bugün ve tüm zamanlarda
müslümanların Kur’ân’ı anlama-yorumlama noktasında parça-parça olmaları ve
birbirlerinin tam-aksi yönde yorumlar yapmalarının nedeni, Kur’ân’ın kavlî ve
fiîlî yorumu olan Sünnet’i hesâba katmayıp inkâr etmelerinden dolayıdır.
Kur’ân’a yapılan zulüm, onu
Sünnet’ten koparmakla, Sünnet’e yapılan zulüm ise, onu “uyduma ve zırvalıklarla
karıştırmakla” yapılıyor. “Kur’ân’ı öne çıkarıyorum” diye Sünnet’i îtibarsızlaştıranlar
târihselciler ve evrenselcilerdir. Diğerleri ise uydurmaların peşine takılıp
Kur’ân’ı göz-ardı ediyorlar. Fakat bunların tamâmı aslında moderniteyi
benimseme noktasında birleşmişlerdir.
Modern müslümanlar Kur’ân’ı
anlamada Sünnet’i değil, mevcut küresel modern sistemi baz alıp merkeze
koymaktadırlar, bu da onların Kur’ân’ı hakkıyla anlamlarına engel oluyor. Çünkü
Kur’ân’ı, Sünnet örnekliğini hesâba katmadan ve ona aykırı olarak yorumluyorlar
ve vahyi moderniteye uydurmak için zorluyorlar. Sünnet’i hesâba katmamak ve inkar
etmek aslında Kur’ân’ın îtibarsızlaşmasına neden olmaktadır. Zîrâ Sünnet’ten
koparılmış Kur’ân, modern düşüncelerin ve sistemlerin nesnesi yapılmaktadır.
Gelenekçiler Kur’ân yerine
koydukları zırvalıkları merkeze almakla; târihselciler ve modernistler ise
mevcut modern zamânı merkeze almakla Kur’ân’ı îtibarsızlaştırmış olurlar, çünkü
böylece onu hayattan yâni Sünnet’ten uzak tutmuş oluyorlar. Kur’ân’ı ikinci
plâna koyarak Sünnet-Sünnet diyenler de amel-eylemde Sünnet’e göre değil,
modern telâkkilere göre hareket ediyorlar. Sahih Sünnet’i inkâr edenler,
gelenek, modernite ve târihselcilik üzerinden kendilerini peygamber yerine
koyarak kendi sünnetlerini (hayat tarzlarını) ikâme etmektedirler.
Sünnet’ten kopunca Kur’ân,
klâsik zamanlarda isrâiliyat-merkezli, modern zamanda ise modernite-merkezli
tefsir edilmeye başlamıştır. “Kur’ân tek kaynaktır” diyerek Kur’ân’ın fiîlî
yorumu olan Sünnet inkâr edilince, Peygamber’in Kur’ân’a uygun olarak söylediği
sözler şirk olarak görülürken, moderne uygun olunca her söz ve yazı kabûl edilip
baş-tâcı ediliyor. Böylece moderniteyi Kur’ân’ın da üstüne çıkarıp Kur’ân’ı
“ikinci kaynak” hâline getiriyorlar. Çünkü mevcut dünyâyı Kur’ân-merkezli
olarak değil, Kur’ân’ı modernite-merkezli okuyarak Kur’ân’ı ikincil kaynak
hâline getirmiş oluyorlar. Sünnet’i Kur’ân’dan ayırınca, Kur’ân’ı modernitenin
kavramlarıyla yorumlamaya başladılar. Böylece modernite, modern müslümanların
sünneti yâni hayat-tarzı oldu.
Dünyâ’nın ve kâinâtın fizîki
düzeni nasıl ki değişmezse, sosyolojik düzeni de değişmez. Bu nedenle 1.400 yıllık
sosyolojik konular modern zamanlarda da aynı olur. O hâlde Kur’ân 1.400 yıl
öncesine nasıl hâkim oluyorsa, modern zamanlara da o şekilde hâkim olup hayâtı
şekillendirebilir. Bu tabî ki Kur’ân bilinci ve Sünnet örnekliğine göre
yapılacaktır.
Târihselcilik Kur’ân’ı
târihe hapsedince Peygamber’i de târihe hapsetmiş olmuştur. Böylece Sünnet’i de
târihe hapsetmiştir. Bu bağlamda tüm modern hareketler târihselcidir. Zîrâ
Sünnet’i hesâba katmamakta ve inkâr etmekte, böylece Kur’ân ile Sünnet’in
arasını ayırmaktadırlar.
Kur’ân, amele-eyleme geçirilmeyince
yâni Sünnet ile pratikleştirilmeyip sâdece masa-başı kitabı yapılınca, sonunda
bir cezâ olarak -günümüzde de görüldüğü gibi- insanlar yoldan çıkıp sapmaktadır.
Bir yazıda şunlar söylenir:
“Bir-çoğu
kuzu postuna bürünmüş kurt rôlü oynayan yada onların oyunlarına gelen
basîretsiz insanlar, Kur’ân çalışmalarının Peygamberî metodu ve hedefini bir
kenara bırakıp, onu hevâlarının bir aracı yapmak istemişlerdir. Târihi hiç de
yeni olmayan söz-konusu çabaların her defâsında metodları hemen-hemen aynı form
düzeyinde; ‘kelimeleri yerlerinden değiştirmek’, ‘âyetlerin bir kısmını
gizlemek’ yada ‘Kitap’ta olmayanı Kitap’tanmış gibi göstermek’ şeklinde
olmuştur.
Basîretli
bir Kur’ân okuyucusunun hemen fark edeceği üzere Kur’ân, modern Samîri’ler için
‘gelenek düşmanlığı’ndan başka bir anlam taşımaz. Böylelerinde geleneksel
çevrelerin hurâfelerine karşı tebliğ adı altında ortaya konan kin ve gayz derecesindeki
sertlik, modern hurâfeler söz-konusu olduğunda yerini ‘merhâmet ve şefkat’
derecesinde bir yumuşaklığa bırakır”.
Peygamberimiz’den sonra
o’nun adına bir-çok uydurmalar yapılmış, bir-çok zırvalık o’na isnât
edilmiştir. Bu nedenle hadislerin Kur’ân ile kritik edilmesi şarttır ve
olmazsa-olmazdır. Fakat Kur’ân ile kritik edilse de yine de hiç-bir hadisin
kabûl edilemeyeceği düşüncesi, “Peygamber’in sözünü kâle almamak” anlamına
gelir. Peygamber’e isnât edilen sözleri Kur’ân ile kritiğe yanaşmayan yada
Kur’ân’ın kritiğinden geçse bile yine de sahih hadisleri tümden inkâr etmek
isteyenler yâni Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayıranlar; şeytanın, tâğutların,
batı’nın, lâik-seküler ideolojilerin, onların uşaklığını yapanların ve hadis
düşmanlarının sözlerini Kur’ân ile kritik etmeyi ve Kur’ân’ın süzgecinden
geçmeyenleri inkâr etmeyi nedense hiç düşünmezler. Mevdûdi: “İslâm, pazarın
gerekliklerine göre uygun değişiklikler yapılarak müşterilere sunulacak bir ‘mal’
değildir” der.
“Kur’ân ne diyorsa o”, “Peygamber
nasıl yaptıysa öyle”dir. Aksi-hâlde Kurân ile Sünnet’in arası ayrılmış olur.
Kur’ân, îmânın yazıya geçirilmiş hâli, Peygamber ise îmânın ete-kemiğe bürünüp
“vücût” olmuş hâlidir.
Sünnet’i yâni güzel
örnekliği hesâba katmayıp inkâr etmenin nedeni, meftûn ve râm olunan moderniteye
ve çağdaşlığa alan açmak içindir.
Bakın Sünnet şudur: Kur’ân “eşhur-ûl
hurum” “haram aylar” der. Yine hac aylarından bahseder fakat bu ayların
hangileri olduğunu belirtmez, çünkü zâten “bilinen” aylardır bunlar. Peki bu
aylar hangileridir?. Peygamber bugünleri belirlemiştir. Kur’ân “büyük hac günü”nün
hangisi olduğunu söylemez ama Peygamber bu günün zilhiccenin 9’u olduğunu
söyler. İşte Sünnet budur. Kur’ân’a aykırı ve Kur’ân’dan ayrı bir şey de
söylememiştir. Kur’ân’a bir ekleme de yoktur burada. Tevbe Sûresi 3. âyette “büyük
hac günü”nden bahsedilir fakat bunun hangi gün olduğu belirtilmez. Hâlbuki bunu
İslâm târihinden ve Peygamberimiz’in Sünnet’inden öğrenebiliriz ve bu günün zilhiccenin
9’u olduğu görürüz. Bunu tespit etmenin başka da bir yolu yoktur. Kur’ân’ın
açıkça söylemediği ve “bilinen” olarak târif ettiği şeyler Peygamber’in Sünnet’inde
açığa çıkar. Yine, namazlarda Fâtiha Sûresi’ni okumayı Sünnet’ten öğreniyoruz
ve Sünnet’te olduğu için okuyoruz. Meselâ cenâze namazını Peygamber örnekliğine
göre kılıyoruz. Namazların kaç rekât ve kaç secde olduğu, ne okunacağı Kur’ân
tarafından belirlenmemiş ve bunları Peygamberimiz belirlemiştir. Tavafta tâkip
ettiği usûl de öyledir. Allah bu konuda sessiz kalıp herhangi bir eleştiri
yapmadığı için bu belirlemeye onay vermiş olmuştur, böylece Allah’ın onayladığı
şey bizim için bağlayıcı hâle gelmiştir. Sünnet işte budur. Fakat gelin görün
ki, Sünnet modernler tarafından yine de inkâr edilmekte ve ayak-bağı olarak
görülmektedir.
Apaçık Kur’ân hükümlerini ve
Sünnet ile gösterilen İslâm’ın hayat-tarzının inkâr edilmesinin ve tam aksi
şeylerin söylenmesinin cesâreti, modern-seküler sistemden alınmaktadır. Kur’ân
metninin tek bir doğru anlamı olabilir. “Kur’ân’ın fiîlî yönü” olan Sünnet, anlam
belirleyen ve sınırlayan bir işleve sâhipken, moderniteye göre hareket etmek
kabûl edilebilecek bir şey değildir.
Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî
yorumunu en iyi yapacak olanlar en ahlâklı olanlardır. Muhteşem bir ahlâka
sâhip olan Peygamberimiz ise Kur’ân’ın en ideâl-ahlâkî, kavlî ve fiîlî yorumunu
yapmıştır ki buna Sünnet denir.
Kur’ân’ın “korunmuş”
olmasının bir ucu da, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı en iyi ve ideâl şekilde açıklayıp
uygulamasıyla olmaktadır. Yâni Kur’ân’ın korunmasının bir ucu da amel-eylem ile
pratik bir şekilde Kur’ân’ın uygulanmasıyla olur. En ideâl örneklik olan Sünnet,
Kur’ân’ın korunmasında büyük bir paya sâhiptir.
Sünnet’i kâle almamak ve
inkâr etmek yoluyla moderniteyi, nefsi, şeytanı ve tâğutları merkeze almak, Kur’ân’ı
“ikinci kaynak” hâline getirmiştir. Kur’ân modernitenin nesnesi yapılmak istenmektedir.
Peygamberimiz’in ideâl
örnekliği olan Sünnet, Kur’ân’ın en iyi ve kusursuz bir şekilde yaşanmış
olmasıdır. Peygamberimiz Kur’ân’ı yanlış ve eksik olarak anlamamış ve yaşamamıştır.
Allah vahyi indirdikten sonra, “bundan sonra ne olursa-olsun” deyip bırakmamış
ve vahyin nasıl uygulandığını da denetlemiştir. Bunu Peygamber örnekliği (Sünnet)
üzerinden denetlemiş, düzeltmiş ve düzenlemiştir. Böylece ortaya ideâl bir
uygulama ve örneklik çıkmıştır. Fevzi Zülaloğlu:
“Allah’ın Kitab’ı
ile Resûlü arasındaki ilişki, etle kemik gibidir ve ikisi birbirinden
koparıldığı zaman anlamsızlaşır. Bu sebeple Kur’ân ile kritik edilmeyen Sünnet
de, Kur’ân’dan koparılmış bir Resûl de yetim ve öksüzdür” der.
Sünnet’i yâni Peygamber’i
inkâr edince ve Kur’ân ile Sünnet’in arasını ayırınca, müslümanlar artık vahyi
dilediği gibi yorumlama hakkı(!) kazandıklarını sanıyorlar. Oysa Kur’ân’ın en
doğru ve ideâl yorumu Sünnet ile yapılmıştır. Sünnet Peygamberimiz’in Kur’ân’a
şâhitliğidir. Bu şâhitlik olmadığında Kur’ân hakkıyla anlaşılamaz. Sünnet, soyutu
somuta çevirir. Rabbâni bir denetim altında oluşmuş olan Sünnet’in bütünlüğünden
ayrılmak, Kur’ân ile hayâtın arasını ayırmak demektir.
Kur’ân Sünnet’le somutlaşacak
olan konularda tekrâra pek girmez. Çünkü o şey Sünnet’te apaçık görülmektedir.
Fakat Sünnet ile ortaya konulamayacak teorik konuları ise detaylarıyla açıklar.
Meselâ mîrâs konusu sayfalar boyunca işlenir. Alış-veriş konusu sayfalarca
anlatılır. Kur’ân mîras konusunda kırk çeşit ihtimâli de ortaya koymuştur. Çünkü
Peygamberimiz mîras bırakmamıştır.
Anlatma aşamasında söz, tüm
imkânları kullansa da imkânların tükendiği bir nokta vardır. İşte orada
anlatılmak istenileni pratik bir şekilde gösterecek bir örnekliğe ihtiyaç
vardır ki Sünnet budur. Sünnet “Kur’ân’ın şâhitliğini yapmak” demektir. Kur’ân
nasıl ki sözlü hitâbın en güzeliyse, Sünnet de fiîlî uygulamanın en güzelidir.
Peygamberimiz’in örnekliği yâni
Sünnet’i, o‘nun resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca yaptıklarıdır.
Peygamberimiz vefât ettikten sonra ortaya atılan yada peygamber olmadan önce yaptıkları
“örneklik” olarak “bağlayıcı” değildir. Sünnet’e uymakla görevli oluşumuzun
nedeni, örnek almamız gereken Peygamberimiz’in Kur’ân’a uygun hareket
etmesinden dolayıdır. Yoksa o’nun adına uydurulan şeylere tâbi olamayız.
Nîsâ 64’e göre tebliğ, “mesajı
iletmek” iken, tebyin (beyân), muhâtabın idrâk seviyesini ve özel şartlarını
dikkate alarak, anlaşılmayan hiç-bir ayrıntı bırakmadan her-şeyi açıklamak ve
anlaşılır-yaşanır hâle getirmek” demektir. Peygamberimiz’in görevlerinden biri
de beyândır. Peygamberimiz sâdece tebliğ edici değil, aynı-zamanda tatbik
edicidir de. Tebliğ edip bir kenara çekilmez ve uygulamada en büyük sorumluluğu
üzerine alır. Böylece örnek bir davranış şekli ortaya çıkar. Sünnet, meselelere
çözüm-tarzı ve vahyi hayâta hâkim kılma yöntemidir.
Peygamber’in örnekliğine
uymak, sâdece o yaşarken değil, o vefât ettikten sonra da olur. Allah ve meleklerinin
desteklediği bizim de desteklememiz istenen şey, onun misyonu yâni Sünnet denilen
örnekliğidir.
Sünnet Kur’ân’ın sosyâlleştirilmesidir.
Peygamberimiz’in 23 yılda vahiy doğrultusunda yaptığı eylemlerin toplamına
Sünnet denir.
Peygamber’i örnek almamızın
gerektiği ve bu örnekliğin bağlayıcı olmasının nedeni, o’nun yanlışlardan ve
sapmadan korunması, bir kayma olduğunda ise Allah tarafından düzeltilmesi nedeniyledir.
Böylece ideâl bir yaşam-tarzı ortaya konmuş olur. Sünnet’in “bağlayıcı kaynak”
olmasının nedeni, Allah’ın kontrôlünde ve düzeltilmesinde ortaya konulmuş
olduğundandır.
“Sünnet nedir” diye
soruyorlar. Sünnet, “Kur’ân’ın emirlerini en güzel şekilde yerine getirme tarzı”dır.
Peygamberimiz’in mü’minlerle ve kâfirlerle ilişki biçimleri, ibâdet ve muâmelat ile ilgili yaptıkları Sünnet’tir. Sünnet,
“Peygamberimiz’in Allah tarafından tenkit almamış eylemleri”dir. Sünnet,
Kur’ân’ın belirlemediği amel ve eylemi (emir ve nehiyleri değil), Peygamber’in
belirlemesidir.
Peygamberimiz “Kur’ân’a rağmen”
değil, “Kur’ân’ın ilkelerine göre” hareket etmiş ve hükümleri de vahyin
ilkelerine göre uygulamıştır. Bu bağlamda Peygamberimiz Kur’ân’a göre bâzı
yasaklar koymuştur. Meselâ bir kadını, halası ve teyzesi ile birlikte aynı-anda
nikâh altında tutmayı yasaklamıştır.
Peygamber’in Kur’ân-merkezli
olarak hayatta bâzı uygulamalar yapması, Kur’ân’ı hayâtın dışında tutanlar
tarafından şirk olarak kabûl ediliyor. Aslında böyle yapmakla Kur’ân’ı “ulaşılmaz
kutsal bir metin” hâline getirmektedirler.
Modern müslümanların
Peygamber’le yâni Sünnet ile ilişkisini kesmelerinin nedeni, modern-beşeri ideolojilere,
sistemlere, düşüncelere ve nefsi kışkırtan şeylere meftûn ve râm olmuş
olmalarındandır. Modern müslümanlar Peygamber’i ve Sünnet’i inkâr etmektedirler,
çünkü aksi-takdirde Kur’ân’a keyiflerine uygun olan istedikleri mânâyı verememektedirler.
Zîrâ en ideâl mânâ Peygamber tarafından zâten verilmiştir. Bizim yapacağımız
yorumlar nebevî yoruma paralel düşmelidir.
Târihselcilik Kur’ân’ı
indiği târihe ve ortama hapsederken, evrenselcilik ve târih-üstülük, Kur’ân’ı
moderniteyi târif eden bir kitapmış gibi okuyarak, ilâhi vahyin risâletle ilişkisini
kopartmaktadırlar. Böylece Kur’ân hayattan uzaklaştırılmaktadır. Modern
müslümanlar insan aklına, ilâhi vahiy karşısında son derece serbest bir alan
tahsis etmektedirler, hem de ilâhî vahyin göstermiş olduğu selîm akla göre
değil, “modern paradigmaya göre oluşmuş insan aklına” göre.
Kur’ân’da hazır paket hâlinde
bir ekonomik, siyâsî, savaş stratejisi vs. gibi uygulamaları içeren âyetler
yoktur. Bunlar peygamberlerin (kıssalar) ve Peygamberimiz’in uygulamasında yâni
Sünnet’te açığa çıkar. İlâhi vahyin bir bölümünde gözüken kapalılık ya başka
bir yerde giderilmiştir yada konu şâhitlikle ilgiliyse, iş Resûlün amelî
tanıklığına (Sünnet) bırakılmış demektir.
Kur’ân’ı anlamak aynı-zamanda
bir süreç eylemidir. Eylem için manifestonun oluşması beklenmez. İlkeler ve
onun kavranmasıyla yaşam iç-içedir. Bu nedenle hemen şimdi başlanması gereken
bir uygulamadır sâlih amel. Peygamberimiz’in Sünnet’i, işte bu uygulamanın en
doğru ve ideâl hâlinde gösterilmesidir. Demek ki Sünnet vahyin inişi ile
birlikte başlıyor. Sünnet Peygamber’in görevidir. Üstün ahlâk sâhibi olarak
seçilmiş Resûle bir vazîfe olarak yüklenmiştir. Fevzi Zülaloğlu bu bağlamda
şunları söyler:
“Temel
ilkeleri ortaya konulmuş tebliğ ve teşhidi, örnek şâhitliği, canlı bir Kur’ân
olan üstün ahlâk sâhibi Resûlullah’a bir vazîfe olarak yüklenmiştir. Peygamberimiz
de bu konuların ayrıntılarını ilâhi vahyin genel rûhuna, Kur’ân’ın hâkimliğine
ve hâkemliğine, yaptığı ictihadlara, kendinden önceki tevhid geleneğine, ilâhi
yardımlarla güçlendirilmiş selim olarak akletme yeteneklerine göre uygulamış ve
yeniden belirlemiştir. Kur’ân’ın temel ilkeleri açıkça beyân edilmiştir. Fakat
bu temel ilkelerin tefsire, tebyine, teşhide yâni şâhitliğe, Sünnet’e ihtiyâcı
vardır ve Peygamber zâten bunu için gönderilmiştir. İşte bu şâhitliği yapacak
olan Peygamber’i yâni Sünnet’i kabûl etmeyenler mecbûren Peygamber’i ‘postacı’
olarak kabûl edip Kur’ân’ın temel ilkelerini kendi seküler, lâik ve modern
akıllarına göre tefsir etmeye kalkmakla İslâm’a ihânet etmektedirler. Çünkü bu
durumda hevâlarına göre hareket etmiş olmaktadırlar”.
Sünnet, ilkelerini Kur’ân’dan
alır ve Kur’ân’dan almak zorundadır. Sünnet, Kur’ân’ın doğru anlaşılıp-anlaşılmadığının
amel-eylem ile sağlamasıdır.
Kur’ân salt bir bilgi
kaynağı değil, eylem ve tâlimatlar dizgesi olduğu için, hayâta geçirilemez
mâlûmatlar yerine “yaşanabilir hakîkatler menşei” olduğu için yavaş-yavaş,
safha-safha indirilmiştir. Yâni Sünnet denen “güzel örneklik” oluşsun diye
böyle yapılmıştır.
Kur’ân’ın ne dediği tabî ki
çok önemlidir. Fakat Kur’ân’ın dediği hakkında, biri başka bir şey söylerken
diğeri bambaşka bir şey söylüyorsa, o hâlde Kur’ân’ın “söyledikleri” kadar
önemli olan Sünnet’e bakmak şart olacaktır. Çünkü “güzel örneklik” denilen
Peygamber’in vahyi hayâta aktarma tarzı Allah’ın kontrôlünde, denetiminde ve
düzeltmesinde ortaya konmuş ve “en güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak
belirlenmiştir. Demek ki Kur’ân’ın söyledikleri kadar önemli olan şey, onun ne
dediğini en doğru anlayan-anlatan ve denileni hayâtta somutlaştıran Peygamber
ve o’nun Sünnetidir. “Nasıl olacağının” en doğrusunu Sünnet’te bulabiliriz.
“…Bugün size dîninizi
kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı
seçip-beğendim…” (Mâide 3). Âyette
bahsedilen tamamlanmışlık, sâdece Kur’ân’ın söz olarak tamamlanmışlığı değil, amel-eylem
yâni Sünnet şeklinde de tamamlanmışlığıdır. Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde bir
tamamlanmışlıktır bu. Çünkü Kur’ân sâdece bir metin olarak zihinlerin ve
kâlplerin yâni sâdece iç-âlemlerin gelişmesini değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemin
de gelişmesinin kodlarını içeren bir Kitap’tır. Bu kodlar hayâtta mâkas
bulmadıkça yâni İslâm hayâta “örnek insan” ve “güzel örneklik” denen Peygamberimiz’in
Sünnet’i üzerinden hâkim kılınmadıkça din de tamamlanmış olmaz. O hâlde dînin
tamamlanması Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde olur ki Sünnet, “Peygamberimiz’in
vahyin emirleri doğrultusunda resûl-nebî olarak 23 yılda yaptığı ‘vahyi hayâta
taşıma ve hâkim kılma’ sürecinde yaptıkları”dır. Kur’ân bunu Ahzâb Sûresi 21.
âyette “güzel örneklik” olarak göstermiştir. Bu örneklik bizim kıyâmete kadar
en güzel örnekliğimiz olarak kalmaya devâm edecektir.
Kur’ân’a
yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur. En doğru söz Allah’ın
sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).
Kur’ân ile Sünnetîn arasını
ayıranlar ne Kur’ân’ı hakkıyla idrâk edebilirler, ne de onu hakkıyla
yaşabilirler. Zîrâ Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, Sünnet ise amel ve
eylemin kaynağıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder