“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm
24).
Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da
bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın
tadının alabildiğine çıkarmak” olduğunu zannediyor. Târih boyunca insanlar hep,
“daha zevkli ve sefâ içinde bir hayat yaşamak” için çabalamışlardır. İşte
yüklenmeleri gereken yükü yüklenmekten kaçmalarının sonucu olarak Dünyâ’yı
yoranlar ve sürekli sorunların çıkmasına neden olanlar böyleleridir.
Peki insanlar niçin Dünyâ’da kesintisiz bir
haz, keyif, konfor, eğlence ve zevk-ü sefâ içinde yaşama özlemi ve çabası
içinde olurlar?. Çünkü hayatlarının merkezinde ya yeterli oranda yada hiç-bir
şekilde Allah inancı ve âhiret kaygısı olmadığı için İslâm-merkezli bir yaşam
içinde bulunmamaktadırlar.
Bilindiği gibi İslâm’a göre Dünyâ’dan, isrâf
etmemek ve paylaşmak şartıyla; helâl, temiz ve meşrû yoldan yiyip-içmek,
giyip-gezmek vs. şeklinde faydalanmak meşrûdur ve bunda bir sorun yoktur. Hattâ
Allah, yarattığı nîmetlerden faydalanılmasını emreder. Lâkin şu da vardır ki
Dünyâ esâsen “geçici ve kısa süreli bir imtihan dünyâsı”dır. Ebedî yaşam ise,
sonsuz nîmetlerin bulunduğu cennette olacaktır inşâallah. Tabi bunu Dünyâ’da,
Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği emir-yasaklara ve peygamber örnekliklerine
uyanlar ve de buna göre yaşayanlar hak edecektir, yoksa zevk-ü sefâ içinde yaşama
arzusu içinde olanlar ve bunun için çabalayıp duranlar değil.
İnsan haz ile mutluluğu hep karıştırmıştır. Nefsinin
hoşuna giden her-şeyi mutluluk zannetmiştir-zannetmektedir. Hâlbuki o, geçici
ve kısa süreli hazlardan başkası değildir. Herkes ama özellikle modern insan “mutlu
olmak için” Dünyâ’ya geldiğine inanmaktadır. Oysa böyle değildir. Çünkü Dünyâ’nın
ve insan hayâtının formatı, -kısa süreli geçici ve mutluluklar yaşanıyor olsa
da- insanların sürekli mutlu bir yaşam sürdürmelerine olanak verecek biçimde
tasarlanmamıştır. Târih-boyunca mutluluk hep “tadımlık” olmuştur. Çünkü
dediğimiz gibi Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve imtihan dünyâsında geçici ve
kısa süreli mutlu anlardan başka, sürekli bir mutluluğun olması zâten mümkün
değildir. Zîrâ Dünyâ, mutluluğun sürekli ve kesintisiz yaşanabileceği formatta
bir yer olsaydı cennet anlamsızlaşırdı ve boşa çıkarak gereksiz olurdu.
İmtihan dünyâsında “imtihan”dan dolayı sürekli bir
çabalama ve gayret içinde olmak zorunludur ki bu, zevk-ü sefâ içinde yaşamayı
imkânsızlaştırır. İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde, yıllar
boyunca imtihandan geçmiş olmanın yorgunluğu ve solgunluğu vardır.
Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın ki, biz Dünyâ’ya zevk-ü
sefâ içinde yaşamak ve kesintisiz şekilde mutlu olmak için değil, zevk-ü sefâ
ve kesintisiz mutluluk içinde yaşanılacak olan cenneti hak etmek ve kazanmak
için geldik. Çünkü kesintisiz mutluluk ancak ve ancak cennette olabilir. Zîrâ
orada herkes mutlu olacaktır. “Herkesin mutlu olmadığı” yerde gerçek bir
mutluluk olamaz.
İnsan tâ gençlik döneminden îtibâren hep mutluluğu yakalaması
ve olabildiğince zevk-ü sefâ içinde yaşaması gerektiğini düşünür ve buna
inanır. Sonra da bu inanca çok sıkı bir şekilde sarılıp mutluluk peşinden
koşmaya başlar. Fakat sonuçta boş umutlar, yıkılmış hayâller ve tatminsizlikten
başkasıyla karşılaşmaz. Çünkü Dünyâ “mutluluk ve zevk-ü sefâ diyârı” değil, “geçici
ve kısa süreli anlık mutlulukların da yaşandığı ağır bir imtihan dünyâsı”dır.
Mutluluğun, zevk-ü sefâ içinde yaşamakla elde edileceğini
zannedenler, dünyevî zevk ve lezzetlere, lüks içinde yaşamaya ve sefâ sürmeye çok
düşkün olurlar. Epikür; “zevk, mutlu bir yaşamın başlangıcı ve amacıdır”
diyordu. Tabi Epikür mutlu bir yaşamın ille de bolluk içinde yaşamakla değil,
sınırlı ama yeterli şeylerle de olabileceğini söylüyordu. Fakat ona göre mutlu
olmak için “acısız bir yaşam” şarttır. Epikür’e göre insan fiziksel bir acı
duymadığı zaman mutludur. Oysa mutlu olmak için acıdan kaçmak düşüncesi
yanlıştır. Acının yokluğunda “haz” olsa da “mutluluk” olmaz. Zîrâ mutluluk bir
sonuçtur ve bu sonuca bâzen acılardan geçerek de ulaşılabilir ki kanımca
mutluluğa bu şekilde ulaşmak çok daha mutluluk vericidir.
Günümüzde herkeste bir “acı çekmeden yaşama ve ölme”
düşüncesi var. “Öleyim ama acı çekmeyeyim” diye düşünüyorlar. Acı çekmeyi istemedikleri
için, potansiyel olarak acı verecek olan işlere girişmiyorlar. Kanımca
ateizmin, özellikle deizmin ve agnostisizmin çoğalmasının nedeni budur. Böylelikle
ya Allah’a hiç inanmayacak yada Allah’a inanacak ama vahye, peygamberlere ve
dîne inanmadıkları için, dînin îcâbında acı veren yükümlülüklerini de yerine
getirmeyerek ve bunun sonucunda acıdan kurtularak -güyâ- mutluluğa kavuşacaklardır.
Epikürcülük, “mutlu olmak için
ne yapmalıyım?” sorusu üzerine kuruludur. Hâlbuki mutluluk bir sonuçtur.
Yaptığınız bir şeyin sonucunda mutlu yada mutsuz olursunuz ki bu mutluluk sünnetullah
ve imtihan gereğince çok da uzun sürmez. Çünkü Dünyâ’da gerçek mutluluk sürekli
değildir, olamaz da. Zîrâ gerçek mutluluk ancak, “herkes mutlu olduğunda”
olabilir ki bu da sâdece ve ancak cennete has bir durumdur. Cennet bu nedenle
bir “mutluluk diyârı”dır, zîrâ orada mutsuz insan yoktur ve herkes mutludur.
Çünkü “herkesin tüm ihtiyaçları” ancak cennette karşılanabilir.
Zevk-ü sefâ içinde yaşamanın en önemli noktalarında biri
yeme-içme noktasındadır. Televizyon, internet ve belli yerlerde yeme-içme
görüntülerinin bu kadar yaygınlaştırılması ve çeşitli ve absürd yiyecek ve
içeceklerin insanların gözlerine-gözlerine sokulup durulmasının nedeni budur.
Epikür de “her iyi şeyin başlangıcı ve temeli damak-zevkidir” diyordu. Damak-zevki
almak elbette yanlış, günah ve haram değildir. Fakat bunu abartmak ve bu
merkezde olmak yanlış, günah, haram ve ayıptır hattâ kanımca suç da olmalıdır.
İnsanlar ama özellikle modern insan dinden-îmandan uzaklaşınca
ve kopunca felsefe ve modern-bilim merkezinde bir düşünceyi ve yaşamayı “hayâtın
anlamı” olarak görmeye başladı. Bu da sınırı kaldırdı ve aşılmadık kırmızı
çizgi bırakmadı. Artık herkes zevk-ü sefâ içinde yaşamanın hayâlini kurmaya ve
özlemini duymaya başladı. İyi ama Dünyâ herkesin zevk-ü sefâ içinde yaşamasına
yetecek potansiyele ve imkâna sâhip değil ki!. O-hâlde zevk-ü sefâ içinde
yaşayanlar ve yaşamak isteyenler, şerefsizce, kendileri zevk-ü sefâ içinde yaşarken,
büyük çoğunluğun ise sınırlı ve yetersiz bir şekilde yaşamasını mı istiyorlar
ve bunu meşrû mu görüyorlar?. Yoksa bu kişiler, bâzı câhil, nâmussuz ve
şerefsizlerin dediği gibi; “parası olan yiyip-içecek ve giyip-gezecek ama
parası olmayanlar bunu yapamayacak” düşüncesini doğru mu görüyor?. O zaman
onlara şöyle demem gerekir: “Ulan it-oğlu itler!. Siz zevk-ü sefâ içinde
yaşayacaksınız diye ben sıkıntıya girip zorluk mu çekeceğim?!, şerefsiz
köpekler!”.
Dîni değil de beşerî düşünceleri meselâ felsefeyi
hayatlarının merkezine alanlar, Epikuros’un dediği gibi, felsefe yapmanın, “bedensel
zevkler konusunda kılavuzluk etmek” olduğunu düşünmeye başlarlar ve başladılar
da. Niçin?. Çünkü zevk-ü sefâ içinde yaşamak istemektedirler.
Zevk-ü
sefâ içinde yaşamanın bir sonu olmadığı için zevk-ü sefâ içinde yaşamak
arzusunda olanlar yada böyle yaşayanlar bir yerden sonra mecbûren sapkınca
şeyler de yapmaya başlayacaklardır. Epikuros’un ortağı Metrodorus’un kardeşi
Timokrates, çok fazla yediği için Epikuros’un günde iki kez kusmak zorunda
kaldığını söylemişti. Stoacı Diotimus, şehvet dolu elli mektup yayınlayarak,
bunların sarhoş ve cinsel olarak uyarılmış hâldeki Epikuros tarafından kaleme
alındığını iddiâ etti. Epikür, “mutluluk” zannettiği hazzı ve zevki kesintisiz
bir şekilde yaşamak için olsa gerek, yazdığı kitapları sarhoşken ve cinsel
olarak uyarılmış hâldeyken yazmış. Zevk için şu yapılana bakar mısınız?. Şunu da söyleyelim ki, hayatta sâdece yemek yemekten
zevk alıyorsanız, “psikolojiniz adamakıllı bozulmuş” demektir.
Epikuros’un öğretileri çok tutuldu ve destek gördü. Öğretileri
özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde çok beğeniliyordu. Ege ve Akdeniz bölgelerinde
hâlen böyle bir zihniyet vardır. Herhâlde denizin kıyısı ve yakını olduğundan
dolayı olsa gerek, oranın insanları tüm zamanlarda acısız ve zevk-ü sefâ içinde
geçecek bir yaşam özlemi içinde olmuştur. Denize yakın yaşayanlar, dünyevî hayâtı
ıskalamaktan ve zevkten mahrûm olan bir yaşam düşüncesinden çok korkarlar.
Çünkü deniz, insanı gevşetir. Gevşeyen ve yavşayan insan için ise hazdan daha
önemli ve gerekli bir arzu olmaz.
Modernite ile birlikte Epikür’ün felsefesi değil ama
yaşam-biçimi “bolluk içinde mutluluk” şeklinde değiştirilerek tüm Dünyâ’ya
yayılmış durumdadır. Bu yüzden de tüm Dünyâ’da insanlar, mutluluğu getireceğini
ve zevki, neşeyi, hazzı, konforu, eğlenceyi, keyfi sağlayacağını düşündükleri
paranın peşinde birer köpek gibi koşmaktadır. Çünkü onlara göre “mutlu olmak için neye sâhip
olmam gerek?” sorusu, eğer ortada para gibi bir sorun yoksa, yanıtlanması hiç
de zor olmayan bir sorudur.
Epikuros’un felsefesi sonraki 500 yıl boyunca etkinliğini
korumuştu ama Roma İmparatorluğu batı’da gerilemeye başladığında ve barbarların
ama özellikle Hristiyanlığın etkisiyle yavaş-yavaş ortadan kalktı. Çünkü din
hâkimiyeti ele geçirdi ve sınırlar koydu. Zîrâ vahiy-merkezli bir dînin zevk,
sefâ, haz, konfor, eğlence ve keyif içinde bir yaşam düşüncesini
sınırlandırmaması hattâ ortadan kaldırmaması düşünülemez. Ne yâni?; hem
Dünyâ’da hem de sonsuz nîmetler diyârı olan cennette zevk-ü sefâ içinde mi
olunacak?. Bu, sünnetullah ve imtihan bilincine aykırıdır ve üstelik Allah’ın
murâdını yok saymak demektir.
Peki zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada
yaşamak isteyenler böyle bir çelişki ile karşılaşınca mecbûren âhiret düşünce
ve inancından uzaklaşmaya ve en sonunda da vazgeçmeye başlıyorlar. Bunu, aşırı
ve sapkın yorumlar yoluyla benimsiyorlar. Epikür’de de âhiret inancı yoktu.
Zâten âhiret inancının azlığı yada yokluğu düşüncesi kişiyi mutlakâ “zevk-ü
sefâ içinde yaşama” arzusuna yöneltir. Âhiret hayâtının olmayacağı fikri Epikür’ü
hazcılığa yönlendirmiştir. Epikür’e göre “tek ve kısa bir ömrü” olan birey,
hayâtı boyunca mutluluk ve hazza ulaşmak için çabalamalıdır. Dolayısıyla Tanrı
ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır. Kuruntulardan ve ön-yargılardan arınarak
buna ulaşılabilir”.
Allah’tan ve âhiretten, dolayısı ile
cennetten ümîdi kesenler de hayâtı Epikür gibi yaşama düşüncesine bağlandılar
ve bağlanıyorlar. Felsefe ile desteklenen “zevk-ü sefâ içinde yaşamak”
düşüncesinin yaygınlaşmasının nedeni budur.
Dünyâ’da iki tür insan vardır: 1-Vahiy-merkezli
olarak onurlu ve orta-hâlli bir hayat yaşamak isteyenler. 2-Allah’tan ve
âhiretten kopuk ve uzak şekilde haz, konfor, eğlence, keyif, refah ve zevk-ü
sefâ içinde yaşamak isteyenler. Bunun, hem Dünyâ’da hem de âhirette
gerçeklemesi mümkün olmadığından dolayı, zevk-ü sefâ içinde yaşamak isteyenler
mecbûren başkalarının haklarını çiğneyecek ve sonuçta hem Dünyâ’da
“görebilenler” nezdinde rezil bir hayat yaşayacaklar hem de âhirette “kızıl
tamu”yu yâni cehennemi boylayacaklardır.
İnsanların çoğu zevk-ü sefâ peşinde koştukça ona
ulaşamıyorlar ve zevk-sefâ içinde yaşayamıyorlar ama şeytan tam da bunu
yapıyor. Şeytan modern
zamanlarda, insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin doğru çıktığını
gördükçe zevkten dört köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkararak
zevk-ü sefâ içinde yaşıyor. Öyleyse, zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak
isteyenler, kendilerinin değil ama (çünkü bu pek de mümkün değildir) şeytanın
sürekli şekilde zevk-ü sefâ içinde yaşamasını sağlamış oluyorlar.
Sınırlı olmak şartıyla zevkli bir yaşam yâni hayattan
zevk almak yanlış değildir elbette ama, zevk-merkezli bir yaşam-şekli kişiyi
mutlakâ günaha, harama, ayıba ve suça yönelteceği için kesinlikle yanlıştır.
Lâkin zevk uğruna günaha girmek çoğu insan için sorun olmamaktadır. Çünkü günah
öyle bir şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir.
Zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak
isteyenler, böyle bir hayâtı elbette kolayca elde etmek istiyorlar. Fakat
aslında kolay elde edilen şey fazla zevk vermez. Zor ve riskli olanlar daha çok
tatmin edicidir. Ayrıca değeri de bilinir. Bu da kişiye gerçek bir mutluluk
verir.
Gerçek mutluluğun nedeni olan anlam daha çok
acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olmaları mümkün
değildir. Hazda, zevkte, konforda “anlam” olmadığı için “mutluluk” da yoktur.
Anlamdan kopuk olan haz, zevk ve konfor “mutluluk” değil, ancak bir “kendinden
geçme hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getiren tek şeydir. Gerçek mutluluk
ise, insanın “kendinden geçmesi” ile değil, “kendine gelmesiyle” ulaşılabilecek
bir şeydir.
Şu da var ki, zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar
yada yaşamak isteyenlerin bir yaraya merhem olduklarını, bir sorunu çözdüklerini
yada çözmek istediklerini, bir sorumluk aldıklarını ve yüklenilmesi gereken bir
yükün altına girdiklerini vs. görmek mümkün değildir. Zâten târih boyunca sorumluluk
alanlar, yüklenilmesi gereken yükü yüklenenler ve zulmü kaldırmak isteyenler
yâni Dünyâ’yı iyi yönde değiştirmek isteyenler ve değiştirenler hep “derdi
olanlar” olmuştur. Bu yüzden Dünyâ’da zevk, neşe ve refah içinde yaşayanların
yada yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim yapabilmeleri hattâ bunu
düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir. Bu nedenle mü’minler zevk-ü sefâ
içinde yaşamak düşüncesinden ve arzusundan çok uzaktırlar. Zîrâ onlar bunun ancak
ve sâdece cennette olacağını çok iyi bilirler.
Bundan dolayı bir mü’minin, zevk- sefâ içinde
yaşamak düşüncesinin hâkim olduğu modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern
hayat tarzından zevk alması söz-konusu bile olamaz. Zîrâ tüm zevklerin Dünyâ’da
yaşanması, âhirette yaşanacak bir zevkin kalmamasına neden olur:
“İnkâr edenler ateşe sunulacakları
gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve
zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte
yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan
dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).
Bu dünyâ, müslüman için “imtihan
dünyâsı”dır. “Zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ cennete olacak
inşaallah.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder