8 Mayıs 2022 Pazar

Modernite, Post-Modernite ve Post-Truth

 

“Şimdi de Allah size kitabı, içinde her-şey inceden-inceye açıklanmış olarak göndermişken Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim?. Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o tamâmıyla gerçek olarak Rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma!” (En-âm 114).

 

Modernite: Avrupa’da yaklaşık olarak 17. yüzyıl civârında ortaya çıkan, zamanla tüm Dünyâ’ya yayılan toplumsal değerler sistemine ve organizasyonuna verilen isimdir. Genel anlamda gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamâmındaki dönüşümü yada değişimidir.

 

Post-modernizm: Modernizmin sonrası ve ötesi anlamında bir tanımlama olarak kullanılmaktadır ve modern düşünceye ve kültüre âit temel kavram ve perspektiflerin sorunsallaştırılmasıyla ve hattâ bunların yadsınmasıyla birlikte yürütülmektedir. Modern sözcüğü, “tam şimdi” anlamına gelen Latince kökenli “modo”dan türemiştir. Bu sözcüğün önüne “post” kelimesi gelince “şimdiden sonra gelen” anlamı kazanmaktadır. Modernizmden sonra gelen, onu eleştiren, onun özelliklerine karşı gelen veyâ onu tamamlayan bir düşünce hareketidir. Burada iki nokta vardır. Modernizmden sonra gelmesi ve onun eksik yönlerini tamamlaması.

 

Post-modern dönem tüm “mutlak değerlerin”, “kutsal ve sorgulanamaz doğruların” darmadağın edildiği, insanın elinde güvenebileceği hiç-bir değerin kalmadığı bir dönemdir. Post-modern insan, bu anlamda kendisinden (vücûdundan), hazlarından ve bunların dokunulmazlığından başka hiç-bir değere tapınamaz. Post-modern dönem, yok edilen kutsalların yerine, insanlığın üzerinde anlaşabileceği hiç-bir değer öneremez.

 

Post-truth: Bir sıfat olarak, “nesnel hakîkatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” şeklinde tanımlanıyor. Türkçe’ye “gerçek-ötesi”, “gerçek-sonrası” şeklinde çevirebiliriz.

 

Bilindiği üzere “post” ön-eki bir şeyin sonunun geldiğini anlatmak için kullanılan bir kelime. Kimilerinin post-modernizm diyerek günümüz dünyâsını “modernlik sonrası” olarak tanımlaması gibi, post-truth da “hakîkatten sonraki” durumu ifâde etmek için kullanılıyor.

 

Aslında bu üç kavram farklı isimlerle isimlendirilse de sonuçta hepsi de aynı şeyin bir sonraki aşamasıdır. Farklı bir düşünce, ideoloji ve davranış değil, düşünce, inanış ve davranışların moderniteden post-truth’a doğru bireyselleşmesi demektir. Anthony Giddens bu konuda şöyle der:

 

“Bağımsız ve ayrı bir post-modern dönemden bahsedilemez. Modernlik kavramının iyice ve gereğince anlaşılmaması bu tür bir yanılsamaya yol açmıştır. Eğer bahsedilecekse yeni bir dönem ve adlandırmadan değil, modernliğin sonuçlarının eskisinden daha çok radikâlleştiği ve evrenselleştiği bir döneme doğru yol aldığımızdan bahsedilmelidir. Şöyle ki, modernlik, kurumlar düzeyinde çok boyutludur. Modernliğin kurumsal boyutları; kapitâlizm (rekâbetçi emek ve ürün piyasaları bağlamında sermâye birikimi), endüstriyâlizm (doğanın dönüştürülmesi, yapay çevrenin gelişimi), askerî iktidar (savaşın endüstrileşmesi bağlamında şiddet araçlarının kontrôlü) ve gözetlemedir (enformasyonun ve toplumsal denetlemenin kontrôlüdür). Yâni modernlik, yapısı gereği küreselleştiricidir. Küreselleşmenin boyutları ise ulus-devlet sistemi, kapitâlist dünyâ ekonomisi, askerî dünyâ düzeni ve uluslar-arası iş-bölümüdür. Buna binâen denilebilir ki, söz-konusu olan post-modern bir dönem değil, modernliğin sonuçlarının radikâlleşip evrenselleştiği bir durumdur. Çünkü modernliğin temel parametreleri olan kapitâlizm, endüstriyâlizm ve ulus-devlet sistemi hâlâ belirleyici bir önemi hâiz durumdadır”.

 

Modernitenin tüm aşamaları nefislerin daha çok kışkırtılması, çığırından çıkması ve daha derin bir boşluk ortaya çıkarmasına neden olmuştur. Bunların tamâmı, şimdiyi, şimdi olanı, yaşanmakta olanı kutsallaştırır ve “ilk baştaki” ve “ondan öncesi” yada daha da önemlisi, “en son” ve “en sondan sonrasını” düşünmemek, bunu takmamak ve mânevî ve meta-fizik anlamda önce ve sonraya inanmamak demektir. Çünkü “öncesi” bağnazdır, gericidir, ilkelliktir, “sonrası” ise belli değildir ve karanlıktır. Bu nedenle “önceye ve sonraya göre hayâtın düzenlenmesi gerekmez” inancını ortaya atar. Peki hayat ne ile düzenlenir ve insanlar neye göre düşünür, konuşur ve yaşar?. İşte modernizm, post-modernizm ve post-truth bunun cevâbını verir ve insanları aşkın olandan uzaklaştırarak, “Allah’sız ve hakîkatsiz olarak nasıl yaşanır”ın geçici cevaplarını verir. Dolayısı ile bunların üçü de ânı yaşam-şeklinin kavramlarıdır ve ânı yaşamaya engel olacak şeyleri zihinlerden ve kamusal alandan kaldırmak için ilerlenen süreçte gelinen yada uğranılan noktalardır. Bunlardan sonra da çok farklı bir değişim olmazsa yeni izmler ortaya çıkacaktır. Bunun ilhâmını şeytan verecektir.

 

Modernite lâik, post-modernite seküler, post-truth ise yalan üzerine kurulmuştur. Hepsi de hak ve hakîkate karşı ve hak ve hakîkatin zıddıdırlar. Her gün başka yalanlar söylenir ve buna bir îtirâz da gelmez. Böylece yalana göre olan bir hayat normâlleşir. Modernite kişiyi dinsiz, post-modernite münâfık, post-truth ise kişiliksiz yapar ve öyle olmaya zorlar. Hiç-bir şey ve hiç-bir kimse göründüğü yada olduğu gibi değildir. Zâten insanın göründüğü gibi olması çok ilkel olarak kabûl edilir. “Olmadığın gibi görün” sözü söylenmelidir artık.

 

Modernite, post-modernite ve post-truth’ta görünürlük çok önemlidir ve zâten bunlar bir görünürlük ideolojileridir. İslâm’da ise görünürlük değil, “olmak” önemlidir. Bu beşerî-şeytânî sistemlerde nasıl olduğun değil, nasıl göründüğün ve nasıl yaşadığın önemlidir. Aslında görünen sen tam olarak sen olmasan bile fark-etmez. Önemli olan senin sen olmadığını kabûl ettirebilmendir. Bu kabûlü sağlayabilmek için de her türlü yalan da dâhil her türlü gayri ahlâkî şeyler bile yapılabilir. Yalan söylemek meselâ çok normâldir ve zâten hakîkat sevilmez ve bu yüzden de yalana sığınılır. Böyle olunca da en iyi yalan söyleyenler en üstte olurlar. Îtibârınızın en yüksek olmasını istiyorsanız en iyi yalanı sizin söylemeniz gerekir.

 

Artık neyin doğru olduğu değil, insanın “iyi” olarak neyi kabûl ettiği ve “iyi hissettiği” şey önemli hâle gelmiştir. Bir şey kötü, çirkin, bâtıl ve çirkef olsa da, önemli olan, insanın ne hissettiğidir (post-truth). Doğruyu-yanlışı buna göre belirlemektedir. Böylece bireyin ilahlığının(!) önünde hiç-bir engel kalmamıştır.

 

İslâm’da “îman her-şey”ken, bu şeytânî sistemlerde “imaj her-şey”dir. İmaj uğruna îmanlar fedâ edilmiştir ve îman uğruna hiç-bir şey yapılmazken ve yapılması doğru da bulunmazken, imaj için bir şeyler yapmak ve hattâ varını-yoğunu imaj için harcamak çok üstün bir özellik ve övgü nedeni olur.

 

İslâm adanmışlık üzerine kuruluyken, modernite, post-modernite ve post-truth denilen bu şeytânî sistemler haz üzerine kuruludur. Tek-dünyâlı olduklarından dolayı dünyâda ne kadar uzun süre ve kesintisiz haz alınıyorsa o kadar değerli ve iyi bir yaşam yaşandığı kabûl edilir. Yaşanılan hayâtın içi boş olsa da fark etmez ki zâten modernite, post-modernite ve post-truth, anlamı baltalayıp yok etmek için sürekli güncelleştirilerek ortaya atılmış olan şeytâni ilhâmlardır. Bunlar Dünyâ’ya bağlar kişiyi, âhireti ise unutturur. Âhiret hesâba katılmayınca ve unutulunca artık Dünyâ’da iken uzun ve kesintisiz hazzı yakalamak için her-şey yapılır. Tabi bu düşüncede insanlar çoğaldıkça, modernite, post-modernite ve post-truth kavramlarını ortaya atan kapitâlist-liberal tâğutlar semirdikçe semirir. Oysa İslâm âhiret-merkezli olduğu için adanma üzerine kuruludur. Bu nedenle kişilikli insanların anlamlı bir hayat yaşamasını hedefler. Bir insan ne kadar adanmışsa ve ne kadar takvâlıysa o oranda âhirette işi kolay olur. İslâm Allah’a îman-güven işidir. Diğer sistemler ise “yalana ve bâtıla inanma ve güvenme” üzerine kuruludur ve bu artık normâlleşmiştir.

 

Modernlikle başlayan, post-modernlikle ilerleyen ve nihâyet post-truth ile gelinen noktada yalan ile hakîkat-doğru, siyah ile beyaz, güzel ile çirkin, haram ile helâl, erkek ile kadın, güzel ile çirkin vs. karışmıştır-karıştırılır ve hangisinin ne olduğu seçilememektedir. Bu bir proje kapsamında yapılmaktadır ve modernite, post-modernite ve post-truth süreciyle ortaya konulmaktadır. Üstelik bir-çoklarınca iyi ve doğru olanın da bu olduğunun borazanlığı yapılmaktadır.

 

Allah’a îmandan ve O’nun kontrôlünden çıkmak, insanı ilahlaştırmak ve merkeze koymak, dîni hayattan uzaklaştırmak ve kâlplere-vicdanlara hapsetmek ve aslında orada bile bulunulmasına katlanamamak, maddeyi ilahlaştırmak, sevgiyi-saygıyı, merhâmeti-vicdânı ve adâleti baltalamak, Dünyâ’nın büyük bir kesimini zillete mahkûm ederken küçük bir azınlığın Dünyâ’yı hâkimiyetlerine alması ve tüm kaynakları ve serveti ellerinde tutmak gibi konularda Modernite, Post-Modernite ve Post-truth hepsi de aynıdır. Hepsi de kendi zamanlarının modası ve modernitesidir. Sâdece bir süreç içinde geliştirilmişlerdir ve moderniteden post-truth’a ulaşılmıştır. İhtiyaç duyuldukça ve insanları daha profesyonelce kandırmak için yeni izmler ve kavramlar ortaya atılacaktır; metavers gibi.

 

Moderniteden post-truth’a doğru bir gelişme(!) vardır. Bu gelişme küfürde, şirkte, nifakta, günahta ve zulümde bir gelişmedir. Merhâmet, vicdan ve adâlette ise çöküştür. Fakat bu kavramlar insanlara öyle bir anlatılır ve kandırılır ki, insanlar Dünyâ hızla güzelliğe, doğruya, hakîkate, iyiliğe vs. gidiyormuş gibi gösterilir. İşte modernite, post-modernite ve post-truth, bu zannı ortaya koymak için gerektiği zaman sırasıyla ortaya atılmış şeytânî düşünceler ve kavramlardır.

 

Modernizm ile İslâm’ı yenemeyen modern uygarlık, modernite yerine post-modernite ile Kur’ân’ı yenmek istemiş ama bu da başarısızlığa uğrayınca ortaya post-truth’u çıkarmıştır. İlginçtir ki hâkîkatin yerine yalan daha çok îtibâr görmektedir. Kitleler alsında nefsi kışkırtan ve azdıran bu kavramların ortaya koyduğu düşüncelere ve hayat-tarzına kolay alışırlar. Fakat mü’minler bu tuzaklara düşmeyecek kadar ferâsetlidir.

 

Modernite, post-modernite ve post-truth kavramlarının üçünde de insanı güyâ ilahlaştırmak vardır. Fakat aslında bunlar yüzünden her-şeyin kölesi olmaktadır modern insan. Hakîkatin yerine yalanı kabûl (post-truth) etmek iflâh olmaz bir köleliktir. Bu şeytânî kavramlar insanın, köle olduğunun farkına varmaması için ortaya atılan kavramlar ve düşüncelerdir.

 

Modernite doğru yola girildiğini, post-modernite en zirveye ulaşıldığını, post-truth ise insanın artık tanrılaşmaya başladığından söz eder. Oysa kitlelere karşı sâdece çok küçük bir kesim tanrılaşmış, diğer insanlar ise o tanrılara bilerek-bilmeyerek kulluk yapmaktadırlar. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah’a kulluktan vazgeçmişlerdir ki bu vazgeçişi sağlayan en önemli etkenlerden üçü, modernite, post-modernite ve post-truthtur. İslâm’a göre zirve Dünyâ’da değil, âhirette ve cennettedir. Cenneti kazananlar zirveye de ulaşmış olurlar. Bu şeytânî sistemler ise âhireti hesâba katmadıkları için ve zâten inkar da ettiklerinden dolayı cenneti ve ölümsüzlüğü Dünyâ’da kurmanın derdindedirler.

 

Bir yazıda post-modernizm için şunlar söylenir:

 

“Post-modernizm kavramı İkinci Dünyâ Savaşı’nın ardından ortaya çıktı. Savaşın yarattığı korkunç yıkım, batı dünyâsının ahlâkî ve etik değerlerini alt-üst etmişti. O zamâna kadar entellektüel çevrelerde geniş kabûl gören dünyâ görüşü ve anlayış, (ki buna o zamanlar ‘modern düşünce’ deniyordu) geçerliliğini kaybetmeye başladı. Yâni ‘daha iyi ve daha güzel bir dünyâya duyulan özlem ve hayâller’ artık sona ermişti. ‘Toplumsal refah’, ‘anlamlı bir hayat’ vb. kavramlardan geriye bir avuç hayâl-kırıklığı kalmıştı. Freud ve Marx’ın yöntemleriyle insan ve toplumun kavranabileceği, değiştirilebileceği ve geliştirilebileceğine dâir inanç da yavaş-yavaş ortadan kalktı. İşte post-modernizm terimi, bir-önceki dönemden kopuş anlamında, ‘modernizm’in sonrasını, ‘ötesini’ belirtmektedir.

 

Bir felsefe olarak post-modernizm, tâkipçilerine ‘her-şeyi’ ve ‘herkesi’ eleştirme (ve hattâ aşağılama) hakkı verir. Post-modernist bir akademisyene sorulacak olursa, hiç-bir şeyin (ahlâken, hukûken, estetik veyâ bilimsel olarak) ‘doğru’ olduğu ispatlanamaz. Tabî ki post-modernizmin kendisi bu kuralın istisnâsıdır. (‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’ sözünü hatırlayınız) Özetin özeti: Post-modernizm; kuralsızlığın kural , ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş-açısı veyâ yaşam-tarzını ifâde eder”.

 

Post-modernizm içinde yer alan unsurlar zâten modernizmin içinde vardır. Post-modernite, modernitenin kendi-kendini eleştirme denemesidir. Modernizm ve post-modernizmden bahseden bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Modernizmin vaâd ettiği şeylerin bir türlü gerçekleşmemesi ve her-şeyi çözebileceğine olan yanlış inancın somut olarak yalanlanması (nükleer silahlar, kimyâsal atıklar, açlık, yoksulluk, çevre kirlenmesi gibi konularındaki çözümsüzlük), modern-bilimin verilerinin kişisel politik tercihlerde kullanılması ve totaliter devletleri ayakta tutmaya yardım etmekle suçlanması, modern-bilimde teori ile gerçeklik arasındaki farkların artması, insanın vâroluşunun mistik ve meta-fizik boyutlarıyla ilgilenmemesi hattâ görmezden gelmesi ve modern-bilimin fazla somutlaşması ve duyguyu unutması post-modernizmi ortaya çıkarmıştır.

 

Post-modernizm olgusunun, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra bilimsel ve zihinsel bilgi üretiminde batı’da yaşanan derin krizin, Aydınlanma filozoflarının genel çerçevesini çizdiği modern paradigmanın derin bir sarsıntı geçirmesi sonucu ortaya çıktığı söylenebilir. Post-modernizmin, modernizmden bir kopma olduğunu savunanlar olduğu gibi modernizmin kendi içindeki bir eleştiri olduğunu iddia edenler de vardır. Post-modern bilgi modern süreç de oluşan bilimsel bilgi tekeline karşı bir özgürleşim çabasıdır. Post-modernizm parçalanmayı savunur. Post-modern insan, ister toplumsal, ister bilgisel ve hattâ estetik tarzda olsun her türlü bütünleşmeyi, sentezi hor görür, onları dışlar.

 

Post-modernizm geleneksel modern kabûlün aksine, bilgilerimizin gerçeğe birebir karşılık gelmediğini, gerçeğin hep yeniden üretildiğini iddiâ eder ve bunun için de hep yeni modeller geliştirilmesi gerektiğinin altını çizer. Post-modernist yaklaşım, her sorunun tek bir doğru cevâbı olduğu düşüncesini yadsımakta, aksine, her sorunun birden çok doğru cevâbı olabileceğini yada hiç doğru cevâbı olamayacağını öne sürmektedir”.

 

Post-modernizm, “evrensel bir doğru”nun olmadığını veyâ olsa da bilinemeyeceğini söyler. Nietzsche, “ahlâkî iyi”nin bir temeli olmadığını savunmasının yanında “doğrunun” olmadığını da savunmuştur. Nietzsche böylece, “anlam” diye bir şeyin olamayacağını söyler ve bu nedenle “hiççilik”i (nihilizm) tutarlı görür.

 

Post-modernizm, “asıl gerçeklik insanın duyguları, düşünceleri ve hayâllerdir” der. Modernizmi sorgulamakla başlar. 2. Dünyâ Savaşı’yla birlikte modernizmin çöktüğünü söylerler. Post-modernizm yüksek teknoloji ile kendini bâriz şekilde gösterdi. Post-modernistler teknoloji arttıkça mesâfeler de kısaldığı için diğer milletlerle ilişki içinde olunmasını söylerler ve bu bağlamda milliyetçiliğe de karşıdırlar. Küreselleşmeyi savunurlar. “Gerçeklik” kavramına yeni bakış-açısı getirmişlerdir. Onlara göre tartışılmaz ve evrensel bir gerçeğin olması mümkün değildir. Gerçek sandıklarımız gerçekliğin ancak bir parçasını oluşturur ve bu da yoruma her zaman açıktır. Çünkü gerçeklik kavramı beklentilere, önyargılara ve kültürlere göre değişkenlik gösterir. Bu bakımdan nesnel bir gerçeklik yoktur der. Çeşitliliği savunur.

 

Hakîkat yerine yalanı seçmek nasıl bir yozlaşmadır!. Doğallık yerine kozmetiği seçmek, gerçek yerine makyajı seçmek..

 

Hakîkatin buharlaşması ve çoğalması, “anlamın çoğalarak anlamsızlaşması ve dolayısı ile buharlaşması ve aslında yok olması demektir. Abdurrahman Arslan bu kavramlar hakkında şunları söyler:

 

“Hakîkati öldüren şüphedir, şüpheyle hakîkat bir-arada olmaz. Yâni bugün post-modernizmin geldiği nokta bu, şüpheyle berâber hakîkat de ortadan kalktı. Post-truth dediğimiz bir hadiseyle bugün karşı-karşıyayız, herkes istediğini yapar hâlde. Mâdemki ortak bir hakîkat yoktur, herkese göre bir hakîkat varsa, herkesin kendine göre bir hakîkati varsa, bu hakîkatin ‘hakîkat olduğunu bize kim söyleyecek?. Beden söyleyecek yâni insan bedeni, daha doğrusu, arzu söyleyecek. İnsan arzuları hakîkati temsil eder, gerçekliği temsil eder bugün insan için. Dolayısıyla da insanın arzuları artık bugün hakîkatin kaynağı durumundadır. İnsanın gündelik hayâtını düzenleyen otorite hâlindedir ve bu aslına bakarsanız bedenin öne çıkmasıdır.

 

Post-modern felsefe, hudutları ortadan kaldırıyor. İyiyle-kötüyü, adâlet-zulüm, ahlâklı-ahlâksız arasındaki çağdaş dünyânın hakîkat anlayışının ortadan kalkması ile sınırlar eriyor. Ama post-modern düşünce, post-modern felsefe, post-modern siyâset diyor ki, bunlar arasındaki hudutlar erirse çatışma ortadan kalkar, çünkü diyor çatışmayı yaratan, bu sınırların keskinliğidir, ayrışmadır. Oysa hakîkatin tekilliğinden çoğulluğuna geçebilirsek diyor, dolayısıyla herkesin kendine göre hakîkati olacağı için, dolayısıyla da insanların birbiriyle savaşmaları, mücâdele etmesi, kavga etmesi gereksiz olacaktır büyük bir nispette. Bu da tabî ki hakîkatin ve ona âit bilginin çoğullaştırılmasıyla ilgilidir.

 

Bilim bile kesinlik bildiren bir şey değil, artık o bitti, o dönem kapandı. Artık pozitivist bilgi, doğru bir bilgi değildir.

 

Post-truth, “değişimin artık en hızlı ve kökten olması” demektir. Son darbeyi vurmak ve hakîkat yerine bâtıl olanı hâkim kılmak için ortaya atılmıştır. Modernite ve post-modernite ile iyice gardı düşen insanlık, post-truth ile nakavt edilmek istenmektedir. Bu uğurda hakîkatler bile bir tarafa atılmıştır ve yalanlar hakîkat gibi gösterilmektedir. Post-truthta hakîkat yoktur, her-an değişen sözde doğrular vardır. Fakat bunlar aslında “gerçekten doğru” değil, o anda kullanılan ve halkın büyük kesimi tarafından kabûl edilen geçici doğrular yada aslında yalanlardır.

 

Post-truth, “hakikat sonrası, gerçek ötesi” gibi anlamlara geliyor. Gerçeğin çarpıtılması, manipüle edilmesiyle yaratılan sahte gerçeklik “post- truth” kavramının kilit tanımı. Avrupa’nın, özellikle 2016 yılında dolaşıma soktuğu ve Oxford Sözlük’ün de 2016’nın kelimesi seçtiği post-truth özellikle politik ve medyatik çıkmazlara işâret ediyor. Yitirilen yada kendince yaratılan “yeni gerçek” vurgusuyla samîmiyetin, içtenliğin ve dürüstlüğün hebâ edilmesi, kavramın günümüzde geldiği anlamı karşılıyor. Burada amaç söylenenin sorgulanması değil, kitleleri iki dudak arasında coşturabilmektir. Bu da teatral bir şovun gerekliliğini gösterir.

 

Modern, post-modern ve artık “post-truth” denilen zamanlarda sanal ve sûnî olan şeyler “gerçek” olan şeylerden daha değerli ve geçerli kabûl ediliyor. Meselâ doktor size bilgisayarda-internet ortamında bir ilaç raporu yazıp hazırlar ve onun sûretini kâğıt şeklinde elinize verir. Siz de eczâneye gidersiniz ve ilaçlarınızı o rapor ile almak istersiniz. Fakat alamazsınız, çünkü elinizde gözle görünür ve elle tutulur, kaşelenip imzâlanmış gerçek bir madde olan kâğıttan bir rapor olsa da, o rapor geçerli olmaz ve sanal ortamdaki raporun sistemde gözüküp-gözükmediğine bakılır. Sanal ortamda sanal rapor hazır değilse yâni onaylandığı gözükmüyorsa, onaylanana kadar beklenir. Çünkü önemli ve geçerli olan rapor sanal olarak imzâlanmış ve onaylanmış olan rapordur. Eğer sanal ortamdaki rapor henüz imzâlanmamış ve hazır olmamışsa, sanal ortamdaki raporun gerçeği yâni elle tutulur ve gözle görünür olanı her ne kadar elinizde olsa da o raporla ilaçlarınızı alamazsınız. Geçerli olan rapor “gerçek olan” değil “sanal olan”dır. Maddeden yapılmış ve kâğıt şeklinde gözle görülür ve elle tutulur olan rapor işe yaramaz ve o sâdece bir “kâğıt parçası”dır. Işıktan oluşan ve sanal olarak görünen rapor ise geçerli ve değerlidir. Üstelik bu durum “ilerleme” ve “gelişme” olarak görülür ve kabûl edilir. Post-truth ile tüm her-şey bunun gibi olacak. Post-trutha göre “iki kere iki”nin 4 değil de 5 olarak kabûl edilmesi istenirse insanlar da 5 olarak kabûl edecektir. Yeni hesap makineleri 2+2=5 sonucunu çıkarırsa, post-modern insan da onu artık o şekilde kabûl edecektir. Çünkü 2+2’yi 5 olarak kabûl etmeyenler ve 4 olarak kabûl etmekte ısrâr edenler, gerici, ilkel, yobaz ve hattâ belki de terörist olarak görülecektir.

 

Modernizm, post-modernizm ve post-truthta hakîkati belirleyen şeyler, “mânevî ve ilmî olan” değil; imaj, yalan ve makyaj”dır.

 

Modernite, post-modernite ve post-truth, bunların hepsi hakîkatten sapmayla başlamıştır. Bu sapma zamanla iyice artmıştır ve günümüzde en sapkın hâl olarak “post-truth” denilen ileri bir sapkınlığa ulaşılmıştır. Fıtrattan ve fıtratla birebir uyumlu olan vahiyden sapıldıkça modernizm, post-modernizm ve post-truth başlamıştır. Sonra da yenileri (metavers) gelecektir. Bunlar insanın savrulamaya başlamasını ve artık savrula-savrula sapmasına, yoldan çıkıp uçuruma yuvarlanmasına neden olan şeylerdir. İnsanın sekülerleşmesi bunlarla başlamış ve artmıştır. Bunlar şeytanın sürekli geliştirdiği ve insanı saptırdığı modern silahlardır.

 

Aslında günümüzde sanal bir gerçeklikten bahsedilemez, çünkü sanal “gerçek” hâline gelmiş ve “gerçek” olan ortada görünmez, görünse de önemsenmez olmuştur. Böylelikle gerçeklik anlamını yitirmiştir. Sonuçta da gerçeğin bilgisi değil, sanalın bilgisi kabûl edilir olmuştur. Elinizde tuttuğunuz gerçek şeyler değil, sanal ortamda sûnî olanlar geçerlidir ve değerli olanlar da onlardır.

 

Modern insan için önemli olan “nasıl olduğu” değil de “nasıl hissettiği”dir. Çünkü o an ne hissettiği önemlidir. Biraz sonra farklı hissetmesi başka bir durumdur. Fakat belli bir zamanda iyi hissetmesi gerçek bir iyilik değildir. Çünkü hisler anlıktır ve bir-anda değişiverir ve biraz önce iyi hissederken biraz sonra ise kötü hissedilebilir. Bu nedenle “nasıl hissediyorsun” sorusu hem anlamlı değildir hem de samîmi değildir. “Nasıl hissediyorsun” sorusunda mânevî bir yön yoktur. Oysa “nasılsın” sorusu maddî ve mânevî yanı kapsar. Zâten ikisinin birlikteliğidir “iyi olma” hâli.

 

Müslümanlar modernizme karşı çıkarlarken, post-modernizm onları da kendine adapte etti ve müslümanlar bundan gâyet memnun bir şekilde post-moderne uygun yaşıyorlar. Artık post-trutha göre yaşamak da sorun olmayacaktır onlar için. Zîrâ post-truthu uygulayan muhâfazakâr-demokrat iktidâra göbekten ve gönülden bağlıdırlar ve onların gün-aşırı değiştirdikleri fikirlerine yeni yorumlar yapmakta zorlanmıyorlar. Üstelik bu yorumlar hakîkate aykırı olsa da fark etmiyor.

 

George Orwel’in 1984 romanında şöyle bir paragraf geçer: “Gerçi Yoldaş Ogilvy diye biri yoktu, ama gazetede çıkmış bir-kaç satır yazıyla bir-kaç düzmece fotoğraf onu vâr edebilirdi. Yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından. Yoldaş Ogilvy şimdi hiç yaşamamıştı ama, artık geçmişte yaşıyordu; üstelik, bu sahtecilik unutulduktan sonra, varlığı Charlemagne yada Julius Caesar kadar gerçek, onlar kadar tanıtlı kanıtlı olacaktı”.

 

Cehennemi kışkırtan şey, doğruların, hakkın ve hakîkatin yâni İslâm’ın yerine, yalanın, sûni olanın ve günahın îtibar görmesidir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

Devamını Oku »

29 Nisan 2022 Cuma

İslâm’a Ayak Uydur(ma)mak

 

“Ey îman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslâm’a ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır” (Muhammed 7).

 

Allah-bağının dışındaki tüm bağlar, insan için ayak-bağıdır. Mü’minler “vahye aykırı olan çağa, zamâna, mekâna, kültüre, ekonomiye, siyâsete ve kânunlara ayak uyduramayan insanlar”dır. Zîrâ onlar sâdece vahye ve vahiy-merkezli olana ayak uydururlar ve bunun mücâdelesini verirler. Çünkü sünnetullah denen ilâhi sisteme ancak ve ancak “İslâm Dîni ve düşüncesi” ile ayak uydurabilir. İslâm-dışı ideolojiler ve düşünceler ise yakın-uzak vâdede bertarâf olmaya ve def olup gitmeye mahkûmdur. 

 

Tabi gayr-i İslâmî zihniyet de kendi sistemine ayak uydur(a)mayanları ötekileştirir ve uzaklaştırmak ister. Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir yuda-greko-romen temelli bir uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor. Bu uygarlığa ayak uyduramayan düşünceler, sistemler ve ideolojiler ötekileştirilmekte ve merkezden uzaklaştırılmaktadır. Bu aynen hayvanların yaptığı gibidir. Hayvanlar, kendileri gibi hareket etmeyen, kendileri gibi davranmayan ve kendilerine ayak uydur(a)mayan üyelerini sürüden uzaklaştırır ve terk-ederler ve dönüp de arkalarına bile bakmazlar.  

 

İslâm’a ayak uydurmak vahiy-bilincine sâhip olmakla ve peygamberlerin ayak-izlerini tâkip etmekle olabilir ancak. Yoksa ya aradan sağa-sola kaçıp sıvışmak yada kervanı gerilerden bir yerlerden, kıyıdan-kenardan yâni ucundan-kıyısından tâkip etmek yoluna girilecektir. Fakat bu tâkip çok da uzun olmayan bir zaman sonra aksayacak ve akim kalacaktır. Zîrâ uygunsuz adımlarla gidildiğinde İslâm’a ayak uydurulamayacak ve ara sürekli açılarak, İslâm’ın gösterdiği yollardan daha farklı yollara sapılmaya başlanacaktır. Böyle olunca da geride kalanlar yada yoldan çıkanlar, mü’minleri ancak kıyıdan-kenardan tâkip edebilecekler ve saptıkları ve bulundukları yolu “İslâm’ın yolu” zannedeceklerdir. Hattâ saptıkları yolu “İslâm’ın en doğru yolu” olarak görecekler, kendilerini de “İslâm’a en iyi ayak uyduranlar” olarak kabûl edeceklerdir. Kendilerine “İslâmî yol” diye dar ve kısa yollar-koridorlar açacaklar ve o yolu da “İslâm’ın ana yolu” olarak benimseyeceklerdir.

 

İslâm’a ayak uydurulmadığında yada uydurulamadığında (aslında ayak uydurmak istenilmediğinde) farklı yollara sapılması kaçınılmazdır. Tabi böyle olunca da sonuçta “İslâm yolunda gidiyorum” zannederek şeytanın, nefsin ve tâğutların yollarında turlayıp kalınacaktır. Aynen İsrâiloğullarının kırk yıl boyunca çölde dolanıp durmaları ve boşuna yorulmaları gibi, bir arpa-boyu bile yol alınmadan yerinde saymak kaçınılmazdır. Maalesef günümüzde müslümanların durumu aynen bunun gibidir. Hâlbuki sorsanız İslâm’a ayak uydurmuşlar ve sağlam bir yolda gitmektedirler. Fakat aslında belli bir güzergâhta turlayıp durmaktadırlar.

 

Peki neden müslümanlar, örnek mü’minler olan peygamberler ve onlarla birlikte olanlar gibi uygun adımda gidip de İslâm’a ayak uydurmuyorlar yada daha doğrusu uydurmak istemiyorlar?. Çünkü İslâm, Allah’ın insanlar için koyduğu sistemin ve imtihanın adıdır. İmtihan bir sorumluluk ister ve her sorumluluğun de bir bedeli-bedelleri vardır. Bâzen bu bedeller duruma göre çok ağır da olabilmektedir. Zâten örnek şahsiyetler olan peygamberlerin hayatlarına bakıldığında onların ağır bedellerle imtihan edildikleri çok net olarak görülür. Ana-babalarıyla, eşleriyle, evlatlarıyla, mallarıyla ve canlarıyla imtihan edilmişlerdir. O hâlde tüm zamanlardaki ve mekânlardaki mü’minler de aynı yada benzer imtihanlarla karşılaşacaklar, aynı yada benzer bedelleri ödeyecekler ve aynı yada benzer yollardan geçeceklerdir. İşte bu imtihanı ve bedelleri göze al(a)mayanlar, İslâm’a ayak uyduramayacak, uydurmak istemeyecek ve mü’minlerle birlikte uygun adım atamayacaklardır. Fakat kendi saptıkları yolları “İslâm’ın yolu” zannetmeye devâm edeceklerdir. Lâkin sünnetullah gereğince bir süre sonra İslâm’a ayak uyduramayarak saptıkları yolda gidişleri başkalaşacak ve sırıtmaya başlayacaktır. Çünkü “mü’minleri tâkip ediyorum” diye bambaşka yollara sapmış olacaklardır. Hz. Âdem’den bêri olan şey budur. Zîrâ sünnetullah gereğince, İslâm’a ayak uydur(a)mayanlar mutlakâ bâtıl yollara saparlar.

 

İnsanların İslâm’ın yoluna bir aşkla-şevkle girip de mü’minler gibi bir hâl takınarak bir süreliğine hızla yol almalarına rağmen bir süre sonra o hâlden uzaklaşmalarının yada hızlarının kesilmesinin nedeni, “İslâm’ın, -sünnetullah ve imtihan gereğince- karşılarına çıkardığı ağır bedelleri gördüklerinde ve dirâyet yada pasiflik yollarıyla karşılaştıklarında bir kararlılık gösterememeleri nedeniyle çark etmeleri yada yan yollara sapmaları”dır. Gerek şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından yapılan ağır kuşatma, gerek ağır imtihanlar ve bedeller nedeniyle yeterli dirâyet gösterilemeyince insanlar mecbûren kendi içinde farklı düşünceler ve yorumlar yaparak İslâm’ın o dosdoğru yoluna karşı güçlü bir gard alıyorlar. Bâzen bu gard çok sıkı oluyor ve açık vermemek uğruna gard hiç indirilmiyor. Allah, Kur’ân ve Peygamber yâni İslâm uğruna da olsa bir tek yumruk yemeyi bile göze alamayanlar, İslâm’ın yoluna ayak uyduramamış olduklarından-olacaklarından dolayı ya çok gerilerde kalıyorlar yada yan yollara sapıyorlar. Tabi bunun cezâsı da dirâyetsizlik, samîmiyetsizlik, ihlâssızlık, kararsızlık ve boş-vermişlik olarak yansıyor. İslâm’a ayak uyduramayanlar daha doğrusu uydurmak istemeyenlerde zamanla bir “korkaklık, gevşeklik, yavşama, yan yatma çamura batma ve söylemde-eylemde çelişkiler” başlıyor.

 

Bu bedelleri ödemeyi göze alamayarak İslâm’la arasına çeşitli engeller koyarak; “neme lâzım, fazla da şey yapmaya gerek yok, yapacak bir şey yok” vs. gibi laflar ederek ancak dar ve arada kaçacak girintileri ve tâli sokakları olan yollara giriyorlar ve ilginçtir, girdikleri o yollarda tâviz vermeden gidiyorlar. Fakat şu iyi bilinsin ki o dar ve tâli yollarda İslâm’a ayak uydurmak mümkün değildir, çünkü o yol “İslâm’ın yolu” değildir. Zîrâ İslâm’ın yolu sırât-ı müstakîm yoludur, dosdoğru yoldur ve o yola bâtıl yolların karışması mümkün değildir. Şunu iyi bilin ki, üzerinde gitmekte olduğunuz yol zamanla daralıyorsa ve daraltıyorsa, adımlarınız yavaşlıyorsa ve yalpalamaya başlamışsanız, o yol ya İslâm’ın yolu değildir yada siz İslâm’a ayak uyduramıyorsunuz veyâ ayak uydurmak istemiyorsunuz demektir. Çünkü İslâm’ın yolunda sapma, yalpalama ve kayma olmaz. Zîrâ Allah, yollarında yürüyenlere yardım eder. Allah, yollarında uygun adım yürüyenlerin yollarını sağlamlaştırır ve onları Hakka ulaştıracak yeni yollar açar.

 

İslâm’a ayak uyduramayanların, İslâm’a ancak “ucundan-kıyısından” bir bağlılığı oluyor ki bu bağlılık İslâm’ın yolundan ziyâde, modernitenin, mevcut sistemin, şeytanın, nefsin ve tâğutların “işte size yürümeniz için gösterdiğimiz ve izin verdiğimiz tehlikesiz yol” dedikleri yoldur. Bu yol elbette peygamberlerin uygun-adım ve sapasağlam gittikleri yol değildir. Çünkü İslâm’ın yolunda ancak, İslâm’a ayak uydurabilenler uygun-adım gidebilirler. Allah, “uygun-adım marş!” deyince hiç sapmadan ve “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm (yâni tüm hayâtım) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (En-âm 162) diyebilenler; kendilerini İslâm’a adayarak Allah rızâsı ve cennet karşılığında Dünyâ’dan vazgeçerek sonuna kadar uygun-adımda giderek ve İslâm’a ayak uydurarak İslâm’ın yolunda yürüyebilenler, O’nu râzı edebilecek ve ebedî nîmet-diyârı olan cenneti kazanabilecektir.  

 

İslâm’a ayak uydurmak, gayr-i İslâmî sistemleri eleştirmek, îtirâz etmek ve bâtıl sistemlere ve yollara isyân etmeden ve o yollardan uzaklaşmadan olmaz. Şeytanın, nefsin ve tâğutların yollarına ayak uydurmaktan vazgeçmeden İslâm’a ayak uydurabilmek zinhar mümkün değildir. Mevcut lâik, seküler, demokratik ve modern sistemin kurallarına aykırı davranmadan İslâm’ın yoluna girilemez ve o yolda uygun-adım yürünemez, yâni İslâm’a ayak uydurulamaz. Mevcut şeytânî sistem içinde İslâm’a ayak uydurmak ve İslâm yolunda sağlamca yürümek mümkün değildir. Zîrâ İslâm hiç-bir sistemin tâkipçisi değildir. O sâdece, Allah’ın, sünnetullah ve vahiy ile çizip göstermiş olduğu en ideâl ve en muazzam sistem ve yoldur ki, bu muazzamlık kâinâtın her yerinde apaçık şekilde görülebilmektedir. Fakat bu, İslâm’a ayak uyduramayanlar yada ayak uydurmayı istemeyenler, hele İslâm’ın yolu yerine şeytanın, nefsin ve beşerin yollarına meftûn ve râm olmuş olanların idrâk edebileceği bir şey değildir.

 

Ey insanlar ve ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!; siz gerçekten İslâm’ın yolunun ne olduğunu biliyor musunuz?. İslâm’ın o dosdoğru yolunda sapasağlam yürümenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?. Eğer biliyorsanız, üzerinde olduğunuz ve gittiğiniz mevcut seküler yolun İslâmî bir yol olmadığını da biliyor olmalısınız. Böyle olunca da aslında İslâm’a ayak uydur(a)madığınızı, onun yerine; şeytanın, nefsin, tâğutların ve sistemin çizdiği yolda boynunuza “müslüman” tabelası asarak bâtıl yolda uygun-adım gittiğinizi de fark etmiş olmanız gerekir. En başta bunu îtirâf etmeden, sonra da bu yoldan nefret etmeden ve büyük bir azîm ve karalılıkla bu yoldan ayrılmadan İslâm’ın yoluna giremezsiniz. İslâm’ın yoluna girmedikçe de Hakkın yolunda uygun-adım yürümeniz ve böylece İslâm’a ayak uydurmak dirâyetini göstermeniz mümkün olmayacaktır. Eğer bu dirâyeti göster(e)meyecekseniz, ne olur bâri gölge etmeyin, engel çıkarmayın. Çünkü İslâm’ın yolu gölgeler ve karanlık içinde yürünecek bir yol değildir. Ayak uydur(a)madığınız ve bu nedenle yoldan çıkıp başka yollarda uysal-uysal yürümenize rağmen o yolu İslâm’ın yolu gibi görmeniz ve kabûl etmeniz hakkâniyetli değildir. Şunu da bilin ki, insanları da “İslâm’ın gerçek yolu” diyerek o bâtıl ve sapkın yollara çağırmanız, onların da günahlarını yüklenmenize yol açacaktır.

 

En iyisi mi, gelin “biz İslâm’ın yoluna ayak uyduramadık ve aslında uydurmadık, uydurmak istemedik. Çünkü İslâm’a ayak uydurmak bize zor geldi-geliyor, üstelik İslâm’ın yolu bize zevkli, keyifli ve sevimli gelmedi-gelmiyor” deyin de durumunuzu îtirâf edin. Çünkü gittiğiniz mevcut yol İslâm’ın yolu değildir. Çünkü eğer İslâm’ın yolu olsaydı, İslâm’a ayak uyduran peygamberler ve onlarla birlikte olanların yaptığı gibi, ya güçlü bir ses ve söz yükselterek hakîkati apaçık şekilde dile getirmeli ve ortaya koymalı, sonra da İslâm’ın yolu dışındaki diğer tüm yolları ber-tarâf ederek Allah’ın belirlediği İslâm’ın yolunu hâkim kılma gayreti içinde olmalıydınız ki zâten İslâm’ın farkını göstermenin ve hâkim kılmanın başka da bir yolu yoktur. Çünkü sünnetullah değişmez ve Allah kendi yolunda gidenlere yollarını açar. Böyle olmadığına göre demek ki gittiğiniz yol İslâm’ın doğru-düzgün yolu değildir. Zîrâ İslâm’a ayak uydurul(a)mamakta, işin kötüsü, uydurulmak da istenmemektedir.

 

Doğu’nun batı karşısında (modernizme göre) -görece- geri kalmasının nedeni, “doğu’nun gerilemesi” değil, “batı’nın hızlı ilerlemesi”dir. Doğu’nun o “hızlı ilerlemeye” ayak uydur(a)mamasının nedeni ise, batı’nın ilerleme tarzının din-merkezli olmadığından dolayı mutlakâ zulüm üretecek olmasıydı ki bu modern ilerlemenin faturasını mazlumlar ağır bir şekilde ödemişlerdir-ödüyorlar. Yâni doğu, batı tarzında ilerleseydi, batı gibi zâlim olurdu. Demek ki ayak uydurulması gereken sistemin ve yolun mutlakâ hakkâniyetli bir yol olması gerekir ki o yol sâdece İslâm’ın yoludur ve o yolda sâdece İslâm’a adanarak ayak uydurabilenler sağlamca yürüyebilirler.   

 

Mevcut dünyâya bakıldığında İslâm’ın yolunda gidilmediği ve İslâm’a ayak uydurul(a)madığı apaçık görülmektedir. Allah kendi yolunda gidenlere yollarını açacağını ve yolunu kolaylaştıracağını vaâd ediyor. Lâkin İslâm’ın yolu Kur’ân’da apaçık bir şekilde gösterilmesine rağmen İslâm’ın yolunda yürünmediği için Allah yollarını açmıyor ve kolaylaştırmıyor. Çünkü İslâm’a hakkıyla ayak uydurulmuyor. Allah, insanlara yollarını açmadığına ve yardımını ulaştırmadığına göre, demek ki müslümanlık iddiâsında bulunanlar İslâm’ın yoluna uymuyor ve İslâm’a ayak uyduramıyor yada uydurmuyor. Bu apaçık ortadadır. Çünkü başka yollara sapılmıştır ve modernizm ile birlikte modern insan ve modern müslümanlar kelle-başı farklı bir yola girmişlerdir ve de herkes kendi yolunu “en doğru yol” yâni İslâm’ın yolu zannetmektedir. İşte müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni budur.

 

İslâm, tüm zamanlarda bâtıl yollar yerine, vahyin ışığında kendi dosdoğru yolunu çizmiş ve o yolda nasıl yürüneceğini de peygamberleri ile göstermiştir. Artık insanlara düşen şey, İslâm’ın o dosdoğru yolunda uygun-adım yürümek ve aynen güzel-örneklik sâhibi peygamberler ve onlarla birlikte olan mü’minler-müslimler gibi, her türlü zorluğu göze alarak ve üstün gayret ve azim göstererek, İslâm’ın yolunda uygun-adım yürümek yâni İslâm’a ayak uydurmaktır. Bunun başka çâresi ve yolu yoktur. Akif’in dediği gibi; “yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar bir yol”.

 

“Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi” (Âl-i İmran 147).

 

Evet; İslâm’a ayak uydurmak yada uydur(a)mamak.. İşte bütün mesele bu!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

Devamını Oku »

24 Nisan 2022 Pazar

Kur’ân’ı “Kur’ân-Merkezli” Okumak

 

“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

 

“..Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Kur’ân’ı okumuş-okuyor olmakla, Kur’ân’ı “Kur’ân-merkezli okumak” farklı şeylerdir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân’ı Kur’ân bütünlüğüne göre tam bir teslîmiyetle okumak, idrâk etmek ve bu idrâke göre amel-eylemde bulunmakla sonuçlanan bir okuma-tarzıdır ki Allah’ın bizden istediği okuma-şekli budur. Peygamberimiz’in ve o’nunla birlikte olanların “güzel örneklik” olarak Kur’ân’ı okuması ve de Kur’ân-merkezli yaşaması böyle olmuştur. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumak, “göklerde olduğu gibi, yeryüzünde ve insanlar arasında; sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî, askerî,  ilmî vs. her alanı Kur’ân-merkezli okumak ve Kur’ân’ı aynen göklerde olduğu gibi, hayâtın bahsedilen tüm alanlarında hâkim kılmak için okumak” demektir. Allah Kur’ân’ı bunun için indirmiştir ki İslâm’ın özü olan tevhid işte bu demektir.

 

Peki Kur’ân, Kur’ân-merkezli okumanın dışında bir okuyuşla da okunur mu?. Aslında samîmi, ciddî ve gayretli ve de hayâtını Kur’ân’a adamış olanlar için Kur’ân, Kur’ân-merkezli okuma dışında okunamaz. Çünkü mü’minler Kur’ân’ı iç-âlemlerde hâkim kıldıktan sonra dış-âlemde yâni hayâtın her alanında da hâkim kılmak hedefindedirler ki bu ancak Kur’ân’ı merkeze alarak olabilecek bir şeydir. Kur’ân-merkezli okumanın ve yapmanın amacı budur. Kur’ân ancak Kur’ân-merkezli okunduğunda ve amel-eyleme döküldüğünde bu hedefe ulaşılabilir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşerî şeyleri merkeze alarak okumak ise, Kur’ân’dan tâviz vermeye ve dolayısı ile Kur’ân’dan uzaklaşmaya neden olur. Târih boyunca hem Kur’ân’dan önceki tüm vahiylerin hem de Kur’ân’ın vahiy-merkezli olmayan okumaları mutlakâ vahiyden tâviz vermekle sonuçlanmıştır. Kur’ân’dan ancak Kur’ân-merkezli okunduğunda tâviz verilmez. Kur’ân-merkezli olmayan tüm Kur’ân okumaları, mecbûren Kur’ân’dan tâviz vermeyle sonuçlanır. Zîrâ Kur’ân’dan tâviz vermeden beşerî şeyleri merkeze almak müslümanlar için mümkün değildir. Kur’ân’dan verilen her tâviz, merkeze alınan şeyi Kur’ân’ın önüne geçirir. Başka şeyleri Kur’ân’ın önüne geçirenler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumamaktadırlar, okuyamazlar.

 

Kur’ân ya Kur’ân-merkezli yâni Allah-merkezli olarak yada beşer-merkezli olarak okunur. Beşer-merkezli olarak yapılan Kur’ân okumaları bizzat Kur’ân’a aykırı olduğundan dolayı bâtıldır: Şüphesiz, sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse dîni yalnızca O’na hâlis kılarak Allah’a ibâdet et” (Zümer 2).

 

Müslümanlar hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve meselâ günümüzde Kur’ân’ı “modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın öznesi olacağına nesnesi olmuş oluyor. Kur’ân özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde düşünüyor, okuyor, yazıyor, konuşuyor ve davranıyorlar. Sonuçta da modernitenin ve zamânın nesnesi oluyorlar. Mevcut rezillikleri hep, merkeze ilâhî olanı değil de beşerî olanı almalarından dolayıdır. Bu nedenle Kur’ân-merkezli okumada Kur’ân mutlak anlamda merkezde olmalıdır. Kur’ân “mutlak” anlamda merkezde olmadığında merkeze başka şeyler alınmaya başlar ve artık her-şey Kur’ân-merkezli okunacağına, beşerî şeyler merkeze alınarak okunur ve dolayısıyla Kur’ân tahrif edilmeye başlanır ki târih boyunca vahyin tüm tahrifleri bu şekilde olmuştur. Kur’ân, Kur’ân-merkezli okunmadığında onu tahrif etmek kaçınılmazdır. Bu tahrif günümüzde müslümanlar tarafından aşırı modern-beşerî yorumlamayla yapılmaktadır. Aşırı yorum, Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli okunmamasından dolayı yapılmaktadır. Beşerî şeylere olan bağlılık, Allah’a olan bağlılığı aşmış olduğu için, Kur’ân’ı beşer-merkezli okuma meyli artmıştır.

 

“Müslümanım!” diyenlere baktığınızda, ellerinde sürekli olarak Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân okuyucuları, Kur’ân halkaları, Kur’ân meclisleri, Kur’ân aşıkları vs. olarak kabûl ediyorlar ve gösteriyorlar. Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş ki!. Zîrâ Kur’ân-merkezli değiller. Mutlak anlamda Kur’ân-merkezli değiller. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemlerinin bir-birini tutmamasının nedeni budur. Böyle olduğu için hayâtı Allah adına okumamış oluyorlar. Allah adına okunmayan hayat mecbûren beşer adına okunmaya başlıyor. Hayattaki davranışlar da hayâtın neyi merkeze alarak okunduğuna göre belirleniyor.

 

Kur’ân’ı, Kur’ân-merkezli olarak okumayanlar hangi merkezde, neyi merkeze alarak okuyorlar?. Elbette beşerî olan şeyleri merkeze alarak okuyorlar. Peki bunlar nedir?.  Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli olmayan okumalarını yedi maddede şöyle sıralayabiliriz..

 

1- Kur’ân’ı gelenek-merkezli okuyorlar. Kur’ân’ı gelenek-merkezli okumak, aslında onu “okumak” değil “tilâvet etmek”tir. Çünkü geleneksel okumalarda Kur’ân kişinin anladığı dilde değil de Arapçasından yâni “Kur’ân’ı yüzünden okumakla” oluyor. Arapça bilenler Kur’ân’ı yüzünden okuyabilirler elbette. Kişi, Kur’ân’ı anlamadığı dilden yâni Arapçasından da okuyabilir, bunda yanlışlık yoktur. Fakat bu, “Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak” demek olmaz. Bu sâdece “mushaf tilâveti”dir. Çünkü Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, hayâtı Kur’ân-merkezli okuyup inşâ etmek ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak için okumaktır. Kur’ân’ı yüzünden okuyarak bunun yapılamayacağı çok açıktır. Kur’ân’ı yüzünden okuyarak yâni tilâvet ederek İslâm’ı hayâta hâkim kılmak söz-konusu değildir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak için onu tam kâlbinden okumak gerekir.

 

Geleneksel okumada merkezde Kur’ân değil, aralarında sahih olanların da karıştığı hadisler ve rivâyetler vardır. Sayıları milyonlara varan hadisler, sözler ve rivâyetlerin büyük çoğunluğu (ki bu rakam kanımca %99 oranındadır. Çünkü sünnîlerin ve şiîlerin ellerinde bulunan kayıtlardaki mevcut hadis ve rivâyet diye geçen sözlerin sayısı, 1 milyonu sünnîlerin 1 milyonu da şiîlerin olmak üzere 2 milyonu bulmaktadır. İşte bu kayıtların %99’u kanımca uydurmadır hattâ bir-çoğu da zırvalıktır. Zâten en başta bunlar Kur’ân’ın kendisine aykırıdır. Kur’ân’a aykırı olan sözler bâtıldır. Zîrâ İslâm demek Kur’ân demektir. İslâm’ın temel kaynağına aykırı olan şey İslâm’dan değildir. Geleneksel okumalarda merkeze Kur’ân alınmamakta ve sahihi uydurmasından ayıklanamamış rivâyetler ve -sözde- hadisler alınmaktadır. Böylelikle Kur’ân, bu rivâyetlerin nesnesi yapılmaktadır. Çünkü gelenek-merkezli okumalarda Kur’ân bu rivâyetlere göre anlaşılmak istenmektedir. Bu durum bâriz bir şekilde Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumamaktır.  

 

2- Kur’ân’ı lîder, şeyh, hoca-efendi ve üstad-merkezli okuyorlar. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak kayıtsız-şartsız Kur’ân bütünlüğüne göre okumaktır. Kur’ân’ı, çok sevilen, saygı duyulan, korkulan ve körü-körüne tâkip edilen dünyevî-mânevî lîderlerin düşüncelerini, arzularını, zanlarını, sözlerini, yazılarını, konuşmalarını ve yaptıklarını merkeze alarak ve bunlara uygun düşmesi şartıyla okuyorlar. Uymadığında ve aykırı düştüğünde ise uyana kadar yorumlamaya tâbi tutuyorlar. Bu uğurda Kur’ân’a işkence ederek ona söylemediği şeyleri zorla söyletmeye kalkıyorlar. Bu tür bir okuma aslâ Kur’ân-merkezli bir okuma değildir. Merkezde Kur’ân olmayan tüm okunmalar, “Kur’ân’ı nesneleştirme ve birlerinin maşası hâline getirmek” demektir.   

 

3- Kur’ân’ı modern ideolojileri merkeze alarak okuyorlar. Kur’ân’ı lâik, seküler, demokratik, milliyetçi, feminist, kapitâlist, sosyâlist, komünist, ırkçı, modern ne kadar düşünce, ideoloji, sistem ve beşer-merkezli yapılanma varsa ona uydurarak okuyorlar. Tabi sonuçta ortaya bir-çok absürd okumalar ve yorumlar çıkıyor. Kur’ân bu ideolojilerin ve sistemlerin nesnesi yapılmaya çalışılıyor. Oysa Kur’ân’ın kendine-has bir düşüncesi, felsefesi, ideolojisi ve yapılanması vardır ki bu sâdece İslâm’a-Kur’ân’a has bir yapılanmadır. Bu yapılanma beşerî hiç-bir ideolojiye ihtiyaç duymaz ve tam-aksine beşerî olan her-şey Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat gelin-görün ki, çıkarlarına, arzularına yada eksik-yanlış düşüncelerine ve körü-körüne olan inançlarına uydurmak için Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşerî ideolojileri merkeze alarak okuyorlar ve Kur’ân’a şirk koşmuş oluyorlar.  

 

4- Kur’ân’ı tasavvuf/târikat-merkezli okuyorlar. Bu minvâlde başlıyorlar sonsuz yorumlar yapmaya. Kendilerine göre yorum yapmadan Kur’ân’ı okuyamıyorlar. Mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf ve târikatlar, Kur’ân’ı olduğu gibi kabûl edemedikleri için Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuyamazlar. Çünkü Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuduklarında kendilerine ihtiyaç kalmaz, tasavvufa ve târikata ihtiyaç kalmaz. Hele kendilerini gavs ve kutup adı altında ilah zannedenlere hiç ihtiyaç kalmaz. Bu nedenle aslında tasavvuf ve târikatlar Kur’ân’ı sevmezler ve hattâ bi-ince gıcık da olurlar. Kur’ân’ın “avam için” olduğunu söylemeleri bu nedenledir. Çünkü zâten kendilerine sürekli olarak “tecelli” adı altında vahiy inmektedir. Hem de aracısız bir şekilde.

 

Tasavvuf ve târikat, “Allah’tan başkalarına körü-körüne olan bağlılık” demektir. Kur’ân ise, Allah dışındaki bağlılıkları kabûl etmez ve şirk olarak görür. Kur’ân apaçık bir Kitap’tır ve ciddî, samîmî, gayretli ve odaklanarak yapılan okumalarda yâni Kur’ân-merkezli okumalarda kişinin her-şeyi anlayıp idrâk etmesini sağlayabilecek çapta bir Kitap’tır. Öyle yoruma falan muhtaç değildir. Kur’ân üzerine yorum yapılabilir fakat bu yorumlar da yine Kur’ân-merkezli olmak zorundadır. Kur’ân bütünlüğüne uygun olmayan ve aykırı olan tüm yorumlar eksiktir, yanlıştır, bâtıldır.

 

Tasavvufta Kur’ân âyetlerinden bahsedilir fakat bu âyetler hep yorumlanmış şekildedir. Hem de öyle bir yorumlanır ki, Kur’ân’ın-âyetlerin söylediklerinden bambaşka sözler ve anlamlar açığa çıkar. Meselâ Kur’ân “ana-babaya öf bile demeyin” der. Bu ne kadar da açık bir sözdür. “Ana-babanıza bağırıp-çağırmayın, onlara kaba davranmayın, kötü söz söylemeyin” diyor Kur’ân. “Yanınızda yaşlanırlarsa onlara öf bile demeyin” diyor. Bunlar ne kadar da açık sözlerdir. Âyette söylenen şey budur ve bunun başka bir anlamı yoktur. Ne deniyorsa odur. Bu çok açık bir âyettir. Fakat tasavvufçular bu apaçık ve kesin olan âyete bile yorum yaparlar ve ana-baba kelimesini siyah-beyaz, bâtınî-zâhiri, madde-mânâ vs. gibi uçuk-kaçık şekilde yorumlarlar. Böylece “zâhirî olana öf bile denmeyeceği gibi, bâtınî olana da öf bile denmez” demeye getirerek tasavvufu aklamaya çalışıyorlar. Zâten tasavvuf ve târikatlar Kur’ân’ı yorumlamadan ve olduğu gibi kabûl edip de okuyamazlar ve uygulayamazlar. Çünkü tasavvuf ve târikatların bir felsefesi vardır, kendilerine özel düşünceleri, terimleri ve uygulamaları vardır ki bunlar hem Kur’ân’da yoktur hem de Kur’ân bütünlüğüne aykırıdır. Fakat tasavvufçular buna rağmen Kur’ân’ı ancak bu felsefe ve uygulamalara uygun olursa kabûl ederler yada Kur’ân’ı ona uygun olarak yorumlarlar. Tabi yapılan yorumların neredeyse hepsi de Kur’ân bütünlüğüne ve Kur’ân-merkezliliğe aykırıdır. Söylenenlerin ve yapılanların Peygamberimiz’de bir örneği de yoktur. Tüm bunlar, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuyup kabûl etmemek ve onun yerine nefislerini, çıkarlarını ve körü-körüne olan inançlarını merkeze almış olmalarından dolayıdır. 

 

5- Kur’ân’ı sosyâl-medya merkezli okuyorlar. Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl-medya merkezli” olarak değil. Fakat bilinçli olarak sosyâl-medyada İslâm ve Kur’ân ile ilgili bir söz ve yorum ortaya atılıyor ve artık o yorum “en popüler yorum” olarak kabûl ediliyor. O yoruma uygun olmayan yorumlar inkâr ediliyor. Oysa sosyâl-medyada yapılan yorumların çoğu Kur’ân-merkezli yapılan yorumlar değildir. Zîrâ sosyâl-medyada da Kur’ân, Kur’ân-merkezli olarak okunmamaktadır. Çünkü sosyâl-medya, hakîkati değil, sanal-sûnî olanı, sürekli değişeni ve popüler olanı merkeze alır. Bu yüzden de sosyâl-medyada Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli okunması ve yorumlanması mümkün değildir. 

 

6- Kur’ân’ı modernizm-merkezli okuyorlar. Modernizmin hem ağır baskısı ve kuşatması altında bunalmış ve yenilmiş olmanın ortaya çıkardığı eziklik ve kompleksin etkisiyle, hem de modernizme râm, meftûn ve hayrân olmanın vermiş olduğu etkiyle, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de modernizm-merkezli olarak okuyorlar. Bu nedenle de modern dünyâya uymayan Kur’ân âyetlerini mecbûren aşırı yoruma tâbi tutuyorlar ve onu modernizme uydurana kadar zorluyorlar. Çünkü Kur’ân’ı olduğu gibi kabûl edemiyorlar. Zîrâ merkeze Kur’ân’ı değil de modernizmi almışlardır. Çünkü modernizmi “insanlığın ulaşmış olduğu en ileri nokta” olarak görüyorlar. Modernizmi en ileri nokta olarak gördükleri için de kendilerini, eski zamanlara dayanan Kur’ân’ı modernizme uydurmak zorunda hissediyorlar. Kur’ân’ın gerçek anlamının modernizme uydurulmasıyla açığa çıkacağını zannediyorlar yada işlerine öyle geliyor. Kur’ân’ı takmayan modernistler zâten konuyla ilgilenmiyorlar ama kendilerine müslüman diyen ve Kur’ân’a bağlı olduğunu söyleyen modernistler de onu ancak modernizme tam uygunluğuna göre okuyup kabûl edebiliyorlar. Modernizme uymayan hiç-bir âyeti aşırı yorumla başkalaştırmadan kabûl edemiyorlar. Modernizmin modern insana sunduğu dünyâlıklardan vazgeçemeyecek ve onları elinin tersiyle itemeyecek olanlar mecbûren Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak değil de modernizm-merkezli olarak okuyorlar. Zîrâ Dünyâ’yı ıskalamaktan korkuyorlar. Dünyevî zevklerden mahrûm kalmaktan korkuyorlar. Modernizmin kendilerine sunduğu maddî olanaklardan ve îtibardan mahrûm kalacaklarından korkuyorlar. Allah’tan değil de bunlardan korkuyorlar. Bu nedenle de Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de modernizm-merkezli okuyorlar. Fakat bu-şekilde okuyunca zırvalıktan başka bir yorum ve davranış ortaya çıkmıyor. Kur’ân’ı hayâta geçirip yaşamak ise söz-konusu bile edilmiyor.

 

7- Kur’ân’ı modern-bilim ve teknoloji-merkezli okuyorlar. An îtibârıyla modern insanın dini-imanı modern-bilim ve teknoloji olmuştur. Modern-bilim ve teknolojiye âdetâ tapılmaktadır. Öyle ki modern-bilim ve teknolojiye yönelik bir eleştiri bile yapmaktan korkulmaktadır. Fakat aslında günümüzde Kur’ân en çok da modern-bilim ve teknoloji ile tahrif ediliyor ve nesneleştiriliyor. Kur’ân’ı modern-bilime uydurabilmek için âyetlerle hiç alâkası olmayan absürd yorumlar yapılıyor.

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak değil de modern-bilim merkezli okuyanlar, Kur’ân’ın modern-bilim olmadan anlaşılamayacağını ve anlaşılmadığını söylüyorlar. Kur’ân’ın bizzat kendisine indiği Peygamberimiz’in ve sahabenin Kur’ân’ı anlayamadığını ve Kur’ân’ın ancak modern-bilim ile anlaşılabildiğini söyleyerek Peygamberimiz’i câhillikle ithâm etmiş oluyorlar ve ağır bir küstahlık yapıyorlar. Kur’ân’ın ancak modern-bilim ile anlaşılabileceğini söylemenin küfür olduğunu, Kur’ân’a şirk koşmak olduğunu idrâk edemeyecek kadar beyinleri-zihinleri modern-bilim ve de teknoloji ile büyülenmiş ve örselenmiş durumdadır.

 

Aslında bilim-perestler  modern-bilime Kur’ân’dan daha çok güveniyorlar, daha çok bağlılar, daha çok seviyorlar ve daha çok güveniyorlar. Bu nedenle de merkeze Kur’ân’ı değil de modern-bilimi koyuyorlar. Kur’ân ile modern-bilim arasında ortaya çıkan bir çelişkide, modern-bilimi değil de Kur’ân’ı yorumluyorlar ve modern-bilime uydurmaya çalışıyorlar. Sanki modern-bilim hiç şaşmaz ve yanılmaz gibi. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %90’ı, Dünyâ-içi verilerinin %60’ı eksik ve yanlıştır, yanlış çıkıyor. Teorilerin sürekli olarak yanlışlanması ve değişmesi (yanlışlanabilirlik ilkesi) bu nedenledir. Bu yüzden meselâ doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkatleri kabûl etmekte zorlanırlarken, “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez resim”e, hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman edebiliyorlar. Modern-bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?. Bunun nedeni, “müslümanım!” demelerine rağmen merkeze Kur’ân’ı değil de modern-bilimi ve de teknolojiyi almış olmalarıdır. Zîrâ gerçekten kayıtsız-şartsız îman ettikleri şey İslâm ve Kur’ân değil, modern-bilimin, çoğu eksik ve yanlış verileri ve teorileridir, yâni modern-bilimdir.

 

Bunlar Allah’a, İslâm’a ve Kur’ân’a değil de gayr-i İslâmî, gayr-i Kur’ânî şeyleri daha çok seviyorlar, aslında gerçek anlamda onlara bağlılar ve bu nedenle de merkeze mutlak anlamda Kur’ân’ı değil de beşerî olanı alıyorlar. Kur’ân ve modern-bilim arasında kalsalar, inanın bir-çoğu modern-bilimi seçer. Kur’ân’ı bu nedenle merkeze alamıyorlar. Zâten îtibarlarını onlara Allah’ın ve Kur’ân’ın değil de modern-bilimin verdiğini hissediyorlar ve biliyorlar. Merkeze modern-bilimi değil de Kur’ân’ı aldıkları anda tüm îtibarlarını yitireceklerinin farkındadırlar. Zîra sistem, merkeze Kur’ân’ı değil, beşerî olanı almıştır ve ancak beşerî olanı merkeze alanların önünü açmakta ve onlara dünyâlık îtibar kazandırmaktadır. 

 

Evet; bütün’den koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü reddetmeye başlarlar. İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Kâlpler gerçek anlamda ne malla-mülkle-parayla, ne de makamla-güçle huzûr bulur. Kâlpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin bulur. Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur.

 

Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil. Çünkü Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir. Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli yapmayı gerektirir. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli örnekliği ve siyâsetidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Allah’ın kâinâta koyduğu sünnetullah yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü” şeklinde tezâhür eder. Zîrâ İslâm sâdece bilmenin değil, bildikten, idrâk ettikten ve belli bir bilince erdikten sonra “yapmakla” yâni amel-eylem ile tamamlanır. Bu yapmanın en güzel örnekliği ise Ahzâb 21. âyette “güzel örneklik” olarak söylenen ve literatürde Sünnet denilen, Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli yaşamıyla tezâhür eder. Kur’ân-merkezli olmak, Kur’ân-merkezli okumaktan sonra Kur’ân-merkezli yapmayla tamamlanır. Peygamberimiz’de ve tüm peygamberlerde görülen ideâl yaşam-şekli, vahiy-merkezli okuma ve yaşamayla ortaya çıkar. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumayanlar ise beşer-merkezli yaşarlar. Beşer-merkezli okuyanlar ve yaşayanlar, İslâm-merkezli değildirler, çünkü Kur’ân-merkezli değildirler.  

 

İslâm söz ve amel bütünlüğüdür. Kur’ân sâdece bilmenin değil, bildikten sonra yapmanın da yolunu öğretir. Bu öğreti, Peygamberimiz’in güzel örnekliği ile gösterilir ve tamamlanmış olur. Kur’ân-merkezli okumaların dışındaki tüm okumalar, ya hiç amel-eylemle ilgilenmezler yada sâdece iç-âlemlerin inşâsı için amele başvururlar. Oysa Kur’ân iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve hayâtın her alanına hâkim olmak isteyen bir din’dir. Bu ise ancak Kur’ân-merkezli okumayla ve amel-eylem ile olabilir. Peygamberler bunun örnekliğini yapmışlardır.

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşer-merkezli olarak okuduğunuzda, İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber’e ve dîne gerek bile duyulmaz. Merkeze aldığınız şey, eğer kâlbiniz de “temiz” ise size yeter. Lâkin böyle bir durumda mü’minliğiniz kalmaz ve müşrikliğe adım atmış olursunuz.   

 

Kur’ân’ı, adanmış bir kâlple okumak önemlidir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumak, İslâm’a ve Kur’ân’a adanmadan olmaz. Kur’ân’a adanmadığınızda, onu samîmi, ciddî ve gayretli bir şekilde okumadığınızda ve de Kur’ân’ı idrâk edip de ameliniz-eyleminiz Kur’ân’a göre olmadığında, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumadığınız ortaya çıkar. Tüm hayâtınızı İslâm ve Kur’ân’a adadığınızda ancak, Kur’ân-merkezli olmuş olursunuz:

 

“O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim. De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162-163).

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, kardeşler olmuş bir İslâm toplumu kurmak, zâlime ve zulme direnmek, vazgeçebilmek, İslâm Devleti kurmak ve bir İslâm medeniyeti başlatmak ideâli ve hedefiyle okumaktır. Yoksa Kur’ân sâdece iç-âlemlerin gelişmesi, zihinlerin ve beyinlerin orgazmı, arzuların tatmini, bilgili olmak vs. için indirilmiş değildir. Kur’ân, Kur’ân-merkezli okunarak, kişinin ilk önce iç-âlemini, sonra da dış-âlemi inşâ etmek ve hayâtın her alanına ve mekânına hâkim olmak için indirilmiştir. Çünkü Kur’ân Allah’tandır. Kur’ân’ın Allah’ın sözü olması, onun iç ve dış-âlemde mutlak hâkim olmasını gerektirir. Bu nedenle Kur’ân’da şöyle denir:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak ve hayatı Kur’ân-merkezli dokumak” mü’minlerin en esaslı görevidir. Bunun için ilk önce iç-âlemleri Kur’ân-merkezli olarak inşâ etmek şarttır. Zîrâ içlerini aydınlatamayanlar dışlarını aydınlatamazlar.

 

Bir kâlpte iki sevgi olmaz; ya Kur’ân’ı merkeze alırsınız yada mecbûren beşerî olanı. Kur’ân’ı merkeze aldığınızda Kur’ân sizin hem iç-âleminizi hem de dış-âlemi inşâ eder. Kararlı ve azimli olursanız her iki âleme de Kur’ân’ı hâkim kılarsınız. Böylece Allah göklerde “tek İlah” olduğu gibi yeryüzünde de “tek İlah” olur ve tevhid tezâhür eder ve din tamamlanır. Fakat beşerî olanı merkeze aldığınızda, Dünyâ’dan ancak geçici ve sınırlı bir fayda görürsünüz. Âhirette ise Allah’ın sözüne ve Kitabına değil de, şeytanın, nefsin, tâğutların, arzuların doğrultusunda körü-körüne inanışları merkeze alıp ona göre düşünüp davrandığınız için büyük pişmanlıklar yaşarsınız.

 

Ne yapmalı? diye sormaya gerek yok. Kur’ân-merkezli okuyarak bilgi-bilince ermek, Sünnet-merkezli amelde-eylemde bulunarak îmânı ispât etmek. İslâm budur.

 

Biz bu Dünyâ’ya Kur’ân-merkezli okumaya, yaşamaya ve yine Kur’ân-merkezli olarak ölmeye geldik. Kur’ân-merkezli yaşayanlara ve ölenlere selâm olsun!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2022

 

Devamını Oku »