11 Haziran 2021 Cuma

Ribâ ve Kirâ

 

“Ribâ (fâiz), ancak şeytan-çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: ‘alım-satım da ancak ribâ gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribâyı haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (ribâya) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a âittir” (Bakara 275).

 

“İnsan için çalışmasından başka şey yoktur” (Necm 39).

 

Ribâ: “Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veyâ veresiye değiştirmek” anlamındadır.

 

Fâiz: “Arapça ‘fyḍ’ kökünden gelen ‘fâid’, artan, fazla, bir borca karşılık ödenen artık para” sözcüğünden alıntıdır.

 

Kur’ân’da “borç verilen şeyi belli bir ilâve ile geri alma” mânâsına olan ve “feyz” kökünden türeyen “fâiz” kelimesi yoktur. Bu kelimenin yerine, Kur’ân’da ribâ  kelimesi kullanılmıştır. “Fevz” kökünden gelen “fâiz” kelimesi ise Kur’ân’da zikredilmektedir. Bu iki fâiz kelimesinin zaman-zaman birbirine karıştırıldığı görülmektedir.

 

Arapça “kry” kökünden gelen kirâ, “bir mülkten yararlanma hakkı için ödenen bedel” anlamındadır. Arapçada “karâ” kirâladı anlamına gelir. “Kirâlamak” anlamında “kirâ” kelimesi Kur’ân’da yoktur. Kur’ân’da “icâre” yâni kirâ akdiyle ilgili açık bir hükme rastlanmaz. Tekil ve çoğul olarak 105 yerde geçen “ecîr” kelimesiyle genelde uhrevî karşılık ve mükâfat, çok az âyette de dünyevî karşılık ve ücret kastedilir. Sözlükte “ecr”, “bir işe karşılık ücret ödemek, mükâfatlandırmak” mânasında masdar, ayrıca “ücret” veyâ “mükâfat” anlamında isim olarak geçer. Kelime her iki kullanışa bağlı olarak “bir şeyi kirâya vermek” ve “mehir” mânâlarına da gelir. Ancak İslâm literatüründe “ecir” daha çok mânevî ve uhrevî konularda kullanılmıştır.

 

Fâiz olarak bilinen kelime Kur’ân’da “ribâ”dır. Ribâ “emeksiz ve haksız kazanç” anlamındadır. Yazı oyunca fâiz yerine ribâ kelimesi kullanılmıştır.  

 

Zamânımızda birileri, Kur’ân, ribâ yâni fâiz için “şeytan-işi” ve “şeytan çarpmışlık” demesine rağmen çeşitli ve aşırı yorumlarla ribânın haramlığını blôke eden açıklamalar yapıyorlar ve âyetin içini boşaltarak kavramın rûhunu öldürüyorlar. Böylece ribâ farklı bir anlama getiriliyor. O farklı anlamlar, yasakların ve haramların yasaklığını ve haramlığını güyâ gizliyor. Sonuçta da birileri Kur’ân’ın yasakladıklarıyla kolayca haşır-neşir olabiliyor. Meselâ “fâiz Dünyâ gerçeğidir” diyebiliyor. Oysa Allah; “ribâ alan kişi şeytan çarpmışa döner” diyor.

 

Ribâ gibi, kirâ da ribâya girer ve ribâ, “haksız (fâhiş) kazanç” demektir. Ribânın de kirânın da haksız kazanç dolayısıyla ribâ olduğu herkesçe mâlûmdur. Yoruma gerek yoktur. Hem yorum nereye kadar yapılacak ki?. Birilerini râzı ve memnun edene, hattâ son aşamada tâğutları ve şeytanı râzı edene kadar mı yorumlanacak âyetler ve tam da şeytanın, nefsin ve tâğutların istediği hâle mi gelecek?. Bu yorumlama; ribâ ve kirâyı meşrûlaştırana kadar mı sürecek?.

 

Bilginin kaynağı Kur’ân iken, eylemin kaynağı da Sünnet’tir ve İslâm sâdece “ilim dîni” değil, “amel dîni” de olduğundan dolayı Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Rivâyetlerin uydurma olup-olmadığı, Kur’ân’la uygun olup-olmadığı ile belli olur. Kur’ân genel hükümler koyar ve o hükümlerden “direkt olarak bahsedilmeyen hükümler” çıkarılabilir. “İnsan için sâdece çalıştığı vardır” âyetinden, “çalışmadan elde edilen gelir ribâdır” anlamı çıkabilir.

 

Kirâ da ribâya girer ve özellikle ev için alınan kirâ parası meşrû olmaz. “Kirânın haramlığı Kur’ân’da yok” deniyor. Peki helâl olduğu Kur’ân’ın neresinde var?. “Haram denmemişse helâldir” sözüne sığınmayın hemen. Çünkü bu söz de Kur’ân’ın sözü değildir. Ribâ gibi kirâ da ribâdır yâni haksız-emeksiz kazançtır. Ribânın tamâmı haramdır. “Ribânın helâl olanı ve haram olanı” diye bir ayırma yapılamaz. Kirâ da öyle, “bâzı kirâlar haram, bâzıları helâldir” diye bir saçmalık olmaz. Kirâyı ödeyenin kirâ ödemekten dolayı bir şikâyeti olmasa da, alan için o şey ribâ olmaktan çıkmaz. Meselâ dükkan kirâsında dükkanı kirâlamış kişi, dükkan üzerinden para kazandığı için kirâyı gözü görmeyebilir ama kirâyı alan için bu ribâ yâni haksız-emeksiz kazanç olması bakımından değişmez.

 

İki çeşit insan vardır: Ribâ alanlar, ribâ verenler; kirâ alanlar, kirâ verenler; yâni “alanlar ve verenler”. “Alanlar” için hava hoş tabi. Fakat “verenler” öyle mi?. Bir kumpasın içine çekilmişler ve sürekli veriyorlar. Birileri birilerine ha-bire ribâ-kirâ ödetiyor ve onlara nefes aldırmıyor. Birileri, birilerinden ömür-boyu ribâ ve kirâ alıyor, diğer birileri de uyanık ya; saf-câhil insanları kandırarak rant elde ediyor. Hiç yıllar boyunca kirâ ödediniz mi?. Ya ribâ vermek zorunda kaldınız mı?. Tanıdığım bir karı-koca her ay kirâ zamânı gelince kavga ediyorlar. Bir-gün berâber aynı ortamda iken; kirâyı verebilmek için temel ihtiyaçlarının hangilerinden vazgeçeceklerinin hesâbını yaptıklarına şâhit oldum. Adamın çâresizlikten başını öne eğmiş hâli mazlûmiyetin resmiydi. Hâlbuki bu kişi günün yarısını çalışmakla geçiriyordu.

 

Kur’ân’ın gerçek ve en doğru tanımı hayâtın tam ortasında yapılır, ciltler dolusu külliyatlar ile değil. Hayâtın tam ortasından bakıldığında, ribâ ve kirânın, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin baş nedenleri olduğu görülür. Bunlar zulmün daniskasıdır yâni. İslâm-Kur’ân zulme bir isyân olarak ve yeryüzünden zulmü kaldırmak için geldiğine ve bu “pislikler” de zulüm ürettiğine göre, bunların tamâmı haram, günah, yasak, suç ve ayıptır. Kur’ân’ın kavramlarının gerçek tanımları, hayâta bakınca net olarak görülür ve idrâk edilir. Böylece araştırmaya-incelemeye de gerek kalmaz.

 

Ribânın haram olduğu, Kur’ân’da apaçık şekilde bildirilen bir yasaktır ki ağır bir bedeli de vardır:

 

“Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, ribâdan artakalanı bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279).

 

Şeytan-işi bir pislik olan ribâ sistemi sâdece “ribâ almak”la değil, aslında daha çok “ribâ vermek”le hayâtiyetini sürdürebilir. Zîrâ verilen ribâ paralarından topladıklarını başkalarına ribâ ile verirler. O hâlde senin ödediğin kredi ribâyı, kesin olarak çok ağır bedeli olan bir günah-haramdır.

 

Âyette “ribâdan arta-kalanı bırakın” demekle, şu-an îtibâriyle “o işten vazgeçin” demek istiyor. Zâten sahabe de bu işten hemen vazgeçmiştir. Bu konuda açık hükümlere rağmen farklı bir şey söyleyemem. Yalnız şöyle bir şey var: İslâm, altyapısını hazırlamadığı şey için hüküm indirmiyor. Yâni körü-körüne, önünü-sonunu düşünmeden hüküm indirmiyor. Dolayısı ile ribâ yasağı da Medîne’de inmiştir. Oysa Mekke’de ribâ sistemi işliyordu. Ne zaman ki Medîne’de ribâsız bir sistem kuruldu, hemen ribâ yasaklandı. Şimdi; bireysel anlamda değil de, toplumsal anlamda, birilerinin dediği gibi: “şu-an bir İslâm devleti ve ribâsız sistem yoktur. Bu nedenle de alt-yapı mevcut değildir. Yâni Türkiye bir ‘dâr-ül harp’tir. O yüzden bu işte bir mâzeret ortaya çıkıyor” gibi düşüncelerle ribânın meşrûluğundan bahsedilemez. İsterse ribâ, çok cüz-i olsun yine de fark etmez.

 

İslâm aynı-zamanda bireysel sorumluluğu olan da bir dindir ve Kur’ân, tamamlanmış olarak önümüzde duruyor ve ribâ hakkında söyledikleri çok açıktır.

 

Kur’ân-Sünnet-merkezli okumalar yaptığımda yazının başındaki âyetlerden, ribânın haram olduğu gibi, kirânın da haram olduğunu anlıyorum. Bâzıları ribânın haramlığından dolayı bankadan parayı çekip ev alıyor ve kirâya veriyor. Fakat yine emeksiz bir kazanç olduğundan dolayı ribâya düşülmüş oluyor. Yâni ribâdan kurtulmak için ev alıp kirâya verildiğinde, bu sefer de başka bir zulüm olan kirâya bulaşılmış olunur. Çünkü kurtulunması gereken şey haksız ver emeksiz kazançtır. Fakat kirâ vermeden oturacak bir yer varsa sorun olmaz. Alacağın evin parasını biriktirene kadar oturursun. İki çeşit senaryo kurarak merâmımızı anlatmaya çalışalım..

 

1-Birinin 300.000 lirası var. Bu kişi her-hangi bir bankaya gidiyor ve “ben bu 300.000 lirayı size verirsem bana ayda kaç para ribâ verirsiniz” diyor. Banka da müşteriye meselâ aylık 2.000 lira vereceğini söylüyor. Kişi de bunu kabûl ediyor ve anlaşma yapıldıktan sonra parasını yatırıyor ve evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) bankaya gelip yatırdığı paranın ribâsı olan 2.000 lirayı alıp evine dönüyor. Bu durum sonraki aylar boyunca bu şekilde devâm ediyor. 

 

2-Birinin yine 300.000 lirası var ve bu kişi ribâyı günah sayıyor. Bunun yerine elindeki parayla bir emlâkçıya gidiyor ve 300.000 lira değerinde bir ev satın almak istediğini söylüyor. Emlâkçı tam da ona göre bir dâire olduğunu ve hattâ orayı kirâlamak isteyen bir kişinin de hazır olduğunu söylüyor. Adam evi beğeniyor ve anlaşma yapılıp ev satın alınıyor. Ertesi gün de kirâcıya ev 2.000 liraya kirâlanıyor. Anlaşmalar yapılıyor, ilk kirâ alınıyor ve adam evine gidiyor. Tam 30 gün sonra (ki bu süre içinde evinden hiç çıkmamış ve yan-gelip yatmış da olabilir) kirâcısına gidip parasını alıyor ve diğer aylarda da süreç böyle devâm ediyor.

 

Şimdi; (her-hangi bir zorunluluk durumu hâriç) ilk-örnek ile ikinci örnek arasında nasıl bir fark var ki; birincisi (ribâ) günah/haram olurken, ikincisi (kirâ) helâl/meşrû oluyor?. Toplumda böyle bir anlayış hâkim çünkü. İyi de, birinci senaryo ile ikinci senaryo arasında nasıl bir fark var ki?. İkisi de hiç-bir çaba harcamadan ve emek vermeden bir ay sonra hemen-hemen aynı miktardaki paralarını almaya gidiyorlar. İkisi arasında hiç-bir fark yoktur. Hattâ ribâdaki para zamanla enflasyon etkisiyle azalabilirken; evin değeri ise, bâzen iki-üç katına kadar artabiliyor. Evden çıkmadığı takdirde evin bakımı (boya/badana/tâmir) da kirâcıya âittir. Kentsel-dönüşüm, müteahhit etkisi, katların yükselmesi vs. nedenlerden dolayı evlerin zamanla yaşlanmasından doğacak zararlar da böylece oluşmuyor. Dolayısı ile kirâ olayında ribâdan de öte bir “ribâ” vardır. Üstelik hiç-bir kirâcı, verdiği kirâyı sevinçle, gönül rahatlığıyla ve huzûr içinde vermez.

 

Her zaman bir “kirâ sorunu” olur kirâcının. Bir-ay ne de çabuk geçiverir.. Kirâ zamânı ne de çabucak geliverir.. Ömür-boyu bitmeyen bir borcu vardır kirâcının. Öyle ki, kirâ vermekten dolayı ev-sâhibi olma fırsatı da bulamaz. Ev-sâhibi olan bir kişi, meselâ 50 yıl boyunca kirâ alırken; bir kirâcı da 50 yıl boyunca kirâ verir ve bu durum genelde değişmez. Değişmesi için genelde, yine başka bir zulüm sistemi olan ribâya bulaşması gereklidir kirâcının çünkü. Bir sömürüden başka bir sömürüye kapılması gerekir. Zâten kirâ-sistemini çıkaran yada pohpohlayan da ribâ sistemidir. Kirâ ile ribâ birbirlerinin sebep-sonucu olurlar, yıllarca birbirlerini beslerler. Hattâ ribâyı verenlerle kirâyı alanlar aynı kişiler olur. Bu kısır-döngü kişilerin ölümüne kadar gider ve ondan sonra da aynı-durum çocuklarının hayatlarında da devâm eder ve bu böylece sürüp gider. Ribâ-kirâ alan adamın oğlu ribâyı-kirâyı almaya devâm ederken; kirâ-ribâ ödeyen adamın oğlu da kirâ-ribâ ödemeye devâm eder durur. Tâ ki “İslâmî bir devrim” olana kadar…

 

“Enflasyon değerinden daha aşağı bir getirisi olduğunda şey ribâ anlamında fâiz olmaz ve yasak değildir” diyorlar. Yâni fâizi değil, fâizin oranını düşünüyorlar. Fâizin oranı bugün düşük olur yarın yükselir. Şeytânî devletlerde fâiz her zaman yüksek olur. Aksi-hâlde millet kazanç elde etmek için parasını fâize yatırmaz ve bundan dolayı da fâiz diye bir şey olmaz zâten. Yâni enflasyon değerinden düşük yada enflasyon değeriyle aynı olduğunda zâten kimse fâize yönelmez. Bu nedenle bomboş bir laftır bu.

 

Oranına bakarak fâizin meşrû olabileceğine İslâmî açıdan aynı mantıkla baktığımızda, bir kazan balın içine bir damla zehir atılsa sorun olmaz mı yâni?. Yada bir kazan pilavın içine 250 gram domuz eti katılsa ne olur?. Çünkü oranı az ya.. Haram olanı oranı belirlemez, vahyin kendisi belirler. Haram, günah ve yasak dendiyse o şey artık ölüm-hâli dışında haramdır, günahtır ve yasaktır. Sarhoş etmeyen bir yudum içki de haramdır. Haramı oranı belirlemez. Allah’ın emri belirler. Oranının az olmasının haramı haram olmaktan çıkaracağının delîli nedir ki?. Vahiy yerine aklı ön-plâna çıkarmanın sonucudur bunlar. Vahiy karşısında aklı kullanmanın, dolayısı aklı ilahlaştırmanın sonucu bu tür sapmalar ve sapık düşünceler ortaya çıkıyor.

 

Seküler sistem kişiyi “günahsız yapamayacak” hâle getirdi. Günaha bulaşmadan yaşanamayacak bir Dünyâ kurdu. Bir İslâm Devleti olsaydı, devlet sana, yaptığı evlerden birini verir ve sen de kirâ öder gibi borcunu taksitle öder ev-sâhibi olurdun. Yada ev alacak parayı sana ribâsız bir şekilde vererek ev almana yardımcı olurdu ve borcu taksitle uygun bir şekilde öderdin. Fakat maalesef böyle bir şey yok. Müslümanlar arasında bildiğim kadarıyla böyle bir dayanışma da yok. “Emin Evim” gibi kuruluşlar bunu yapıyor gibi gözükse de bir tanıdığımın başına gelen bir olaydan dolayı orayı da tavsiye etmiyorum.

 

İşin trajikomik yanı da şudur ki; fâizi yâni ribâyı savunanlar, bankaya yatırılan paranın “kirâ gibi” olduğunu ve “paranın kirâya verilmesi” olarak düşündüklerinden dolayı ribâyı meşrû görmektedirler. Yâni ribâyı kirâ gibi gördüklerinden dolayı meşrû zannediyorlar. Oysa hem ribâ hem de kirâ helâl değildir.

 

O hâlde; İslâmî duyarlılık yâni takvâya göre konuşacak olursak kirânın haramlığı ribâ gibi açık olmasa da o da ribâdır.

 

Vel hâsıl kelam; biz burada İslâmî hassâsiyetle bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. İslâm’da çalışmadan ve emek vermeden gelen gelir ribâdır ve zâten ribâ budur. Ribâ ister bankadaki ribâlı paradan, isterse kirâdaki evden gelsin haksız ve emeksiz kazanç olması bakımından değişmez.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

Devamını Oku »

Aşırı Sosyâlleşmek


“De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah âhiret yaratmasını (veyâ son yaratmayı) da inşâ edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah her-şeye güç yetirendir” (Ankebût 20).

 

“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin…” (Ahzâb 33).

 

İki âyeti arda-arda okuduğumuzda, İslâm’ın ne kadar dengeli bir din olduğu görülür. İnsanları evlerine, okula, iş-yerlerine vs. bağlamayıp “çıkın da bir gezin görün” derken, bir yandan da gezmeyi abartarak “hiç evde kalmama durumu”nu da, özellikle gezmeyi erkeklerden daha fazla seven kadınlar üzerinden kısıtlar ve “oturun evlerinizde” der. Çok gezip-dolaşanın ayakkabısında eve “bok” getirebileceğini unutmamak gerekir.

 

İslâm, salt bir “mânevî ve kapalı-alan dîni” değildir. Sosyâl-kamusal alana da hitâp eder. O halde insanların sosyâlleşmesini de ister. Fakat sorun, sosyâlleşmekte değil, “aşırı sosyâlleşmek”tedir. Özellikle bir müslümanın “sosyâlleşiyorum” diye sürekli olarak sabahtan akşama kadar dışarıda bir yerlerde olması normâl değildir ve a-normâldir. Çünkü onun -dünyevî görevleri saymasak bile- namaz, okuma-yazma, anlatma, paylaşma vs. gibi zorunlu görevleri vardır. Peki aşırı sosyâlleşmiş olan müslümanlar bunları nasıl ve ne zaman yapacaktır?. Tabî ki “aşırı sosyâlleşme” denilen “gezme sevgisi”yle bunlar ya hiç yapılamayacaktır yada kısıtlı yapılabilecektir.

 

Hiç öyle “sosyâlleşmek çok gezmek değildir” falan demeyin. Sosyâlleşmek gezmek demektir. Zaten aksine a-sosyâllik deniyor. Aşırı sosyâllik, “aşırı gezme” demektir. 

 

Evde çok kalmak zamanla “ev alışkanlığı” yapıyor. Evde kalmaya alışmış olanlar dışarıya çıkmak istemezler ve hattâ dışarıya çıkmaya korkar hâle bile gelebilirler. O yüzden en azından belli mesâfede ve zamanda günlük yürüyüş yapmalıdır insanlar. Zâten metabolizma da bunu gerektirir. Yoksa ev onun için içinden hiç çıkmayacağı bir hapis-hâneye dönmeye başlar.

 

Bir de evde kalmaya alışanlarda ve dışarıya çıkmayanlarda, bir “dışarı korkusu” oluşur. Bir tanıdığımın oturduğu apartmanda yaşayan yaşlı bir karı-koca vardı. Onlar yıllardır dışarıya hiç çıkmamışlardı. Dışarı çıkmaktan korkuyorlardı. Bu durum ilk başta, dışarıda şâhit oldukları bir şiddet olayından sonra dışarıya fazla çıkmama karârı almakla başladı. Zamanla evden daha az çıkmaya ve en sonunda da hiç çıkmamaya başladılar. Çünkü dışarısı onlara, “başlarına mutlakâ bir belânın geleceği güvenli olmayan yer” olarak görülüyordu. Böylece yıllarca evlerinden hiç çıkmadılar. Öyle ki ihtiyaçlarını bile ya sipâriş ediyorlar yada benim tanıdığım kişiden alması için ricâ ediyorlardı. Bu durum a-normâllik bağlamında anlaşılabilir olsa da “normâl” değildir. Çünkü evde kalmak kişide gerçekten “dışarı korkusu” oluşturur ama bu korku aslında sûni bir korkudur. Çünkü dışarısı o kadar korkunç değildir. Dışarısını korkunç zannetmek “evde kalmaya alışmış olmanın verdiği bir rûh hâli”nden kaynaklanır. Dışarı çıkınca korkulan şeyin aslında korkulacak bir şey olmadığı görülür. Bu zâten her-şeyde böyledir. Bir işe bir türlü başlayamayanlar, işe başladıklarında işin o kadar da zor olmadığını görürler. “İşe başlamak bitirmenin yarısıdır” denir bu yüzden.

 

İnsan her gün dışarıya çıkıp bir hareket etmeli, Güneş görmeli, hava almalıdır. Engelliler için bu pek mümkün değildir. O yüzden engellilerin yaşadıkları ev, en-azından önü açık, bir yönü Güneş gören, havadar ve manzaralı olsa ne güzel olur. Çünkü aksi-hâlde bir buhrân oluşacaktır.

 

İnsan sürekli olarak kapalı bir alanda kalmamalıdır ama evde kalmak nasıl ki alışkanlık yapıyorsa, dışarıda durmak, dışarıya çıkmak da alışkanlık yapar ve insan artık eve girmek istemez hâle gelir. Bir keresinde gezmeyi seven bir arkadaşım gecenin 1’inde “canım hiç eve girmek istemiyor” demişti. Bir şeyler yapmak istiyordu. Sosyâl biri olduğu için “ev beni bunaltıyor” demişti. Hakîkatten de dışarıya alışmış olanları ve sözde aşırı sosyâlleşenleri, eve dönmek ve evde bulunmak bunaltır. Sürekli bir “hava alma” düşüncesi, sürekli bir gezme, bir yerlere gitme hayâli ve isteği vardır bu kişilerde. Ev bu kişileri bunaltır ve buhrana sokar. Öyle ki evde kaldığı için yüz ifâdeleri ve tavırları bile değişenler var. Bu durum özellikle de kadınlarda çok görülüyor.

 

Rahmetli olmuş olan bir tanıdığım; “arıyı ve karıyı gezdircen” derdi. Arının ve karının fıtratında gezmek meyli çoktur. Fakat bu, Kur’ân’ın da dediği gibi, aşırıya kaçmadan yapılabilse de, sürekli dışarıda olmayı gerektirmez. Âyet de zâten “oturun evlerinizde” diyor.

 

Modern insan dışarıda olmayı ne kadar da çok seviyor. Sürekli geziyor. Gitmediği AVM, kafe, restoran, sinema vs. kalmamış. Kullandıkları arabaların kilometrelerine bakınca 200 bin km.’den aşağısı yok. Demek ki sürekli geziyorlar ve km. yapıyorlar. Fakat bunu yapmak için belli bir zaman ayırmak da lâzımdır. Arabalar bu kadar km. yapıyorsa ve “evet biz oraya gittik”, yada “bu hafta şuraya gideceğiz” sözleri, bu kişilerin aslında bilgi-bilinç, okuma-yazma, namaz-niyaz ile ya hiç yada sınırlı ilgilerinin olduğunu gösterir. Çünkü plânladıkları yada yaptıkları şeyleri yapmak için 24 saatlik bir süre bile zor yeter. Bir tanıdığımın arabası 1 yılda 40 bin km. yol yapmıştı. Hesaplayınca günde ortalama 100 km.’ye tekâbül ediyor. Günde 100 km. yol yapmak için 1,5 saat harcanmalıdır ki trafiği de hesâba katarsak bu 3 saate kadar bile çıkar. İyi de nerelere gittin bu kadar?. Bu kadar zamânı nereden buldun?. Senin çalıştığın iş arabayla ilgili değil ki!. İşte bizim “aşırı sosyâlleşme” dediğimiz budur ve bu bir hastalık hâline gelmiştir. İnsanlar dışarıya çıkmadan ve bir yerlere gitmeden yapamıyorlar ve bunu yapmadıklarında kendilerini “yaşamamış” sayıyorlar.

 

Bir keresinde televizyonda ünlü bir târihçi, “sürekli gezin” diye gençlere tavsiye veriyordu. “Gezin görün, bilgi sâhibi olun. Dünyâ’dan haberiniz olsun” diyordu. Oysa hocası; “iyi bir târihçi olmak için çok gezmeye gerek yoktur ve hattâ tam-aksine evde-kütüphanede çalışmak gerekir” demişti. İslâm medeniyetinde âlimler de böyle yapmışlardı. Başlarını okuma-yazmadan-araştırmadan dolayı  kaldıramıyorlardı. Modern araştırmacılar da öyle. İki saat uyku ile çalışmasına devâm edenler var. Zâten ancak böyle olduğunda bir fark oluşur ve Dünyâ-çapında eserler verilebilir. Böyle adanmalar olmadıkça ve dışarıdan uzaklaşmadıkça bir fark oluşmaz. Medeniyet biraz da bu tarz çalışmaların bir sonucudur. Fuat Sezgin günde 20 saat çalıştığın söylüyordu ki bu, dışarıya pek de çıkmadığının göstergesidir. Herkes sürekli okuyan-yazan âlim olacak değildir tabi ama, aşırı sosyâlleşme, insanı ilim ve ibâdetten alıkoymakta ve moderniteye ve kapitâlizme kan pompalayarak alan açmaktadır. Onun güçlenmesini ve hayâtiyetini sağlamaktadır.

 

Aşırı sosyâlleşmek için vakit, bol para ve enerji olması gerekir. Hattâ bir de biraz hiçb-ir şeyi kafaya takmayan biri olmak gerekir. Sorumsuz da olmak gerekir. Aslında biraz da tembel olmak gerekir. Tembeller ilginçtir ki gezmeyi çok severler. Aynı yere iş için gitmek zorlarına gider ama gezmek olunca zevkle giderler ve sürekli bu şekilde yaşamak isterler. Bu belki de evde sorumlulukların olmasından ve o sorumlulukları yerine getirmek onlar için zor olduğundan dolayı olabilir. Ama aşırı sosyâlleşenler aslında birilerine yük olurlar. Ya gittikleri yerdekilere yada evde bıraktıklarına yük olurlar.

 

İnsanların gezmeyi yada sosyâlleşmeyi çok sevmesinin bir nedeni de modern mîmâri olabilir. Modern hapis-hâne şeklindeki apartman dâirelerinde insanları tutmak imkânsızdır. Hemen sıkılırlar ve çok bunalırlar. O yüzden de kendilerini bir-an önce dışarıya atmak istiyorlar. Zâten modernite, hayâtı ev-dışına taşımıştır. Okul, iş, gezme, yeme-içme, tâtil vs. hep dışarıya has kılındığı için, insanlar da dışarıya çıkmaya çok alışmış durumdadırlar ve bunu da “sosyâlleşmek” olarak adlandırmaktadırlar.

 

Ben  şahsen gezmeyi çok seven biri değilim ve okumak-yazmak daha fazla zevk veriyor. Yolculuk yapmak ve bir yerlere gitmek tabî ki de insanı gevşetir ve rahatlatır. “Tebdil-i mekânda hayır vardır” denir. Ama çok sosyâl olmak bana göre değil, sürekli gezerek ve bir yerlere giderek hayâtımı sosyâlleşmeyle tüketmek çok doğru gelmiyor. Bu yüzden a-sosyâl olarak tanınan biriyim. Bana dükkanda çalışırken “a-sosyâlsin” derlerdi. Bir tartışmada, ortaya bir fikir attığımda ve diğerleri bu fikri beğenmediğinde “sen dükkana kısıldın kaldın, Dünyâ’dan haberin yok” diyerek fikrimin yanlış olduğunu söylerlerdi. Daha sonra emekli olunca ve evde daha fazla kalmaya başlayınca yeni fikirlerim için de aynı şeyi söylüyorlar: “Sen evden hiç çıkmadığın için dışarıda neler oluyor haberin yok” diyorlar. Bu dedikleri eskiden olsa kabûl edilebilirdi belki ama artık televizyon, internet, sosyâl medya vs. hep elimizin altında. Üstelik görüşlerim, sürekli gezenlerden daha tutarlı. Artık herkes her-şeyden haberdar. Onlar sâdece, dışarının bire-bir etkisinde oldukları için fikirleri-düşünceleri de dışarıya göre belirlenmiştir. Oysa bilgi-sâhibi olmak için gezmek de gerekir ama asıl bilgi kitaptan öğrenilir ve kitap okumak için de “oturmak” gerekir. Oturmak için en ideâl yerler ise evlerdir. Bence insan mevcut hayâtı, çarşı-pazara çıktığında ve hastâneye gittiğinde hakkıyla değerlendirebilecek farkındalığa sâhip olabilir. Yazılan nice güzel ve etkileyici kitaplar ve ortaya atılan fikirler, sosyâlleşmenin neredeyse “sıfır” olduğu hapis-hânelerde yazılmıştır.  

 

Peki ev-dışında yada yaşanılan köy, kasaba ve şehir dışına hiç çıkmadan bilgi ve fikir ve teori sâhibi olunamaz mı?. Bu devirde bu çok kolay olduğu gibi aslında eski zamanlarda da zor değildi. Königsberg ismini duymuş muydunuz?. Şimdiki adı Kaliningrad. Bir Rus şehri ama eskiden bir Alman yerleşim yeriydi. Königsberg, Immanuel Kant’ın yaşadığı yerdir. Immanuel Kant, 22 Nisan 1724’te burada doğmuş ve buradan başka hiç-bir kasabaya, şehre ve ülkeye gitmeden (sâdece kısa süreliğine bir köyde öğretmenlik yaptığı söylenir) yâni 80 yıl boyunca Königsberg’ten hiç çıkmadan burada yaşamış ve 12 Şubat 1804’te yine burada ölmüştür. Felsefe alanında Immanuel Kant’ın seviyesini hiç tartışmaya gerek yoktur ve Kant Dünyâ’nın en tanınmış filozoflarından biridir. Dünyâ-çapında bir filozof, doğduğu küçük yerleşim yerinden hiç ayrılmadan orada okumuş, yazmış ve Dünyâ-çapında bir filozof olmuştur. Kendi yaşadığı yeri tabî ki gezmiş ve görmüştür ama Dünyâ-çapındaki bir filozofun başka kasaba, kent ve ülkeye gitmemiş olması, “Dünya-çapında olmak için” başka bir yere gitmeye hattâ evden bile çıkmaya gerek olmadığını gösterir. Yâni belli bir seviyeye gelmek ve Dünyâ-çapında bir şeyler yapabilmek için tüm ülkeyi yada Dünyâ’yı gezmek gerekmiyor. Hattâ “Dünyâ-çapında biri olmak” için aslında biraz da a-soysâl olmak gerekir. Sürekli gezme-tozma hâlindeyken bunun olması pek mümkün değildir. Demem o ki, çok da “sosyâl” olmaya gerek yoktur ve aşırı sosyâlleşme bir çeşit hastalık yada kötü bir alışkanlıktır.

 

Modern insanı dışarıya sevk eden şey kapitâlizm ve bireyselciliktir. Kapitâlizm bir tuzaktır ve insanları ama daha çok kadınları kimseye karşı sorumluluk hissetmeyen bireyleşmiş olanları sürekli dışarıya çekmek ister. Çünkü dışarıya çıktığı anda tepesine biner ve kendisine mutlakâ para harcatır. Sosyâlleşmek sınırı aştığında zararlı ve günah olmaya başlar. Çünkü dışarıda “birey” olan ve parası olan için bir “cennet” vardır. Bunu bir-çok sorumlulukları olan ve bunun için evde daha fazla bulunması gereken müslümanlar da yapıyor. Vakıflar-dernekler bir gezme-tozma merkezleri olmuş ve gençleri bununla kandırıyor. Aşırı sosyâlleşme seküler bir harekettir. Sükülerizm, İslâmî hareketler “sosyâl hareketler”e dönünce; “İslâmî taleplerin sosyâl taleplere dönüşmesi”dir. İslâmî talepler azaldıkça sosyâlleşme isteği artar.

 

Aşırı sosyâlleşmek için çok paraya ve daha da önemlisi çokça bol vakte ihtiyaç vardır. O hâlde aşırı sosyâlleşme belli bir ekonomik tabakaya mahsustur. Onların ne yeterli paraları ne de boş vakitleri vardır. Müslümanların bu kadar boş vakti olamaz ve sosyâlleşmek için fazla para harcama lüksleri de yoktur, olamaz. Çünkü müslümanların ağır sorumlulukları vardır: “Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya-devâm et. Ve yalnızca Rabbine rağbet edip yönel” (İnşirâh 6-8) der Kur’ân. Üstelik Peygamber örnekliğinde de aşırı sosyâlleşme yoktur. Çünkü müslüman için Dünyâ bir imtihan yeridir ve o eşsiz nîmet diyârı olan cenneti kazanmak için gönderildiğimiz yerdir. Aşırı sosyâlleşerek ve gezerek cenneti kazanmanın pek mümkün olmadığı açıktır.

 

Okuyan adam çok da “aktif” değildir, olamaz. A-sosyâl olmadan “okuyucu” ve de “yazar” olamazsınız. Okur-yazar olana “bencil zamanlar” gerekir ki bu ancak evde olur. Zâten okur-yazar olmak için olmazsa-olmaz olan şey “oturmak”tır ki oturmaya en elverişli yer “ev”dir. Modernite tarafında inşâ edilmiş dış dünyâda oturacak bir yer bile yoktur. Çünkü modernite “insanlar oturmasın da, hem gezip para harcasınlar hem de oturup düşünmeye fırsat bulamasınlar” ister.

 

Aşırı sosyâlleşme kendini en çok internet ortamında gösteriyor. Herkes internette sosyâlleşiyor. Fakat aslında bu sosyâlleşme değil, a-sosyâlleşmedir. “Sana interneti ve sosyâl medyayı sorarlar. De ki: İkisinde hem büyük bir günah, hem de bâzı yararlar vardır. Fakat günahları yararlarından daha büyüktür” şeklinde bir âyet olsaydı günümüze ne kadar uygun olurdu.

 

Kendilerini “aşırı sosyâl” zanneden a-sosyâl insanları tanımak için, artık sosyâl(!) medyadan tâkip etmek gerekiyor. Onlar kendilerini ancak internet ile târif edebiliyorlar. İnternetsiz yapamıyorlar çünkü. Modern gençliğin elinden akıllı telefonları ve sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak ortada kalıverirler. Oysa kendilerini çok sosyâl insanlar olarak ifâde ederler. Sosyâl medya ve paylaşım siteleri a-sosyâlliğin aşırılaşmış şeklidir.

 

“Sosyâl medya müslümanlığı” diye bir müslümanlık(!) oluştu. Sosyâl medyada sözde İslâmî(!) paylaşımlar yapmak, müslümanlık için yeterli bulunuyor. Oysa hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl medya-merkezli” olarak değil. Maddî-mânevî paylaşımın yerini, abuk-sabuk sosyâl-medya paylaşımları aldı. İlki şahsiyeti ve toplumu güzelleştirirken, ikincisi ise bireyi ve toplumu çirkinleştiriyor.

 

İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte ise iş iyice çığırından çıktı. İnternet-merkezli bir insan türedi. Bu insan hayâtını internete göre düzenliyor. Eskiden hayatlar namazlara göre düzenlenirdi. “Öğleden sonra”, “akşam-üzeri” gibi sözlerle. Şimdi ne zaman ne yapılacağına internet karar veriyor. İnternet öyle yaygınlaştı ki artık bilgisayar da şart değil. Her yerden internete girilebiliyor. (Yakında pisuvardan bile internete girilebileceğini düşünüyorum). Yeter ki insanlar bir-an dâhi internetsiz kalmasın. İşin ilginç tarafı telefonları akıllı(!) olmayanlar ve internete girmeyenler a-sosyâl olarak fişleniyor. Meselâ bir kişi sabah erkenden kalkıp namazını kılsa, biraz Kur’ân-kitap okusa, sonra kahvaltısını yapıp işine gitse ve akşam evine döndüğünde âilesiyle birlikte yemeklerini yiyip çaylarını yudumlarken sohbetlerini yapsalar ve geceye doğru yatsalar.. Bu kişiler a-sosyâl olarak kabûl ediliyor. Peki neye göre?. Ölçü ne ki?. 30 sene önce herkes a-sosyâl ve “mal” mıydı?. Atalarımız “mal” mıydı yâni?.

 

Gerçek hayatlar yaşa(ya)mayanlar, yaşadıkları hayatları “gerçek hayatlar” zannedenler. Yaşadıkları hayat aslında kendi seçtikleri hayat olmadığından dolayı kendi gerçeklikleri de değildir. Modern hayat şekilleri ve aşırı sosyâlleşme, cehenneme açılan kapılarla doludur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2019

Devamını Oku »

7 Haziran 2021 Pazartesi

Kur’ân’ı Kim Açıklar?


“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye” (Nâhl 44).

 

Allah Kur’ân’ı Kur’ân’la ne zaman ve nasıl açıklar?. Allah vahyi indirmese, hikmeti vermese ve Peygamber üzerinden gerektiği yerde düzeltmeler yapmasa Kur’ân nasıl açıklanmış olsun?. Kur’ân’ı en başta, Allah’ın yardımıyla peygamberler açıklar. Zâten onların görevi tebliğ, beyân, dâvet ve örneklik ortaya koymaktır.

 

Beyân kelimesi; “açık-seçik olmak, âşikâr kılmak” anlamındadır. Eğer Kur’ân’ın beyânından bahsediliyorsa yâni onu açık-seçik kılmaktan bahsediliyorsa, bunu yapacak olan elbette, bu işle görevlendirilmiş olan peygamberler ve Peygamber’imiz olacaktır. 

 

Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri tâbirini ilk kullananların başında İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gelmektedir. “Tefsirde en doğru metod nedir?” sorusuna şu cevâbı vermiştir: “Önce Kur’ân’ı yine Kur’ân’la tefsir etmektir. Kur’ân’ın herhangi bir âyetinde kapalı (mücmel) bırakılan bir konu bir başka âyetinde tefsir edilmiş; kezâ bir âyette kısaca anlatılan bir mesele bir başka âyette uzun-uzadıya îzah edilmiştir”.

 

Kur’ân, “müfessir” olmasının yanında “müfesser”dir de. Yâni hem açıklar hem de açıklanır. Kur’ân’ın kendi-kendini açıklaması biraz da müfessirin dirâyetine bağlıdır. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması vardır ve bu mümkündür. Hattâ bâzı konularda Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması en doğru yoruma ve sonuca götürür. Fakat bu, Kur’ân’ın tamâmı için geçerli değildir. Zâten Kur’ân’dan böyle bir şey beklemek de doğru değildir. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri sâdece bâzı konu ve âyetlerle ilgilidir. Tüm sorunların Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması ile giderilmesi mümkün değildir. Buna rağmen “hayır mümkündür!” diyenler, etimolojiyi aşırı zorlayarak ve aşırı te’vile giderek absürd sonuçlar ortaya koymaktadırlar. Kur’ân’dan her-şeyi açıklamasını bekleyenler, istedikleri açıklamayı göremeyince ve bulamayınca, Kur’ân’ı işkence edercesine aşırı yoruma tâbi tutarak ona istediklerini söyletiyorlar. Böylece Kur’ân’ı kendileri açıklamış oluyor ki bu, yaşadıkları ve çok memnun oldukları modern zaman ve mekâna çok uygun düşen yorum ve açıklamalardır. Öyle ki, moderniteye karşı neredeyse tek bir aykırı yorum ve açıklama bile görülmemektedir.

 

Siyak-sibak konusunda bile siyaka ve sibaka başvurmak her zaman söz-konusu olmaz. Çünkü bir-çok yerde, âyetler arasında siyak ve sibakla hiç ilgisi olmayan bir âyetin giriverdiğini görürüz.  

 

Aslında “Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” olarak bilinen şey, İbn-i Teymiyye’nin isâbetli ifâdesiyle söylersek: “Kur’ân’ın kendi-kendisini açıklaması değil, müfessirin dirâyet ve mârifetiyle muhtelif âyetler arasında irtibat kurulmasından ibârettir”.

 

Kur’ân’daki her âyete, kelimeye ve hattâ her harfe, zorlayarak da olsa bir açıklama getirmek mecbûriyeti yoktur ve zâten Peygamber ve sahabe örnekliğinde de böyle bir gayret olmamıştır. Zîrâ onlar İslâm’a-Kur’ân’a ve Sünnet’e canlı bir bakışla baktıklarından dolayı böyle bir sorunları olmamıştır. Parçacı ve parçalayıcı bir uygarlık olan  modernizmin etkisinde ve baskısında olan modern müslümanların parçacı Kur’ân yaklaşımlarında ise, her-şeye açıklama getirme düşüncesiyle hem Kur’ân’a hem de kendilerine zulmetmektedirler. İzz b. Abdisselam: “Çeşitli sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda irtibat bulunması şart değildir. Hâl böyleyken, çeşitli sebeplere binâen inen âyetler arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler üzerine indi. Bu îtibarla, onun âyetleri arasında burada öngörülen tarzda bir irtibat söz-konusu değildir. O hâlde, Kur’ân’ın âyetleri arasında irtibat kurma girişimi yakışıksız bir iştir” der.

 

Bir kitapta “Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” konusunda İzz b. Abdisselam ve Şâtıbî’den örnek verilirken şunlar söylenir:

 

İzz b. Abdisselam (ö.660/1262) âyetler arasındaki münâsebeti bilmenin güzel bir meziyet olduğunu belirtmiş; fakat ardından şunu eklemiştir: ‘Kelamda irtibat güzelliğinden söz etmek için, sözün evveliyle sonunun, tematik bütünlük içinde birbiriyle ilintili olması şarttır. Fakat, muhtelif sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda irtibat bulunması gerekmez. Hâl böyle iken, çeşitli sebepler üzerine vahyedilen âyetler arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler üzerine nâzil olmuştur. Binaenaleyh, onun âyetleri arasında burada öngörülen tarzda bir irtibat söz-konusu değildir. Hülâsa, Kur’ân’ın âyetleri arasında irtibat kurma girişimi, pek hoş olmayan bir iştir. Ancak bu görüş, Kur’ân’daki âyetler arasında hiç-bir anlam ilişkisi bulunmadığı anlamına gelmez. Zîrâ, Kur’ân’daki pek-çok âyetin birbiriyle ilintili olduğu müsellemdir; o hâlde burada yanlışlığına dikkat çekilmek istenen husus, Kur’ân’ın müstakbel okurlarının anlama sorunları da dikkate alınarak masa-başında yazılmış mütecânis bir metin gibi algılanması ve bu yanlış algılamaya paralel olarak her âyetin yek diğeriyle mükemmel bir uyum arz-ettiği fikrinin savunulmasıdır.

 

Şâtıbî (ö.790/1388) de, Kur’ân’ın icâzının belli bir âyette, sûrede veyâ belli bir üslup tarzında değil, bizzat Kur’ân’ın mâhiyetinde mündemiç bulunduğunu, diğer bir ifâdeyle bu mûcizeliğin bizzat Kur’ân’ın kendisi olduğunu, dolayısıyla farklı zamanlarda, farklı hâdiseler üzerine peyderpey nâzil olan Kur’ân âyetleri arasında tenâsüh ve insicam aramanın çok sağlıklı bir yaklaşım olmadığına işâretle, ondaki insicâmın söz-diziminden (nazım) ziyâde, mânâ ve maksadın ön-plâna çıktığı bütünlükle aranması gerektiği tezini savunmuştur.

 

Hangi âyetin hangi âyetle tefsir edildiği, bizzat Kur’ân’ın delâlet ve işâretine değil, tamâmen müfessirin dirâyet ve kâbiliyetine bağlı bir husustur. Bu îtibarla, tefsirdeki hiç-bir yöntem müfessirin kişisel görüş ve tercihinden (re’y) âzâde değildir. Dolayısıyla Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, büyük ölçüde müfessirin Kur’ân ve yorum anlayışını yansıtan bir tefsir tarzıdır. Nitekim, mevcut tefsir literatüründe de pek-çok örneğine rastlanıldığı vechile aynı âyetin birbirinden farklı âyetlerle irtibatlandırılıp, yine birbirinden farklı görüşlere esas ittihaz edilebilmesi, bunun en müşahhas delilidir”.

 

Kur’ân’ın açıklaması kavlî ve fiîlî olarak en ideâl şekilde sahih hadis ve Sünnet ile yapılmıştır. Peygamberler, vahyi öğreten ve örnekleyen birer muâllimlerdir. Peygamberler vahyin açıklamalarını ve örnekliğini sözleri ve fiilleriyle yaparlar. Yoksa açıklama masa-başı çalışmalarıyla yapılacak değildir. Zâten masa-başında yapılan birbirini tutmayan açıklamaların çok da bir yararı olmamaktadır.  

 

Bir yazıda Peygamberimiz’in Kur’ân’ı açıklaması konusunda şunlar söylenir: “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı açıklaması; mücmel-kısa olan bâzı âyetleri tafsil, anlaşılması güç bâzı âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bâzı garip kelimeleri beyân etme, edebî inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme gibi şekillerde olmuştur. O, bu maksatla Medîne Mescidi’ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdetâ ‘yaşayan bir Kur’ân’ olarak onlara örneklik etmiştir”.

 

Sahabe, bâzen tam olarak idrâk edemediği âyetler için Peygamberimiz’e başvurur ve Peygamberimiz’den ayrıntılı açıklama isterlerdi. Muhammed Hamidullah bunu şu şekilde aktarır: “Sahâbe (ra) Nebî (sav)’e gidiyor ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması zor olan yerlerini ona soruyordu. Hattâ Ömer b. Hattâb gibi sahabelerin en büyükleri bile (böyle yapıyordu)”.

 

Kur’ân’ın bütünlüğünden çıkacak bir anlamı da vardır ki bu anlam tüm anlamlara şâmildir. O hâlde Kur’ân’ın bir bölümünü anlamak için diğer bölümünü de anlamak şarttır. Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri bu bağlamda anlamlı olur.

 

İnsanın aklî bir sorunu yoksa Kur’ân’ı anlama sorunu yoktur. Çünkü Kur’ân “kolaylaştırılmış” olduğu için kolayca anlaşabilecek bir Kitap’tır. Anlama bir soruna dönmüşse ve anlamak zorlaşmışsa, orada -hâşâ- “Allah’ın iyi anlatamadığı” durumu ortaya çıkar. Hâlbuki O her-şeyi apaçık bir şekilde anlatmıştır. O hâlde sorun “anlama sorunu” değil, “açıkça anlatılan şeye inanmama” ve “anlatılanı kabûl etmeme” sorunudur. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir: 

 

“Kur’ân’ın indiği toplumda onu anlama sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu vardı. Bu da, inat, tekebbür, taklit, cehâlet ve menfaat gibi sebeplerden kaynaklanıyordu. Fakat aradan 1.400 sene geçmiş olmasından dolayı özellikle Arap olmayan toplumlar için bu metnin bir-çok bölümünde bir doğru anlama (ne dediğini anlama) sorunu ortaya çıkmıştır. Buna rağmen bugün bile bu metnin büyük bir bölümünün ne dediği problemsiz olarak anlaşılabilmektedir. Allah’ın insanla konuşmaya karar vermesi, bir iletişim vâsıtası olarak insanoğlunun geliştirdiği dilin bütün zaaflarına rağmen doğru anlamının varlığına delâlet eder”.

 

Demek ki Kur’ân’ı anlamak zor bir şey değildir. O hâlde Kur’ân’ı ciddî, samîmi ve gayretli şekilde kim okursa o anlar ve yetkin duruma gelmişse açıklar da.

 

Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması sâdece söz ile açıklaması değildir. Açıklama hem söz ile hem de aslında daha çok ve etkili olarak fiil ile yapılan açıklamadır. Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî açıklaması, Allah’ın görevlendirmesiyle Peygamberimiz’e verilmiştir ki zâten peygamberler bunun için gönderildiği gibi Peygamberimiz de bunun için gönderilmiş ve Peygamberimiz bu görevi hakkıyla yerine getirmiş, Allah da ondan râzı olduğu için “görevi yerine getirme tarzı”nı “usvetün hasene” “güzel örneklik” yâni Sünnet olarak Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyete koyarak ebedîleştirmiştir. Böylece en ideâl kavlî ve fiîlî açıklama “aşılamaz örneklik” olarak bağlayıcı olmuştur:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Kur’ân’ı belli seviyede ilmi olan herkes yorumlayabilir, yorumunda isâbet de edebilir, fakat bu yorumlar “bağlayıcı” olmaz ve “güzel bir yorum” olarak kalır. İnsanlar bu yorumları okuyarak ve dinleyerek bir anlamlandırma yapabilirler. Bunu yaparken doğru da yapabilirler yanlış da. Çünkü bu yorumlar Peygamber’de olduğu gibi Allah tarafından düzeltmeye uğramayacağı için bağlayıcı olmayacaktır. Fakat Peygamberimiz’in Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî açıklaması olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i yâni güzel örnekliği, Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için “aşılamaz en güzel açıklama” olmuştur.

 

Allah’ın açıklaması, âyetleri ayırt etmesi ve fâsılalara ayırarak gerektiği yerde ve zamanda indirmesidir. Âyetler böylelikle “çok sağlam âyetler” hâline gelmiştir. Kur’ân’ın tek-tek âyetleri zâten çok açıktır. Bunları tekrar açıklamaya aslında gerek de yoktur. Fakat bir de âyetler arasında kurulan “hikmet” vardır ki, bu da peygamberlere ve gayretli-samîmi kişilere verilen bir şeydir. Peygamber hikmetle, âyetler arasında alâka kurar ve insanlara bunu sözle ifâde eder ve uygulamayla gösterir. Allah bunda yanlışlar görürse düzeltir, yanlış görmezse müdâhale etmez. Kur’ân böylece açıklanmış olur.

 

Kur’ân’ın tüm açıklaması Kur’ân’da varsa, o zaman Kur’ân’ın “haram aylar” dediği aylar hangileridir?. Kur’ân haram aylardan bahsediyor fakat Kur’ân haram ayların hangileri olduğunu da söylüyor mu?. Ezan, rekât, nikâh vs. bunların nasıl yapılacağını, bu işle görevlendirilmiş ve kendisine bunun için hikmet verilmiş olan Peygamber yapar. Allah yapılan şeye îtirâz etmeyince de o şey ideâl hâle gelmiş olarak uygulamaya geçer.

 

Kur’ân kimsenin babasının malı değildir. Bu nedenle de Kur’ân’ı hiç kimse oyuncak gibi evirip çeviremez. Kur’ân’ı babasının malı zannedenler, yaptıkları yorumun mutlak ve kesin olduğunu zannedenlerdir.

 

1.400 yıllık kaynakların hiç-birinde, Peygamberimiz’in kendi çağındaki yada gelecek kuşaklardaki müslümanlara; “salt Kur’ân’ı esas alın, benim kavlî ve fiîlî açıklamalarım olan Sünnet’ime ise bigâne kalın” dediği görülmemiştir. Zîrâ Peygamber, ne  için gönderildiğini ve görevinin ne olduğunu çok net olarak bilir.

 

“Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” diyenler, modernitenin kavramlarıyla ve modern-bilim ve teknoloji ile Kur’ân’ı açıklamaktan çekinmezler. Zâten genelde onların “Kur’ân’ı Kur’ân ile açıklamak” dedikleri şey, “Kur’ân’ı modern telakkilerle açıklamak”tan başkası değildir. İyi de bu bir çelişki olmuyor mu?. Tabi ki de oluyor. Bir yandan “Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” demek, diğer yandan ise 1.400 yıllık külliyatı tümden reddederken, sürekli değişen, teoriler üreten modern-bilime, felsefelere ve ideolojilere Kur’ân’ı açıklama yetkisi vermek düpedüz ciddiyetsizliktir. Dînî tefekkürde taklidi reddetmelerine mukâbil, batı kaynaklı bilim ve uygarlık unsurlarını İslâm’a uyarlamada beis görmemektedirler.

 

Kur’ân’ı daha iyi idrâk etmek için, “daha iyi bilen” birine sormak ve onun yaptığı açıklamalardan ders ve ibret almakta sorun yoksa, o zaman Kur’ân’ı en iyi bilen ve idrâk eden Peygamberimiz niye açıklamamış olsun?. Ne yâni; hiç mi bir yorumda bulunmadı ve hiç-bir açıklama yapmadı mı?. Peygamberimiz’e birilerinin bir şey sormuş olması ve o’nun da sorulan şey hakkında bir açıklama yapmış olmasından daha doğal ve normâl ne olabilir?. Açıklama yapmak Peygamber’e gelince mi yanlış ve şirk oluyor?.

 

“Kur’ân’ı sâdece Allah açıklar” diyerek her âyeti de Kur’ân ile açıklamaya kalkışmak yanlış olur. Çünkü hem her âyetin açıklanmaya ihtiyâcı yoktur, hem de her âyetin açıklaması Kur’ân’da yoktur. Çünkü bâzı açıklamalar fiîlen yapılmak zorundadır. Onu da en ideâl şekilde peygamberler yapar. Kaldı ki açıklanmaya ihtiyaç duyulan âyet sayısı fazla da değildir.

 

Şunu da sormak gerekir ki, “Kur’ân’ı yine Kur’ân yâni Allah açıklar” diyenler, sanki Kur’ân’ın açıklamasını kesin şekilde kabûl ediyorlar mı?. Bu kişiler Kur’ân “hırsızın elini kesin”, “zinâkâra 100 sopa vurun ve acımayın” gibi âyetlerinin aynen uygulanması taraftârı mıdırlar?. Hiç yorum yapmadan bu apaçık âyetleri kabûl ediyorlar mı?.

 

Peygamber, Kur’ân’ı kavlî olarak açıklamış ve fiîlî olarak uygulamıştır. Çünkü ideâl açıklama ancak kavlî ve fiîlî şekilde olur.

 

“Peygamber sâdece kendisine inen vahiyleri bildirmekle görevlidir, bundan başka ayrıca açıklama yapma yetkisi yoktur” diyorlar. Sâdece tebliğ yapılacak olanlar vardır, “tebliğ ve açıklama” birlikte yapılacak olanlar vardır. Şimdi, “Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyetlerini ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir (Mâide 92).

 

“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir” (Mâide 98-99).

 

“Onlara (azab olarak) vaâdettiklerimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).

 

“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nâhl 35).

 

“Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).

 

“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık o’nun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir” (Nûr 54).

 

“Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen, yalnızca açık bir tebliğdir” (Ankebût 18).

 

“Dediler ki: ‘Siz, benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur (Yâsin 15-17).

 

“Şâyet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ 48).

 

“Allah’a itaat edin ve Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).

 

Âyetlerde de görüldüğü gibi, söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerde de bundan bahsedilmez. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız, ben sizi İslâm’a inandırmak için zorlayacak değilim, tebliğimi, açıklamalarımı ve dâvetimi yaparım, gerisi Allah’a kalmıştır” demektir. “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Tabi Peygamber, Allah’ın emrettiklerini en başta kendisi yapar. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?. Peygamber’in Kur’ân’ı kavlî olarak açıklamasından başka her konuda fiîli örneklik yapması da görevidir. Hattâ peygamberlerin ana görevleri, şu âyette söylendiği gibi, sosyâl kültürel, ekonomik, hukûki ve siyâsi tüm yönleriyle bir devlet kurmak ve medeniyet başlatmaktır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Bir kitapta bu konuda şunlar söylenir:

 

“Allah Resûlü’nün tek gö­revinin tebliğ olduğunu ifâde eden âyetler, inanmamakta direnen Mekke’li müşriklere karşı Hz. Peygamber’i teselli etmeyi amaçlar. Kur’ân-ı Kerîm ‘resûl’ün, âyetleri okumak/tebliğ etmek, kötülüklerden arındırmak ve Kitâb ve hikmeti öğretmek (3/Âl-i İmrân:164; 2/el-Bakara: 151; 62/el-Cu­mu’a: 2) olmak üzere üç farklı görevinden söz eder. Burada, Kitâb’ı öğretmekle tebliğin kaste­dildiği iddia edilebilirse de, Kitâb’dan ayrı hikmetten söz edilmesi her hâlükârda îzâh edilme­lidir. Hikmetin, Kitâb’dan ayrı olması ‘Kitâb dışında Hz. Peygamber’in öğrettiği’ bir şeyler olmasını gerektirir. Dolayısıyla âyetlerde geçen ‘Resûl’ün sâdece ‘vahyi tebliğ eden kimse’ olduğunu söylemek konuyla ilgili tüm âyetleri dikkate almamak anlamına gelir.

 

Ayrıca ‘her resûlü, va­hiylerimizi kolayca anlatıp açıklayabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik’ (14/İbrâ­him: 4; ayrıca bk. 16/en-Nâhl: 44, 64) gibi âyetlerde Resûl’ün gönderilen vahiyleri açıklama görevinden bahsedilir. Bu âyetlerde geçen açıklama (tebyîn) ifâdesinin de iletmek (tebliğ) an­lamına geldiğini ileri sürmek ise zorlama bir yorum olacaktır.

 

Hz. Peygamber’in inanmayanlara yönelik görevi, sâdece tebliğden îbâretken, inananlara karşı daha başka görevleri vardır. Âyetlere bağlamından kopuk anlamlar yükleyerek ve Hz. Peygamber’in başka görevlerinin de bulunduğu âyetleri dikkate al­mayarak tartışmalı yargılara varırlar. Bu anlayış, özellikle Medîne döneminde başta müşriklere karşı yapılan Bedir, Uhud, Hendek gazveleri ile Yahudilerle yapılan savaşlar olmak üzere Hz. Peygamber’in yeni bir toplum oluşturma mücâdelesini gözden kaçırırlar. Zîrâ ‘o, sâdece Kur’ân’ı insanlara iletmiş, başka hiç-bir görev yapmamıştır’ demek Hz. Peygamber’in ahlâk ve hukuk te­melli yeni bir toplum oluşturma mücâdelesini göz-ardı etmek anlamına gelir. Bu mücâdelenin insanlara sâdece Kur’ân’ı iletmekle gerçekleşemeyeceği ise açıktır”.

 

“Nebîye itaat” bağlamında ise şunlar söylenir:

 

Kur’ân’da ‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden de Hz. Peygamber’e uyulması emredilir: ‘De ki: Eğer Al­lah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’ (3/Âl-i İm­rân: 31). Bu âyetteki ‘bana uyun’ emrinde ‘Resûl’ ve ‘Nebi’ kelimelerine yer verilmeden ve Resûl olarak veyâ Nebî olarak şeklinde bir ayrıma gidilmeden Hz. Peygamber’e itaat edilmesi emredilir. Nisâ 65. âyette yine ‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden ‘senin hakemliğine başvurmadıkça’ buyrularak anlaşmaz­lık durumunda Hz. Peygamber’in hakemliğine başvurulması ve bunun hiç-bir sıkıntı ve bu­rukluk duyulmaksızın tam bir teslîmiyetle olması istenir. En-Nîsâ 59. âyette ise sâdece Al­lah ve Resûlü’ne değil, kendilerinden olan idârecilere de itaat etmeleri emredilir. Müslüman idârecilere itaat edilmesi uygun görülürken bu itaati Nebî olarak Hz. Peygamber’den esirge­mek isâbetli olmasa gerektir. Kur’ân’ın anlaşılmayan konuları için âlimlere itaat şirk değilse, Hz. Peygamber’e itaat de şirk olmamalıdır.

 

Kur’ân’da söz konusu edilen hatâlar aynı-zamanda dinle ilgili başka yan­lışların bulunmadığı anlamına gelir. Bu ise Hz. Peygamber’in itaat edilmesi gereken bir şahsiyet olmasını gerektirir. Allah ve meleklerin üzerine titrediği, kendisine her türlü yardım ve des­teği verdiği, emirlerine tam bir teslîmiyetle uyulması emredilen (33/el-Ahzâb: 56), saygıda ku­sur edilmemesi gereken (49/el-Hucurât: 2) Nebî’ye itaatin sakıncalı olduğunu ifâde etmek ke­sinlikle isâbetli değildir”.

 

“Kur’ân’da ‘biz kitapta her-şeyin açıklamasını indirdik’ deniyor” diyorlar. “Kitapta her-şey var” derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur. Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir. “Levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve uygulana-gelen şeyleri yeniden kitaba alma gereği duyulmamıştır:

 

“Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan ‘Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 2-4).

 

Âyette “kendilerine Kitap’tan pay verilenler” derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan şey, her-şeyin bilgisini içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur. Peygamberlere gelen vahiyler, işte bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir “pay”dır.

 

“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89) âyetiyle dile getirilen kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de Kur’ân olsa bile, “her-şey”den maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey” değildir. “Kur’ân’da her-şey var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her-şeyden bahsediyorsa eğer, o zaman:

 

“Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her-şeyden (min külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var” (Neml 23). âyetinde bahsedilen “her-şey” kelimesinden de, “bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her-şey”i anlamamız gerekir. Fakat böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ dükkanlarında “her-şey var” denildiği gibi bir “her-şey”dir bu.

 

Kur’ân’iyyun, “hüküm ancak Allah’ındır” demelerine rağmen, lâik-seküler-demokrasiye övgü yağdırırlar ve ona bağlanırlar. Oysa demokrasilerde hüküm beşerindir. İslâm’da hüküm her konuda sâdece Allah’ındır. Hukukta ve siyâsette sâdece Allah’ındır hüküm. Böyle olunca da demokrasi ve lâik parlamento inkâr edilmelidir. Oysa Kur’ân’iyyunun tutumlarına bakıldığında neredeyse tüm modern telakkilerde olduğu gibi lâik-demokrasiye meftundurlar. Hükmün sâdece Allah’ın olması, Kur’ân’ın her-şeyi açıkladığını ve açıklamayı sâdece Allah’ın yapacağını söyleyenlerin es geçtiği âyetlerdir. Zîrâ hüküm konusunda Kur’ân’a aykırı ve düşman olan demokrasiyi, lâikliği ve modern felsefe ve ideolojileri baş-tâcı yapmaktadırlar. İş “hüküm koyma” konusuna gelince sanki Kur’ân hiç-bir şey demiyormuş ve sanki hiç-bir açıklama yapmamış gibi konuşmaktadırlar. 

 

Tabi Kur’ân’ın her âyetini tefsir etmek yada tefsir etmeye çalışmak da bir anlamda küstahlık olabilir. Anlaşılmaktan için değil de, îman edilmesi için indirilmiş olan âyetler de vardır. Öyle âyetler vardır ki onları Peygamber de tefsir etmemiştir ve hattâ Allah da açıklamamıştır. Nûr Sûresi 35. âyet gibi. Müteşâbih âyetlerin tefsirini ve te’vilini ancak Allah bilir. Zîrâ insanın her-şeyi bilmesi şart da değildir, mümkün de değildir. Kur’ân’da açıklamaya ihtiyaç duymadan mânâsı herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek âyetler bulunduğu gibi, Peygamber’in açıklaması olmadan mânâsı anlaşılamayacak olan âyetler de mevcuttur.

 

Kur’ân, kendisine emek yoğun vermiş olanların açıklama ve te’vil etmesine de açıktır. “Bilenlere sorun” der meselâ. Fakat buna muhtaç değildir. Hattâ öyle ki, Peygamberimiz vefât edip de gözlerini kapattığı andan yâni vahyin inişinin kesildiği andan bugüne kadar hiç kimse hiç-bir düşünce ortaya atmamış, hiç-bir şey söylememiş ve yazmamış olsaydı yada tüm düşünülenler, söylenenler ve yazılanlar Allah tarafından bir-anda unutturulmuş olsaydı bile, İslâm’a ve Kur’ân’a zerre kadar zarar gelmezdi ve herhangi bir eksiklik olmazdı.

 

Kurân zâten apaçık olandır. Sünnet, o apaçık olanın pratiğe dökülmesi demektir. İnen vahiyler bâzen hiç-bir açıklamayı gerektirmezdi. Bu durumda Peygamberimiz, inen âyetleri îlân etmekle yetinirdi. Peygamber’in açıklaması genelde fiîlî bir açıklama yâni güzel örneklik ve pratiklik şeklindedir. Yoksa sözle açıklanacak çok da fazla bir şey yoktur.

 

Açıklayan açıklanandan üstündür. Bu durumda Peygamber Kur’ân’dan üstün müdür?. Peygamber’i “Peygamber” yapan Kur’ân’dır. Dolayısı ile Kur’ân yâni Allah’ın sözü Peygamber’den de üstündür. Peygamberimiz Kurân’ı, Allah “açıkla!” dediği için açıklamıştır. Yoksa işgüzarlık etmesi mümkün değildir.

 

Kur’ân sâdece mü’minlere hitâp etmiyor ki bir âyetin iyice idrâk edilmesi için herkes Kur’ân’ın başında saatlerce ve günlerce otursun da okusun araştırsın. Kur’ân müşriklere-kâfirlere de hitâp ediyor ki en başta zâten onlara hitâp ediyordu. Peki kâfirler ve müşrikler, kendilerine söylenen âyetleri söylenir-söylenmez tam olarak ve tüm anlamıyla anladılar da Peygamberimiz’e; “bu dediğin ne demek, ne anlama geliyor?” yada “bizim anlayacağımız şekilde açıkla” şeklinde hiç-bir şey sormadılar mı?. Elbette sordular. Peygamberimiz de onlara Kur’ân bütünlüğü ve Kur’ân-merkezli olarak inen âyetleri ayrıntılandırdı ve örnekler vererek açıklamalar yaptı.

 

“Kur’ân’ı yine sâdece Kur’ân açıklar” diyenler, Kur’ân’ı açıklamak için bitmeyen ve bitmeyecek olan meâl-tefsir-açıklama çalışmaları yapmaktadırlar ve bu bağlamda yazılar, kitaplar ve konuşmalar yapıyorlar ki bunların sonunun gelmesi imkânsızdır. Zîrâ güzel örnekliğin kavlî ve fiîlî açıklamasını göz-ardı edenler, sonsuz yorumlar içinde boğulmaktan başka bir sonuca varamazlar. Çünkü her hâlükârda Sünnet devre-dışı bıra­kıldığında Kur’ân’da açıkça yer almayan problemlerin çözümü birilerinin içtihadına kalmakta, yâni vahyi getiren Allah Resûlü’nden esirgenen Kur’ân’ı açıklama yetkisi onun dışındakilere verilmektedir.

 

Kur’ân’iyyun, vahyin indiği zamânı, mekânı, sosyo-kültürel-psikolojik târihi ve siyak-sibâkı es geçer. Zîrâ başka türlü asılsız iddiâlarını temellendirebilecekleri bir dayanakları olmaz. 23 yıllık süreci ve siyak-sibâkı es geçince, mecbûren modern zamânı ve modern telâkkiyi asıl alacaklar ve tüm yorumlarını ve düşüncelerini mevcut modern zamâna uygun yorumlamak zorunda kalacaklardır. Peygamber örnekliğini es geçenler ve hattâ Peygamber’i adam yerine bile koymayanlar, kurban kesimi, ezan, nikâh, rekat sayısı, haram aylar, cenâze vs. neye göre yapacaklar?. Tabî ki şirk karışmış millî geleneğe göre.

 

Bu ekôle mensup bâzı kimseler; namaz vakitleri, rekât sayısı, kılınış âdâb ve erkânı konularında değişiklikler yaparak günde iki vakit namazın farz olduğunu ileri sürmüş, orucun herhangi bir ayda tutulabileceğini, oruç müd­detinin sâdece dokuz gün olduğunu iddiâ etmiştir. Âlemlere rahmet ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamber’in açıklamaları ve örnekliğini göz-ardı edenler, beş para etmez adamların kuyruklarına takılarak Peygamber düşmanlığı yapmayı matah bir şey zannetmektedir. Oryantâlist zihniyetle dîne yaklaşmak böyle vahim sonuçlar açığa çıkarıyor.

 

1980 sonrasına rastlayan Kur’ân-tefsir çalışmaları büyük oranda, genellikle ele alınıp incelenen konu veyâ kavramın “Kur’ân’da ne anlama geldiğini” değil, “geleneksel kabûllerin dayattığı anlama gelmediğini” ortaya koyma hedefidir ki bu bir noktaya kadar yanlış değildir.

 

Kur’ân’ı sâdece Allah yâni Kur’ân açıklar ise, o zaman Kur’ân’ı daha iyi anlamak(!) için neden modern-bilimden faydalanıyorsunuz?. Neden yorumlarınız modern-bilime ve moderniteye hiç aykırı düşmüyor?. Çünkü şöyle deniyor: “Kur’ân’ın anlaşılması için başta tıp ve astro­nomi olmak üzere tüm pozitif bilimlerden istifâde edilmelidir. Kezâ tüm ilim­ler nihâyetinde Allah’ın âyetlerini/kânunlarını inceler. Kur’ân, Allah’ın lafzî âyetleri, insan ve evrendeki her-şey ise Allah’ın kevnî âyetleridir”. Böyle diyerek Kur’ân’ın her-şeyi açıklama­dığını ve anlaşılması için pozitif bilimlerden istifâde edilmesi gerektiği yâni pozitif bilimlere mutlakâ ihtiyaç olduğundan bahsedilmiş olur. Bu ise “Kur’ân’da her-şey açıklanmıştır” ve “Kur’ân mufassaldır/en ince detaylarına kadar açık bir kitaptır” ifâdeleriyle çelişir.

 

“Kur’ân’ı Kur’ân açıklar” düşüncesine göre hurûf-u mukattaa harflerinin açıklaması ve tefsiri Kur’ân’ın hangi âyetleridir?. Kur’ân’da açıklanması beklenilmeyen ve sâdece îman edilmesi gereken âyetler de vardır. Çünkü vahiy akıldan üstündür ve aklı aşar. Aklın yetmeyeceği açıklamalar vardır ve bunları Kur’ân’ın Kur’ân’ı açıklamasıyla bulmak mümkün değildir. Bu âyetler açıklanmak için değil, îman etmek için indirilmiştir. Meselâ Nûr Sûresi 35. âyet ve rûh ile ilgili olan âyet gibi.

 

Kur’ân’iyyun apaçık şekilde Peygamber düşmanlığı yapmaktadır. Zîrâ Peygamber örnekliği, modern-seküler zaman ve mekâna yâni mevcut yaşanan hayâta birebir aykırıdır. O yüzden moderniteye laf söylemeye cesâreti ve dirâyeti olmayan ödlekler, Peygamber’i önemsiz göstermek ve hattâ bâzı densizler de inkâr etmek yoluna girmiştir ve bunu da Nebî’yi pasifleştirmek yoluyla yapabileceklerini sanmaktadırlar. Böylece Kur’ân’ı “güzel örneklik”ten bağımsız olarak istedikleri gibi yorumlama fırsatı bulmuş olacaklardır. Zîrâ güzel örneklik buna izin ve imkân vermemektedir. Peygamber’i “o sâdece mesajı iletir” diyerek, meftûn ve râm oldukları moderniteye tam uygun olarak yorumlamaya çalışmaktadırlar. Zîrâ  Peygamber örnekliği göz-önüne alındığında Kur’ân’ı moderniteye uygun olarak yorumlamak imkânsızdır. Mesele işte budur.

 

Kur’ân salt kâlplerin yada zihinlerin kitabı değildir ve beyin fırtınası için indirilmemiştir. Kur’ân, hayâtın tam da ortasında okunup uygulanması için indirilmiştir. İhsan Eliaçık bu konuda şunları söyler.

 

“Kur’ân, esas îtibâriyle yaşayan hayâtın içinde okunur. Masa-başlarında ise hakkında bilgi-sâhibi olunur. Kezâ hakkında bilgi-sâhibi olunurken bile ‘metafizik bir gerilim’ içinde ve ‘korku ve titreme’ (huşû) hâlinde olmak icâp eder. Aksi-hâlde size kendisini açmaz. Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, vâroluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında ve de giderek savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle o’nu okurken, içinizden, ‘dışarıda gürül-gürül akan hayâtın’ sesini; diri-diri toprağa gömülen kız çocuklarının yakarışlarını, kölelerin boyunlarındaki zincir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gâzi çığlıklarını duymuyorsanız onu aslâ okumuş olmazsınız”.

 

Kur’ân hem “müfessir” (tefsir edilen) hem de “müfesser” (tefsir eden)dir. Kur’ân bâzı âyetleriyle bâzı ayetlerini tefsir eder. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin inşâsı için olmayıp hayâtı da inşâ etmek isteyen bir Kitap olduğu için, onu hem söz ile hem de amel-eylem ile de tefsir etmek gerekir ki bunu en ideâl şekilde yapacak olanlar peygamberlerdir. Peygamberler zâten bunun için gönderilirler. Peygamberlerin ortaya koyduğu bu vahiy-merkezli kavlî ve fiîlî tefsir bir örneklik oluşturur ve halk işte bu örnekliğe bakarak dîni anlar ve yaşar. Yoksa halkın ezici çoğunluğu Kur’ân’ı bile oku(ya)mazken, Kur’ân’ın “müfessir bir Kitap” olduğunu idrâk edebilecek değildir.

 

Kur’ân insana ve hayâta hitâp eder ve onu okuyan insan onu tefsir eder. Zîrâ insan bir şeyi yorumlamadan ve tefsir etmeden yapamaz. Çünkü bir şeyi ancak o zaman tam olarak idrâk edebilir ve kabûl eder yada etmez. Çünkü insan olmanın gereği budur. Aksi-hâlde bir bilgisayara veri yüklemek gibi olur.

 

Şu âyetler Kur’ân’ın müfesser (tefsir eden) bir yanının olduğunu da gösterir:

 

“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık” (A’raf 52).

 

“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 111).

 

“Elif, Lam, Ra. (Bu,) âyetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve her-şeyden haberdâr olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm) açıklanmış’ bir Kitap’tır” (Hûd 1).

 

 Allah, Kur’ân’ı Kur’ân ile açıklar. Fakat bu tüm âyetleri için geçerli değildir. Zîrâ Kur’ân’ın açıklaması sâdece “Kur’ân-içi açıklamalar”la biten bir şey değildir. İslâm’ın farkı budur. Kur’ân, açıklamalarını sözlerle yaptıktan sonra bir de uygulamada göstermek ister. Çünkü İslâm “sâdece gönüllerin dîni” değildir. O hâlde açıklama yâni tefsir, vahiy-merkezli olan kavlî ve amel-eylem içeren fiillerle olunca ancak iknâ edici olur. Aksi-hâlde açıklamaların bir sonu gelmez ve herkes farklı açıklamalar yapmaya başlar. Sonuçta da çatışma kaçınılmaz olur. Oysa Allah (kendi kontrôlünde ve gerektiğinde düzeltilmesi şartıyla) Kur’ân’ın-vahyin, peygamberler ve Peygamberimiz tarafından kavlî ve fiîlî  açıklamasının yapılması ve böylelikle açıklamanın tamamlanmasını ister ki zâten peygamberler bu nedenle gönderilir. Ahzâb Sûresi 21. âyette bahsedilen “güzel örneklik” ancak bu şekilde tezâhür eder. Şu da var ki, Kur’ân kıssaları da peygamberlerin açıklamalarından oluşur.

 

Uygulama sırasında yapılan açıklamalar çok iknâ edici olur. Bir âyeti uygularken yapılan kavlî ve fiîlî açıklama yâni tefsir insanların hem daha kolay anlamasına hem de daha kolay iknâ olmasına neden olur. Ortaya konan şeyi kabûl edenler ve etmeyenler de buna göre kabûl eder yada etmez. O hâlde Kur’ân, Kur’ân-merkezli olarak yâni Kur’ân’a aykırı düşmeyecek şekilde söz ve amel ile açıklanmalıdır ki açıklama tamamlanmış olsun. Yoksa sâdece söz ile yapılan açıklamaların hem sonu gelmiyor hem de kelle-başı farklı açıklamalar ve yorumlar ortaya çıkıyor. Sonunda da sonu gelmez tartışmaların çıkması kaçınılmaz oluyor.

 

Kur’ân herkesten âlim olmasını beklemez. Zâten târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır. O hâlde Kur’ân, herkesi, kendisini okuyarak mânâsını ve tefsirini anlamaya zorlamaz. Zâten kitleler daha çok söz-amel birlikteliği ile birlikte dîni idrâk edebilirler ve uygulamayı da buna göre yaparlar. İnsanlık târihi boyunca büyük kitlelerin -isterse okudukları şey vahiy olsun-, bilginin peşine düştükleri vâki olmamıştır, olmaz da. O yüzden Kur’ân’ın açıklamasını Kur’ân’ın yaptığını yine Kur’ân’dan delillendirmenin halk için çok da bir anlamı yoktur. Bu ancak okumayı meleke hâline getirmiş olanlar için anlamlıdır.

 

Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri vardır elbette. Kur’ân kendini tefsir eder. Fakat bu tüm âyetleri için geçerli değildir. Zâten buna gerek de yoktur. Aksi-halde peygamberler “postacı” konumuna düşerlerdi. Zâten Kur’ân’ın tüm açıklamasını yine sâdece Kur’ân’da aramak bir yerde tıkanır kalır. Meselâ Kur’ân “haram aylar”dan bahsettiğinde, haram ayların hangileri olduğunu Kur’ân’dan öğrenemezsiniz. Kur’ân, haram ayların hangileri olduğunu müfesser bir Kitap olarak ortaya koymaz. Çünkü buna gerek yoktur. Çünkü bu herkesçe bilinen bir şeydir. Ezan denilen şeyin ayrıntısını yine aşırı zorlayıp da absürd bir sonuç ortaya koymadıkça Kur’ân’da bulamazsınız. Kur’ân’ın indiği çağda haram ayların hangileri olduğu ve ezanın nasıl olduğunu herkes biliyordu. Şimdiki zamanda yaşayanların ise haram ayların hangileri olduğunu öğrenmeleri için bir kitaba-tefsire bakmaları gerekir.

 

“Kur’ân’ın tüm âyetlerinin tefsirini yine sâdece Kur’ân’dan bulacağım” diye Kur’ân’ı, ona işkence ederek aşırı zorlayanların ulaştığı sonuçların çoğu absürddür. Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin tefsirini en doğru olarak sâdece Kur’ân’da bulabiliriz ve böyle açık tefsir varken başka bir tefsir yoluna girmeye gerek olmaz. Fakat Kur’ân’ın, hem ancak hayâtın içindeyken görülebilecek tefsirini, hem de apaçık muhkem âyetlerinin tefsirini Kur’ân’da aramaya gerek yoktur. Ercüment Özkan, îtikâdî konularda Kur’an’da başka tefsirin olmayacağını, amelî konularda ise tefsirin yapılabileceğini söyler.

 

“Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhân 58). Bu kolaylaştırma, Kur’ân’ın anlaşılmasının kolaylaşmasıdır ki, bu da Peygamberimiz’in âyetlere yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlarlar olmuştur. Böylece Kur’ân netleşmiştir.

 

Netîcede Kur’ân sayfaları, sûreleri, âyetleri ve kelimeleri sınırlı olan bir Kitaptır. Fakat Kur’ân insanların iç-âlemini inşâ edebilecek olan bir Kitap olmaktan başka, onda insanlar için sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî anlamda bir topluluk kurabilmelerini sağlayacak emirler-tavsiyeler-kodlar bulunmaktadır ki zâten Peygamberimiz de bunları Kur’ân’ın ışığında gerçekleştirmiştir

 

“Resûle uyarız ama Nebî’ye uymayız” demek, “Kur’ân’a uyarız ama güzel örnekliğe uymayız” demektir. Fakat bu “Ahzâb 21. âyete uymayız” anlamına gelir. Eğer Kur’ân’a uyuyorsanız, Ahzâb 21’de gösterilen “güzel örneklik” olan Sünnet’e de uymanız ve dolayısı ile Nebî’ye itaat etmeniz şarttır. Bu itaat, Peygamber’in yaptığı kavlî ve fiîlî açıklamaları dikkate almayı gerektirir.

 

Allah’ın Kur’ân’ı, safha-safha indirmesinin nedeni, onun Peygamber örnekliği ile hayâtın tam ortasında sâdece sözlü olarak değil, fiîlî olarak da açıklanması içindir. Allah’ın açıklaması böyle olur. En sağlam açıklama şekli de zâten böyle olabilir.

 

Kur’ân’ı önüne her gelen de açıklayamaz tabi. Onu kavlî ve fiîlî olarak en ideâl şekilde Peygamber açıklamıştır. Sahih hadisler ve sahih Sünnet, Kur’ân’ın en ideâl ve aşılamayacak açıklamasıdır. Kur’ân’ı okuyup Sünnete uyulduğunda on numara mü’min olunur ve yaşanır. Peygamber’siz modern Kurân çalışmaları, Protestanlığın tekrar edilmesi sürecidir.

 

Evet; görüldüğü gibi “Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” demek, “Peygamber’e gerek yoktur” demektir ve bu da, her konuda olduğu gibi vahiy konusunda da Protestanlık bağlamında batı’yı tâkip ve taklit etmekle sonuçlanmaktadır. Modernitenin etkisi Kur’ân alanında da kendini göstermektedir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2020

 

 

 

Devamını Oku »