“(Onları) Apaçık deliller
ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara
kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye” (Nâhl 44).
Allah Kur’ân’ı Kur’ân’la ne
zaman ve nasıl açıklar?. Allah vahyi indirmese, hikmeti vermese ve Peygamber
üzerinden gerektiği yerde düzeltmeler yapmasa Kur’ân nasıl açıklanmış olsun?.
Kur’ân’ı en başta, Allah’ın yardımıyla peygamberler açıklar. Zâten onların
görevi tebliğ, beyân, dâvet ve örneklik ortaya koymaktır.
Beyân
kelimesi; “açık-seçik olmak, âşikâr kılmak” anlamındadır. Eğer Kur’ân’ın
beyânından bahsediliyorsa yâni onu açık-seçik kılmaktan bahsediliyorsa, bunu
yapacak olan elbette, bu işle görevlendirilmiş olan peygamberler ve Peygamber’imiz
olacaktır.
Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri
tâbirini ilk kullananların başında İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gelmektedir. “Tefsirde
en doğru metod nedir?” sorusuna şu cevâbı vermiştir: “Önce Kur’ân’ı yine Kur’ân’la
tefsir etmektir. Kur’ân’ın herhangi bir âyetinde kapalı (mücmel) bırakılan bir
konu bir başka âyetinde tefsir edilmiş; kezâ bir âyette kısaca anlatılan bir
mesele bir başka âyette uzun-uzadıya îzah edilmiştir”.
Kur’ân, “müfessir” olmasının
yanında “müfesser”dir de. Yâni hem açıklar hem de açıklanır. Kur’ân’ın kendi-kendini
açıklaması biraz da müfessirin dirâyetine bağlıdır. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması
vardır ve bu mümkündür. Hattâ bâzı konularda Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması
en doğru yoruma ve sonuca götürür. Fakat bu, Kur’ân’ın tamâmı için geçerli
değildir. Zâten Kur’ân’dan böyle bir şey beklemek de doğru değildir. Kur’ân’ın
Kur’ân’la tefsiri sâdece bâzı konu ve âyetlerle ilgilidir. Tüm sorunların Kur’ân’ın
Kur’ân’la tefsiri-açıklaması ile giderilmesi mümkün değildir. Buna rağmen “hayır
mümkündür!” diyenler, etimolojiyi aşırı zorlayarak ve aşırı te’vile giderek
absürd sonuçlar ortaya koymaktadırlar. Kur’ân’dan her-şeyi açıklamasını
bekleyenler, istedikleri açıklamayı göremeyince ve bulamayınca, Kur’ân’ı
işkence edercesine aşırı yoruma tâbi tutarak ona istediklerini söyletiyorlar.
Böylece Kur’ân’ı kendileri açıklamış oluyor ki bu, yaşadıkları ve çok memnun
oldukları modern zaman ve mekâna çok uygun düşen yorum ve açıklamalardır. Öyle
ki, moderniteye karşı neredeyse tek bir aykırı yorum ve açıklama bile
görülmemektedir.
Siyak-sibak
konusunda bile siyaka ve sibaka başvurmak her zaman söz-konusu olmaz. Çünkü
bir-çok yerde, âyetler arasında siyak ve sibakla hiç ilgisi olmayan bir âyetin
giriverdiğini görürüz.
Aslında
“Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” olarak bilinen şey, İbn-i
Teymiyye’nin isâbetli ifâdesiyle söylersek: “Kur’ân’ın kendi-kendisini açıklaması
değil,
müfessirin dirâyet ve mârifetiyle muhtelif âyetler arasında irtibat
kurulmasından ibârettir”.
Kur’ân’daki her âyete, kelimeye ve hattâ her harfe,
zorlayarak da olsa bir açıklama getirmek mecbûriyeti yoktur ve zâten Peygamber
ve sahabe örnekliğinde de böyle bir gayret olmamıştır. Zîrâ onlar İslâm’a-Kur’ân’a
ve Sünnet’e canlı bir bakışla baktıklarından dolayı böyle bir sorunları olmamıştır.
Parçacı ve parçalayıcı bir uygarlık olan
modernizmin etkisinde ve baskısında olan modern müslümanların parçacı
Kur’ân yaklaşımlarında ise, her-şeye açıklama getirme düşüncesiyle hem Kur’ân’a
hem de kendilerine zulmetmektedirler. İzz b. Abdisselam: “Çeşitli sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda
irtibat bulunması şart değildir. Hâl böyleyken, çeşitli sebeplere binâen inen âyetler
arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe
soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler
üzerine indi. Bu îtibarla, onun âyetleri arasında burada öngörülen tarzda bir
irtibat söz-konusu değildir. O hâlde, Kur’ân’ın âyetleri arasında irtibat kurma
girişimi yakışıksız bir iştir” der.
Bir
kitapta “Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” konusunda İzz b. Abdisselam ve Şâtıbî’den
örnek verilirken şunlar söylenir:
“İzz b. Abdisselam (ö.660/1262)
âyetler arasındaki münâsebeti bilmenin güzel bir meziyet olduğunu belirtmiş;
fakat ardından şunu eklemiştir: ‘Kelamda irtibat güzelliğinden söz etmek için,
sözün evveliyle sonunun, tematik bütünlük içinde birbiriyle ilintili olması
şarttır. Fakat, muhtelif sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda irtibat
bulunması gerekmez. Hâl böyle iken, çeşitli sebepler üzerine vahyedilen âyetler
arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe
soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler
üzerine nâzil olmuştur. Binaenaleyh, onun âyetleri arasında burada öngörülen
tarzda bir irtibat söz-konusu değildir. Hülâsa, Kur’ân’ın âyetleri arasında
irtibat kurma girişimi, pek hoş olmayan bir iştir. Ancak bu görüş, Kur’ân’daki
âyetler arasında hiç-bir anlam ilişkisi bulunmadığı anlamına gelmez. Zîrâ,
Kur’ân’daki pek-çok âyetin birbiriyle ilintili olduğu müsellemdir; o hâlde
burada yanlışlığına dikkat çekilmek istenen husus, Kur’ân’ın müstakbel
okurlarının anlama sorunları da dikkate alınarak masa-başında yazılmış
mütecânis bir metin gibi algılanması ve bu yanlış algılamaya paralel olarak her
âyetin yek diğeriyle mükemmel bir uyum arz-ettiği fikrinin savunulmasıdır.
Şâtıbî (ö.790/1388) de, Kur’ân’ın
icâzının belli bir âyette, sûrede veyâ belli bir üslup tarzında değil, bizzat
Kur’ân’ın mâhiyetinde mündemiç bulunduğunu, diğer bir ifâdeyle bu mûcizeliğin
bizzat Kur’ân’ın kendisi olduğunu, dolayısıyla farklı zamanlarda, farklı
hâdiseler üzerine peyderpey nâzil olan Kur’ân âyetleri arasında tenâsüh ve
insicam aramanın çok sağlıklı bir yaklaşım olmadığına işâretle, ondaki
insicâmın söz-diziminden (nazım) ziyâde, mânâ ve maksadın ön-plâna çıktığı
bütünlükle aranması gerektiği tezini savunmuştur.
Hangi âyetin hangi âyetle tefsir
edildiği, bizzat Kur’ân’ın delâlet ve işâretine değil, tamâmen müfessirin
dirâyet ve kâbiliyetine bağlı bir husustur. Bu îtibarla, tefsirdeki hiç-bir
yöntem müfessirin kişisel görüş ve tercihinden (re’y) âzâde değildir.
Dolayısıyla Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, büyük ölçüde müfessirin Kur’ân ve
yorum anlayışını yansıtan bir tefsir tarzıdır. Nitekim, mevcut tefsir
literatüründe de pek-çok örneğine rastlanıldığı vechile aynı âyetin birbirinden
farklı âyetlerle irtibatlandırılıp, yine birbirinden farklı görüşlere esas
ittihaz edilebilmesi, bunun en müşahhas delilidir”.
Kur’ân’ın açıklaması kavlî
ve fiîlî olarak en ideâl şekilde sahih hadis ve Sünnet ile yapılmıştır. Peygamberler,
vahyi öğreten ve örnekleyen birer muâllimlerdir. Peygamberler vahyin
açıklamalarını ve örnekliğini sözleri ve fiilleriyle yaparlar. Yoksa açıklama masa-başı
çalışmalarıyla yapılacak değildir. Zâten masa-başında yapılan birbirini
tutmayan açıklamaların çok da bir yararı olmamaktadır.
Bir yazıda Peygamberimiz’in
Kur’ân’ı açıklaması konusunda şunlar söylenir: “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı
açıklaması; mücmel-kısa olan bâzı âyetleri tafsil, anlaşılması güç bâzı
âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bâzı garip kelimeleri beyân etme, edebî
inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme gibi şekillerde olmuştur. O, bu
maksatla Medîne Mescidi’ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü
bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdetâ ‘yaşayan
bir Kur’ân’ olarak onlara örneklik etmiştir”.
Sahabe, bâzen tam olarak
idrâk edemediği âyetler için Peygamberimiz’e başvurur ve Peygamberimiz’den
ayrıntılı açıklama isterlerdi. Muhammed Hamidullah bunu şu şekilde aktarır: “Sahâbe
(ra) Nebî (sav)’e gidiyor ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması zor olan yerlerini
ona soruyordu. Hattâ Ömer b. Hattâb gibi sahabelerin en büyükleri bile (böyle
yapıyordu)”.
Kur’ân’ın
bütünlüğünden çıkacak bir anlamı da vardır ki bu anlam tüm anlamlara şâmildir.
O hâlde Kur’ân’ın bir bölümünü anlamak için diğer bölümünü de anlamak şarttır.
Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri bu bağlamda anlamlı olur.
İnsanın aklî bir sorunu yoksa Kur’ân’ı anlama sorunu
yoktur. Çünkü Kur’ân “kolaylaştırılmış” olduğu için kolayca anlaşabilecek bir
Kitap’tır. Anlama bir soruna dönmüşse ve anlamak zorlaşmışsa, orada -hâşâ- “Allah’ın
iyi anlatamadığı” durumu ortaya çıkar. Hâlbuki O her-şeyi apaçık bir şekilde
anlatmıştır. O hâlde sorun “anlama sorunu” değil, “açıkça anlatılan şeye inanmama”
ve “anlatılanı kabûl etmeme” sorunudur. Bir yazıda bu konuda şunlar
söylenir:
“Kur’ân’ın indiği toplumda onu anlama
sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu vardı. Bu da, inat, tekebbür,
taklit, cehâlet ve menfaat gibi sebeplerden kaynaklanıyordu. Fakat aradan 1.400
sene geçmiş olmasından dolayı özellikle Arap olmayan toplumlar için bu metnin
bir-çok bölümünde bir doğru anlama (ne dediğini anlama) sorunu ortaya
çıkmıştır. Buna rağmen bugün bile bu metnin büyük bir bölümünün ne dediği problemsiz
olarak anlaşılabilmektedir. Allah’ın insanla konuşmaya karar vermesi, bir
iletişim vâsıtası olarak insanoğlunun geliştirdiği dilin bütün zaaflarına
rağmen doğru anlamının varlığına delâlet eder”.
Demek ki Kur’ân’ı
anlamak zor bir şey değildir. O hâlde Kur’ân’ı ciddî, samîmi ve gayretli
şekilde kim okursa o anlar ve yetkin duruma gelmişse açıklar da.
Peygamber’in Kur’ân’ı
açıklaması sâdece söz ile açıklaması değildir. Açıklama hem söz ile hem de
aslında daha çok ve etkili olarak fiil ile yapılan açıklamadır. Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî açıklaması, Allah’ın
görevlendirmesiyle Peygamberimiz’e verilmiştir ki zâten peygamberler bunun için
gönderildiği gibi Peygamberimiz de bunun için gönderilmiş ve Peygamberimiz bu
görevi hakkıyla yerine getirmiş, Allah da ondan râzı olduğu için “görevi yerine
getirme tarzı”nı “usvetün hasene” “güzel örneklik” yâni Sünnet olarak Kur’ân’da
Ahzâb Sûresi 21. âyete koyarak ebedîleştirmiştir. Böylece en ideâl kavlî ve
fiîlî açıklama “aşılamaz örneklik” olarak bağlayıcı olmuştur:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’
vardır” (Ahzâb 21).
Kur’ân’ı belli seviyede ilmi
olan herkes yorumlayabilir, yorumunda isâbet de edebilir, fakat bu yorumlar “bağlayıcı”
olmaz ve “güzel bir yorum” olarak kalır. İnsanlar bu yorumları okuyarak ve
dinleyerek bir anlamlandırma yapabilirler. Bunu yaparken doğru da yapabilirler
yanlış da. Çünkü bu yorumlar Peygamber’de olduğu gibi Allah tarafından
düzeltmeye uğramayacağı için bağlayıcı olmayacaktır. Fakat Peygamberimiz’in Kur’ân’ın
kavlî ve fiîlî açıklaması olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i yâni güzel
örnekliği, Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için “aşılamaz en güzel
açıklama” olmuştur.
Allah’ın açıklaması,
âyetleri ayırt etmesi ve fâsılalara ayırarak gerektiği yerde ve zamanda indirmesidir.
Âyetler böylelikle “çok sağlam âyetler” hâline gelmiştir. Kur’ân’ın tek-tek
âyetleri zâten çok açıktır. Bunları tekrar açıklamaya aslında gerek de yoktur.
Fakat bir de âyetler arasında kurulan “hikmet” vardır ki, bu da peygamberlere ve
gayretli-samîmi kişilere verilen bir şeydir. Peygamber hikmetle, âyetler
arasında alâka kurar ve insanlara bunu sözle ifâde eder ve uygulamayla gösterir.
Allah bunda yanlışlar görürse düzeltir, yanlış görmezse müdâhale etmez. Kur’ân
böylece açıklanmış olur.
Kur’ân’ın tüm açıklaması
Kur’ân’da varsa, o zaman Kur’ân’ın “haram aylar” dediği aylar hangileridir?.
Kur’ân haram aylardan bahsediyor fakat Kur’ân haram ayların hangileri olduğunu da
söylüyor mu?. Ezan, rekât, nikâh vs. bunların nasıl yapılacağını, bu işle görevlendirilmiş
ve kendisine bunun için hikmet verilmiş olan Peygamber yapar. Allah yapılan
şeye îtirâz etmeyince de o şey ideâl hâle gelmiş olarak uygulamaya geçer.
Kur’ân kimsenin babasının
malı değildir. Bu nedenle de Kur’ân’ı hiç kimse oyuncak gibi evirip çeviremez.
Kur’ân’ı babasının malı zannedenler, yaptıkları yorumun mutlak ve kesin olduğunu
zannedenlerdir.
1.400 yıllık kaynakların
hiç-birinde, Peygamberimiz’in kendi çağındaki yada gelecek kuşaklardaki
müslümanlara; “salt Kur’ân’ı esas alın, benim kavlî ve fiîlî açıklamalarım olan
Sünnet’ime ise bigâne kalın” dediği görülmemiştir. Zîrâ Peygamber, ne için gönderildiğini ve görevinin ne olduğunu
çok net olarak bilir.
“Kur’ân’ı ancak Kur’ân
açıklar” diyenler, modernitenin kavramlarıyla ve modern-bilim ve teknoloji ile
Kur’ân’ı açıklamaktan çekinmezler. Zâten genelde onların “Kur’ân’ı Kur’ân ile
açıklamak” dedikleri şey, “Kur’ân’ı modern telakkilerle açıklamak”tan başkası değildir.
İyi de bu bir çelişki olmuyor mu?. Tabi ki de oluyor. Bir yandan “Kur’ân’ı
ancak Kur’ân açıklar” demek, diğer yandan ise 1.400 yıllık külliyatı tümden
reddederken, sürekli değişen, teoriler üreten modern-bilime, felsefelere ve
ideolojilere Kur’ân’ı açıklama yetkisi vermek düpedüz ciddiyetsizliktir. Dînî
tefekkürde taklidi reddetmelerine mukâbil, batı kaynaklı bilim ve uygarlık
unsurlarını İslâm’a uyarlamada beis görmemektedirler.
Kur’ân’ı daha iyi idrâk
etmek için, “daha iyi bilen” birine sormak ve onun yaptığı açıklamalardan ders
ve ibret almakta sorun yoksa, o zaman Kur’ân’ı en iyi bilen ve idrâk eden
Peygamberimiz niye açıklamamış olsun?. Ne yâni; hiç mi bir yorumda bulunmadı ve
hiç-bir açıklama yapmadı mı?. Peygamberimiz’e birilerinin bir şey sormuş olması
ve o’nun da sorulan şey hakkında bir açıklama yapmış olmasından daha doğal ve
normâl ne olabilir?. Açıklama yapmak Peygamber’e gelince mi yanlış ve şirk
oluyor?.
“Kur’ân’ı sâdece Allah
açıklar” diyerek her âyeti de Kur’ân ile açıklamaya kalkışmak yanlış olur. Çünkü
hem her âyetin açıklanmaya ihtiyâcı yoktur, hem de her âyetin açıklaması
Kur’ân’da yoktur. Çünkü bâzı açıklamalar fiîlen yapılmak zorundadır. Onu da en
ideâl şekilde peygamberler yapar. Kaldı ki açıklanmaya ihtiyaç duyulan âyet sayısı
fazla da değildir.
Şunu da sormak gerekir ki,
“Kur’ân’ı yine Kur’ân yâni Allah açıklar” diyenler, sanki Kur’ân’ın
açıklamasını kesin şekilde kabûl ediyorlar mı?. Bu kişiler Kur’ân “hırsızın
elini kesin”, “zinâkâra 100 sopa vurun ve acımayın” gibi âyetlerinin aynen
uygulanması taraftârı mıdırlar?. Hiç yorum yapmadan bu apaçık âyetleri kabûl
ediyorlar mı?.
Peygamber, Kur’ân’ı kavlî
olarak açıklamış ve fiîlî olarak uygulamıştır. Çünkü ideâl açıklama ancak kavlî
ve fiîlî şekilde olur.
“Peygamber sâdece kendisine
inen vahiyleri bildirmekle görevlidir, bundan başka ayrıca açıklama yapma
yetkisi yoktur” diyorlar. Sâdece tebliğ yapılacak olanlar vardır, “tebliğ ve
açıklama” birlikte yapılacak olanlar vardır. Şimdi, “Peygamber’e düşen sâdece
tebliğdir” âyetlerini ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…
“Eğer seninle
çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a
teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz
mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz
çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları
hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).
“Allah’a itaat edin,
Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki,
elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir” (Mâide 92).
“Bilin ki, Allah
gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye
tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli
tuttuklarınızı da bilir” (Mâide
98-99).
“Onlara (azab olarak) vaâdettiklerimizden
bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen
yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).
“Şirk koşmakta olanlar
dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik,
biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan
öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden
başkası mı?” (Nâhl 35).
“Fakat onlar yüz
çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).
“De ki: ‘Allah’a itaat
edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık o’nun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen,
sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyet bulmuş
olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir” (Nûr
54).
“Eğer yalanlarsanız,
sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye
düşen, yalnızca açık bir tebliğdir” (Ankebût 18).
“Dediler ki: ‘Siz,
benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da
herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler
ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim
üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur” (Yâsin 15-17).
“Şâyet onlar, sırt
çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak
göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz
insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara
kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu
durumda insan bir nankör kesiliverir”
(Şûrâ 48).
“Allah’a itaat edin ve
Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine
düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).
Âyetlerde de görüldüğü gibi,
söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri
duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerde de bundan
bahsedilmez. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri bağlamları yâni
siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı apaçık
anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği yapılmazsa,
Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız, ben sizi İslâm’a inandırmak için zorlayacak
değilim, tebliğimi, açıklamalarımı ve dâvetimi yaparım, gerisi Allah’a
kalmıştır” demektir. “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ
göreceğini” söylemektedir. Tabi Peygamber, Allah’ın emrettiklerini en başta
kendisi yapar. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?. Peygamber’in
Kur’ân’ı kavlî olarak açıklamasından başka her konuda fiîli örneklik yapması da
görevidir. Hattâ peygamberlerin ana görevleri, şu âyette söylendiği gibi,
sosyâl kültürel, ekonomik, hukûki ve siyâsi tüm yönleriyle bir devlet kurmak ve
medeniyet başlatmaktır:
“Allah, dinden
Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı)
ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta
egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’
olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Bir kitapta bu konuda şunlar
söylenir:
“Allah Resûlü’nün tek görevinin
tebliğ olduğunu ifâde eden âyetler, inanmamakta direnen Mekke’li müşriklere
karşı Hz. Peygamber’i teselli etmeyi amaçlar. Kur’ân-ı Kerîm ‘resûl’ün, âyetleri
okumak/tebliğ etmek, kötülüklerden arındırmak ve Kitâb ve hikmeti öğretmek
(3/Âl-i İmrân:164; 2/el-Bakara: 151; 62/el-Cumu’a: 2) olmak üzere üç farklı
görevinden söz eder. Burada, Kitâb’ı öğretmekle tebliğin kastedildiği iddia
edilebilirse de, Kitâb’dan ayrı hikmetten söz edilmesi her hâlükârda îzâh
edilmelidir. Hikmetin, Kitâb’dan ayrı olması ‘Kitâb dışında Hz. Peygamber’in
öğrettiği’ bir şeyler olmasını gerektirir. Dolayısıyla âyetlerde geçen
‘Resûl’ün sâdece ‘vahyi tebliğ eden kimse’ olduğunu söylemek konuyla ilgili tüm
âyetleri dikkate almamak anlamına gelir.
Ayrıca ‘her
resûlü, vahiylerimizi kolayca anlatıp açıklayabilmesi için kendi milletinin
diliyle gönderdik’ (14/İbrâhim: 4; ayrıca bk. 16/en-Nâhl: 44, 64) gibi
âyetlerde Resûl’ün gönderilen vahiyleri açıklama görevinden
bahsedilir. Bu âyetlerde geçen açıklama (tebyîn) ifâdesinin de iletmek (tebliğ)
anlamına geldiğini ileri sürmek ise zorlama bir yorum olacaktır.
Hz.
Peygamber’in inanmayanlara yönelik görevi, sâdece tebliğden îbâretken,
inananlara karşı daha başka görevleri vardır. Âyetlere bağlamından kopuk
anlamlar yükleyerek ve Hz. Peygamber’in başka görevlerinin de bulunduğu
âyetleri dikkate almayarak tartışmalı yargılara varırlar. Bu anlayış,
özellikle Medîne döneminde başta müşriklere karşı yapılan Bedir, Uhud, Hendek
gazveleri ile Yahudilerle yapılan savaşlar olmak üzere Hz. Peygamber’in yeni
bir toplum oluşturma mücâdelesini gözden kaçırırlar. Zîrâ ‘o, sâdece
Kur’ân’ı insanlara iletmiş, başka hiç-bir görev yapmamıştır’ demek Hz.
Peygamber’in ahlâk ve hukuk temelli yeni bir toplum oluşturma mücâdelesini
göz-ardı etmek anlamına gelir. Bu mücâdelenin insanlara sâdece Kur’ân’ı
iletmekle gerçekleşemeyeceği ise açıktır”.
“Nebîye itaat” bağlamında ise
şunlar söylenir:
Kur’ân’da
‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden de Hz. Peygamber’e uyulması
emredilir: ‘De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın’ (3/Âl-i İmrân: 31). Bu âyetteki ‘bana uyun’
emrinde ‘Resûl’ ve ‘Nebi’ kelimelerine yer verilmeden ve Resûl olarak veyâ Nebî
olarak şeklinde bir ayrıma gidilmeden Hz. Peygamber’e itaat edilmesi emredilir.
Nisâ 65. âyette yine ‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden ‘senin
hakemliğine başvurmadıkça’ buyrularak anlaşmazlık durumunda Hz. Peygamber’in
hakemliğine başvurulması ve bunun hiç-bir sıkıntı ve burukluk duyulmaksızın
tam bir teslîmiyetle olması istenir. En-Nîsâ 59. âyette ise sâdece Allah ve
Resûlü’ne değil, kendilerinden olan idârecilere de itaat etmeleri emredilir.
Müslüman idârecilere itaat edilmesi uygun görülürken bu itaati
Nebî olarak Hz. Peygamber’den esirgemek isâbetli olmasa gerektir.
Kur’ân’ın anlaşılmayan konuları için âlimlere itaat şirk değilse, Hz.
Peygamber’e itaat de şirk olmamalıdır.
Kur’ân’da
söz konusu edilen hatâlar aynı-zamanda dinle ilgili başka yanlışların
bulunmadığı anlamına gelir. Bu ise Hz. Peygamber’in itaat edilmesi gereken bir
şahsiyet olmasını gerektirir. Allah ve meleklerin üzerine titrediği, kendisine
her türlü yardım ve desteği verdiği, emirlerine tam bir teslîmiyetle uyulması
emredilen (33/el-Ahzâb: 56), saygıda kusur edilmemesi gereken (49/el-Hucurât:
2) Nebî’ye itaatin sakıncalı olduğunu ifâde etmek kesinlikle isâbetli değildir”.
“Kur’ân’da ‘biz kitapta
her-şeyin açıklamasını indirdik’ deniyor” diyorlar. “Kitapta her-şey var”
derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur.
Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah
katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir.
“Levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe
ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik
ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik
akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi
gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve
uygulana-gelen şeyleri yeniden kitaba alma gereği duyulmamıştır:
“Apaçık Kitab’a andolsun;
Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık.
Şüphesiz o, Bizim katımızda olan ‘Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir,
hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf
2-4).
Âyette “kendilerine
Kitap’tan pay verilenler” derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan
şey, her-şeyin bilgisini içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur.
Peygamberlere gelen vahiyler, işte bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir
“pay”dır.
“Biz Kitab’ı sana,
her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet,
bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89) âyetiyle dile getirilen
kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de Kur’ân olsa bile, “her-şey”den
maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey” değildir. “Kur’ân’da her-şey
var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her-şeyden bahsediyorsa eğer, o zaman:
“Süleyman, Dâvud’a
mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve
bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi.
Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara
hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her-şeyden (min külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük
bir tahtı var” (Neml 23). âyetinde bahsedilen “her-şey” kelimesinden de,
“bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her-şey”i anlamamız gerekir. Fakat
böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ
dükkanlarında “her-şey var” denildiği gibi bir “her-şey”dir bu.
Kur’ân’iyyun, “hüküm ancak
Allah’ındır” demelerine rağmen, lâik-seküler-demokrasiye övgü yağdırırlar ve
ona bağlanırlar. Oysa demokrasilerde hüküm beşerindir. İslâm’da hüküm her
konuda sâdece Allah’ındır. Hukukta ve siyâsette sâdece Allah’ındır hüküm. Böyle
olunca da demokrasi ve lâik parlamento inkâr edilmelidir. Oysa Kur’ân’iyyunun
tutumlarına bakıldığında neredeyse tüm modern telakkilerde olduğu gibi
lâik-demokrasiye meftundurlar. Hükmün sâdece Allah’ın olması, Kur’ân’ın
her-şeyi açıkladığını ve açıklamayı sâdece Allah’ın yapacağını söyleyenlerin es
geçtiği âyetlerdir. Zîrâ hüküm konusunda Kur’ân’a aykırı ve düşman olan
demokrasiyi, lâikliği ve modern felsefe ve ideolojileri baş-tâcı
yapmaktadırlar. İş “hüküm koyma” konusuna gelince sanki Kur’ân hiç-bir şey
demiyormuş ve sanki hiç-bir açıklama yapmamış gibi konuşmaktadırlar.
Tabi Kur’ân’ın her âyetini tefsir
etmek yada tefsir etmeye çalışmak da bir anlamda küstahlık olabilir. Anlaşılmaktan
için değil de, îman edilmesi için indirilmiş olan âyetler de vardır. Öyle âyetler
vardır ki onları Peygamber de tefsir etmemiştir ve hattâ Allah da
açıklamamıştır. Nûr Sûresi 35. âyet gibi. Müteşâbih âyetlerin tefsirini ve te’vilini
ancak Allah bilir. Zîrâ insanın her-şeyi bilmesi şart da değildir, mümkün de
değildir. Kur’ân’da açıklamaya ihtiyaç duymadan mânâsı herkes tarafından
kolayca anlaşılabilecek âyetler bulunduğu gibi, Peygamber’in açıklaması olmadan
mânâsı anlaşılamayacak olan âyetler de mevcuttur.
Kur’ân, kendisine emek yoğun
vermiş olanların açıklama ve te’vil etmesine de açıktır. “Bilenlere sorun” der
meselâ. Fakat buna muhtaç değildir. Hattâ öyle ki, Peygamberimiz vefât edip de
gözlerini kapattığı andan yâni vahyin inişinin kesildiği andan bugüne kadar hiç
kimse hiç-bir düşünce ortaya atmamış, hiç-bir şey söylememiş ve yazmamış
olsaydı yada tüm düşünülenler, söylenenler ve yazılanlar Allah tarafından
bir-anda unutturulmuş olsaydı bile, İslâm’a ve Kur’ân’a zerre kadar zarar gelmezdi
ve herhangi bir eksiklik olmazdı.
Kurân zâten apaçık olandır. Sünnet, o apaçık olanın
pratiğe dökülmesi demektir. İnen vahiyler bâzen hiç-bir açıklamayı gerektirmezdi.
Bu durumda Peygamberimiz, inen âyetleri îlân etmekle yetinirdi. Peygamber’in
açıklaması genelde fiîlî bir açıklama yâni güzel örneklik ve pratiklik
şeklindedir. Yoksa sözle açıklanacak çok da fazla bir şey yoktur.
Açıklayan açıklanandan
üstündür. Bu durumda Peygamber Kur’ân’dan üstün müdür?. Peygamber’i “Peygamber”
yapan Kur’ân’dır. Dolayısı ile Kur’ân yâni Allah’ın sözü Peygamber’den de
üstündür. Peygamberimiz Kurân’ı, Allah “açıkla!” dediği için açıklamıştır.
Yoksa işgüzarlık etmesi mümkün değildir.
Kur’ân sâdece mü’minlere
hitâp etmiyor ki bir âyetin iyice idrâk edilmesi için herkes Kur’ân’ın başında
saatlerce ve günlerce otursun da okusun araştırsın. Kur’ân müşriklere-kâfirlere
de hitâp ediyor ki en başta zâten onlara hitâp ediyordu. Peki kâfirler ve
müşrikler, kendilerine söylenen âyetleri söylenir-söylenmez tam olarak ve tüm anlamıyla
anladılar da Peygamberimiz’e; “bu dediğin ne demek, ne anlama geliyor?” yada
“bizim anlayacağımız şekilde açıkla” şeklinde hiç-bir şey sormadılar mı?. Elbette
sordular. Peygamberimiz de onlara Kur’ân bütünlüğü ve Kur’ân-merkezli olarak
inen âyetleri ayrıntılandırdı ve örnekler vererek açıklamalar yaptı.
“Kur’ân’ı yine sâdece Kur’ân
açıklar” diyenler, Kur’ân’ı açıklamak için bitmeyen ve bitmeyecek olan meâl-tefsir-açıklama
çalışmaları yapmaktadırlar ve bu bağlamda yazılar, kitaplar ve konuşmalar yapıyorlar
ki bunların sonunun gelmesi imkânsızdır. Zîrâ güzel örnekliğin kavlî ve fiîlî
açıklamasını göz-ardı edenler, sonsuz yorumlar içinde boğulmaktan başka bir
sonuca varamazlar. Çünkü her hâlükârda Sünnet devre-dışı bırakıldığında
Kur’ân’da açıkça yer almayan problemlerin çözümü birilerinin içtihadına
kalmakta, yâni vahyi getiren Allah Resûlü’nden esirgenen Kur’ân’ı açıklama
yetkisi onun dışındakilere verilmektedir.
Kur’ân’iyyun, vahyin indiği
zamânı, mekânı, sosyo-kültürel-psikolojik târihi ve siyak-sibâkı es geçer. Zîrâ
başka türlü asılsız iddiâlarını temellendirebilecekleri bir dayanakları olmaz.
23 yıllık süreci ve siyak-sibâkı es geçince, mecbûren modern zamânı ve modern
telâkkiyi asıl alacaklar ve tüm yorumlarını ve düşüncelerini mevcut modern zamâna
uygun yorumlamak zorunda kalacaklardır. Peygamber örnekliğini es geçenler ve
hattâ Peygamber’i adam yerine bile koymayanlar, kurban kesimi, ezan, nikâh,
rekat sayısı, haram aylar, cenâze vs. neye göre yapacaklar?. Tabî ki şirk
karışmış millî geleneğe göre.
Bu ekôle mensup bâzı
kimseler; namaz vakitleri, rekât sayısı, kılınış âdâb ve erkânı konularında
değişiklikler yaparak günde iki vakit namazın farz olduğunu ileri sürmüş,
orucun herhangi bir ayda tutulabileceğini, oruç müddetinin sâdece dokuz gün
olduğunu iddiâ etmiştir. Âlemlere rahmet ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan
Peygamber’in açıklamaları ve örnekliğini göz-ardı edenler, beş para etmez adamların
kuyruklarına takılarak Peygamber düşmanlığı yapmayı matah bir şey zannetmektedir.
Oryantâlist zihniyetle dîne yaklaşmak böyle vahim sonuçlar açığa çıkarıyor.
1980 sonrasına rastlayan Kur’ân-tefsir çalışmaları
büyük oranda, genellikle ele alınıp incelenen konu veyâ kavramın “Kur’ân’da ne
anlama geldiğini” değil, “geleneksel kabûllerin dayattığı anlama gelmediğini”
ortaya koyma hedefidir ki bu bir noktaya kadar yanlış değildir.
Kur’ân’ı sâdece Allah yâni
Kur’ân açıklar ise, o zaman Kur’ân’ı daha iyi anlamak(!) için neden modern-bilimden
faydalanıyorsunuz?. Neden yorumlarınız modern-bilime ve moderniteye hiç aykırı
düşmüyor?. Çünkü şöyle deniyor: “Kur’ân’ın anlaşılması için başta tıp ve astronomi
olmak üzere tüm pozitif bilimlerden istifâde edilmelidir. Kezâ tüm ilimler
nihâyetinde Allah’ın âyetlerini/kânunlarını inceler. Kur’ân, Allah’ın lafzî
âyetleri, insan ve evrendeki her-şey ise Allah’ın kevnî âyetleridir”. Böyle
diyerek Kur’ân’ın her-şeyi açıklamadığını ve anlaşılması için pozitif
bilimlerden istifâde edilmesi gerektiği yâni pozitif bilimlere mutlakâ ihtiyaç
olduğundan bahsedilmiş olur. Bu ise “Kur’ân’da her-şey açıklanmıştır” ve
“Kur’ân mufassaldır/en ince detaylarına kadar açık bir kitaptır” ifâdeleriyle
çelişir.
“Kur’ân’ı Kur’ân açıklar”
düşüncesine göre hurûf-u mukattaa harflerinin açıklaması ve tefsiri Kur’ân’ın
hangi âyetleridir?. Kur’ân’da açıklanması beklenilmeyen ve sâdece îman edilmesi
gereken âyetler de vardır. Çünkü vahiy akıldan üstündür ve aklı aşar. Aklın
yetmeyeceği açıklamalar vardır ve bunları Kur’ân’ın Kur’ân’ı açıklamasıyla
bulmak mümkün değildir. Bu âyetler açıklanmak için değil, îman etmek için indirilmiştir.
Meselâ Nûr Sûresi 35. âyet ve rûh ile ilgili olan âyet gibi.
Kur’ân’iyyun apaçık şekilde
Peygamber düşmanlığı yapmaktadır. Zîrâ Peygamber örnekliği, modern-seküler zaman
ve mekâna yâni mevcut yaşanan hayâta birebir aykırıdır. O yüzden moderniteye
laf söylemeye cesâreti ve dirâyeti olmayan ödlekler, Peygamber’i önemsiz
göstermek ve hattâ bâzı densizler de inkâr etmek yoluna girmiştir ve bunu da
Nebî’yi pasifleştirmek yoluyla yapabileceklerini sanmaktadırlar. Böylece Kur’ân’ı
“güzel örneklik”ten bağımsız olarak istedikleri gibi yorumlama fırsatı bulmuş
olacaklardır. Zîrâ güzel örneklik buna izin ve imkân vermemektedir. Peygamber’i
“o sâdece mesajı iletir” diyerek, meftûn ve râm oldukları moderniteye tam uygun
olarak yorumlamaya çalışmaktadırlar. Zîrâ
Peygamber örnekliği göz-önüne alındığında Kur’ân’ı moderniteye uygun
olarak yorumlamak imkânsızdır. Mesele işte budur.
Kur’ân salt kâlplerin yada
zihinlerin kitabı değildir ve beyin fırtınası için indirilmemiştir. Kur’ân,
hayâtın tam da ortasında okunup uygulanması için indirilmiştir. İhsan Eliaçık
bu konuda şunları söyler.
“Kur’ân, esas îtibâriyle yaşayan
hayâtın içinde okunur. Masa-başlarında ise hakkında bilgi-sâhibi olunur. Kezâ
hakkında bilgi-sâhibi olunurken bile ‘metafizik bir gerilim’ içinde ve ‘korku
ve titreme’ (huşû) hâlinde olmak icâp eder. Aksi-hâlde size kendisini açmaz.
Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, vâroluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan
şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında ve de
giderek savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle o’nu okurken, içinizden, ‘dışarıda
gürül-gürül akan hayâtın’ sesini; diri-diri toprağa gömülen kız çocuklarının
yakarışlarını, kölelerin boyunlarındaki zincir seslerini, at kişnemelerini,
kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gâzi çığlıklarını duymuyorsanız onu
aslâ okumuş olmazsınız”.
Kur’ân hem “müfessir”
(tefsir edilen) hem de “müfesser” (tefsir eden)dir. Kur’ân bâzı âyetleriyle bâzı
ayetlerini tefsir eder. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin inşâsı için
olmayıp hayâtı da inşâ etmek isteyen bir Kitap olduğu için, onu hem söz ile hem
de amel-eylem ile de tefsir etmek gerekir ki bunu en ideâl şekilde yapacak
olanlar peygamberlerdir. Peygamberler zâten bunun için gönderilirler.
Peygamberlerin ortaya koyduğu bu vahiy-merkezli kavlî ve fiîlî tefsir bir
örneklik oluşturur ve halk işte bu örnekliğe bakarak dîni anlar ve yaşar. Yoksa
halkın ezici çoğunluğu Kur’ân’ı bile oku(ya)mazken, Kur’ân’ın “müfessir bir
Kitap” olduğunu idrâk edebilecek değildir.
Kur’ân insana ve hayâta hitâp
eder ve onu okuyan insan onu tefsir eder. Zîrâ insan bir şeyi yorumlamadan ve
tefsir etmeden yapamaz. Çünkü bir şeyi ancak o zaman tam olarak idrâk edebilir
ve kabûl eder yada etmez. Çünkü insan olmanın gereği budur. Aksi-hâlde bir bilgisayara
veri yüklemek gibi olur.
Şu âyetler Kur’ân’ın
müfesser (tefsir eden) bir yanının olduğunu da gösterir:
“Andolsun, biz onlara bir
Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere
bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık” (A’raf 52).
“Andolsun, onların
kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp
uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı,
her-şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve îman eden bir topluluk için bir
hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 111).
“Elif, Lam, Ra. (Bu,)
âyetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve her-şeyden haberdâr
olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm) açıklanmış’ bir Kitap’tır” (Hûd 1).
Allah, Kur’ân’ı Kur’ân ile açıklar. Fakat bu
tüm âyetleri için geçerli değildir. Zîrâ Kur’ân’ın açıklaması sâdece “Kur’ân-içi
açıklamalar”la biten bir şey değildir. İslâm’ın farkı budur. Kur’ân, açıklamalarını
sözlerle yaptıktan sonra bir de uygulamada göstermek ister. Çünkü İslâm “sâdece
gönüllerin dîni” değildir. O hâlde açıklama yâni tefsir, vahiy-merkezli olan
kavlî ve amel-eylem içeren fiillerle olunca ancak iknâ edici olur. Aksi-hâlde
açıklamaların bir sonu gelmez ve herkes farklı açıklamalar yapmaya başlar.
Sonuçta da çatışma kaçınılmaz olur. Oysa Allah (kendi kontrôlünde ve
gerektiğinde düzeltilmesi şartıyla) Kur’ân’ın-vahyin, peygamberler ve
Peygamberimiz tarafından kavlî ve fiîlî
açıklamasının yapılması ve böylelikle açıklamanın tamamlanmasını ister
ki zâten peygamberler bu nedenle gönderilir. Ahzâb Sûresi 21. âyette bahsedilen
“güzel örneklik” ancak bu şekilde tezâhür eder. Şu da var ki, Kur’ân kıssaları
da peygamberlerin açıklamalarından oluşur.
Uygulama sırasında yapılan
açıklamalar çok iknâ edici olur. Bir âyeti uygularken yapılan kavlî ve fiîlî
açıklama yâni tefsir insanların hem daha kolay anlamasına hem de daha kolay
iknâ olmasına neden olur. Ortaya konan şeyi kabûl edenler ve etmeyenler de buna
göre kabûl eder yada etmez. O hâlde Kur’ân, Kur’ân-merkezli olarak yâni Kur’ân’a
aykırı düşmeyecek şekilde söz ve amel ile açıklanmalıdır ki açıklama
tamamlanmış olsun. Yoksa sâdece söz ile yapılan açıklamaların hem sonu gelmiyor
hem de kelle-başı farklı açıklamalar ve yorumlar ortaya çıkıyor. Sonunda da sonu
gelmez tartışmaların çıkması kaçınılmaz oluyor.
Kur’ân herkesten âlim
olmasını beklemez. Zâten târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır. O hâlde
Kur’ân, herkesi, kendisini okuyarak mânâsını ve tefsirini anlamaya zorlamaz. Zâten
kitleler daha çok söz-amel birlikteliği ile birlikte dîni idrâk edebilirler ve
uygulamayı da buna göre yaparlar. İnsanlık târihi boyunca büyük kitlelerin -isterse
okudukları şey vahiy olsun-, bilginin peşine düştükleri vâki olmamıştır, olmaz da.
O yüzden Kur’ân’ın açıklamasını Kur’ân’ın yaptığını yine Kur’ân’dan
delillendirmenin halk için çok da bir anlamı yoktur. Bu ancak okumayı meleke
hâline getirmiş olanlar için anlamlıdır.
Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri
vardır elbette. Kur’ân kendini tefsir eder. Fakat bu tüm âyetleri için geçerli
değildir. Zâten buna gerek de yoktur. Aksi-halde peygamberler “postacı”
konumuna düşerlerdi. Zâten Kur’ân’ın tüm açıklamasını yine sâdece Kur’ân’da aramak
bir yerde tıkanır kalır. Meselâ Kur’ân “haram aylar”dan bahsettiğinde, haram
ayların hangileri olduğunu Kur’ân’dan öğrenemezsiniz. Kur’ân, haram ayların
hangileri olduğunu müfesser bir Kitap olarak ortaya koymaz. Çünkü buna gerek
yoktur. Çünkü bu herkesçe bilinen bir şeydir. Ezan denilen şeyin ayrıntısını
yine aşırı zorlayıp da absürd bir sonuç ortaya koymadıkça Kur’ân’da
bulamazsınız. Kur’ân’ın indiği çağda haram ayların hangileri olduğu ve ezanın
nasıl olduğunu herkes biliyordu. Şimdiki zamanda yaşayanların ise haram ayların
hangileri olduğunu öğrenmeleri için bir kitaba-tefsire bakmaları gerekir.
“Kur’ân’ın tüm âyetlerinin
tefsirini yine sâdece Kur’ân’dan bulacağım” diye Kur’ân’ı, ona işkence ederek
aşırı zorlayanların ulaştığı sonuçların çoğu absürddür. Kur’ân’ın bâzı
âyetlerinin tefsirini en doğru olarak sâdece Kur’ân’da bulabiliriz ve böyle
açık tefsir varken başka bir tefsir yoluna girmeye gerek olmaz. Fakat
Kur’ân’ın, hem ancak hayâtın içindeyken görülebilecek tefsirini, hem de apaçık
muhkem âyetlerinin tefsirini Kur’ân’da aramaya gerek yoktur. Ercüment Özkan,
îtikâdî konularda Kur’an’da başka tefsirin olmayacağını, amelî konularda ise
tefsirin yapılabileceğini söyler.
“Belki onlar öğüt
alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhân 58). Bu kolaylaştırma, Kur’ân’ın
anlaşılmasının kolaylaşmasıdır ki, bu da Peygamberimiz’in âyetlere yaptığı
kavlî ve fiîlî yorumlarlar olmuştur. Böylece Kur’ân netleşmiştir.
Netîcede Kur’ân sayfaları,
sûreleri, âyetleri ve kelimeleri sınırlı olan bir Kitaptır. Fakat Kur’ân insanların
iç-âlemini inşâ edebilecek olan bir Kitap olmaktan başka, onda insanlar için
sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî anlamda bir topluluk kurabilmelerini
sağlayacak emirler-tavsiyeler-kodlar bulunmaktadır ki zâten Peygamberimiz de bunları
Kur’ân’ın ışığında gerçekleştirmiştir
“Resûle uyarız ama Nebî’ye
uymayız” demek, “Kur’ân’a uyarız ama güzel örnekliğe uymayız” demektir. Fakat
bu “Ahzâb 21. âyete uymayız” anlamına gelir. Eğer Kur’ân’a uyuyorsanız, Ahzâb
21’de gösterilen “güzel örneklik” olan Sünnet’e de uymanız ve dolayısı ile
Nebî’ye itaat etmeniz şarttır. Bu itaat, Peygamber’in yaptığı kavlî ve fiîlî
açıklamaları dikkate almayı gerektirir.
Allah’ın Kur’ân’ı,
safha-safha indirmesinin nedeni, onun Peygamber örnekliği ile hayâtın tam
ortasında sâdece sözlü olarak değil, fiîlî olarak da açıklanması içindir. Allah’ın
açıklaması böyle olur. En sağlam açıklama şekli de zâten böyle olabilir.
Kur’ân’ı önüne her gelen de açıklayamaz
tabi. Onu kavlî ve fiîlî olarak en ideâl şekilde Peygamber açıklamıştır. Sahih
hadisler ve sahih Sünnet, Kur’ân’ın en ideâl ve aşılamayacak açıklamasıdır.
Kur’ân’ı okuyup Sünnete uyulduğunda on numara mü’min olunur ve yaşanır. Peygamber’siz modern Kurân çalışmaları,
Protestanlığın tekrar edilmesi sürecidir.
Evet; görüldüğü gibi “Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar”
demek, “Peygamber’e gerek yoktur” demektir ve bu da, her konuda olduğu gibi
vahiy konusunda da Protestanlık bağlamında batı’yı tâkip ve taklit etmekle
sonuçlanmaktadır. Modernitenin etkisi Kur’ân alanında da kendini
göstermektedir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder