7 Haziran 2021 Pazartesi

Kur’ân’ı Kim Açıklar?


“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye” (Nâhl 44).

 

Allah Kur’ân’ı Kur’ân’la ne zaman ve nasıl açıklar?. Allah vahyi indirmese, hikmeti vermese ve Peygamber üzerinden gerektiği yerde düzeltmeler yapmasa Kur’ân nasıl açıklanmış olsun?. Kur’ân’ı en başta, Allah’ın yardımıyla peygamberler açıklar. Zâten onların görevi tebliğ, beyân, dâvet ve örneklik ortaya koymaktır.

 

Beyân kelimesi; “açık-seçik olmak, âşikâr kılmak” anlamındadır. Eğer Kur’ân’ın beyânından bahsediliyorsa yâni onu açık-seçik kılmaktan bahsediliyorsa, bunu yapacak olan elbette, bu işle görevlendirilmiş olan peygamberler ve Peygamber’imiz olacaktır. 

 

Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri tâbirini ilk kullananların başında İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gelmektedir. “Tefsirde en doğru metod nedir?” sorusuna şu cevâbı vermiştir: “Önce Kur’ân’ı yine Kur’ân’la tefsir etmektir. Kur’ân’ın herhangi bir âyetinde kapalı (mücmel) bırakılan bir konu bir başka âyetinde tefsir edilmiş; kezâ bir âyette kısaca anlatılan bir mesele bir başka âyette uzun-uzadıya îzah edilmiştir”.

 

Kur’ân, “müfessir” olmasının yanında “müfesser”dir de. Yâni hem açıklar hem de açıklanır. Kur’ân’ın kendi-kendini açıklaması biraz da müfessirin dirâyetine bağlıdır. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması vardır ve bu mümkündür. Hattâ bâzı konularda Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması en doğru yoruma ve sonuca götürür. Fakat bu, Kur’ân’ın tamâmı için geçerli değildir. Zâten Kur’ân’dan böyle bir şey beklemek de doğru değildir. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri sâdece bâzı konu ve âyetlerle ilgilidir. Tüm sorunların Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri-açıklaması ile giderilmesi mümkün değildir. Buna rağmen “hayır mümkündür!” diyenler, etimolojiyi aşırı zorlayarak ve aşırı te’vile giderek absürd sonuçlar ortaya koymaktadırlar. Kur’ân’dan her-şeyi açıklamasını bekleyenler, istedikleri açıklamayı göremeyince ve bulamayınca, Kur’ân’ı işkence edercesine aşırı yoruma tâbi tutarak ona istediklerini söyletiyorlar. Böylece Kur’ân’ı kendileri açıklamış oluyor ki bu, yaşadıkları ve çok memnun oldukları modern zaman ve mekâna çok uygun düşen yorum ve açıklamalardır. Öyle ki, moderniteye karşı neredeyse tek bir aykırı yorum ve açıklama bile görülmemektedir.

 

Siyak-sibak konusunda bile siyaka ve sibaka başvurmak her zaman söz-konusu olmaz. Çünkü bir-çok yerde, âyetler arasında siyak ve sibakla hiç ilgisi olmayan bir âyetin giriverdiğini görürüz.  

 

Aslında “Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” olarak bilinen şey, İbn-i Teymiyye’nin isâbetli ifâdesiyle söylersek: “Kur’ân’ın kendi-kendisini açıklaması değil, müfessirin dirâyet ve mârifetiyle muhtelif âyetler arasında irtibat kurulmasından ibârettir”.

 

Kur’ân’daki her âyete, kelimeye ve hattâ her harfe, zorlayarak da olsa bir açıklama getirmek mecbûriyeti yoktur ve zâten Peygamber ve sahabe örnekliğinde de böyle bir gayret olmamıştır. Zîrâ onlar İslâm’a-Kur’ân’a ve Sünnet’e canlı bir bakışla baktıklarından dolayı böyle bir sorunları olmamıştır. Parçacı ve parçalayıcı bir uygarlık olan  modernizmin etkisinde ve baskısında olan modern müslümanların parçacı Kur’ân yaklaşımlarında ise, her-şeye açıklama getirme düşüncesiyle hem Kur’ân’a hem de kendilerine zulmetmektedirler. İzz b. Abdisselam: “Çeşitli sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda irtibat bulunması şart değildir. Hâl böyleyken, çeşitli sebeplere binâen inen âyetler arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler üzerine indi. Bu îtibarla, onun âyetleri arasında burada öngörülen tarzda bir irtibat söz-konusu değildir. O hâlde, Kur’ân’ın âyetleri arasında irtibat kurma girişimi yakışıksız bir iştir” der.

 

Bir kitapta “Kur’ân’ın Kur’an’la tefsiri” konusunda İzz b. Abdisselam ve Şâtıbî’den örnek verilirken şunlar söylenir:

 

İzz b. Abdisselam (ö.660/1262) âyetler arasındaki münâsebeti bilmenin güzel bir meziyet olduğunu belirtmiş; fakat ardından şunu eklemiştir: ‘Kelamda irtibat güzelliğinden söz etmek için, sözün evveliyle sonunun, tematik bütünlük içinde birbiriyle ilintili olması şarttır. Fakat, muhtelif sebepler üzerine nâzil olmuş bir kelamda irtibat bulunması gerekmez. Hâl böyle iken, çeşitli sebepler üzerine vahyedilen âyetler arasında irtibat kurmak isteyenler, altından kalkamayacakları bir işe soyunmuşlardır. Kur’ân yirmi küsur yılda değişik sebepler ve değişik vesîleler üzerine nâzil olmuştur. Binaenaleyh, onun âyetleri arasında burada öngörülen tarzda bir irtibat söz-konusu değildir. Hülâsa, Kur’ân’ın âyetleri arasında irtibat kurma girişimi, pek hoş olmayan bir iştir. Ancak bu görüş, Kur’ân’daki âyetler arasında hiç-bir anlam ilişkisi bulunmadığı anlamına gelmez. Zîrâ, Kur’ân’daki pek-çok âyetin birbiriyle ilintili olduğu müsellemdir; o hâlde burada yanlışlığına dikkat çekilmek istenen husus, Kur’ân’ın müstakbel okurlarının anlama sorunları da dikkate alınarak masa-başında yazılmış mütecânis bir metin gibi algılanması ve bu yanlış algılamaya paralel olarak her âyetin yek diğeriyle mükemmel bir uyum arz-ettiği fikrinin savunulmasıdır.

 

Şâtıbî (ö.790/1388) de, Kur’ân’ın icâzının belli bir âyette, sûrede veyâ belli bir üslup tarzında değil, bizzat Kur’ân’ın mâhiyetinde mündemiç bulunduğunu, diğer bir ifâdeyle bu mûcizeliğin bizzat Kur’ân’ın kendisi olduğunu, dolayısıyla farklı zamanlarda, farklı hâdiseler üzerine peyderpey nâzil olan Kur’ân âyetleri arasında tenâsüh ve insicam aramanın çok sağlıklı bir yaklaşım olmadığına işâretle, ondaki insicâmın söz-diziminden (nazım) ziyâde, mânâ ve maksadın ön-plâna çıktığı bütünlükle aranması gerektiği tezini savunmuştur.

 

Hangi âyetin hangi âyetle tefsir edildiği, bizzat Kur’ân’ın delâlet ve işâretine değil, tamâmen müfessirin dirâyet ve kâbiliyetine bağlı bir husustur. Bu îtibarla, tefsirdeki hiç-bir yöntem müfessirin kişisel görüş ve tercihinden (re’y) âzâde değildir. Dolayısıyla Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, büyük ölçüde müfessirin Kur’ân ve yorum anlayışını yansıtan bir tefsir tarzıdır. Nitekim, mevcut tefsir literatüründe de pek-çok örneğine rastlanıldığı vechile aynı âyetin birbirinden farklı âyetlerle irtibatlandırılıp, yine birbirinden farklı görüşlere esas ittihaz edilebilmesi, bunun en müşahhas delilidir”.

 

Kur’ân’ın açıklaması kavlî ve fiîlî olarak en ideâl şekilde sahih hadis ve Sünnet ile yapılmıştır. Peygamberler, vahyi öğreten ve örnekleyen birer muâllimlerdir. Peygamberler vahyin açıklamalarını ve örnekliğini sözleri ve fiilleriyle yaparlar. Yoksa açıklama masa-başı çalışmalarıyla yapılacak değildir. Zâten masa-başında yapılan birbirini tutmayan açıklamaların çok da bir yararı olmamaktadır.  

 

Bir yazıda Peygamberimiz’in Kur’ân’ı açıklaması konusunda şunlar söylenir: “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı açıklaması; mücmel-kısa olan bâzı âyetleri tafsil, anlaşılması güç bâzı âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bâzı garip kelimeleri beyân etme, edebî inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme gibi şekillerde olmuştur. O, bu maksatla Medîne Mescidi’ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdetâ ‘yaşayan bir Kur’ân’ olarak onlara örneklik etmiştir”.

 

Sahabe, bâzen tam olarak idrâk edemediği âyetler için Peygamberimiz’e başvurur ve Peygamberimiz’den ayrıntılı açıklama isterlerdi. Muhammed Hamidullah bunu şu şekilde aktarır: “Sahâbe (ra) Nebî (sav)’e gidiyor ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması zor olan yerlerini ona soruyordu. Hattâ Ömer b. Hattâb gibi sahabelerin en büyükleri bile (böyle yapıyordu)”.

 

Kur’ân’ın bütünlüğünden çıkacak bir anlamı da vardır ki bu anlam tüm anlamlara şâmildir. O hâlde Kur’ân’ın bir bölümünü anlamak için diğer bölümünü de anlamak şarttır. Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri bu bağlamda anlamlı olur.

 

İnsanın aklî bir sorunu yoksa Kur’ân’ı anlama sorunu yoktur. Çünkü Kur’ân “kolaylaştırılmış” olduğu için kolayca anlaşabilecek bir Kitap’tır. Anlama bir soruna dönmüşse ve anlamak zorlaşmışsa, orada -hâşâ- “Allah’ın iyi anlatamadığı” durumu ortaya çıkar. Hâlbuki O her-şeyi apaçık bir şekilde anlatmıştır. O hâlde sorun “anlama sorunu” değil, “açıkça anlatılan şeye inanmama” ve “anlatılanı kabûl etmeme” sorunudur. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir: 

 

“Kur’ân’ın indiği toplumda onu anlama sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu vardı. Bu da, inat, tekebbür, taklit, cehâlet ve menfaat gibi sebeplerden kaynaklanıyordu. Fakat aradan 1.400 sene geçmiş olmasından dolayı özellikle Arap olmayan toplumlar için bu metnin bir-çok bölümünde bir doğru anlama (ne dediğini anlama) sorunu ortaya çıkmıştır. Buna rağmen bugün bile bu metnin büyük bir bölümünün ne dediği problemsiz olarak anlaşılabilmektedir. Allah’ın insanla konuşmaya karar vermesi, bir iletişim vâsıtası olarak insanoğlunun geliştirdiği dilin bütün zaaflarına rağmen doğru anlamının varlığına delâlet eder”.

 

Demek ki Kur’ân’ı anlamak zor bir şey değildir. O hâlde Kur’ân’ı ciddî, samîmi ve gayretli şekilde kim okursa o anlar ve yetkin duruma gelmişse açıklar da.

 

Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması sâdece söz ile açıklaması değildir. Açıklama hem söz ile hem de aslında daha çok ve etkili olarak fiil ile yapılan açıklamadır. Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî açıklaması, Allah’ın görevlendirmesiyle Peygamberimiz’e verilmiştir ki zâten peygamberler bunun için gönderildiği gibi Peygamberimiz de bunun için gönderilmiş ve Peygamberimiz bu görevi hakkıyla yerine getirmiş, Allah da ondan râzı olduğu için “görevi yerine getirme tarzı”nı “usvetün hasene” “güzel örneklik” yâni Sünnet olarak Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyete koyarak ebedîleştirmiştir. Böylece en ideâl kavlî ve fiîlî açıklama “aşılamaz örneklik” olarak bağlayıcı olmuştur:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Kur’ân’ı belli seviyede ilmi olan herkes yorumlayabilir, yorumunda isâbet de edebilir, fakat bu yorumlar “bağlayıcı” olmaz ve “güzel bir yorum” olarak kalır. İnsanlar bu yorumları okuyarak ve dinleyerek bir anlamlandırma yapabilirler. Bunu yaparken doğru da yapabilirler yanlış da. Çünkü bu yorumlar Peygamber’de olduğu gibi Allah tarafından düzeltmeye uğramayacağı için bağlayıcı olmayacaktır. Fakat Peygamberimiz’in Kur’ân’ın kavlî ve fiîlî açıklaması olan sahih hadis ve sahih Sünnet’i yâni güzel örnekliği, Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde yapıldığı için “aşılamaz en güzel açıklama” olmuştur.

 

Allah’ın açıklaması, âyetleri ayırt etmesi ve fâsılalara ayırarak gerektiği yerde ve zamanda indirmesidir. Âyetler böylelikle “çok sağlam âyetler” hâline gelmiştir. Kur’ân’ın tek-tek âyetleri zâten çok açıktır. Bunları tekrar açıklamaya aslında gerek de yoktur. Fakat bir de âyetler arasında kurulan “hikmet” vardır ki, bu da peygamberlere ve gayretli-samîmi kişilere verilen bir şeydir. Peygamber hikmetle, âyetler arasında alâka kurar ve insanlara bunu sözle ifâde eder ve uygulamayla gösterir. Allah bunda yanlışlar görürse düzeltir, yanlış görmezse müdâhale etmez. Kur’ân böylece açıklanmış olur.

 

Kur’ân’ın tüm açıklaması Kur’ân’da varsa, o zaman Kur’ân’ın “haram aylar” dediği aylar hangileridir?. Kur’ân haram aylardan bahsediyor fakat Kur’ân haram ayların hangileri olduğunu da söylüyor mu?. Ezan, rekât, nikâh vs. bunların nasıl yapılacağını, bu işle görevlendirilmiş ve kendisine bunun için hikmet verilmiş olan Peygamber yapar. Allah yapılan şeye îtirâz etmeyince de o şey ideâl hâle gelmiş olarak uygulamaya geçer.

 

Kur’ân kimsenin babasının malı değildir. Bu nedenle de Kur’ân’ı hiç kimse oyuncak gibi evirip çeviremez. Kur’ân’ı babasının malı zannedenler, yaptıkları yorumun mutlak ve kesin olduğunu zannedenlerdir.

 

1.400 yıllık kaynakların hiç-birinde, Peygamberimiz’in kendi çağındaki yada gelecek kuşaklardaki müslümanlara; “salt Kur’ân’ı esas alın, benim kavlî ve fiîlî açıklamalarım olan Sünnet’ime ise bigâne kalın” dediği görülmemiştir. Zîrâ Peygamber, ne  için gönderildiğini ve görevinin ne olduğunu çok net olarak bilir.

 

“Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” diyenler, modernitenin kavramlarıyla ve modern-bilim ve teknoloji ile Kur’ân’ı açıklamaktan çekinmezler. Zâten genelde onların “Kur’ân’ı Kur’ân ile açıklamak” dedikleri şey, “Kur’ân’ı modern telakkilerle açıklamak”tan başkası değildir. İyi de bu bir çelişki olmuyor mu?. Tabi ki de oluyor. Bir yandan “Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” demek, diğer yandan ise 1.400 yıllık külliyatı tümden reddederken, sürekli değişen, teoriler üreten modern-bilime, felsefelere ve ideolojilere Kur’ân’ı açıklama yetkisi vermek düpedüz ciddiyetsizliktir. Dînî tefekkürde taklidi reddetmelerine mukâbil, batı kaynaklı bilim ve uygarlık unsurlarını İslâm’a uyarlamada beis görmemektedirler.

 

Kur’ân’ı daha iyi idrâk etmek için, “daha iyi bilen” birine sormak ve onun yaptığı açıklamalardan ders ve ibret almakta sorun yoksa, o zaman Kur’ân’ı en iyi bilen ve idrâk eden Peygamberimiz niye açıklamamış olsun?. Ne yâni; hiç mi bir yorumda bulunmadı ve hiç-bir açıklama yapmadı mı?. Peygamberimiz’e birilerinin bir şey sormuş olması ve o’nun da sorulan şey hakkında bir açıklama yapmış olmasından daha doğal ve normâl ne olabilir?. Açıklama yapmak Peygamber’e gelince mi yanlış ve şirk oluyor?.

 

“Kur’ân’ı sâdece Allah açıklar” diyerek her âyeti de Kur’ân ile açıklamaya kalkışmak yanlış olur. Çünkü hem her âyetin açıklanmaya ihtiyâcı yoktur, hem de her âyetin açıklaması Kur’ân’da yoktur. Çünkü bâzı açıklamalar fiîlen yapılmak zorundadır. Onu da en ideâl şekilde peygamberler yapar. Kaldı ki açıklanmaya ihtiyaç duyulan âyet sayısı fazla da değildir.

 

Şunu da sormak gerekir ki, “Kur’ân’ı yine Kur’ân yâni Allah açıklar” diyenler, sanki Kur’ân’ın açıklamasını kesin şekilde kabûl ediyorlar mı?. Bu kişiler Kur’ân “hırsızın elini kesin”, “zinâkâra 100 sopa vurun ve acımayın” gibi âyetlerinin aynen uygulanması taraftârı mıdırlar?. Hiç yorum yapmadan bu apaçık âyetleri kabûl ediyorlar mı?.

 

Peygamber, Kur’ân’ı kavlî olarak açıklamış ve fiîlî olarak uygulamıştır. Çünkü ideâl açıklama ancak kavlî ve fiîlî şekilde olur.

 

“Peygamber sâdece kendisine inen vahiyleri bildirmekle görevlidir, bundan başka ayrıca açıklama yapma yetkisi yoktur” diyorlar. Sâdece tebliğ yapılacak olanlar vardır, “tebliğ ve açıklama” birlikte yapılacak olanlar vardır. Şimdi, “Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyetlerini ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir (Mâide 92).

 

“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir” (Mâide 98-99).

 

“Onlara (azab olarak) vaâdettiklerimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).

 

“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nâhl 35).

 

“Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).

 

“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık o’nun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir” (Nûr 54).

 

“Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen, yalnızca açık bir tebliğdir” (Ankebût 18).

 

“Dediler ki: ‘Siz, benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur (Yâsin 15-17).

 

“Şâyet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ 48).

 

“Allah’a itaat edin ve Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).

 

Âyetlerde de görüldüğü gibi, söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerde de bundan bahsedilmez. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız, ben sizi İslâm’a inandırmak için zorlayacak değilim, tebliğimi, açıklamalarımı ve dâvetimi yaparım, gerisi Allah’a kalmıştır” demektir. “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Tabi Peygamber, Allah’ın emrettiklerini en başta kendisi yapar. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?. Peygamber’in Kur’ân’ı kavlî olarak açıklamasından başka her konuda fiîli örneklik yapması da görevidir. Hattâ peygamberlerin ana görevleri, şu âyette söylendiği gibi, sosyâl kültürel, ekonomik, hukûki ve siyâsi tüm yönleriyle bir devlet kurmak ve medeniyet başlatmaktır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Bir kitapta bu konuda şunlar söylenir:

 

“Allah Resûlü’nün tek gö­revinin tebliğ olduğunu ifâde eden âyetler, inanmamakta direnen Mekke’li müşriklere karşı Hz. Peygamber’i teselli etmeyi amaçlar. Kur’ân-ı Kerîm ‘resûl’ün, âyetleri okumak/tebliğ etmek, kötülüklerden arındırmak ve Kitâb ve hikmeti öğretmek (3/Âl-i İmrân:164; 2/el-Bakara: 151; 62/el-Cu­mu’a: 2) olmak üzere üç farklı görevinden söz eder. Burada, Kitâb’ı öğretmekle tebliğin kaste­dildiği iddia edilebilirse de, Kitâb’dan ayrı hikmetten söz edilmesi her hâlükârda îzâh edilme­lidir. Hikmetin, Kitâb’dan ayrı olması ‘Kitâb dışında Hz. Peygamber’in öğrettiği’ bir şeyler olmasını gerektirir. Dolayısıyla âyetlerde geçen ‘Resûl’ün sâdece ‘vahyi tebliğ eden kimse’ olduğunu söylemek konuyla ilgili tüm âyetleri dikkate almamak anlamına gelir.

 

Ayrıca ‘her resûlü, va­hiylerimizi kolayca anlatıp açıklayabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik’ (14/İbrâ­him: 4; ayrıca bk. 16/en-Nâhl: 44, 64) gibi âyetlerde Resûl’ün gönderilen vahiyleri açıklama görevinden bahsedilir. Bu âyetlerde geçen açıklama (tebyîn) ifâdesinin de iletmek (tebliğ) an­lamına geldiğini ileri sürmek ise zorlama bir yorum olacaktır.

 

Hz. Peygamber’in inanmayanlara yönelik görevi, sâdece tebliğden îbâretken, inananlara karşı daha başka görevleri vardır. Âyetlere bağlamından kopuk anlamlar yükleyerek ve Hz. Peygamber’in başka görevlerinin de bulunduğu âyetleri dikkate al­mayarak tartışmalı yargılara varırlar. Bu anlayış, özellikle Medîne döneminde başta müşriklere karşı yapılan Bedir, Uhud, Hendek gazveleri ile Yahudilerle yapılan savaşlar olmak üzere Hz. Peygamber’in yeni bir toplum oluşturma mücâdelesini gözden kaçırırlar. Zîrâ ‘o, sâdece Kur’ân’ı insanlara iletmiş, başka hiç-bir görev yapmamıştır’ demek Hz. Peygamber’in ahlâk ve hukuk te­melli yeni bir toplum oluşturma mücâdelesini göz-ardı etmek anlamına gelir. Bu mücâdelenin insanlara sâdece Kur’ân’ı iletmekle gerçekleşemeyeceği ise açıktır”.

 

“Nebîye itaat” bağlamında ise şunlar söylenir:

 

Kur’ân’da ‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden de Hz. Peygamber’e uyulması emredilir: ‘De ki: Eğer Al­lah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’ (3/Âl-i İm­rân: 31). Bu âyetteki ‘bana uyun’ emrinde ‘Resûl’ ve ‘Nebi’ kelimelerine yer verilmeden ve Resûl olarak veyâ Nebî olarak şeklinde bir ayrıma gidilmeden Hz. Peygamber’e itaat edilmesi emredilir. Nisâ 65. âyette yine ‘Resûl’ ve ‘Nebî’ kelimeleri zikredilmeden ‘senin hakemliğine başvurmadıkça’ buyrularak anlaşmaz­lık durumunda Hz. Peygamber’in hakemliğine başvurulması ve bunun hiç-bir sıkıntı ve bu­rukluk duyulmaksızın tam bir teslîmiyetle olması istenir. En-Nîsâ 59. âyette ise sâdece Al­lah ve Resûlü’ne değil, kendilerinden olan idârecilere de itaat etmeleri emredilir. Müslüman idârecilere itaat edilmesi uygun görülürken bu itaati Nebî olarak Hz. Peygamber’den esirge­mek isâbetli olmasa gerektir. Kur’ân’ın anlaşılmayan konuları için âlimlere itaat şirk değilse, Hz. Peygamber’e itaat de şirk olmamalıdır.

 

Kur’ân’da söz konusu edilen hatâlar aynı-zamanda dinle ilgili başka yan­lışların bulunmadığı anlamına gelir. Bu ise Hz. Peygamber’in itaat edilmesi gereken bir şahsiyet olmasını gerektirir. Allah ve meleklerin üzerine titrediği, kendisine her türlü yardım ve des­teği verdiği, emirlerine tam bir teslîmiyetle uyulması emredilen (33/el-Ahzâb: 56), saygıda ku­sur edilmemesi gereken (49/el-Hucurât: 2) Nebî’ye itaatin sakıncalı olduğunu ifâde etmek ke­sinlikle isâbetli değildir”.

 

“Kur’ân’da ‘biz kitapta her-şeyin açıklamasını indirdik’ deniyor” diyorlar. “Kitapta her-şey var” derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur. Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir. “Levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve uygulana-gelen şeyleri yeniden kitaba alma gereği duyulmamıştır:

 

“Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan ‘Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 2-4).

 

Âyette “kendilerine Kitap’tan pay verilenler” derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan şey, her-şeyin bilgisini içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur. Peygamberlere gelen vahiyler, işte bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir “pay”dır.

 

“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89) âyetiyle dile getirilen kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de Kur’ân olsa bile, “her-şey”den maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey” değildir. “Kur’ân’da her-şey var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her-şeyden bahsediyorsa eğer, o zaman:

 

“Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her-şeyden (min külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var” (Neml 23). âyetinde bahsedilen “her-şey” kelimesinden de, “bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her-şey”i anlamamız gerekir. Fakat böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ dükkanlarında “her-şey var” denildiği gibi bir “her-şey”dir bu.

 

Kur’ân’iyyun, “hüküm ancak Allah’ındır” demelerine rağmen, lâik-seküler-demokrasiye övgü yağdırırlar ve ona bağlanırlar. Oysa demokrasilerde hüküm beşerindir. İslâm’da hüküm her konuda sâdece Allah’ındır. Hukukta ve siyâsette sâdece Allah’ındır hüküm. Böyle olunca da demokrasi ve lâik parlamento inkâr edilmelidir. Oysa Kur’ân’iyyunun tutumlarına bakıldığında neredeyse tüm modern telakkilerde olduğu gibi lâik-demokrasiye meftundurlar. Hükmün sâdece Allah’ın olması, Kur’ân’ın her-şeyi açıkladığını ve açıklamayı sâdece Allah’ın yapacağını söyleyenlerin es geçtiği âyetlerdir. Zîrâ hüküm konusunda Kur’ân’a aykırı ve düşman olan demokrasiyi, lâikliği ve modern felsefe ve ideolojileri baş-tâcı yapmaktadırlar. İş “hüküm koyma” konusuna gelince sanki Kur’ân hiç-bir şey demiyormuş ve sanki hiç-bir açıklama yapmamış gibi konuşmaktadırlar. 

 

Tabi Kur’ân’ın her âyetini tefsir etmek yada tefsir etmeye çalışmak da bir anlamda küstahlık olabilir. Anlaşılmaktan için değil de, îman edilmesi için indirilmiş olan âyetler de vardır. Öyle âyetler vardır ki onları Peygamber de tefsir etmemiştir ve hattâ Allah da açıklamamıştır. Nûr Sûresi 35. âyet gibi. Müteşâbih âyetlerin tefsirini ve te’vilini ancak Allah bilir. Zîrâ insanın her-şeyi bilmesi şart da değildir, mümkün de değildir. Kur’ân’da açıklamaya ihtiyaç duymadan mânâsı herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek âyetler bulunduğu gibi, Peygamber’in açıklaması olmadan mânâsı anlaşılamayacak olan âyetler de mevcuttur.

 

Kur’ân, kendisine emek yoğun vermiş olanların açıklama ve te’vil etmesine de açıktır. “Bilenlere sorun” der meselâ. Fakat buna muhtaç değildir. Hattâ öyle ki, Peygamberimiz vefât edip de gözlerini kapattığı andan yâni vahyin inişinin kesildiği andan bugüne kadar hiç kimse hiç-bir düşünce ortaya atmamış, hiç-bir şey söylememiş ve yazmamış olsaydı yada tüm düşünülenler, söylenenler ve yazılanlar Allah tarafından bir-anda unutturulmuş olsaydı bile, İslâm’a ve Kur’ân’a zerre kadar zarar gelmezdi ve herhangi bir eksiklik olmazdı.

 

Kurân zâten apaçık olandır. Sünnet, o apaçık olanın pratiğe dökülmesi demektir. İnen vahiyler bâzen hiç-bir açıklamayı gerektirmezdi. Bu durumda Peygamberimiz, inen âyetleri îlân etmekle yetinirdi. Peygamber’in açıklaması genelde fiîlî bir açıklama yâni güzel örneklik ve pratiklik şeklindedir. Yoksa sözle açıklanacak çok da fazla bir şey yoktur.

 

Açıklayan açıklanandan üstündür. Bu durumda Peygamber Kur’ân’dan üstün müdür?. Peygamber’i “Peygamber” yapan Kur’ân’dır. Dolayısı ile Kur’ân yâni Allah’ın sözü Peygamber’den de üstündür. Peygamberimiz Kurân’ı, Allah “açıkla!” dediği için açıklamıştır. Yoksa işgüzarlık etmesi mümkün değildir.

 

Kur’ân sâdece mü’minlere hitâp etmiyor ki bir âyetin iyice idrâk edilmesi için herkes Kur’ân’ın başında saatlerce ve günlerce otursun da okusun araştırsın. Kur’ân müşriklere-kâfirlere de hitâp ediyor ki en başta zâten onlara hitâp ediyordu. Peki kâfirler ve müşrikler, kendilerine söylenen âyetleri söylenir-söylenmez tam olarak ve tüm anlamıyla anladılar da Peygamberimiz’e; “bu dediğin ne demek, ne anlama geliyor?” yada “bizim anlayacağımız şekilde açıkla” şeklinde hiç-bir şey sormadılar mı?. Elbette sordular. Peygamberimiz de onlara Kur’ân bütünlüğü ve Kur’ân-merkezli olarak inen âyetleri ayrıntılandırdı ve örnekler vererek açıklamalar yaptı.

 

“Kur’ân’ı yine sâdece Kur’ân açıklar” diyenler, Kur’ân’ı açıklamak için bitmeyen ve bitmeyecek olan meâl-tefsir-açıklama çalışmaları yapmaktadırlar ve bu bağlamda yazılar, kitaplar ve konuşmalar yapıyorlar ki bunların sonunun gelmesi imkânsızdır. Zîrâ güzel örnekliğin kavlî ve fiîlî açıklamasını göz-ardı edenler, sonsuz yorumlar içinde boğulmaktan başka bir sonuca varamazlar. Çünkü her hâlükârda Sünnet devre-dışı bıra­kıldığında Kur’ân’da açıkça yer almayan problemlerin çözümü birilerinin içtihadına kalmakta, yâni vahyi getiren Allah Resûlü’nden esirgenen Kur’ân’ı açıklama yetkisi onun dışındakilere verilmektedir.

 

Kur’ân’iyyun, vahyin indiği zamânı, mekânı, sosyo-kültürel-psikolojik târihi ve siyak-sibâkı es geçer. Zîrâ başka türlü asılsız iddiâlarını temellendirebilecekleri bir dayanakları olmaz. 23 yıllık süreci ve siyak-sibâkı es geçince, mecbûren modern zamânı ve modern telâkkiyi asıl alacaklar ve tüm yorumlarını ve düşüncelerini mevcut modern zamâna uygun yorumlamak zorunda kalacaklardır. Peygamber örnekliğini es geçenler ve hattâ Peygamber’i adam yerine bile koymayanlar, kurban kesimi, ezan, nikâh, rekat sayısı, haram aylar, cenâze vs. neye göre yapacaklar?. Tabî ki şirk karışmış millî geleneğe göre.

 

Bu ekôle mensup bâzı kimseler; namaz vakitleri, rekât sayısı, kılınış âdâb ve erkânı konularında değişiklikler yaparak günde iki vakit namazın farz olduğunu ileri sürmüş, orucun herhangi bir ayda tutulabileceğini, oruç müd­detinin sâdece dokuz gün olduğunu iddiâ etmiştir. Âlemlere rahmet ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamber’in açıklamaları ve örnekliğini göz-ardı edenler, beş para etmez adamların kuyruklarına takılarak Peygamber düşmanlığı yapmayı matah bir şey zannetmektedir. Oryantâlist zihniyetle dîne yaklaşmak böyle vahim sonuçlar açığa çıkarıyor.

 

1980 sonrasına rastlayan Kur’ân-tefsir çalışmaları büyük oranda, genellikle ele alınıp incelenen konu veyâ kavramın “Kur’ân’da ne anlama geldiğini” değil, “geleneksel kabûllerin dayattığı anlama gelmediğini” ortaya koyma hedefidir ki bu bir noktaya kadar yanlış değildir.

 

Kur’ân’ı sâdece Allah yâni Kur’ân açıklar ise, o zaman Kur’ân’ı daha iyi anlamak(!) için neden modern-bilimden faydalanıyorsunuz?. Neden yorumlarınız modern-bilime ve moderniteye hiç aykırı düşmüyor?. Çünkü şöyle deniyor: “Kur’ân’ın anlaşılması için başta tıp ve astro­nomi olmak üzere tüm pozitif bilimlerden istifâde edilmelidir. Kezâ tüm ilim­ler nihâyetinde Allah’ın âyetlerini/kânunlarını inceler. Kur’ân, Allah’ın lafzî âyetleri, insan ve evrendeki her-şey ise Allah’ın kevnî âyetleridir”. Böyle diyerek Kur’ân’ın her-şeyi açıklama­dığını ve anlaşılması için pozitif bilimlerden istifâde edilmesi gerektiği yâni pozitif bilimlere mutlakâ ihtiyaç olduğundan bahsedilmiş olur. Bu ise “Kur’ân’da her-şey açıklanmıştır” ve “Kur’ân mufassaldır/en ince detaylarına kadar açık bir kitaptır” ifâdeleriyle çelişir.

 

“Kur’ân’ı Kur’ân açıklar” düşüncesine göre hurûf-u mukattaa harflerinin açıklaması ve tefsiri Kur’ân’ın hangi âyetleridir?. Kur’ân’da açıklanması beklenilmeyen ve sâdece îman edilmesi gereken âyetler de vardır. Çünkü vahiy akıldan üstündür ve aklı aşar. Aklın yetmeyeceği açıklamalar vardır ve bunları Kur’ân’ın Kur’ân’ı açıklamasıyla bulmak mümkün değildir. Bu âyetler açıklanmak için değil, îman etmek için indirilmiştir. Meselâ Nûr Sûresi 35. âyet ve rûh ile ilgili olan âyet gibi.

 

Kur’ân’iyyun apaçık şekilde Peygamber düşmanlığı yapmaktadır. Zîrâ Peygamber örnekliği, modern-seküler zaman ve mekâna yâni mevcut yaşanan hayâta birebir aykırıdır. O yüzden moderniteye laf söylemeye cesâreti ve dirâyeti olmayan ödlekler, Peygamber’i önemsiz göstermek ve hattâ bâzı densizler de inkâr etmek yoluna girmiştir ve bunu da Nebî’yi pasifleştirmek yoluyla yapabileceklerini sanmaktadırlar. Böylece Kur’ân’ı “güzel örneklik”ten bağımsız olarak istedikleri gibi yorumlama fırsatı bulmuş olacaklardır. Zîrâ güzel örneklik buna izin ve imkân vermemektedir. Peygamber’i “o sâdece mesajı iletir” diyerek, meftûn ve râm oldukları moderniteye tam uygun olarak yorumlamaya çalışmaktadırlar. Zîrâ  Peygamber örnekliği göz-önüne alındığında Kur’ân’ı moderniteye uygun olarak yorumlamak imkânsızdır. Mesele işte budur.

 

Kur’ân salt kâlplerin yada zihinlerin kitabı değildir ve beyin fırtınası için indirilmemiştir. Kur’ân, hayâtın tam da ortasında okunup uygulanması için indirilmiştir. İhsan Eliaçık bu konuda şunları söyler.

 

“Kur’ân, esas îtibâriyle yaşayan hayâtın içinde okunur. Masa-başlarında ise hakkında bilgi-sâhibi olunur. Kezâ hakkında bilgi-sâhibi olunurken bile ‘metafizik bir gerilim’ içinde ve ‘korku ve titreme’ (huşû) hâlinde olmak icâp eder. Aksi-hâlde size kendisini açmaz. Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, vâroluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında ve de giderek savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle o’nu okurken, içinizden, ‘dışarıda gürül-gürül akan hayâtın’ sesini; diri-diri toprağa gömülen kız çocuklarının yakarışlarını, kölelerin boyunlarındaki zincir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gâzi çığlıklarını duymuyorsanız onu aslâ okumuş olmazsınız”.

 

Kur’ân hem “müfessir” (tefsir edilen) hem de “müfesser” (tefsir eden)dir. Kur’ân bâzı âyetleriyle bâzı ayetlerini tefsir eder. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin inşâsı için olmayıp hayâtı da inşâ etmek isteyen bir Kitap olduğu için, onu hem söz ile hem de amel-eylem ile de tefsir etmek gerekir ki bunu en ideâl şekilde yapacak olanlar peygamberlerdir. Peygamberler zâten bunun için gönderilirler. Peygamberlerin ortaya koyduğu bu vahiy-merkezli kavlî ve fiîlî tefsir bir örneklik oluşturur ve halk işte bu örnekliğe bakarak dîni anlar ve yaşar. Yoksa halkın ezici çoğunluğu Kur’ân’ı bile oku(ya)mazken, Kur’ân’ın “müfessir bir Kitap” olduğunu idrâk edebilecek değildir.

 

Kur’ân insana ve hayâta hitâp eder ve onu okuyan insan onu tefsir eder. Zîrâ insan bir şeyi yorumlamadan ve tefsir etmeden yapamaz. Çünkü bir şeyi ancak o zaman tam olarak idrâk edebilir ve kabûl eder yada etmez. Çünkü insan olmanın gereği budur. Aksi-hâlde bir bilgisayara veri yüklemek gibi olur.

 

Şu âyetler Kur’ân’ın müfesser (tefsir eden) bir yanının olduğunu da gösterir:

 

“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık” (A’raf 52).

 

“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 111).

 

“Elif, Lam, Ra. (Bu,) âyetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve her-şeyden haberdâr olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm) açıklanmış’ bir Kitap’tır” (Hûd 1).

 

 Allah, Kur’ân’ı Kur’ân ile açıklar. Fakat bu tüm âyetleri için geçerli değildir. Zîrâ Kur’ân’ın açıklaması sâdece “Kur’ân-içi açıklamalar”la biten bir şey değildir. İslâm’ın farkı budur. Kur’ân, açıklamalarını sözlerle yaptıktan sonra bir de uygulamada göstermek ister. Çünkü İslâm “sâdece gönüllerin dîni” değildir. O hâlde açıklama yâni tefsir, vahiy-merkezli olan kavlî ve amel-eylem içeren fiillerle olunca ancak iknâ edici olur. Aksi-hâlde açıklamaların bir sonu gelmez ve herkes farklı açıklamalar yapmaya başlar. Sonuçta da çatışma kaçınılmaz olur. Oysa Allah (kendi kontrôlünde ve gerektiğinde düzeltilmesi şartıyla) Kur’ân’ın-vahyin, peygamberler ve Peygamberimiz tarafından kavlî ve fiîlî  açıklamasının yapılması ve böylelikle açıklamanın tamamlanmasını ister ki zâten peygamberler bu nedenle gönderilir. Ahzâb Sûresi 21. âyette bahsedilen “güzel örneklik” ancak bu şekilde tezâhür eder. Şu da var ki, Kur’ân kıssaları da peygamberlerin açıklamalarından oluşur.

 

Uygulama sırasında yapılan açıklamalar çok iknâ edici olur. Bir âyeti uygularken yapılan kavlî ve fiîlî açıklama yâni tefsir insanların hem daha kolay anlamasına hem de daha kolay iknâ olmasına neden olur. Ortaya konan şeyi kabûl edenler ve etmeyenler de buna göre kabûl eder yada etmez. O hâlde Kur’ân, Kur’ân-merkezli olarak yâni Kur’ân’a aykırı düşmeyecek şekilde söz ve amel ile açıklanmalıdır ki açıklama tamamlanmış olsun. Yoksa sâdece söz ile yapılan açıklamaların hem sonu gelmiyor hem de kelle-başı farklı açıklamalar ve yorumlar ortaya çıkıyor. Sonunda da sonu gelmez tartışmaların çıkması kaçınılmaz oluyor.

 

Kur’ân herkesten âlim olmasını beklemez. Zâten târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır. O hâlde Kur’ân, herkesi, kendisini okuyarak mânâsını ve tefsirini anlamaya zorlamaz. Zâten kitleler daha çok söz-amel birlikteliği ile birlikte dîni idrâk edebilirler ve uygulamayı da buna göre yaparlar. İnsanlık târihi boyunca büyük kitlelerin -isterse okudukları şey vahiy olsun-, bilginin peşine düştükleri vâki olmamıştır, olmaz da. O yüzden Kur’ân’ın açıklamasını Kur’ân’ın yaptığını yine Kur’ân’dan delillendirmenin halk için çok da bir anlamı yoktur. Bu ancak okumayı meleke hâline getirmiş olanlar için anlamlıdır.

 

Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri vardır elbette. Kur’ân kendini tefsir eder. Fakat bu tüm âyetleri için geçerli değildir. Zâten buna gerek de yoktur. Aksi-halde peygamberler “postacı” konumuna düşerlerdi. Zâten Kur’ân’ın tüm açıklamasını yine sâdece Kur’ân’da aramak bir yerde tıkanır kalır. Meselâ Kur’ân “haram aylar”dan bahsettiğinde, haram ayların hangileri olduğunu Kur’ân’dan öğrenemezsiniz. Kur’ân, haram ayların hangileri olduğunu müfesser bir Kitap olarak ortaya koymaz. Çünkü buna gerek yoktur. Çünkü bu herkesçe bilinen bir şeydir. Ezan denilen şeyin ayrıntısını yine aşırı zorlayıp da absürd bir sonuç ortaya koymadıkça Kur’ân’da bulamazsınız. Kur’ân’ın indiği çağda haram ayların hangileri olduğu ve ezanın nasıl olduğunu herkes biliyordu. Şimdiki zamanda yaşayanların ise haram ayların hangileri olduğunu öğrenmeleri için bir kitaba-tefsire bakmaları gerekir.

 

“Kur’ân’ın tüm âyetlerinin tefsirini yine sâdece Kur’ân’dan bulacağım” diye Kur’ân’ı, ona işkence ederek aşırı zorlayanların ulaştığı sonuçların çoğu absürddür. Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin tefsirini en doğru olarak sâdece Kur’ân’da bulabiliriz ve böyle açık tefsir varken başka bir tefsir yoluna girmeye gerek olmaz. Fakat Kur’ân’ın, hem ancak hayâtın içindeyken görülebilecek tefsirini, hem de apaçık muhkem âyetlerinin tefsirini Kur’ân’da aramaya gerek yoktur. Ercüment Özkan, îtikâdî konularda Kur’an’da başka tefsirin olmayacağını, amelî konularda ise tefsirin yapılabileceğini söyler.

 

“Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhân 58). Bu kolaylaştırma, Kur’ân’ın anlaşılmasının kolaylaşmasıdır ki, bu da Peygamberimiz’in âyetlere yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlarlar olmuştur. Böylece Kur’ân netleşmiştir.

 

Netîcede Kur’ân sayfaları, sûreleri, âyetleri ve kelimeleri sınırlı olan bir Kitaptır. Fakat Kur’ân insanların iç-âlemini inşâ edebilecek olan bir Kitap olmaktan başka, onda insanlar için sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî anlamda bir topluluk kurabilmelerini sağlayacak emirler-tavsiyeler-kodlar bulunmaktadır ki zâten Peygamberimiz de bunları Kur’ân’ın ışığında gerçekleştirmiştir

 

“Resûle uyarız ama Nebî’ye uymayız” demek, “Kur’ân’a uyarız ama güzel örnekliğe uymayız” demektir. Fakat bu “Ahzâb 21. âyete uymayız” anlamına gelir. Eğer Kur’ân’a uyuyorsanız, Ahzâb 21’de gösterilen “güzel örneklik” olan Sünnet’e de uymanız ve dolayısı ile Nebî’ye itaat etmeniz şarttır. Bu itaat, Peygamber’in yaptığı kavlî ve fiîlî açıklamaları dikkate almayı gerektirir.

 

Allah’ın Kur’ân’ı, safha-safha indirmesinin nedeni, onun Peygamber örnekliği ile hayâtın tam ortasında sâdece sözlü olarak değil, fiîlî olarak da açıklanması içindir. Allah’ın açıklaması böyle olur. En sağlam açıklama şekli de zâten böyle olabilir.

 

Kur’ân’ı önüne her gelen de açıklayamaz tabi. Onu kavlî ve fiîlî olarak en ideâl şekilde Peygamber açıklamıştır. Sahih hadisler ve sahih Sünnet, Kur’ân’ın en ideâl ve aşılamayacak açıklamasıdır. Kur’ân’ı okuyup Sünnete uyulduğunda on numara mü’min olunur ve yaşanır. Peygamber’siz modern Kurân çalışmaları, Protestanlığın tekrar edilmesi sürecidir.

 

Evet; görüldüğü gibi “Kur’ân’ı ancak Kur’ân açıklar” demek, “Peygamber’e gerek yoktur” demektir ve bu da, her konuda olduğu gibi vahiy konusunda da Protestanlık bağlamında batı’yı tâkip ve taklit etmekle sonuçlanmaktadır. Modernitenin etkisi Kur’ân alanında da kendini göstermektedir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder