22 Haziran 2020 Pazartesi

Diyânete Uymak, Dîne-Âyete Uymak


“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

 

Diyânet: “Din işleri. Din hakkında beyânat vermek. Din ile ilgili açıklamalar ve bilgiler vermek” anlamındadır. Diyânet İşleri Başkanlığı, din hakkında beyânat vermekle ve açıklama yapmakla görevlidir.

 

Diyânet, dînin kendisini değil, İslâm târihi boyunca ortaya çıkan kültürünü baz alır. Bu nedenle de Sünnî’dir. Düşüncesi Kur’ân’a ve Sünnet’e değil, çoğunlukla müslümanların sorunlu-sorunsuz târihine dayandırır. Zîrâ Diyânet bir “lâik-seküler bir devletin kurumu”dur ve lâik devlete aykırı bir şey söylemeye izni yoktur. Oysa İslâm ve Kur’ân, dîni hesâba katmayan devlete ve yönetimlere bir îtirâz olarak gelmiştir.

 

Normâl yurdum insanı, Diyânetin sanki her işini dîne ve âyetlere göre düzenlediklerini sanarak, diyânete “din-âyet” der. Bu nedenle Türkiye’li müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’e göre değil de, Diyânet’e göre dînlerini yaşıyorlar. Bu, müslümanların, dinlerini “devletin istediği ve sınırlandırdığı kadar yaşamak” demektir ki bu, tüm müslüman coğrafyada aşağı-yukarı böyledir. Hâlbuki diyânetin uygulamaları büyük oranda Kur’ân ve Sünnet’in ifsâd edilmiş şeklidir. Çünkü ilk başta Diyânet zâten dîne ve âyete uymamaktadır. Dîne ve âyete uymak, İslâm’a yâni Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak demektir. Oysa Diyânet, Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil, Sünnîlik-merkezli bir din anlayışındadır ve herkese de aynı anlayışla cevap vermektedir. Diyânet, lâik ve muhâfazakâr bir kurumdur ve lîder-merkezlidir. Çünkü hükümlerini Sünnîliğe göre verir. Bilindiği gibi Sünnîlikte devlete ve lîdere bağlılık esastır. Tâ 1924’te, “devlete en çok hangi inanış şekli daha yakındır ve bağlıdır” diye araştırıldığında bunun Sünnîlik olduğu görüldüğü için Diyânet (DİB) de Sünnîlik-merkezli olmuştur. Maksat Sünnîliği savunmak değil, “Sünnîliğin devlete bağlılığını ve lîderi savunmasını” savunmaktır. Atatürk ve CHP zihniyeti bu koşulla Diyânet’i kurmuştur. Türklerde göçebe halk, İsmaillik, Yesevilik ve Fütüvve aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sünnî görüşü tercih ettiler. Türk yöneticilerin Sünnîliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünnîliğin, kentli Türkler arasında tutulmasını ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında Selçuklular gelmektedir”.

 

Diyânet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 târihinde, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan, “İslâm dîninin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibâdet yerlerini yönetmekle” görevli kurumdur. Fakat aslında Diyânet, Atatürk ve CHP’nin din-dışı işlerine yönelik olarak, müslümanların, başta Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne, sonra da eleştirel-isyânkâr özelliklere sâhip farklı mezhep, târikat ve cemaatlerin kendilerine has dîn-merkezli anlayışlarına göre yapılanmasının önüne geçmek niyetiyle kurulmuştur. Bu görev, Diyânet’in en önemli ve ebedî(!) görevidir. Arada bir dîne uygun bâzı çıkışlar yapması bile bağımsız bir eyleme değil, devletin ona verdiği tâvize ve izne bağlıdır. Devlet, Diyânet’e verdiği görev için büyük paralar harcamaktan çekinmemektedir. Zîrâ devletin din-dışı ve din-karşıtı ideolojisini en azından belli bir süreliğine koruması buna bağlıdır.

 

Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde yaklaşık 100.000 imam-müezzin, 20.000 kadrolu Kur’ân Kursu öğretmeni, 20.000 geçici Kur’ân Kursu öğreticisi, 3.000 vâiz ve  1.250 müftü bulunmaktadır. Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe 2020 yılı için 11,5 milyar TL’dir. Bu geniş kadro ve yüksek meblâğdaki para aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye ayrılan paradır. Çünkü Diyânet câhil ve muhâfazakâr müslüman halktan başka hiç kimsenin umurunda bile değildir. Diyânet’e; günlük namazlara ve Cum’a namazlarına giden müslümanları, “onları sisteme bağlı kalacak şekilde yönetmesi görevi” verilmiştir. Öyle ya; Diyânet olmasa insanlar farklı mezhep, cemaat, târikat ve fraksiyonlara katılacaklar ve bunların arasında da sistemi, devleti ve lîderi eleştirip bunlara îtirâz ve isyân eden gruplar olacaktır. Çünkü sistemi, devleti ve lîderi eleştirip îtirâz ve isyân edecek olanlar, din-merkezli olanlar olacaktır ki bu din elbette “Diyânet’in dîni” olmayacaktır. Devlet, hükûmet ve lîderler en çok, kendilerine karşı yapılan kalkışmalardan çekinirler. Nice kalkışmalar nedeniyle güçlü devletler sıkıntılara girmiş ve hattâ zayıflayıp çökmüştür. Bu nedenle bu tür kalkışmalara aslâ meydan vermemek lâzımdır. O hâlde iyi bir “paravan” olan Diyânet’i iyi beslemek şarttır.  

 

Diyânetin görüşleri ve kararları şaşmaz-yanılmaz vahiy değildir. Buna rağmen insanların o görüşlere kesin vahiy gibi inanmalarının nedeni, resmîyete olan güvenleri ve Diyânet’in de resmî bir kurum olmasından dolayıdır.

 

Türkiye’de özellikle cumhuriyetten sonra, lâik sistemi sağlamlaştırmak için, dîni kurumlar olan vakıf ve dernekler, tekke-zâviyeler, şeyhülislâmlık vs. kapatıldı. Fakat mevcut sisteme en çok da kapatılan bu yerlerin müdâvimlerinden eleştiri-îtirâz-isyân geliyordu. Bunun çâresi olarak 1924 yılında Diyânet İşleri Başkanlığı kuruldu. “Kendini bilenler” hâriç, kapatılan hemen-hemen tüm dîni kurumlardaki yetkililer, imam, vâiz, müftü ve “Diyânet İşleri Başkanı” olarak devletin mêmuru olarak atandılar. Bu, başka kurumlarda da aynı şekilde oldu. Devletin mêmuru, âmiri, vekili, müdürü vs. yapılanlar, artık “devletin adamı” oldular ve böylece sistem-yanlısı olarak eleştirmeyi, îtirazda bulunmayı bıraktılar. İsyân etmek ise “zinhar olacak iş değil”di ve düşünmesi bile günah olan bir şeydi artık onlar için. Devletten geçinmeye başladılar, yâni sisteme göbeklerinden bağlanmış oldular.

 

Seküler sistem, sistemin zengin kurucularını sistem karşıtları ve gariban halka karşı korumak için bir mêmur kesim (orta-direk) kurdu. Devlete yâni sisteme bağlı bir kesimdi bunlar. Devlet mêmurlarıydılar. Devlete sırtlarını dayadıkları için mecbûren “devletin adamı” oldular ve böylece bu kesim, zenginlerle yâni sistemin kurucuları ile, “vatanı asıl kurtaranlar” olmalarına rağmen; yalnızlaştırılmış, ezilmiş, zayıf bırakılmış halk arasında bir paravan oluyorlardı. Zîrâ ekonomik-psikolojik-dîni anlamda halkın bu çelişkili duruma îtirazları vardı. “Hani bu yeni devlet ve yeni sistemde daha iyi yaşayabileceklerdi, inançlarına saygı duyulacaktı ve hattâ zâten inançları için savaşmışlardı!”. İşte, “dîne bağlı” olan insanları susturmak, “gazlarını almak” ve “sivri yerlerini törpülemek” için “sisteme bağlı” bir kesim oluşturuldu ve ilk-başta Diyânet devletleştirildi yâni sistem-içi(n) yapıldı, daha sonra da tüm devlet-kurumları ve devlet-kurumlarına mensup kişiler sisteme entegre edildi. Bu durum şu-anda da böyledir. Her parti ve hizip, devlete kendi adamlarını yerleştirmek ister. Fakat daha çok, devlette çalışanların “devlete-sisteme bağlı” olmasını isterler ki “sistemi koruyacak” bir kitle oluşsun ve böylece iktidârı ellerinde tutanlar da iktidarlarını devâm ettirebilsinler.

 

İnsanlar çoğunlukla öne çıkmış birilerinin yada bâzı kurumların söylediklerini-yaptıklarını sorgusuz-suâlsiz doğru olarak kabûl ediyor. Fakat en çok da resmî olan kurumların söylediklerini doğru olarak kabûl ederler. Meselâ Türkiye’de bu, Diyânet ve bilim konusunda çok açık şekilde böyledir. İnsanlar “resmî olan”a çok güveniyor ve söylenenlerin doğru olup-olmadığını hiç sorgulamadan kabûl ediveriyorlar. Bu kurumların belirlemelerini hiç sorgulamazken, diğer birilerinin doğru tespitlerini aşırı sorgulamaya tâbi tutuyor ve kabûl etmiyorlar. Oysa doğruyu aramak ve bulmak isteyenler vahye bakmalıdır. Ancak “Vahiyden onay alan” doğrular “kesin doğru”dur.

 

Siyâsilerin desteği ve izni olmasa, din-adamları istedikleri gibi at oynatamazlardı. Bu durum günümüzde de böyledir. Siyâsilerin özellikle Diyânet’i ve bâzı hurâfeci vâiz ve din-adamlarını desteklemesinin sebebi, kendilerine karşı olan aykırı düşünceleri ve yapılanmaları bertarâf etmek içindir. Fakat bunu yaparken dîni de yozlaştırmaktadırlar. Tüm zamanlarda siyâsiler “klâsik ve modern hurâfeciler”i desteklemiştir ve bu durum günümüzde de aynen devâm etmektedir. O hâlde “klâsik din-adamları”nı suçladıktan sonra, hem resmî kurum olan Diyânet, hem de akademisyenler de dînin yozlaştırılıp başkalaştırılması konusunda suçlanmalıdır. Zîrâ Diyânet ve akademisyenler de dîni modern anlamda yozlaştırmaktadırlar.

 

“…Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın….” (Bakara 187).

 

Âyetin de söylediği gibi oruç, fecr ile başlar. Fecr vakti “günün aydınlanmaya başladığı zaman”dır. O “ilk aydınlanma ânı”dır. Vahyî dînin “siyah iplik beyaz iplik” ayrımı diye söylediği oruca başlama zamânı budur. Fakat resmî dîne yâni Diyânet’e göre oruç, bu vakitten yaklaşık 55 dakîka önce başlar. Oruca erken başlamak orucu bozmaz ama Sabah namazının da erken kılınması söz-konusu olduğu için sabah namazı, vakit girmeden kılınmış olur. Tabi Allah “fecr vaktine kadar” diyorsa (temkini-tedbiri de hesâba kattıktan sonra) fecr vaktine kadar yemek esastır.

 

Diyânet’e göre imsak vaktini belirten ezan okunduğunda, her taraf daha kapkaranlıktır ve ortada siyah yada beyaz iplik ayrımı yapılabilecek bir durum yoktur. Ufukta herhangi bir ışık ve parlaklık yoktur. Oruç açma yâni iftar zamânında da bir fark vardır fakat Diyânet’in iftar zamânı ile Kur’ân’a göre olan iftar zamânı arasında yaklaşık 5 dakîkalık küçük bir fark olduğundan, ondan pek bahsetmek istemiyoruz. Tabi aslında bu da önemli bir durumdur, çünkü aslolan Kur’ân’a göre olandır. İftar vaktinde de aslında Güneş batmasına rağmen hâlen ezan okunmaz ve insanlar özeklikle yazın uzun günlerinde yaklaşık 5 dakîka daha bekletilir. Güneş batmıştır ve iftar vakti girmiştir ama resmî dînin sözcülüğünü (sâdece sözcülüğünü) yapan Diyânet’in keyfi beklenmektedir 5 dakîka daha. Fakat çok ilginçtir ki, insanlar bu duruma cehâletlerinden dolayı îtirâz etmezler ve hattâ doğrusunu delilleriyle gösterdikten sonra bile kabûl etmezler ve 55 dakîka erken başladıkları orucu 5 dakika da geç açarlar. Hem de sâniyesi sâniyesine. Vahyî dînin dediklerini yâni emirlerini savsaklayanlar ve doğru-düzgün yerine getirmeyenler, resmî dînin emirlerini ise mutlak ve kesin anlamda îtirâzsız olarak tam zamânında yerine getirirler. Herhâlde bu, Allah’ın, Kur’ân’dan ayrılanlara ve Diyânet’e kapılanlara bir cezâsıdır. Cezâ kendi türünden olur ne de olsa.

 

Bu durumun yanlışlığını söylediğinizde, “herkes oruca 55 dakîka önceden başlarken ve 5 dakîka sonra açarken yanlış mı yapıyor yâni” îtirâzı ile karşılaşırsınız. Sanki çoğunluğun yaptığı şey her zaman doğruymuş gibi. Kur’ân’a bakılırsa çoğunluğun yaptığı şeyler genelde yanlıştır. Kur’ân boyunca çoğunluğun yaptığı şeyin yanlış olduğunun söylendiği görülür ki bunun en meşhûr âyeti En-âm 116’dır:

 

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Normâl vakit namazını evde kılınca oluyor da Cum’a namazını evde kılınca niye olmuyor?. Çünkü câmiye girdin çıktın; bir farkı olmadı ki!. Cum’a namazını Diyânet’e göre câmide kılınca bir şey olmuyor ve değişmiyor. Zâten “diyânetin mêmuru” olan imam, “yasak” olduğu için, diyânetin kendisine verdiği hutbeden başka bir metni okuyamıyor ve sâdece diyânetin verdiği metni okumak ve onların dediği gibi namazı kıldırmaktan başka bir sorumluluğu kendinde duymadığı için, hutbede cemaate, Cum’a’nın (toplanma) bir gereği olarak: “Kardeşlerim!, bir derdi sıkıntısı olan var mı?. Yardıma ihtiyâcı olan var mı?. Bir düşüncesini yada başına gelen bir olayı paylaşmak isteyen var mı?” diye sormuyor, soramıyor. Kimse de çıkıp, meselâ; “benim yardıma ihtiyâcım var, kömürüm taşınacak ve ben yaşlıyım taşıyamıyorum, bana yardım edin”; yada “bana bir haftalığına 100 lira lâzım, bir hafta sonra Cum’a da geri vereceğim”; veyâ “şu şu konuda bilgisi olan arkadaş varsa namazdan sonra bir-yerde oturup konuşabilecek var mı” vs. vs. çeşitli insânî şeyler için bir ilişki biçimi olmuyor-oluşmuyor. Bu nedenle içi Diyânet tarafından boşalmış-boşaltılmış ve sâdece şekle indirgenmiş olan Cum’a için Cum’a günü câmiye gidilmemesi, gidilmesinden bin kat daha iyi olur. Zâten “somut bir iş” ortaya konmadığı ve iyiliğe dönüşmediği için ortada “sevap” da olmuyor. Gitmeyin daha iyi. Hiç olmazsa diyânetin zırvalarını dinlememiş olursunuz. Hattâ dînin aslına karşı olan söylemlerini dinlemek zorunda kalmamış olursunuz. “Sürü” olmaktan kurtulmuş olursunuz böylece. Lâik-seküler devlet, zihniyetini Diyânet ve Câmi üzerinden dağıtmak projesi olduğundan dolayı resmî bir imamın arkasında namaz kılmak da doğru değildir. Zîrâ bu “din-dışı sistemi desteklemek demek” olacaktır. Bu nedenle câmiye gitmekte ve kendi başına namaz kılmakta sorun olmasa da, Diyânet’e bağlı bir imamın arkasında namaz kılmak doğru değildir.

 

Edirne’deki hutbe ile Hakkâri’deki hutbenin aynı olması, diyânetin-devletin, müslümanları sürüleştirdiğinin ve bir-örnekleştirdiğinin yâni mankurtlaştırdığının bir göstergesidir.

 

Aslında Diyânet üzerinden konuşanlar, seküler-lâik-demokratik devletler ve devlet adamlarıdır. Devlet adamları çeşitli politikalarla yalan da söyleyebildiği içini temkinli olmak ve her konuşulana inanmamak gerekir. Ali Şeriati: “Sâdece devletin konuşma hakkına sâhip olduğu bir memlekette hiç-bir söze inanmayın der.

 

Evet; evimiz, ders-hânemiz, karargâhımız, kardeşlik merkezlerimiz, yardımlaşma derneklerimiz olması gereken câmiler, Diyânet’in kontrôlüne girerek içi boşaltılmış ve sâdece şekle indirgenmiş olan ritüellerin-hareketlerin yapıldığı, devletin-diyânetin güttüğü “insan sürülerinin” olduğu devlet kurumlarına dönmüştür.

 

İslâm, günümüzde de diyânetin yaptığı gibi, devleti meşrûlaştırma aracı olarak kullanılan ve sâdece devletin izin verdiği kadar konuşan bir ulemâ sınıfı öngörmez. Ulemâ aslen, halkın Hz. Ömer’e “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” demesi örneğinde olduğu gibi, dînî idrâk edip okumak-yazmak-yaygılaştırmak-anlatmakla görevli olduğu gibi, devletin yanlışlarını da ve dîne uygun olup-olmadığını da denetleyip düzenleyen yapıdır. Dîne ve âyete uymak bu demektir.

 

Dîne ve âyete uymayanlar, Diyânet’e uymaya başlarlar ki, Diyânet’e uymak, “lâik, seküler, din-dışı sisteme uymak” demektir. Diyânet’e uymak, “dîne ve âyete uymak” demek değildir. Dîne ve âyete uymak için “Diyânet’e uymamak” gerekir. Zîrâ Diyânet de “dîne karşı din”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2020

 

 

 

Devamını Oku »

17 Haziran 2020 Çarşamba

İslâm ve Câhiliye Toplumu



“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).

İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern dünyâda; İslâm toplumu “câhiliye toplumu”, câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun aynen gösterildiği gibi olduğunu zannediyorlar. Sonuçta ise müslümanlardan başka zarar gören olmuyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde görülecek bir ayrılışla devâm edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl olarak açığa çıkmalıdır bu ayrılış. Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görecektir.

Allah’ın göklerde kurduğu muhteşem düzenin benzerini Dünyâ’da da kurmak için yapılması gereken ilk şey, Allah’ın hükümleriyle hükmetmek ve O’nun istediği gibi bir hayat yaşamaktır. Fakat bunu hakkıyla yapmak için mutlaka İslâmî bir toplum ve İslâmî bir mekân gerekir. Bunun için de yapılması gereken ilk aşama, hak ve bâtılın birbirinden ayrılmasıdır.

Göklerdeki muhteşem düzen, düzenini, bâtılla karışmamış olmasına borçludur. Fakat gökler bunu şuursuzca yaparlar. İnsan ise şuurlu bir varlıktır ve Allah insandan, Dünyâ’da da göklerdeki düzen gibi bir düzen kurmalarını ama bunu şuurlu bir şekilde yapmalarını istiyor. Bunun için bize kılavuz olarak vahiy gönderdiği gibi, “güzel örnek” bir Peygamber de göndermiştir ve Dünyâ’da vahye göre nasıl yaşanacağının ve Allah’ın hükümlerinin nasıl uygulanacağını göstermiştir.

Bu düzenin kurulması için ilk başta yapılması gereken şey, İslâm toplumu ile câhiliye toplumunun ayrılmasıdır. Zîrâ birbirleri ile karışmış olduklarında hak ve bâtıl karışmış olacak ve Allah’ın saf dîni bâtıla bulanmış olacağından dolayı, İslâm’ın netliği kaybolacaktır. Böyle olunca da İslâm’ın ne olduğu, câhiliyenin ne olduğu yâni hakkın ne olduğu ve bâtılın ne olduğu görülemeyecek ve bilinemeyecektir. Netîcede de Allah’ın o “hesapsız yardımı” ulaşmayacaktır. Sonuçta hak taraf, bâtıldan ayrılmak istemeyecek ve hattâ bunu düşünemeyecektir bile. Günümüzde bu durum apaçık hâle gelmiştir ve hak ile bâtıl karışarak ne bâtılın bâtıllığı, ne de hakkın hakîkati açıkça görülememektedir.

Hak ile bâtılın yada İslâm toplumu ile câhiliye toplumunun ayrılmaması ve karışmış hâlde durması aslında mümkün değildir. Çünkü birbirleriyle karışıp kaynaşmaları mümkün değildir. Bu durum fıtrata, doğala ve normâle aykırıdır. Yaratılışa aykırıdır. Hak ile bâtıl karışmış olduğundan dolayı neyin ne olduğu belli değildir. Hâlbuki hak ve bâtıl birbirinden apaçık olarak ayrılarak ne olduğu görülse, insanlar neyin ne olduğunu görecek ve anlayacaklar, sonunda da tercihlerini kesin olarak yapacaklardır. Bu tercihlerini yapmakla hak yada bâtıldan birini seçmiş olacaklardır.

Bu ayrılış ilk etapta; fikren, kâlben, inanç ile ve davranış olarak kendini gösterecektir. İnsânî ilişkiler belli bir ölçüde sürdürülebilir tabî ki ama haktan tâviz verilemez. Bu tâvizsizlik en sonunda “mekân ayrılığı” olarak kendini gösterecektir. Zâten İslâm, câhili bâtıl bir ortamın içinde “hakkıyla” yaşanamaz. Bu ayrılma “güzellikle bir ayrılma” olacaktır:

“Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl” (Müzzemmil 10).

Peki bu ayrılık niçin olmalıdır?. Çünkü Allah, mü’minlerin îmânını-kararlılığını görmek ve onları imtihan etmek istemektedir:

“Yoksa siz Allah’ın sizden cihad edenleri Allah ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka dost edinmeyenleri ayırt etmeksizin kendi hâlinize bırakılıvereceğinizi mi sandınız?” (Tevbe 16).

Câhiliyeden ayrılmak, yozlaşmış şirk, küfür ve dolayısı ile zulüm bataklığında yuvarlanan bir toplumdan bilinçli bir ayrılış demektir. Bu bir imtihandır. Hakkıyla yapılan İslâm’ın tebliğ ve dâvetinin doğal sonucu, İslam topulum ile câhiliye toplumunun ayrışmasıdır, ayrılmasıdır.

Aslında Peygamberlik ilk başladığında ve İslâm’a inananların oluşmaya başlamasıyla birlikte, câhiliyeden de ayrılma başlamıştır ve zâten böyle olmalıdır. Bu ayrılış ilk etapta “inanç olarak ayrılış” şeklinde başlayan bir ayrılış şeklidir. Daha sonra İslâm açıkça îlan edildiğinde bu ayrılış da Kâfirûn Sûresi ve benzer âyetlerle ile îlan edilmiş oldu. Belli bir sayı oluştuğu ve İslâm tüm Arap Yarımadası’nda duyulduktan ve belli bir fark ve farkındalık ortaya konduktan sonra, müşrikler de İslam toplumunu “ayrı bir toplum” olarak kabûl ettiler ve bu nedenle şöyle demek zorunda kaldılar: “Bir sene biz senin İlahına tapalım, bir sene de sen bizim ilahlarımıza tap”. Tabî ki Peygamberimiz ve müslümanlar bunu aslâ kabûl etmediler. Müşrikler böyle bir teklif yapmak zorunda kalmışlardı. Çünkü artık müslümanlar da ayrı bir toplum olmuşlar, câhiliyeden fikren ve amel olarak ayrılmaya başlamışlar ve insanların da teveccühünü kazanmışlardı. Zâten gün geçtikçe İslâm’a katılımlar artmaktaydı. Karşı taraf bu nedenle bir anlaşma yapmak istemişti. Bu, İslâm toplumunun doğru yolda gittiğinin bir delîliydi.

Peygamberimiz’den kesin bir dille red cevâbı alan müşrikler, İslâm toplumuna karşı boykota başlamışlardır. Böylece müşrik toplum da kendini İslam toplumundan ayırmıştır. Tabi o zaman güç müşriklerin elinde olduğundan dolayı, müslümanları baskı altına alarak yaptıkları bir ayrılmadır bu. Fakat şu önemlidir ki, bu tavır, müşriklerin müslümanları “ayrı bir toplum” olarak kabûl ettiklerini gösterir. Boykot yıllarında müslümanlar, kâfirlerden apayrı bir toplum olarak imtihana tâbi tutulmuşlardır.

İslâm toplumunun yâni hakkın, câhiliyeden yâni bâtıldan ayrılması olmazsa-olmazdır. Çünkü Allah hak ve bâtıl birbiriyle karışmışken yardımını göndermemektedir. Allah’ın “zafer garantili yardımı”nın şartı, hak ve bâtılın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasıdır. Allah, bâtıldan ayrılan samîmi ve kararlı müslümanlar görmek istemektedir yardımını göndermek için. Allah nîmetini ve zafer garantili yardımını târih boyunca ancak, İslâm toplumu câhiliye toplumundan ayrılınca göndermiştir. Zâten helâk olan kavimlere gönderilen peygambere îman edilmediğinde, peygamber ve ona îman etmiş olanlar o toplumdan ayrılır ve azap o topluma yetişiverir. Çünkü Allah, peygamber ve müslümanlar o toplumun içindeyken azâbını göndermez. Câhiliye ve şirk-zulüm toplumlarına gelen azaplar, İslâm topulum ile câhiliye toplumunun ayrılmasından sonra olmuştur:

“Oysa sen içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azablandıracak değildir. Ve onlar, bağışlanma dilemektelerken de, Allah onları azablandıracak değildir” (Enfâl 33).

“(Azap) emrimiz geldiğinde Sâlih’i ve onunla berâber îman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün azâbından kurtardık..” (Hûd 66).

Seyyid Kutub İslâm toplumu ile câhiliyenin ayrılması noktasında şunları söyler:

“Dünyâ’da iki sistem vardır. Bunlardan birincisi ‘İslâm’; ikincisi de; demokrasi, sosyâlizm, komünizm vb. tüm beşer-aklının ortaya koyduğu sistemlerdir ki, bunların hepsi de ‘câhili sistemler’dir.

Câhiliye sâdece, yaşanmış bir târihi dönem değildir. İnsanın insana kulluğu söz-konusu olan bütün hayat-sistemleri ve nizamları câhiliyedir. Bugün yeryüzünde egemen olan bütün hayat-sistemleri ve düzenleri istisnâsız olarak bu kapsamın içindedirler. Beşerin tâbi olduğu bugünkü sistemlerin tümünde, insanlar; düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini şeriat ve kânunlarını gelenek ve göreneklerini kendileri gibi insanlardan alıyorlar. Bu durum, her yönüyle câhiliyenin ta kendisidir. Bâzısının bâzısını Allah’tan başka rabler edinmesiyle, beşerin beşere kulluğu esâsına dayanan câhiliye... İslâm ise, insanların düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini, şeriat ve kânunlarını, gelenek ve göreneklerini aldıkları yegâne mercî Allah olduğundan, beşerin beşere kulluk yapmaktan kurtulduğu biricik sistemdir.

İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu değildir”.

1400 yıl önce hak ve bâtıl yâni câhiliye ile İslâm toplumu, dolayısı ile müşrikler ile müslümanlar birbirlerinden öyle bir ayrılmışlardır ki, artık müslüman bir kişi, “kardeş” olarak aynı ana-babadan olan kardeşini değil, “aynı inançtan olan kardeşini” yeğ tutar ve ondan yana olur hâle gelmiştir. Bu bağlamda şöyle bir olay olmuştur: Sad bin Umeyr, Bedir Savaşı’nda mü’min bir kardeşinin, öz kardeşini esir edip bağladığını görünce, mü’min kardeşine; “onu sıkı bağla, anası zengindir, iyi fidye alırsın” der. Sad bin Umeyr’in kardeşi bunu söyleyenin kardeşi Sad olduğunu görünce, “senin kardeşin ben iken böyle mi diyorsun” deyince; “hayır, benim asıl kardeşim seni bağlayandır” der. Çünkü artık mü’minler İslâm bağı dışındaki tüm bağlardan uzaklaşmış ve ayrılmıştır. İşte Dünyâ’nın en büyük inkılâp, ihtilâl ve devrimini yapan toplumun durumu böyle idi. Onlar, İslâm’ın ne olduğunu ve câhiliyenin ne olduğunu çok net olarak görmüş ve buna göre davranmaya başlamışlardır.

Yine; Bedir Savaşı’nda, taraflar arasında kardeşler ve babalar-amcalar olmak üzere yakın akrabâlar vardı. Birbirleriyle savaşmışlardı ve mü’minlerden biri, babasının ölüsünün çukura atılmak üzere sürüklenerek götürüldüğünü görünce, üzülse de inancı ağır basmıştı. Tabi bu iş kolay değildir ve büyük  bedeller ister. Zâten Dünyâ’da hakkın ve adâletin ancak İslâm ile sağlanabileceği gerçeği, büyük bedeller istemesi ve bunu göze alabilecek olanların çıkmasıyla alâkalıdır. Tabi bunu göze alacak olanların da sağlam bir âhiret bilinci ve inancına sâhip olmalarıdır.

O “kutsal ayrılık” olmadan İslâm’ın hayatta görünmesi ve hayâta hâkim olması mümkün değildir ve o ayrılma olmadıkça böyle bir sürece bile girilemez. Bu sürecin başlangıcı câhillere “selam” demekle başlıyor.

Tüm peygamberler böyle bir süreç yaşamışlardır. Câhiliyeyi karşısına almamış bir peygamber ve İslâm toplumu hiç-bir zaman olmamıştır.  Sonunda da mutlakâ câhil toplumdan ayrılmışlardır. Hicret bunun en kesin biçimidir zâten.

Peygamberler işte hak ile bâtılı kesin şekilde ayırmak için gönderilmişlerdir. İslâm toplumu ve câhiliye toplumu olarak toplumu ikiye ayırmak için çalışmışlardır. Zâten bu nedenle de hepsi de şu şekilde suçlanmışlardır: “Baba ile oğulun arasını ayırıyor, fitne çıkarıyor”. Fakat bu, Allah’ın emri ile yapılmıştır ve yapılmalıdır.

Bu durum Hz. Sâlih’in kavminde de yaşanmıştır. Hz. Sâlih, halkı hidâyete çağırmaya başlar-başlamaz, Semûd kavmi iki rakip kampa bölünüvermiştir:

“Onlar iki fırka olup birbirleriyle çekiş­meye başladılar” (Neml 45).

“Bu iki fırkadan biri Hz. Sâlih’e ve Allah’a îman edenlerden oluşuyor­du, ikincisi ise Hz. Sâlih ve Allah’ı inkâr edenlerden teşekkül ediyordu. İki rakip kampa bölündükten sonra, aralarındaki çekişme ve mücâdele de çetin bir şekilde başlayıverdi:

“Kavminden kendilerini büyük görenler, onlardan îman eden zayıfla­ra; ‘Sâlih’in Rabbi katından gerçekten gönderilmiş bir peygamber oldu­ğunu biliyor musunuz’ (diye alay-vâri söz söylediler). Mü’minler de, ‘Biz, o’nunla gönderilen şeye îman edenlerdeniz’ dediler. Büyüklük taslayan­lar (yine), ‘Sizin îman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz’ dediler” (A’râf 75-76).

Mevdûdi, hak ve bâtılın ayrılması konusunda şöyle der:

“İslâm ümmeti ile kâfir milletler arasındaki ayırım tam ve kesindir. İslâm ve küfür milletleri hiç-bir zaman bir olamaz­lar, ikisinin yolları ayrıdır. Bunlar ne Dünyâ’da ne de âhirette ortak bir ha­yat kuramazlar”.

“Kıyâmet koptuğu gün (mü’minlerle kâfirler) birbirinden ayrılırlar” (Rûm 14).

Âyetin dediği gibi, kıyâmette hak ve bâtıl toplum zâten ayrılacak ister-istemez. Önemli olan, bu ayrılığı Dünyâ’da başlatmak ve hakkı ve bâtılı kesin bir şekilde açığa çıkararak insanların bilinçli bir tercih yapmalarına fırsat vermek ve alan açmaktır.

Modern dönemde bu ayrılışın imkânsızlığından bahsediliyor. Fakat Kur’ân modern toplumu hâriç tutmamıştır bu konuda. Allah için ve Kur’ân bakımından modern yada klâsik zaman ve mekân fark etmez. Îmânî kararlılığa, gayrete ve azme zaman, mekân ve hiç-bir şey dayanamaz ve karşısında duramaz. Eğer Peygamber ve sahabe toplumu gibi örnek bir toplum oluşursa ve bu toplum sınanmadan hakkıyla geçip Allah’ın rızâsını kazanırsa, Allah’ın “zafer garantili yardımı” bu topluma ulaşacak ve hak ile bâtıl, İslâm toplumu ile câhiliye toplumu ayrılacak ve bu ayrılış da mutlakâ hakkın ve İslâm’ın gâlibiyeti ile sonuçlanacaktır. Böylece Dünyâ’da yeni bir çığır açılacak, İslâm medeniyeti ve güneşi yeniden parlamaya başlayacak ve herkes hak ve hakîkat ne imiş, adâlet ne imiş görecek ve İslâm’a bağlanacaklardır. Böylece yeryüzünden zulüm kalkacak ve Dünyâ cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olarak Dünyâ’dan Cennet’e bir köprü kurulacaktır inşaallah.

Bir sosyoloji kuralıdır: “Bir kere olan bir kere daha olabilir”. O hâlde bunun için Peygamber ve sahabe  toplumu gibi bir toplum gereklidir ki, bu  toplum tabî ki de İslâm fıtratına göre yaratılmış insanların içinden çıkacaktır. O insanlar tüm zamanlardaki ve mekânlardaki insanlardır. İşte biz, bu zamanda ve mekânda bunu yapabilecek insanlarız. Bu potansiyel her zaman vardır ve açığa çıkmayı beklemektedir. Bu açığa çıkış, İslâm toplumu ile câhiliye toplumunun birbirlerinden bir süreç ile ayrılmasıyla olacaktır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2018


Devamını Oku »

12 Haziran 2020 Cuma

Modern-Bilim ve Teknoloji İnsanlığın Ortak Paydası Mıdır?



“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

Teknoloji sözcüğünün kökeni olan “tekhne” ne demektir?. Tekhne, sanat ve teknolojiyi karşılamadan önce “bilgi” anlamında kullanılan bir sözcüktü. Ama bu, felsefeye konu olan bilgiden başkadır. Teknikteki bilgi farklıdır. Teknik olarak nitelediğimiz bilgide “hayret etme” yoktur. Teknik-bilgi, ilgisini içeride değil dışarıda bulur. Teknik-bilgi sâdece bir araçtır; belirlenmiş bir hedefe yönelik bilgidir.

Modern-bilim “dîn”in yerine konmuş, teknoloji ise zanaat ve sanatın yerine geçirilmiştir. Klâsik zamanlardaki din-adamları modern zamanlarda “bilim-adamları” hâline gelmişken, zanaatkârların yerini ise teknisyenler almıştır. Tabi bu değişim, en başta rûhu öldürmüş ve estetiği bozmuştur. Heidegger, “orta-çağ’da kilise doktrinlerinin gördüğü işlevin, modern çağ’da bilim tarafından yerine getirildiğini” savunur.

İnsan “doğal olmayan” bir âlet yaptığında, -aynen günümüzde görüldüğü gibi- yaptığı âletin “âleti” olur. O âleti kullandığı kadar âlet de onu kullanır. Oysa insanın elleri “araç yapan araçlar”dır. Eller doğal olduğu için, ellerin yaptığı da doğal olmak zorundadır. Bu bağlamda doğala, normâle ve fıtrata aykırı üretimler olan modern teknoloji, ellerle ortaya çıkarılır ama sonuçta “ellere” zarar verir. Modern anlamda ellerin yaptığı “el”e de zarar veriyor. Ellerin doğal olarak yaptıkları hem kendine hem de “ele” yarar sağlarken, modern anlamda doğala aykırı olarak yapılanlar ise yapanların hem kendine hem de “ele” zarar vermektedir. Elin yerine makinenin geçirilmesinin -bâzı yararları olsa da- tüm insanlık için zararları olmuştur-olmaktadır.

Modernite, “elleri doğal olmayan yönde kullanmak ve doğala aykırı âletler üretmek” demektir. Bunu artık modern müslümanlar da “yarârı var” diyerek savunmaktadır. İçki ve kumarın da bâzı yararları vardır ama zararları daha çoktur. Zararları daha fazla olduğu için içki ve kumar yasaklanmıştır. Peki zararları daha çok olmasına rağmen modern-bilim ve teknoloji niçin yasak ve haram îlân edilip vazgeçilmiyor ve modern-bilim ve teknoloji yerine doğala, normâle ve fıtrata uygun olan “bilim ve teknik” ikâme edilmiyor?. Konu modern-bilim ve teknoloji olunca niçin hiç-bir sorgulama yapılmıyor ve bunlar kutsanıyor?. Modern müslümanlar, siyâsi, sosyâl ve biraz da ekonomik alanda küfre ve şirke dönük olan uygulamaları eleştirirken ve îtirâz ederken, iş modern-bilim ve teknolojiye gelince sus-pus oluyorlar. Modern-bilim ve teknoloji sanki insanlığın ortak paydasıymış gibi davranıyorlar. Modern-bilim ve teknoloji lâik-seküler-modern insanın ortak paydasıdır tabi ki. Zîrâ onlar modern-bilim ve teknolojiyi, insanlığın “hakîki ortak paydası” olan dînin yerine koydukları için ortak payda olarak kabûl edebiliyorlar. Fakat modern-bilim ve teknoloji müslümanlar için ortak payda değildir, olamaz. En azından bir sınır koymak zorundadırlar. Çünkü o şirk ve küfür olarak gördükleri ve eleştirdikleri modern hurâfeler, modern-bilim ve teknoloji bağlamında ortaya atılmakta ve tüm Dünyâ’ya dayatılmaktadır. Hattâ klâsik hurâfeler bile alttan-alta modernite ile desteklenmekte ve korunmaktadır. Herbert Marcus, teknoloji eleştirisine girişmeksizin, her-şeyin bir nesne hâline geldiği, teknolojik sistemin birer öğesi ve aracı hâline getirildiği modern-kapitâlist toplumun eleştirisine girişmeyi mümkün görmez. Yâni şirk ve küfür eleştirisi modern-bilim ve teknolojiden kopuk olamaz. Bir yazıda teknoloji hakkında şunlar söylenir:

“Heidegger’e göre modern insanın belirleyici özelliği teknolojiye olan bağımlılığıdır. Teknolojinin egemenliği altında sâhici olmayan bir hayat yaşar. Bir teknisyendir o. Âletler tasarlayan, her işini âletler kullanarak yapan, âletlerle her-şeye biçim ve düzen vermeye ve böylelikle her-şeyi denetim altına almaya çalışan bir teknisyendir. Gerçekliği kendi zihninin yapısına göre biçimlendirir. Denetler, ama denetim altına alındığını anlayamaz. Asıl kötüsü, kullandığı, el altında bulundurduğu âletlerle çevrelenmiştir. Yaşamını kolaylaştırdığını düşündüğü işlevsel nesnelerce kuşatılmış bir dünyâda yaşar. Bu kuşatılmış, çevrelenmiş, pratik ve teknik dünyâda kendini güvencede hisseder; gelgelelim, özgür değildir. Nesnelerle çevrelenmiş modern insan târihsellikten yoksun olarak yaşamaktadır. Âletler onu  canlı tecrübeden koparırlar. Onun içinde bulunduğu bu durum bir ‘düşmüşlük’tür. Düşmüşlük dünyâda bulunmayı, ama ‘sâhici bir hayat yaşamaksızın bulunmayı’ ifâde eder.  Bir tür nesneleşmedir düşmüşlük ve Marx’ın  şeyleşme, yabancılaşma nosyonuna yakındır.

Heidegger , Platon’un  idealar öğretisini  rehber edinen  batı meta-fiziğinin bir üretim meta-fiziği olduğunu ileri sürer. Ona göre  modern insanın teknolojiye bağımlılığının temelinde Yunanlıların üretim meta-fiziği, ‘üretim için üretim’ anlayışı vardır. Yunanlılar için varlıktan, vârolmadan söz edebilmek için üretilmiş olmak gerekiyordu. Bu anlayış giderek ‘şey’ üzerine düşünmüş ve vâroluşunun farkında, bilincinde  olan varlık’ı gözden kaçırmıştır”.

Modern-bilim ve teknoloji; mânâyı, dîni, Allah’ı, aşkınlığı, meta-fiziği, vahyi, peygamberliği, gaybı vs. hâkim olmaktan ve hattâ görünür olmaktan uzaklaştırmıştır ki zâten hayâtiyetini bundan alır.

Batı-modernliğini baskın karaktere dönüştüren şey; onun bilim anlayışı ve o bilime dayalı geliştirdiği teknolojik üstünlüğüdür. Bu teknolojik üstünlüğünü ise hem siyâsi, hem askerî, hem de kültürel unsurlarda açık bir şekilde göstermektedir. İktisâdi alana tahakküm derecesinde sâhip olduğu gerçeği de bu teknolojik gelişmeler ve üstünlüklerine bağlı olduğu da açıktır.

İnsanlar tembelliği severler, o yüzden de rahatlığı çok severler. Modern-bilim ve teknoloji ise bu rahatlığı -görece- sağlayacak ürünler ortaya çıkarır. Gerçi ortaya çıkanlar insanların aynı-zamanda rahatını da kaçırır. Çünkü aslında modern-bilim ve teknoloji, yaralarının yanında zararları da birlikte getirir. Zîrâ doğal, normâl ve fıtrî değildir ve böyle olunca yararlarının yanında mutlakâ zararları da olur ve hattâ aslında zararları daha çok olur.

Modern-bilim ve teknoloji insanlığın ortak paydası olamaz. Çünkü modern-bilim ve teknoloji yüzünden Dünyâ’nın yarısı aç-susuz, evsiz, mahrûm ve mazlum bir şekilde yaşamaktadır. Buna neden olan şey çok açıktır ki modern-bilim ve teknolojidir. Modern-bilim ve teknoloji geliştikçe bu durum tersine döneceğine yâni mazlûmiyet biteceğine, tam tersine sürekli artıyor. Küçük bir azınlık faydalanıyor ama Dünyâ’nın çoğu aslında modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardıkları nedeniyle madden yada mânen muzdariptir. O hâlde müslümanlar için modern-bilim ve teknoloji insanlığın ortak paydası olamaz. Zîrâ modern-bilim ve teknolojinin tüm Dünyâ’ya ve tüm insanlığı ortak bir faydası yoktur. Ortak faydası olmayan şey “ortak payda” olamaz.

Dünyâ’nın en az yarısının kötü durumda olmasının nedeni, modern-bilim ve teknolojinin şeytânî bir şekilde kullanılması olsa da, aslında modern-bilim ve teknolojinin özünde, Allah’sız olması bakımından bir merhâmet, vicdan ve iyilik yoktur. Bu nedenle “doğal bilim ve teknik” yerine modern-bilim ve teknoloji kullanıldığında şeytan her zaman işe karışacaktır. Lâkin insanlar parmaklarına çalınan bir damla balın keyfiyle modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı perişanlığı göremiyorlar. Çünkü modern-bilim ve teknolojiyi insanlığın ortak paydası zannediyorlar. Oysa modern-bilim ve teknoloji insanlığın ortak paydası değildir, olamaz. Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

Paul Feyerabend’e göre bilimin tanımında kesin tartışma ve düşünce özgürlüğü olmasına karşın, yaşamda bunun tam tersinin ortaya çıktığı, bilimin baskıcı bir otorite işlevine sâhip olduğu görülmektedir. Çünkü ona göre bilim de bir ideolojidir ve diğer ideolojilere göre bir üstünlüğü yoktur. Feyerabend, bilimin 17. ve 18. yüzyıllarda önemli hizmetler sağladığını ve insanın özgürleşmesine katkılar yaptığını kabûl etmektedir. Ama bu durum artık geçerli değildir; aksine, bilim anlayış ve uygulaması özgürleşmenin önünde bir engel konumuna gelmiştir. Bilimin temeli, önermelerin dış gerçekliği temsil eden doğrular olduğudur. Hâlbuki Feyerabend’e göre dış gerçeklik ile kuram arasında bir temsil yoktur ve bilimin değinilen temel çıkış-noktası bir dogmatizmden başka bir-şey değildir. 

Modern-bilim ve teknoloji ruhsuz olduğu için onu kullananları da ruhsuzlaştırıyor. O yüzden modern-bilim ve teknolojinin en yoğun kullanıldığı yerlerde yaşayan insanlar en ruhsuz insanlardır. Modern-bilim ve teknoloji arttıkça ruhsuzluk artmaktadır. Modern insanlar robotlaşmışlardır ve kendileri de makine gibi olmuşlardır. Modern-bilim ve teknolojiye meftûn ve râm olan insanların bakışı ile bir robotun bakışı arasında neredeyse bir fark kalmamıştır. İçi boş bakışlı insanlar peydâh olmuştur. O hâlde bunu ortaya çıkaran modern-bilim ve teknoloji, Dünyâ’yı vahiy-merkezli değiştirmekle görevli olan mü’minlerin ortak paydası olamaz.

Son 200 yıldır bizim hayâtımızı kolaylaştıran(!) her teknolojik yenilik belli problemleri de berâberinde getirmiştir. Çünkü modern-bilim ve teknoloji aslında “insan için” değil, “modern-bilim ve teknolojiyi yönlendirenler için”dir. Zîrâ modern-bilim, teknoloji ve bilim-adamları bağımsız değildirler ve onlar küresel şirketlerin yâni tâğutların yönlendirmesinde ve kontrôlündedirler. Onlar desteğini çektiği anda ortada bilim ve teknoloji adına pek bir şey kalmaz. Bu tâğutların insanlığın hayrına ve yarârına bir şey yapmaları söz-konusu değildir. Onların dini-imanı para kazanmak ve kazançlarını daha da çok arttırmaktır. Zâten modern-bilim ve teknolojiye bu kadar yatırım yapmalarının nedeni de budur. Tabi bu  arada insanların parmaklarına da bal çalmayı ihmâl etmezler. Modern-bilim ve teknoloji, “ilim-bilim ve teknik” değildir. Bilim, daha çok kâr yapma uğruna tehlikeli bir şekilde, insanoğlunun önüne geçemeyeceği bir iç-güdüyle, kendini yok edecek bir sistemi devamlı geliştirmektedir.

İnsanlar “modem bir dünyâ yarattık” diye övünüyor. Fakat bu dünyâyı yaratıp teknoloji geliştirmede çok başarılı oldukça insan ilişkileri de o ölçüde bozuldu. Yaşantımızda başarıların insânî değil kapitâl değerlerle ölçüldüğü bir sistem ortaya çıktı. Başarılı gibi görünen bir-çok kişi bir-çok vasfını insanlığın değil kapitâlin hizmetine sunmuş, onun tarafından yönetilmektedir.

Bir tuşla uzaklardaki insanlara gönderilen bir mesajın, içinde kelime-kelime dokunan bir rûh ile yazılmış bir mektuptan daha üstün olduğunun delîli nedir?. Bunun delîli modern-bilim ve teknoloji ile kışkırtılmış nefislerden başkası olamaz. Dünyâ’nın diğer ucundan bir tuşa basmakla sevdiklerini karşısında görüvermek, insanların birbirlerine olan sevgisini öldürmüştür. İnsan belli zamanlığına da olsa sıla hasreti çekmesi gereken bir varlıktır. Formatında ve fıtratında bu vardır. Aksi-hâlde kavuşmanın bir anlamı olmaz. Çünkü modern teknoloji ile Dünyâ’nın uzak bir köşesine bir-kaç saatte gidiveren biri, oraya ulaşır-ulaşmaz yakınlarıyla mesaj ve görüntü ile iletişim kurması bir duygu oluşturmaz. Modern-bilim ve teknoloji insanın rûhunu ve duygularını baltalamış ve insanın içini zehirlemiştir. Duygularını, umutlarını, rûhunu, sabrını ve sevgisini yok etmiştir.

Buna rağmen modern-bilim ve teknoloji sanki müslümanların da ortak paydasıymış gibi görülüyor ve modern dünyânın her-şeyine îtirâz eden müslümanlar, sıra ekonomiye gelince biraz, ama modern-bilim ve teknolojiye gelince tümden değişiyor ve modernitenin safına geçiveriyor. Modern-bilim ve teknolojiye niçin hiç-bir eleştiri yapmıyorlar?. Modern-bilim ve teknoloji yeterli oranda eleştirilmemiştir ve eleştirilmemektedir. Çünkü modern-bilim ve teknoloji direkt olarak nefislere nişan almaktadır ve bu nedenle nefsi kışkırtmakta ama rûhu köreltmektedir. Nefis, kendisini kışkırtan her-şeyden çok memnun olur ve onu çok sever. Bu bağlamda ekonomi, modern-bilim ve teknoloji müslümanların yumuşak karnı olmuştur. Oraya hiç bas(a)mamaktadırlar.

Modernizmin beşiği olan batı’nın, “ahlâkını, siyâsetini ve sosyo-kültürel yapısını almayalım ama bilimini alalım” demek hem beyinsizlik hem de bir düşüklük göstergesidir. “Teknolojisini alalım fakat ahlâkını almayalım” dediler ama tersi oldu. Teknolojisini aldığınızda otomatikman ahlâkını da almış oluyorsunuz çünkü. Zîrâ batı, teknolojisini, modern batı telâkkisi, aklı ve ahlâksızlığı ile ortaya çıkarmıştır. Batı’nın ahlâkı, (daha doğrusu ahlâksızlığı) teknolojisinin içinde mündemiçtir. O teknolojiler, mevcut ahlâk(sızlık)larının bir ürünüdür. O ahlâksızlık, kitleleri yok edecek silahlar üretir meselâ. Müslümanlar, batı’nın teknolojilerini bir-türlü alamazlarken yada aldıkları teknolojilerin sâdece “kabuğunu” alıp içeriğini alamamışlarken; ne kadar ahlâksızlıkları varsa aldılar ve alıyorlar. İşte bu bir cezâdır. Zîrâ kendi iç-dinamikleri ile üretim yap(a)mayıp, batı’nın hazır ürünlerini almışlardır. Tabi yanında ahlâk(sızlık)larını da..    

Ey müslüman bilim-adamı!; eğer modern-bilime hiç-bir eleştirin yoksa, anlattığın şeyler sâdece modern-bilimin hikâyesi ise ve kendi kişisel bir düşüncen-teorin-hipotezin yoksa, sen aslında “modern-bilimin büyüsü altında onun taşeronluğunu yapıyorsun” demektir. Yine; varlığı, inançsızlar gibi anlıyorsan ve anlatıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, onların inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da inancını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: ‘Batı’lıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır’. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, ‘buzdolabı’, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, ‘verme’yi unutturan ‘egoist’ kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kaset-çalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir”.

Mehmet Akif Çeç de bu konuda şöyle der:

“Müslüman intelijansiya, batı konusunda iki asırdır ‘eklektik’ bir yaklaşıma sahip olmuş ve kendince batı’nın ‘iyi yanları’ olarak gördüğü bilim, teknoloji ve modern kurumları almayı âdetâ olmazsa-olmaz bir dînî vecîbe ve çağdaş bir cihad yöntemi olarak telâkki etmiştir. ‘İyi yanlar-kötü yanlar’ ayrıştırması temelinde yapılan seçmecilik netîcesinde, iyi yanlar, Shayegan’ın tâbiriyle kendi geleneğimize ‘yamalama’ yapılacak ve böylece kendimizi de kaybetmeden yeni bir senteze ulaşmış olacaktık. Böyle bir senteze hiç-bir zaman ulaşılamadığı gibi, bu yaklaşım modernleşmenin içselleştirilmesine de verimli bir ortam sağlamış oldu. Açıkça belirtmek gerekirse, iki asırdır intelijansiyamıza musallat olan hangi batı’cılık ve eklektik batı’cılığın, daha mâsumâne bir görünüm eşliğinde, âlem-i İslâm’ın batı’lılaşmasına etki ve katkısı militan batı’cılıktan çok daha fazla olmuştur.

Bugüne kadar ne Hristiyan, ne Hindu, ne Budist, ne Japon, ne de Çinli kalarak modernleşmenin başarılı bir örneği sergilenemediği ve sergilenme ihtimâli de olmadığı gibi, müslüman kalarak modernleşmenin de mümkün olamayacağı iki asırlık tecrübe sonrasında apaçık ortadadır. Bu din-dışı uygarlık sâdece dinlerin geleceğini tehdit etmekle kalmamış; insanın tanrıyla, insanlarla ve doğayla olan ilişkisini ifsâd ederek gayr-ı insânî, gayr-ı ahlâkî ve gayr-ı âdil bir dünyâ inşâ etmiştir”.

Modern-bilim ve teknoloji, sanatı ve zanaatı yok etmektedir. Eskiden zanaât ile sanat aynı şeydi. Çünkü meslek erbabları zanaatlarını bir sanat olarak yaparlardı. Sanatsal meslekler vardı. O yüzden el çok önemli idi. El işlevsiz kalınca yâni teknolojik âletler elin yerine geçince, zanaât “sanat” olmaktan çıktı. Zâten bir süre sonra zanaat da kalmadı-kalmayacak. Teknolojik ürünler bir zanaât değeri taşımazlar. Çünkü sanatsal değildirler. Bu nedenle de sanat ayrı bir şey olarak görülmeye başlandı. Modern-bilim ve teknoloji zanaât düşmanıdır. Chuang-Tzu:

“Makine kullanan kişi bütün işlerini makine gibi görür; işlerini makine gibi gören kişinin makine gibi bir yüreği olur. Ve göğsünde makine gibi bir yüreği olan kişi mâsumiyetini kaybeder. Saf mâsumiyetini kaybeden kişi rûhunun hareketlerinde kararsız olur” der.

Modern insan kendini Dünyâ’nın merkezinde görür. Bunu modern-bilim ve teknolojiyle yaptıklarına bakarak söyler. Aslında modern-bilim ve teknolojiye baktığında kendini aşağılık bir durumda görmesi gerekir. Zîrâ Dünyâ’nın yarısını perişân eden şey modern-bilim ve teknolojidir. Bilim-adamları ve teknisyenler “modern Moğollar” hâline gelmişler ve Dünyâ’yı “yapıyorum” diye yıkmaktadırlar. Bu yıkım sâdece madden değil, mânen de ağır bir yıkım getirmiştir.

Heidegger’e göre Tekhne, tamamlanmış bir eserin, meydana getirilmesine iştirâk eden bilginin adıdır. Yapıp-etme bilgisi değil, daha ziyâde “ustalığa âit olan bilgi” demektir. Usta, üretirken yapıp-ettiği şeye dâir hiç-bir aşamada bilgi eksiği olmaması gereken kişidir. Üretimi bilgisi-kontrôlü altında gerçekleştirebilmelidir. Modern zamanların teknolojisi bu noktada tekhneden uzaklaşır. Teknolojiyi “ustalığı” öldürmüştür. Teknolojide bir meydan okuma hâkimdir. Teknoloji, meydan okuma karakteri nedeniyle tekhneden farklıdır. Tekhnede tehdit yoktur. Onun ürünü olan şeyler doğaya âit ve ona uygun olmalıdır. Ama teknoloji, esas karakteri meydan okuma olduğu için doğaya saldırır ve onu dönüştürür. Tekhne ile tekniğin özü arasındaki bu farklılığın nedeni genel olarak rasyonel düşüncede, özel olarak Descartes’in özne-nesne ayrımında bulunabilir. Modern teknoloji insanı kuşatır. Böylece insan da artık diğer nesnelerden herhangi biridir. İnsan bu çerçevede kaldıkça çobanı olduğu varlık geri çekilir. İnsanın varlığın çağrısından uzakta kalması Heidegger’in düşüncesine göre bir tehdittir. Teknolojideki esas tehlike de budur.

Modern küfür, insanlığın ortak paydası zannedilen modern-bilim ve teknoloji ile yapılmaktadır, zîrâ modern-bilim ve teknoloji hem dîni hem de mânâyı örtmektedir. Modern insana göre insanlığın ortak paydası modern-bilim ve teknolojidir. Oysa kadim bilgiye, doğala, normâle ve fıtrata göre insanlığın ortak paydası din, merhâmet, vicdan ve adâlettir. Dünyâ’nın hâl-i pür melâli, moderniteyle birlikte insanlığın “ortak paydası”nın değişmesinin bir sonucudur.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2019

Devamını Oku »

7 Haziran 2020 Pazar

Vahyin Gönüllüsü Olmak Yada Sünnetullahın Zoruyla Karşılaşmak




“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4). 

Allah’ın, “yaratmayı ilk başlattığında”, “ol” demesiyle bir-anda yaratılan kâinatta, o olma gerçekleştikten sonra “bir-anda meydana gelen değişimler” görülmez. Çünkü o mûcizevî “ilk yaratma”dan sonra tüm kâinât, Allah’ın kâinata koyduğu yasalara ve sünnetullaha göre hareket eder ve her-şey deverânını yavaş-yavaş ve belli bir süreç içinde yapar. Kâinatta her-şey bir döngü halinde yavaş-yavaş ve belli bir süreç içinde değişir. Dünyâ’da da öyledir: Güneş yavaş-yavaş doğar ve batar; Ay yavaş-yavaş hilâlden dolunaya doğru değişir; yağmur yavaş-yavaş yağmaya başlar; günler, aylar, mevsimler, yıllar ve bitki örtüsü yavaş-yavaş değişir. İnsanlar arasında da aynı-şekilde olmalıdır. Zîrâ hiç-bir varlık hızlı ve bir-anda olan değişimlere ayak uyduramaz ve uyum sağlayamaz. Dünyâ-dışı evrende bu döngü hâlen aynı şekilde işler ve o “büyük değişim”in başlayacağı kıyâmete kadar da aynı şekilde olacaktır.

Göklerdeki “Allah’a göre olma” ve “doğal döngü” gökyüzündeki gibi kusursuz olmasa da, son 200-250 yıl öncesine kadar Dünyâ’da da öyleydi. Her-şey tam da olması gerektiği gibi ağır-ağır işliyor ve başta insanlar olmak üzere bitki, hayvan ve tüm varlık bu doğal değişimden etkilenmiyordu. Çünkü değişimler doğal bir şekilde yavaş-yavaş oluyordu. Fakat Sanâyi Devrimi ve Moderniz ile birlikte bu düzen bozulmaya başladı ve her-şey gün geçtikçe hızla değişmeye başladı. Hele milenyum çağından sonra artık değişimler tâkip edilemez hâle geldi. Bu tabî ki de normâl ve doğru bir şey değildir ve Allah’ın doğaya koyduğu yasalar belli bir seviyeden fazla zorlandığında ve döngü yavaşlatıldığında yada hızlandırıldığında çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ bir belâya uğramak kaçınılmaz olur. Zîrâ doğa kendi doğal-normâl işleyişine müdâhale edilmesine bir yerden sonra isyân eder ve doğaya aykırı şeyler ortaya çıkar ve canlılar zarar görmeye başlar. Doğanın bu isyânı insanlara “haddinizi bilin” mesajıdır. İşte Korona-virüs (Kovid 19) gibi belâlar, uyarıları dinlemeyen insanları cezâlandırmak için Allah’ın doğaya koyduğu yasaların devreye girmesinin bir sonucudur. Târih boyunca kavimlere gelen azaplar da aynı yasalara baş-kaldırılması sonucunda açığa çıkmıştır. İşte Korona-virüs de benzer bir azaptır ve azap-şeklidir. Allah Korona-virüs ile zımnen şöyle demektedir: “Madem siz hızlı değişimi çok seviyorsunuz, o hâlde alın size, sizi çok daha hızlı bir değişime sokacak bir belâ” demektedir. Doğaya ve kozmik yasalara aykırı olarak bu kadar hızlı ve fazla değişimin bir yerde patlaması kaçınılmazdı ve patladı gitti.

İnsanları târih boyunca sıkıntıya sokan şey, hız ve hazdır. Allah, rahmeti nedeniyle bir-çok belâyı da -biz fark edelim yada etmeyelim- affetmekte ve başımıza gelmesini önlemektedir. Modern insan şunu çok iyi anlamalıdır ki, bu virüs, ister laboratuvarda birileri tarafından yapılmış olsun, isterse hayvanlardan insanlara geçmiş olsun, insanların Allah’ın emirlerini ve yasaklarını dinlememesi ve o emir ve yasaklara uymaması nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kur’ân’da bu şu şekilde dile getirilir:       

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

Batı Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için, Korona-virüs için “Tanrının bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesi ve tüm günahları yüklenmesiyle birlikte ebediyen affetmiştir(!). Artık kıyâmete kadar ne kadar günah işlerlerse-işlesinler kurtuluşa ereceklerdir. Bu yüzden bu olayı doğal bir olay olarak görmekteler ve yeterince ders alıp kendilerine çeki-düzen vermemektedirler ve vermeyeceklerdir. Tabi onları tâkip eden diğer halklar da aynı şeyi yapacaklardır. 

Aslında Korona-virüs’ün doğal yollardan kendi-kendine çıkması pek de söz-konusu değildir. Çünkü bu, doğada bir ârızanın bulunduğu anlamına gelir ki, o zaman da Allah’ın “ârızalı bir doğa yarattığı” düşüncesi açığa çıkar. Bu ise imkânsızdır ve baştaki âyette de söylendiği gibi yaratılan varlıkta herhangi bir düzensizlik ve bozukluk görülemez. O hâlde bu virüse sebep olan şey nedir?. İnsanların hayvanlarla gereğinden çok daha fazla yakınlaşması, pis şeyleri yemesi-içmesi ve pis yerlerde bulunması vs.dir. Yâni Allah’ın emrine göre işleyen bir kâinatta nasıl ki bir düzensizlik görülmüyorsa, Allah’ın emrine ve yasaklarına göre işleyen bir dünyâ’da da bir düzensizlik olmaz. Allah’ın emrine ve yasaklarına uyulmadığında ise, sünnetullahın ve imtihanın bir gereği olarak belâlar ile karşılaşmak kaçınılmazdır ki Korona-virüs işte emir ve yasaklara uymamanın bir cezâsı olarak açığa çıkmıştır.

Virüsün hayvanlardan bulaştığını var saydığımızda şu sonuç çıkar: Bu virüs hayvanda kaldığı müddetçe ona zarar vermemektedir. Fakat insanların yaklaşmaması gereken hayvanlara aşırı yaklaşması sonucunda virüs insana da geçmektedir. Demek ki virüs, insanların emir ve yasaklara uymamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Fakat virüs birileri tarafından oluşturulmuşsa, bu yine, insanların “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” görevlerini yapmamalarının bir sonucu olarak, uyarılmayan ve engellenmeyip azgınlaşan insanların yaptığı bir şey olmuş olur. Allah bizi kendi yaptıklarımız dolayısıyla da cezâlandıracağı için cezâ bu şekilde olmuş olur.

Biz sünnetullahın işleyişini tüm yönleriyle bilemeyiz, çünkü buna aklımız yetmez. Fakat şu kesindir ki, kâinatın mükemmel bir işleyişi vardır ve bu işleyişe meşrû olmayan bir şekilde dokunulmadığı müddetçe bir bozulma olmaz. O hâlde yapılması gereken şey Allah’ın emir ve yasaklarını dinlemek ve ona göre hareket etmektir. Çünkü Allah’ın emrine göre seve-seve ve gönüllüce yapmadığımızda, sünnetullaha göre zorla ve mecbûren yapmak zorunda kalırız.

Bir virüsün ağırlığının 0.85 atto-gram, yâni “gramın trilyonda birinin milyonda biri” kadar olduğu ölçülmüş. Bu virüs yaklaşık 1 mm’nin 2 milyonda biri büyüklüğündedir. Bir insanı hasta edebilecek virüs sayısının 70 milyar tâne olduğu kabûl ediliyor. Bu da yaklaşık 0.0000005 gramı oluşturuyor. Bütün Dünyâ’daki vâkâ sayısı 5 milyon civarında olsa, şu-anda bütün insanlığı esir alan virüslerin toplam ağırlığı, ancak 3-5 grama denk gelir. Başka bir ifâde ile insanoğlu bütün imkânlarını, parasını, teknolojisini, bilgisini, birikimini seferber ederek, toplam 3-5 gram virüsle mücâdele ediyor. Bütün insanlık görünmez bir düşmanın her zeminde görülen ve acıklı şekilde hissedilen sonuçlarıyla top-yekûn bir mücâdele vermektedir.

İslâm’da zorluk-zorlama yoktur ama sünnetullahta vardır. Sünnetullaha aykırı hareket edildiğinde insanları zorlayacak ağır sonuçlar açığa çıkar. O zaman da vahyî âyetlerin (Kur’ân) emirlerine seve-seve uymayanlar, kevnî âyetlerin (sünnetullah) emirlerine zorla da olsa uymak zorunda kalırlar. Sünnetullah; günah, haram ve yanlışta kritik-eşik aşıldığında zor kullanmaya başlar. İnsanlar zorluklarla karşılaşmaya başlar ve bu zorluklara uymak zorunda kalırlar. Korona-virüs işte bu zorun adıdır.

Tüm mülk Allah’ındır. Allah, deistlerin zannettiği gibi varlığı yaratıp çekip gitmemiştir ve onu sürekli kontrôl altında tutar. Yâni mülkünü boş bırakmaz. Bu yüzden Allah’ın kâinâta koyduğu yasalar yâni sünnetullah, insanları, gönüllüce yapmadıkları şeyleri zorla yapmak mecbûriyetinde bırakır. Allah’ın emirleri ve yasakları dinlenilmediğinde sünnetullahın zoruyla karşılaşan insanların, o emir ve yasakları mecbûren yerine getirdikleri şeylerden bir-kaçını burada örnek vermek istiyoruz:

“Allah, size evlerinizi (içinde) ‘güvenlik ve huzûr bulacağınız yerler’ kıldı” (Nâhl 80).

“Evlerinizde vakarla-oturun, ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın…” (Ahzâb 33).

Evlerde bunalan, kendini dışarıya atmadan duramayan, çarşı-pazar-kafe vs. gezip duran, evlere girmek bilmeyen insanlar ve özellikle kadınlar, sünnetullahın zoruyla karşılaşınca evlerden dışarıya adım atamamak zorunda kalmışlardır. “Kadın evde oturmamalı, çalışmalı, ayakları üstünde durmalı” diyenlerin sesleri kısılmış ve kesilmiştir. Allah’ın “ev-merkezli olma” emrini seve-seve dinlemeyenler mecbûren evlerinde durmak zorunda kalmaktadırlar. Böylelikle evin o kadar da kötü bir yer olmadığı açığa çıkmıştır. İnsanları ama özellikle kadınları evlerinden dışarıya çıkartmak için bin-bir takla atan modernitenin, bunu yapmak için söylediklerinin ne kadar da boş sözler olduğu ortaya çıkmıştır. Korona’dan önce “hayat dışarıda” diyenler, Korona ile birlikte “hayat eve sığar” demeye başladılar. Kur’ân’ın “oturun evlerinizde” emrini dillerine pelesenk ettiler.     

“Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alâk 1).

Allah okumayı emreder. Üstelik bu “ilk âyet” olduğu için en öncelikli olan şeydir okumak. Fakat modern hayatta o kadar çok yapılacak şey vardır ki, okumaya bir türlü sıra gelmez. Zîrâ okumak için “oturmak” gerekir. Oturmak için en iyi yer evlerdir. Şimdi evlerde mecbûri oturma zorunluluğu olduğu için ve oturan insanın aklına doğal olarak okumak-araştırmak geleceği için, insanlar bir nebze de olsa okuma-araştırma, dolayısı ile de düşünme yoluna girerler-girdiler. İnsanlar ancak zora gelince okumaya ve araştırmaya başlarlar. Hemen herkes, kendilerini büyük sıkıntıya sokan Korona-virüsün neliği ve nasıllığı hakkında uzun okumalar yaptılar ve yapmaktadırlar. İnsanlar bu okuma-araştırma-sorgulama işini seve-seve yapmadıklarında, sünnetullah onları buna zorlar. Zîrâ format gereğince sünnetullah zorlayıcıdır. Sünnetullahın doğal bir zorluğu da vardır, fakat bu zorlama Korona-virüs örneğinde olduğu gibi “doğal” olmadığında insanları aşırı sıkıntıya sokar.    

“Elbiseni temizle. Pislikten kaçınıp-uzaklaş” (Müddesir 4-5).

İnsanların çoğunun gönüllü olarak yapmaktan kaçındıkları el, vücut ve elbise temizliği, sünettullahın zoruyla yâni Korona-virüsün korkusuyla karşılaşılınca mecbûren ve titizlikle yapılmaya başlanmıştır. Üstelik bu konuda her zamankinden çok da fazla bir titizlik gösterilmektedir. Eller, evler ve eşyâlar pırıl-pırıl olmuştur.

“Ey îman edenler!; namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül edin). … Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nîmetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz” (Mâide 6).

Evet; Dünyâ’daki tüm insanların sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız bir şekilde tam bir titizlikle uymak zorunda kaldıkları emirlerdir bunlar. Gönüllü bir şekilde seve-seve ellerini, yüzlerini, ayaklarını vs. yıkamayanlar, sünnetullahın zoruyla karşılaştıklarında -başka bir amaçla da olsa- söylenen yerleri yıkamayı mecbûren yapmak zorunda kalmaktadırlar. Demek ki neymiş?. Allah isterse size sünnetullah zoruyla abdest aldırmasını da bilirmiş. Öyle ki, târih-boyunca insanlar hiç-bir zaman bu kadar çok ve bol su, sabun ve deterjan kullanılmamıştı ve de ellerini, yüzlerini ve ayaklarını bu kadar çok yıkamamıştı. Öyle ki insanların elleri yara-bere olmaktadır aşırı yıkamaktan dolayı.  

“Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32).

Zînâ, -çok uç örnekler hâriç- kişinin âilesi ile birlikte yaşadığı evde yapamayacağı bir şeydir. Bu yüzden zînâ demek “dışarıda olmak” demektir. “Zînâ yapmayın” emrine gönüllüce itaat etmeyenler, Korona-virüs zoruyla evde âileleriyle birlikte kaldıklarından dolayı mecbûren zînâdan uzak durmak zorunda kalmaktadırlar. Üstelik “virüs bulaşabilir” endişesiyle dışarıda olup da fırsat bulsalar bile zînâdan çok büyük oranda uzak durmaktadırlar.

“Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin” (İsrâ 33).

Herkes evde olunca hırsızlıklar ve cinâyetler azalmıştır. Allah’ın emri dinlenilmediği için her gün cinâyetler işlenirken, sünnetullah zoruyla evde kalmak mecbûriyetinde kalındığı için cinâyet işleyecek fırsatlar yada gerekçeler ortaya çıkmamakta yada çok azalmaktadır.

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin” (İsrâ 37).

Boyundan-posundan, zenginliğinden, giyinişinden, güzelliğinden vs. dolayı çalım satarak ve hava atarak yürüyenler, etrâfa “küçük dağları ben yarattım” edâsıyla bakanlar, sünnetullahın zoruyla karşılaşıp mecbûren evlerine kapandıkları için Allah’ın bu emrini gönüllüce olmasa da mecbûren dinlemek zorunda kalıyorlar. Zîrâ evlerde kibirlenmenin ve böbürlenmenin bir mantığı ve anlamı yoktur.

“Rabbiniz dedi ki: Bana duâ edin, size icâbet edeyim” (Mü’min 60).

Allah’ın emri olarak sürekli olarak şekilde duâ etmeyenler ve Allah’tan yardım istemeyenler, Korona-virüs korkusuyla sürekli duâ etmekte ve kendilerini Korona-virüsten koruması için Allah’a yalvarmaktadırlar. Özellikle âilelerinden yada sevdiklerinden birine Korana-virüs bulaşan ve tedâvi altında olanların için-için duâ ettiklerini söylemeye gerek yok. (Onlar için tabî ki biz de duâ ediyoruz. Allah hepsine şifâ versin). Korona’dan önce gönüllü olarak duâ etmeyenler, gün gelip sünnetullah devreye girince ve zorla karşılaşınca mecbûren duâya sarılmak zorunda kalmışlardır. Belki de son 3-5 ayda yapılan duâlar, insanlık târihi boyunca yapılan duâların sayısına eşittir. Çünkü kendilerine gerçekten yardım edecek olan tek mercînin Allah olduğunu içten-içe idrâk etmektedirler.

“Ey insanlar!; yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168).

Bir teoriye göre bu virüs, yenip-içilen şeylerden bulaşmıştır ki mümkündür. İnsanlar yediklerine-içtiklerine dikkat etmiyorlardı ve haram-helâl, temiz-pis dinlemeden her-şeyi yiyip tüketiyorlardı. Fakat sünnetullahın zoruyla karşılaşınca ister-istemez gıdaların temizliğine öyle bir dikkat ediyorlar ve öyle bir titizleniyorlar ki, sebzeler-meyveler, sebze-meyve olalı bu derece yıkanmamıştır. Temiz olduğuna iknâ olmadıklarında hiç-bir şeye ellerini bile sürmüyorlar.

“Ey îman edenler!; hepiniz topluca ‘barış ve güvenliğe’ (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır” (Bakara 208).

Allah’ın emrine rağmen devletler sürekli olarak savaş, bozgunculuk ve zulüm üzereyken ve Allah’ın “bozgunculuk yapmayın” emrini tınlamazlarken, sünnetullahın zoruyla karşılaşınca ve kendi dertlerinin içinde boğulmak zorunda kaldıkları için savaş-mavaş düşünecek, zulüm plânları yapacak fırsatı pek bulamamaktadırlar.

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 25).

Kritik-eşik aşıldığında ve sünnetullah devreye girdiğinde artık kuru-yaş demeden herkes cezâya mâruz kalır. Çünkü “tandır” kaynamaya başladıktan sonra “gemi”ye binmek mümkün değildir. Sünnetullah gereğince ortaya çıkan fitneler yaş-kuru dinlemeden herkesi ve her-şeyi yakar geçer. O hâlde ders alınması ve değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirin ki azap başınıza gelmeden önce Allah sizi korusun ve kurtarsın.

Demek ki Allah’ın emir ve yasakları dinlenildiğinde ve ona göre yaşanıldığında; kötülükler, ahlâksızlıklar, çirkinlikler ve zulümler olmayacak yada çok sınırlı kalacak ve gündemi meşgûl etmeyecektir. Ancak aykırı yaşamlarda her türlü çirkef fazlalaşacak ve modern zamanlardaki gibi çoğalacaktır. Kritik-eşik aşıldığında da sünnetullah devreye girecek ve insanları zor bir hayat bekleyecektir.

İkinci-üçüncü dalgalardan bahsediliyor. Evet; gerçekten de bilmiyoruz, Allah korusun, belki bu iş daha bir başlangıçtır. Belki de iş büyüyecek ve farklı azaplar eklenecek filmin sonu gelecektir. İnsanlar “azap”tan sonra belki de apaçık bir şekilde “acı azab”ı da göreceklerdir. O zaman söyleyecekleri söz yalnız şunlar olacaktır:

“Dediler ki: ‘Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrâna uğrayanlardan olacağız” (A’raf 23).

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

Fakat “kritik-eşik” aşılınca ve artık sünnetullah son aşamaya gelince çâresizce yalvarıp tevbe etmeler sonuç vermeyecektir:

“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).

Peki bu niçin böyle olur?. Çünkü:

“Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O’nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür” (İsrâ 67).

Evet; demek ki sünnetullahtan ve fıtrattan kopulduğunda “ilâhi düzen” bozulacak ve tüm câhiliye zamanlarında ve aynen günümüzde de olduğu gibi, ifsâd, insandan başlayarak tüm Dünyâ’yı saracaktır. O hâlde her-şey ya sünnetullaha yâni Allah’a göre düzenlenerek doğal ve mutlu bir hayat yaşanacak; yada şeytana, nefse ve tâğutlara göre düzenlenecek ve Dünyâ mecbûren ifsâd olacak ve a-normâl hayatlar yaşamanın sonucunda pişmanlıkların, feryatların ve figanların sesi göklere ulaşacaktır. Sünnetullah bu şekilde işler.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2020









Devamını Oku »