17 Aralık 2020 Perşembe

Tüketiyorum, Öyleyse Varım!


“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Bir tüketme kelimesi aldı başını gidiyor. Yeme-içme kelimeleri yerine “tüketme” kelimesi kullanılıyor. Su içmeye bile “suyu tüketmek” diyorlar. Zîrâ insanı tüketici olarak görmek istiyorlar ve alttan-alta “sen tüketicisin” mesajını veriyorlar. “Her gün bir porsiyon meyve yiyin” demiyorlar da, “her gün bir porsiyon meyve tüketin” diyorlar. Bu “tüketmek” kelimesi irrite edici bir kelime, en azından ben o kelimeye gıcık oluyorum. Tüketmek kelimesinde “bitirmek” anlamı vardır. “Tüketin bitirin ki yenisini alasınız” mesajı vardır. Oysa yeme-içme kelimeleri çok doğal ve bir sınır ifâde ediyor. Tüketmek kelimesinde ise “sınırsızca tüketin” anlamı var. Tüketmek kelimesinde bencillik de kokuyor. Tüketmek, “kendi başına tüketmek” mânâsı veriyor. Zîrâ insanları yemeye dâvet edebilirsiniz ama tüketmeye dâvet edemezsiniz. “Bu akşam bize tüketmeye gelin” sözü absürd olur. Tüketmek kelimesi hakkında Celaleddin Vatandaş şunları söyler:

 

“XIV. yüzyıldan îtibâren İngilizce’deki tüketmek (consume) kelimesi negatif çağrışımları içermekteydi; ‘yok etmek, kullanıp-atmak, boşuna harcamak, yormak’ gibi. Böylelikle kültürel olarak ihtiyaç duygusu kontrôl altına alınıyordu. ‘Tüketici’ kelimesinin olumsuz anlamlar içermesi XIX. yüzyılın geç dönemlerine kadar devâm etmiştir. Ancak ABD’de özellikle de 1920’lerden îtibâren tüketimin anlamı hazla, özgürlükle ve eğlence ile doldurulmaya başlandı. Böylelikle tüketim, bir amaca yönelik araç olmaktan çıkıp, kendi içinde bir amaç hâline dönüşmüş oldu. Yaşamak, bütünüyle artan ölçüde tüketimle eş hâle geldi. Böylelikle tüketim, başlı-başına bir değere dönüştü ve ihtiyâcı da belirler hâle geldi”.

 

“Açlığını yok et!” diyor reklamda. Açlığın yok edilebilmesi için açlığı giderek şeyin tüketilmesi gerekir. Çünkü tüketmek “yok etmek” demektir. Tüketim kelimesinde bir “sonunu getirme” yâni "bir şeyi “helâk edercesine yok etme” (istihlak) içeriği vardır.

 

Tüketim şekli, insanın konumu da belirliyor. Birileri için çok gereksiz ve saçma olan tüketim şekli, o şeyi tüketen için çok önemlidir. Zîrâ onun konumunu ve sözde îtibârını sağlamaktadır. Fakat tüketerek elde edilen îtibâr ve konum, onun gerçekten hak ettiği yer değildir. Orası “tüketerek gelinmiş yer”dir. “Alış-veriş ediyorum, öyleyse varım” sözü motto olmuştur. En azından nefisler kendini alış-veriş ile sâkinleştirmektedir. Fakat aslında bu bir kısır-döngüdür.

 

Dünyâ 80-90’lı yıllarla birlikte üretim-merkezli olmaktan çıkıp tüketim-merkezli bir yola girdi. Tüketim, üretim-merkezli olmaya başladı ve üretildikçe tüketildi, oysa üretim, tüketim-merkezli olmalıdır, ne kadar tüketiliyorsa o kadar üretilmelidir. Tam tersi oldu ve kapitâlizm başladı. Üreticiler çok fazla tüketilmesini bir şekilde insanlara benimsettiler ki kendileri de çok-çok üretsinler ve kazançlarına kazanç katsınlar. Böylece aşırı üretimin ardından isrâf başladı. Çünkü insan sınırlı bir varlıkı olduğu için tüketimi de sınırlı olacağından dolayı, bir yerden sonra tüketemiyordu. O zaman da moda, lüks, yeni vs. gibi şeylerle tüketimi kışkırttılar. Artık insanlar bir şeyi daha tam tüketemeden yâni tam kullanmadan, bir yiyeceği bitirmeden ve bir eşyâyı eskitmeden atıp yenisini almaya başladı, böylece tüketim kültürü doğdu ki aslında “çöp kültürü”dür o. Tüketim kültürü bir israf kültürüdür, aşırı tüketim, kapitâlizmin can suyudur. 

 

Sonuçta insanlar bir tüketme yarışına girdiler. Kendilerini bilgileriyle, görgüleriyle ve takvalarıyla değil, tüketimleriyle öne çıkarmaya başladılar. Şeytânî-nefsî-beşerî ideolojiler ve sistemler de dîni görünmeyen yerlere hapsettiği için dînin kırmızı çizgileri de olmadığından dolayı, artık insana çokça tüketmekten başka bir şey kalmıyordu. Modern insan tükettikçe vâr oluyordu ve “tüketiyorum, öyleyse varım” düşüncesine kapılıyordu.

 

Şu da var ki; Dünyâ’daki gelişmiş ülkelerdeki nüfûsun yaklaşık % 20’si, Dünyâ’daki tüketim malzemelerinin toplam %86-90’nını tüketiyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler Dünyâ’nın batı’sında yaşayan yada batı’sındakiler gibi yaşayan insanlardır. Yoksa Dünyâ’nın bir yarısı açlıktan ve susuzluktan ölmektedir. Bir taraf tüketerek ölürken, diğer taraf yeterli tüketemediği için ölmektedir. 

 

Bir yere kadar dirençlerini koruyan müslümanlar, 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra dirençlerini kaybettiler ve paylaşmak, adâlet, isrâf gibi dinden kaynaklanan inançlarından vazgeçerek onlar da tüketim kültürüne ayak uydurmaya başladı. Zîrâ hem bağlı oldukları ideolojiler, hem de yüzlerini döndükleri batı onlara, yaşamanın tüketmek olduğunu hem söylüyordu hem de gösteriyordu. Sonunda batı’lılar gibi tüketmeye başladılar. Batı gibi üretim-tüketim yapmaya başladılar. Fakat şu da var ki, batı gibi üretim-tüketim yapanlar, batı gibi sömürü de yapmaya başlarlar. Çünkü bu kültür bunu gerektirir. Aşırı tüketmeye bir kez alıştınız mı vazgeçemezsiniz ve bu tüketimi devâm ettirmek için sömürü dâhil her-şeyi düşünmeye ve yapmaya başlarsınız.

 

İnsanlar tüketme şekline göre düşünürler ve hareket ederler. Fakat doğal bir tüketme seviyesi vardır ve olmalıdır ki klâsik zamanlarda bu doğal tüketim şekli hemen herkeste aynıydı yada benzerdi. Bu nedenle de aralarında aşırı bir kültür farkı da görülmezdi. Fakat aşırı tüketim dünyâsında, çok-çok tüketenlerle fazla tüketemeyenler ayrıldı ve aralarında muazzam bir kültür farkı oluştu. Bu fark insanları rahatsız etti ve artık aşırı tüketemeyenler de aşırı tüketim yapabilmek için tüm gayretlerini sarf-etmeye ve her-şeyi yapmaya başladı. Fakat aradaki fark kapanmadı ve zâten kapanmamak üzerine kurulmuştu. Bu nedenle insanların çoğu aşırı tüketim yapacak imkânı bulamadı. Böylece insanların ekserisi, tüketememenin ızdırâbını yaşayan insanlar hâline geldiler.

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist-modern sistemde üstünlük “tüketim”dedir. Kim daha çok tüketiyorsa o daha üstündür. Daha çok tüketenler kendilerini daha çok “vâr olmuş” sayarlar.

 

Türkiye’de ve Dünyâ’da, “gerçek üretim” denmeyecek bir üretim var ve bu üretim sürdürülmekte. Artık rant var, fâiz var, gereksiz şeylerin üretimi ve tüketimi var. Kapitâlist sistemde fabrika açılacağı yerde fâizle yaşanıyor. Zîrâ fâizin getirisi daha fazla. Tüm Dünyâ’da doğru-düzgün üretim yok ama tüketim almış başını gidiyor. Tabi bu tüketim sisteminde bir yerlerde de köle gibi çalışan insanlar olur ki onlar çalışsın da diğerleri tüketsinler. Bu sistemde köleler hiç-bir zaman kölelikten kurtulamazlar.

 

En çok tüketenler, en az çalışanlar ve en az üretenlerdir. Çünkü tüketmek için bir zamâna da ihtiyaç vardır. Dünyâ’nın her yeri tüketilecek şeylerle doludur ve bunları tüketebilmek için insanı çalışmak engellememelidir. O yüzden en çok tüketenler çalışmayanlar ama çalışanlardan geçinenlerdir. Çoğu insan da bunlar gibi olmanın hayâlini kurar.

 

Tüketim farkı kişide ilk önce giyside görülür. Kişinin ne kadar tüketebildiği giysisine bakarak anlaşılabilir. Çünkü giysi de bir tüketim malzemesidir ve giysi pahalıysa zâten o kişinin çok tüketebildiği anlaşılır. Bu tüketim dünyâsında herkes, pahalı giyinmekle, pahalı eşyâlarla ve takıldıkları pahalı mekânlarla ne kadar tüketebildiğini göstermek için çırpınır durur. Bir tüketim yarışıdır alır başını gider. İsrâf yarışıdır aslında. Birileri bu yarışın öznesi olurken, işin dedikodusunu yapanlar da nesnesi olurlar.   

 

Amerika’da 100 milyon kişi bir şekilde devlet yardımı alıyor. Zâten 50 milyon kişi devletten aldığı gıdâ yardımlarıyla yaşıyor. Bir kesimin aşırı tüketim yaptığı yerlerde çoğu insan bu duruma düşer.

 

Aristoteles; “insanoğlunun hırsı tatmin olmaz, tatmin edildikçe yerine yenileri gelir” der. İnsan bir türlü tatmin olmaz. Tolstoy; “dilencisinden milyonerine kadar tüm insanlar arasında sâhip olduğuyla yetinen birini arayın, bin kişiden bir kişi dâhi bulamazsınız” demişti. Çünkü insanın gözü doymaz ve insanın gözünü ancak kara toprak doyurur. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Kur’ân ile tatmin bulmayan kişi tüm Dünyâ’yı tüketse de yine de tatmin bulmaz da gözünü yıldızlara diker.  

 

Dünyâ’nın en zengin 85 kişisinin Dünyâ’nın en fakir 3,5 milyar kişisi kadar parası varsa, Dünyâ nüfûsunun %1’inin, Dünyâ’nın yarı nüfûsu kadar parası varsa, bu dünyâda adâletten değil, zulümden bahsedilebilir ancak. Birilerin sonsuz üretim-tüketim hırsı, kitlelerin zor bir hayat yaşamasına neden oluyorsa, küresel üretim-tüketim sisteminde büyük bir bozukluk ve adâletsizlik var demektir.

 

Tüketim, küreselleşmek zorundaydı ve küreselleşti. Böylece küresel bir tüketim sistemi yerleşti Dünyâ’ya. Aşırı tüketim ile ortaya çıkan küreselleşme çıktı ortaya. Bu küreselleşme hiç kimseye acımıyor. Üretim-tüketim döngüsüne katıl(a)mayanların alanını daraltıyor. Yeni buluşlar, reklâmlar, yaratılan imajlar, toplu beyin yıkama, modanın sık-sık değişmesi, ihtiyaç olunmayan gereksiz üretimler, tüketimin sürekliliğini ve katlanarak artmasını sağlamaktadır.

 

“Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefesi ile başlayan süreç, “tüketiyorum öyleyse varım” düşüncesizliğine varıp dayandı. Kim daha çok tüketiyorsa o küreselleşmenin sevgili çocuğu kabûl ediliyor. İngiliz kilisesi bunu şöyle dile getirmektedir: “Nereden alışveriş yaptığımız, ne aldığımız artık bizim fiilen neye inandığımızı gösteren manifestomuz oldu”. Tüketim şekli, inanç şeklini de ortaya çıkarıyor. “İnsan yediğidir” denir. Tüketiminize göre düşünürsünüz ve tüketiminize göre inanırsınız. Fakat çok tüketenler en az inananlardır. İslâm’da ise tüketmeye sınır konur. Oruçla konur bu sınır, zekât ve infâkla konur, isrâf günahından korunmak için aşırı tüketimden kaçılır. Mü’minler, aşırı tüketmezler, çünkü çok-çok infâk ederler.  

 

Bütün bu gelişmeler aslında ipini koparmış, denetimsiz şekilde sağa-sola saldırıp talan eden, ne insan sağlığı ne de çevre duyarlılığı olan küreselleşmiş acımasız-vahşî kapitâlist düzenin sonuçlarıdır. Büyük şirketler bu sistemin itici gücü olup, bu tüketim terörü ortamından faydalanarak sömürülerini ve soygunlarım sınırların ötesine taşımış durumdadırlar. Devletler ve hükümetler de, maalesef bu sistem uluslararası büyük şirketlerin kontrôlü altına girdiğinden dolayı, halkı ve çevreyi bu terörden korumakta yetersiz kalmaktadırlar.

 

İnsan parayı tüketir, para da insanı tüketir. O hâlde tüketmek tükenmektir. Tüketerek vâr olduğunu zannedenler tüketerek tükenirler. Onlar zâten rûhen çoktan tükenmişlerdir. Aşırı tüketim, modern insanın azâbı hâline geldi.

 

Modern insan “tükettiğin kadar vârolabilirsin” sözüyle aldatılıyor.  Bu nedenle modern insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.

 

Modern insan, “satın alarak” vâr olacağını zannediyor. Modern insan, “prestijini tüketimden alan insan”dır. Modern zamanların kültürlü insan tanımı: “Tüketim ürünlerini en iyi tanıyan insan” şeklindedir.

 

En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. Kapitâlizm bir tüketim ideolojisidir. Kapitâlizm, “tüketmek için rekâbet etmek” demektir.

 

Dünyâ’nın kaynaklarını dibine kadar tüketmek isteyen zihniyet, doğal olarak evlenmek ve çocuk yapmaktan korkuyor ve kaçınıyor. Çünkü tüketince yâni bitirince geriye çocuklara bir şey kalmayacaktır. Yada çocuklar varken istediği gibi tüketememekten korkmaktadır.

 

İnfâk etmeyenler, isrâf ile tüketirler. İslâm’da tüketmek, “Allah yolunda tüketmek” iken (infâk), modernizmde tüketmek, “isrâf yolunda tüketmek”tir.

 

Tüketme kelimesi ancak domuzlara yakışır. Çünkü onlar her-şeyi sınırsızca yiyip-içip tüketirler. Tüketmede bir ayırım yapmazlar. Modern Dünyâ’da domuzluğu (tüketim) en üst seviyede gerçekleştirenler, “en üstün” olarak kabûl edilir.

 

Modern insan tüm hayâtını aşırı şekilde tüketime harcıyor ve sâdece bunun için çabalıyor. Yaşamayı “tüketmek” olarak görüyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyor. Tabi bir de ‘iman edenler ve Allah’ın rızâsı için çalışanlar vardır ki onların çabası başkadır. Onlar:

 

“De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (En-âm 162) diyerek hayatlarını Allah yolunda tüketirler ki Allah böylelerine “şehit” der. Tüm peygamberler ömürlerini bu şekilde tüketmişlerdir ve “güzel bir örneklik” sergilemişlerdir.

 

Ne yazık ki artık müslümanlar da artık tüketim-merkezli tuzağa düşmüşler ve diğerlerinden bir farkları kalmamıştır. Celaleddin Vatandaş bu durumdan bahsederken şunları söyler:

 

“Sözleriyle, tavırlarıyla, yeme-içmeleriyle, kıyâfetleriyle ve düşünceleriyle kendilerini insanlığın yegâne dininin mensupları olarak tanımlayanların da hızla ve tamâmen gönüllü bir şekilde tüketim dîninin mü’minleri hâline gelmiş oldukları görülüyor. Tüketim dîninin gittikçe güç kazandığı 1990’lı yıllarda eklektik bir din oluşturma çabasıyla harıl-harıl kapitâlizme uygun âyet bulma telâşına girerek yeni dîne geçişi sarsıntısız gerçekleştirmeye çalışanlar, ‘TV câiz midir?’ tartışmalarından TV kanalı sâhipliğine, ‘fâiz haramdır’ anlayışından banka sâhipliğine, ‘bir lokma bir hırka’ anlayışından bin lokma bin hırkaya hiç sarsıntısız geçmişlerdir. Artık ‘müslüman da zengin olmalıdır’ anlayışı Kur’ân’da somut olarak bulunmayan ama neredeyse tüm Kur’ân’ın işâret ettiği yegâne ilkedir. Bu yapılırken Kur’ân’ın ve kutlu elçisinin tüm hayâtı boyunca örneklendirdiği ‘zenginliğin ihtiyaç hissetmemek olduğu’ anlayışından, ‘sâhip olmak’ anlayışına geçilmiştir; bunun ise sonu yoktur; sâhip oldukça ihtiyaç hissi artmakta ve eşyâya gönüllü kölelik daha da kapsamlı ve derinlikli hâle gelmektedir. Uğrunda yıllarca çok boyutlu mücâdeleler verilen başörtüsü/tesettür artık modanın yeni unsurlarıdır. Metropôllerde başı kapalı gençler dar kotları, blûzları, pantolonları, ipek eşarplarıyla, Top Shop, Mango, Marks and Spencer gibi markalardan alış-verişlerini yaparak küresel ekonomiye katılmaktadır. Tesettür bağlamında yaşanan değişimin bugün varıp dayandığı nokta ‘bedenim benimdir ve buradadır’ anlayışıdır”.

 

 “Tüketmek” kelimesi “kışkırtılmış nefisler”i çağrıştırıyor. Zîrâ kışkırtılmadıkça her-şeyi tüketmek arzusu olmaz insanda. Çünkü biz Dünyâ’ya tüketmek için gelmedik. Helâl ve meşrû sınırlar dâhilinde yiyip-içip faydalanmak ve Allah’ın rızâsını kazanmak için geldik. “Tüketmek” ile “Allah’ın rızâsı” ne kadar da birbirlerine aykırıdır. Müslümanlar “zarûriyat, haciyyat ve tahsîniyat” şeklinde bir ihtiyaç listesi bölümlemesi yapmışlardır. Bir şeye “zorunlu”, “gerekli” ve “güzel” olduğu için ihtiyaç duyulabilir. Benzer bir tasnif “Epikür’ün ihtiyaçlar listesi”nde şöyledir: “Doğal ve gerekli olanlar”, “doğal ama gerekli olmayanlar” ve “ne doğal ne de gerekli olmayanlar”.  

 

“Tüketiyorum öyleyse varım”ın tersi, “tüket(e)miyorum, öyleyse yokum” olarak anlaşılıyor. Hem hayâlini kurdukları gibi yâni ihtirasları kadar tüketemeyenler hem de ihtiyaçları kadar tüketemeyenlere mezar olan bir dünyâdır burası.

 

“Tüketmek” kelimesiyle ortaya çıkan israf ihtiyaçtan değil ihtirastan kaynaklanır. Oysa ihtiraslar ihtiyaçlar değildir. Sokrates pazarda gezerken, satılan yüzlerce şeye bakarak; “işime yaramayacak ne kadar çok şey var” demiş. 

 

Aşırı tüketmek tükenmektir. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler gün gelir, “tükeniyorum, tükendim, öyleyse yokum” demek zorunda kalırlar. Zîrâ tüketmek vâr olmak demekse, tüketememek de yok olmak anlamına gelir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2020

 

 

 

Devamını Oku »

12 Aralık 2020 Cumartesi

İslâm’ın Rükünlerini Üçe-Beşe İndirgemek

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Rükün: “Direk. Esas. Kuvvet. Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı, köşesi veyâ temeli” anlamındadır.

 

İslâm beşe, îmân ise altıya indirgenmiş ve ayrıca “32 farz”, “54 farz” olarak bölümlenmiştir. Fakat bunlar İslâm’ın tamâmı değildir. “Kitaplara îman etmek” deyince Kitab’ın tamâmına îman edilmiş olmuyor, çünkü Kitab’ın îman umdeleri bilinmiyor. İnsan neyden bahsettiğini bilmediği bir Kitab’a ne kadar îman edebilir ki?. Çünkü Kitap elimizdedir. Kitap gaybın diğer unsurları gibi değildir.

 

Îmânın şartları altıya indirgenmiştir ama hem altıncı şart olan “kadere îman” zannedildiği anlamda îman umdesi değildir hem de îman sâdece altı şartla bitmez. Îmân, “gayba îman”dır. Gayb olana îmân edilir. Kitab’ın özü de gaybdır ama içeriği gayb değildir. Kitap elimizdedir ve bize îman etmemiz ve uymamız gereken rükünleri söyler. Allah’a, melekelere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe îman vardır ama ana-babaya da itaat vardır. Kur’ân’daki emir ve yasaklara îman etmek ve uymak vardır. Çünkü itaat körü-körüne olan bir itaat değildir. Nasıl yapılacağını söyleyen âyetlere de îman  etmek vardır. Zâten “sâdece ‘îman ettim’ demekle iş bitmez” der Kur’ân:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Îman ve itaat edilen her âyet İslâm’ın rükünleridir. Öyle rükünleri üçe-beşe indirgemekle ve aslında bunları bile tam olarak yerine getirmeden İslâm’ı yaşadığını zannetmek derin bir gaflettir. Kur’ân; iyi bir insan ve müslüman olmanın formülünü ve yolunu şöyle gösterir:

 

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz ‘iyilik’ değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

Görüldüğü gibi Kur’ân, iyi insan ve müslüman-mü’min olmanın yolunu açıkça gösteriyor ki bu bağlamda yapılmasını emrettiği şeylerin üçe-beşe indirgenen rükünlerle sınırlı olmadığını göstermiş oluyor. Çünkü bu âyette emredilenler, üçe-beşe indirgenen rükünlerin içinde bulunmuyor. Tamam; Kitab’a hakkıyla îman edenler bunlara da îman ederler ve bunları da yapmaya gayret ederler fakat, rükünleri üçe-beşe indirgemek, İslâm’ın üç-beş rükünden ibâret olduğunu zannettiriyor çoğu kişiye. O yüzden de çoğu müslüman; “Allah’a inanacan, namazını kılacan, orucunu tutacan, hayrını verecen, baş-örtüsü takacan tamam, fazlasına gerek yok” düşüncesindedir. Gerçi çoğu müslüman bunları da pek yapmaz. Bunları yaptığında ve zekatlarını da verdiklerinde müslümanlara dâhil olur ve müslüman olarak kabûl edilirler ama İslâm sâdece bu üç-beş rükünden ibâret değildir.   

 

İslam milletine girmek için namaz ve zekât yeterli görülmüştür. Çünkü kişinin diğer şeyleri yapıp-yapmadığı kontrôl edilip denetlenemez. Fakat bu, “İslâm olmak” demek olsa da “îman etmek” demek değildir. Zîrâ îman, Kur’ân’ın tamâmına îman etmek ve tamâmının yerine getirmek yada buna gayret etmek demektir:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

 

Bu uyarı elbette sâdece bedeviler için geçerli değildir ve bedeviler üzerinden herkese verilen bir mesajdır. Îman, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman ettikten sonra sâlih amellerle îmânın gereğini yerine getirmemek yada getirmeyi düşünmemekle îman etmek aynı anlama gelmez ve bu sâdece “İslâm’a mensup olmak” anlamına gelebilir. Çünkü İslâm’ın rükünleri üçe-beşe indirgenemez.

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel işleyenler” der ve sonra ekler; “birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler”. Yâni, îman edip sâlih amel yolunda giderken sabırlı olup hakka uygun yol alınması tavsiye edilerek destekleşenler. Demek ki sâdece “îman ettim” demekle olmuyor. Sonra sâlih amel işlenilmeli ve bu yolda giderken “sabır ve hakkı tavsiye” unutulmamalıdır.

 

Îman, “gabya yâni Allah’a-meleklere-vahye-âhirete îman” olduktan sonra Peygamber’e de itaâttir:

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

 

İnsan tüm hayâtını Allah yoluna adamadığında, İslâm’ın rükünlerini üçe-beşe indirgeme yoluna girer ama bunları da hakkıyla yerine getirmez. Namaz kılar, oruç tutar, hanımının başı örtülüdür ve belki bir-kaç şey daha. Fakat 600 sayfalık Kur’ân sâdece bu üç-beş rükünden mi bahsetmektedir ve Peygamberimiz 23 yıl boyunca sâdece bunların mücâdelesini mi vermiştir?. Tabi ki de hayır!. İslâm’ın yüzlerce emri ve yasağı vardır ve bunların tamâmı “îmânın ve İslâm’ın şartı”dır.

 

İslâm’ın rükünleri Kur’ân’ın tamâmı ve Peygamber’in 23 yıl boyunca Resûl-Nebî olarak yaptığı şekildedir. İslâm’ın rükünleri, müslümanların hayâtının tüm alanını ve zamânını kapsar. Bu bağlamda işte mü’minlerin dilinden düşürmemesi ve eyleme dökmesi gereken âyet:

 

“O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim. De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162-163).

 

Hakkı ve hakîkati bilen mü’minler tarafından “İslâm’ın hakkıyla yaşanamadığı” dile getirildiğinde, karşı taraftan; “namaz kılamıyor musunuz?, câmiler açık değil mi?, oruç tutmanızı yasaklayan mı var?, câmi yapamıyor musunuz?” vs. gibi gayr-ı ciddî sözlerle İslâm’ın rükünleri üçe-beşe indirgeniyor.

 

Evet; Kur’ân’ın tamâmı îman umdesi ve tamâmı İslâm’ın şartıdır. Kur’ân’ın tamâmı İslâm’ın rükünleri yâni direkleri ve esaslarıdır. Zîrâ İslâm’ın “sapa-sağlam” olmayan ve îmâna taâllûk etmeyen bir tek âyeti bile yoktur.

 

Not: Kur’ân’ın nüzûl sırasına göre olan emir ve yasakları şu linklerdedir:

 

http://777has444.blogspot.com/2017/06/nuzul-srasna-gore-kuranda-yasaklar.html

http://777has444.blogspot.com/2015/12/nuzul-srasna-gore-kurandaki-emirler.html

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2020

Devamını Oku »

1 Aralık 2020 Salı

Bireycilik


“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın” (3/Âl-i İmran Sûresi 103. âyet).

 

Bireycilik, “bireysel faydanın en çoklaştırılması” olarak ifâde ediliyor.

 

Târih boyunca insanlar, -modern zamanlara kadar- sürekli olarak bir-arada ve iç-içe yaşamışlardır. Çünkü buna mecburdular. Zîrâ insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını ancak bir-arada yaşayarak karşılayabilmektedir. Üstelik güvenlik açısından da bir-arada olmak “olmazsa-olmaz” bir durumdur. İlk başta insanlar toplum olarak sürekli bir-arada yaşamışlar fakat çoğalınca mecbûren ayrı topluluklar hâline gelmeye başlamışlardır. Fakat ultra-modern zamanlardaki (post-truth) kadar insanlar hiç bu derece birey(sel)leşmemişti. Modernite bireysel bir din, bir yaşam-tarzı ortaya koyarak toplumlar içinde yalnız yaşayan insanların olduğu bir dünyâ kurdu ve zamanla bunu tüm Dünyâ’ya da yaydı. Bu tabî ki de bir fitne ve ifsâd durumudur.

 

İslâm kişinin bireysel yanını göz-ardı etmez elbette. Fakat onu vahiy ile inşâ ederek bireyken “şahsiyet” hâline getirir. Şahsiyet olunca mutlakâ sorumluluk da olur. Oysa bireysellik, sorumsuzluk demektir. Birey kendine dönükken, şahsiyet, topluma dönüktür ve böylece bireyselliğin ayartmalarından uzak kalınır. Zîrâ bireysellik “şeytanla baş-başa kalmak” demektir.

 

Bireycilik-bireysellik kentleşme ile başlayan ve yayılan bir durumdur. Kentler, insanları belli bir bölgeye toplasa da aslında birbirlerinden uzaklaştırır. Meselâ apartmanda insanları sözde kapı-komşusu hâline getirse de arada bir komşuluk-dostluk durumu olmaz. Demek ki insanlar arasında belli bir mesâfe olmalıdır. Fakat mesâfe olması, “insanlardan tümüyle kopup birey(sel)leşmek demek değildir. Kentleşme arttıkça bireyselleşme artar. İndividüalizm denen bireycilik, İslâm’dan onay alabilecek bir şey değildir. Zîrâ İslâm, bir “toplum-devlet-ümmet-medeniyet projesi”dir.

 

Bireycilik; İslâm medeniyeti, devleti, toplumu ve âilesinin ifsâd olmasının bir sonucudur. İslâm’da “birey” değil “şahsiyet” vardır. Bireycilik, kapitâlist modernitenin arzuladığı ve tüm insanların bireyleşmesine çalıştığı bir sistemdir ve bu bağlamda bireycilik bir omurgasızlıktır, şahsiyetsizliktir ve hazza ve eğlenceye kilitlenmişliktir.

 

İslâm medeniyetinin yokluğu, İslâm ümmetinin yokluğundandır. Ümmetin olmayışının sebebi ise, cihangir bir İslâm devleti ve toplumunun olmamasından dolayıdır. İslâm devleti, İslâm toplumunun yokluğundan, İslâm toplumunun yokluğu ise ideâl âilelerin bulunmayışındandır. İdeâl ailelerin olmamasının nedeni ise, insanların bireyleşmesi ve bireyleşmek istemesinden dolayıdır. O hâlde bireyden şahsiyete geçilmedikçe o ideâl âileler olmayacak, o ideâl âileler olmayınca bir İslâm toplumundan bahsedilemeyecektir. İslâm toplumunun yokluğunda ise bir İslâm devleti, ümmeti ve medeniyeti kurulamayacaktır. Böylece Dünyâ rûhun zindanı olmaya devâm edecektir.

 

Küresel şeytanlar için insanlığın bireye indirgenmesi de yetmez. Zamanla zihinsel ve düşünsel bölünmüşlük de yaşanmaya başlanır.

 

İslâm’ı hesâba katmayan ve İslâm’ı sâdece ara-sıra yapılacak kısa muhabbetlerin konusu sanan modern insan, Dünyâ’nın sorunlarını bireycilik ile çözebileceğini zannetmektedir. Oysa bireycilik tam tersine, sorunları katlayarak fazlalaştırır ki zâten mevcut sorunlar bireyselleşmenin bir sonucudur. Sorunlar ancak İslâm-merkezli şahsiyetlerin oluşturduğu ideâl âilelerin bir İslâm toplumu meydana getirmesiyle ve o toplumun da bir devlet kurup İslâm ümmetini ve medeniyetini açığa çıkmasıyla ortadan kalkar ve sorunlarla  ancak böylelikle en iyi şekilde mücâdele edilebilir.

 

Bireycilik, lâik-seküler-demokratik siyâsetin ve liberâl-kapitâlist ekonominin bir sonucudur. Çünkü bu şeytânî ideolojiler hayâtiyetlerini ancak bireycilik ile sağlayabilir ve sürdürebilirler. İnsanlar bireyleştikçe ve tüm insanlar bireyselleştikçe, mecbûren tüketim artacaktır ve adam-başı ev, kişi-başı eşyâ (buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, teknolojik âletler vs.) olacak, her-şey kelle-başı üretilip satılacaktır. Böylece suyun başını tutmuş olan şeytanın uşakları olan küresel tâğutlar ve onların yerli taşeronları servetlerini katlayarak arttıracak ve nefislerini daha fazla kışkırtacaklardır. Zîrâ nefis ancak kışkırtılıp durulduğunda tatmin olur. Bu kışkırtmanın hiç kesilmeden sürekli olarak arttırılması gerekir. Nefsin gözünü bir parça topraktan başkası doyurmayacağı için, nefsin kışkırtılması durumunun zamanla artması da gerekmektedir. Aksi-hâlde huzursuzluk olacak ve bireyleşmiş olan modern insanı da huzursuz edecektir. Çünkü birey hâline gelmiş olan modern insan, İslâm’dan ve dinden, dolayısı ile adâlet, merhâmet ve vicdandan kopmuştur ve -kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olabileceği için- modern insanın aşırı kışkırtılmış nefsini hiç-bir şey tatmin edememektedir. Sürekli bir haz, sürekli bir relax durumu ise bu Dünyâ’nın hattâ kâinâtın formatına uygun olmadığı için bireyselleşmiş modern insanın bu beklentisi boşa çıkmaktadır. İşte psikolojik ilaçların artmasının, gereksiz harcamaların yapılmasının, kredi kartları borçlarının kat-kat fazlalaşmasının, extrem ve sapık zevklerin ve gereksiz ihtiyaçların (ihtirâs) katlanarak çoğalmasının nedeni, o bir türlü tatmin olamayan nefse tampon yapmak ve onu bir nebze de olsa susturabilmek içindir. Bu nedenle bireycilikte dîne aslâ yer bırakılmaz yada din sâdece zihinlerin ve kâlplerin konusu yapılabilir. Dînin kamusal alanda gözükmesi yada kamuya hâkim olarak toplumun düzeltilmesi durumunda ise, din hazza ve zevke sınır koyacağı için zinhar istenmez ve kabûl edilmez.

 

Bireycilik kendine alan bulabilmek için mecbûren, sırasıyla; şahsiyetin, âilenin, toplumun, devletin ve  medeniyetin bozulmasını bekler ve bu gerçekleştiğinde ise yeniden kurulmaması için her-şeyi yapar.

 

Bireyleşmiş modern insan için âhiret ve gaybın diğer unsurları aslında “kesin” değildir ve bu nedenle de “Dünyâ’yı ıskalamak” çok da mantıklı değildir. Bireyciler ve bireycilik, dînin ve değerlerin kendilerini kısıtlamasını ve sınırlandırmasını istemezler. Çünkü hazlarına ve zevklerine ara verilmesine zinhar katlanamazlar. Zîrâ nefs bunu kabûl etmemektedir ve yeterli şekilde kışkırtılmazsa üzerinde bulunduğu insanı huzursuz etmektedir. Böylece huzursuzluğa yakalanan modern birey hazdan ve zevkten kopunca yada hazza ara vermek zorunda kalınca mecbûren psikolojik ilaçlara yönelecektir. Çağımızda, hem ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da psikolojik ilaç kullanımı kat-kat artarak fazlalaşmıştır ve insanlar bu ilaçlara bağımlı hâle gelerek küresel ilaç şirketlerinin ağına düşmüştür ve bir türlü de kurtulamamaktadır. Çünkü artık birey olmuştur ve yanında-yakınında çok da kimse kalmamıştır. Bu nedenle mücâdele azmini yitirmiştir ve mücâdele edememektedir. Onu teselli edecek ve destek olacak mü’min şahsiyetler, İslâm-merkezli kurulmuş olan âilesi ve diğer âile dostları, İslâm toplumu, devleti, ümmeti ve medeniyeti yoktur. Ama daha da önemlisi kâlbini tatmin edecek ve huzûr verecek tek şey olan vahiyden de kopuktur yada vahiyle sâdece kültürel ve zihnî olarak ilgilenmektedir ki o da çok sınırlı ve yetersizdir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma ve kendi üzerinde İslâmî bir düşünce-yaşama durumu da olmadığı için, içi bomboş olmuş bir durumda yaşayacak, eğer intihar etmezse, zâten sürekli buhranlarının sonucunda çok da fazla yaşayamayacak ve bir kenarda-köşede yada ölümünden bir-kaç gün/hafta sonra kokmuş olarak bulunan cesedini ancak belediye çalışanları söylene-söylene kaldıracaktır. Üstelik bir de bunun âhiretteki hesabı olacaktır.

 

Bireycilik anlamsızlık demektir. Bir anlama ve değere inanmadıkları yada bağlanmadıkları için “birey” olmuşlardır. Zîrâ anlam, “toplum” ister, başkalarını ister. Birey olunca anlamsızlık içinde bunalımdan-bunalıma girmek kaçınılmazdır. Böylece birey, hiç kimseye güvenemeyen ve her-şeyden şüphe eden biri olup çıkar.

 

Bireycilik, anlamsızlık demektir. Tek-başına olunca anlamsız olur. Kâinatta ve Dünyâ’da hiç-bir materyâl; ormanlar, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlar birey” değildir ve birey olarak kalamaz. Kalırlarsa ölürler. Kelimeler bireyleşince anlamını kaybeder. Daha da bölünüp harflere ayrılınca hiç-bir şey ifâde etmezler. İşte modern insan da böyledir. Bireyleşmiş ve anlamdan kopmuştur, zîrâ Allah’tan kopmuştur. Her sözcük nasıl ki bir cümlenin içinde anlamlıysa, her insan da toplumun-milletin-ümmetin içinde anlamlıdır. Aksi-hâlde anlamsız olur. Eğer birey şahsiyet” olarak toplum içinde olursa hem kedisini geliştirir hem de toplumun gelişmesine yardımcı olur. Şahsiyetlerden oluşmuş toplumlar (ümmet) anlamlıdır ve anlam katar. Anlam bütünlüğün içinde gizlidir. Bütünlük yoksa ve parçalanmışlık-bireyselleşmişlik varsa anlamsızlık” da vardır. Anlamsızlığın olduğu yerde ise mutlakâ Allahsızlık olur. Allah’sızlık, Dünyâ’yı anlamsızlıklar zindanına çevirir.   

 

Daha ana-okullardan îtibâren çocuklara bireycilik ve bireysel davranış kuralları öğretilir ve aslında yapılan öğretimde âile ilişkileri gevşetilmiş olur. Mevcut müfredat, başta din olmak üzere tüm âilevî ve mânevî değerleri gevşetip yok etmekte ve sâdece maddî değerleri öne çıkarmakta ve hattâ sâdece maddî olanı tek değer olarak sunmaktadır. Artık bu mevcut öğretim sistemi ile öğrenim gören çocuklar sıkı birer “birey” olmakta ve bireyciliği savunur hâle gelmektedirler. Bu bağlamda bu çocuklar, -aslında ana-babalarına bağlı birer asalak olmalarına rağmen-, kendilerini Kaf Dağı’nda görmekte ve sanki birer prens ve prensesmiş havasına girmektedirler ve de kendilerine prens ve prenses gibi davranılmasını beklemektedirler. Tabi hayâtın acı yüzüyle âniden karşılaştıklarında ve aslında bir “hiç” oldukları hayâtın acı tecrübeleriyle kendilerine gösterildiğinde ise, çok büyük çoğunluğu soluğu psikiyatristler, psikologlar vs.de almakta ve psikolojik ilaçlara bağımlı hâle gelmektedirler. Bu aynı-zamanda “zorunlu eğitim”in bir sonucudur ve zâten sistem, bireyci, zayıf ve kişiliksiz insanlar yetişsin diye bu müfredât ve eğitim sistemini uygulanmaktadır.

 

Bireyciliği kurmak çok kolaydır. Zîrâ bireycilik nefis-merkezlidir ve nefse yöneliktir. Nefisler ise herkeste aynıdır ve aynı yöne meyillidir ve hazza-zevke-rahata ayarlıdır. O yüzden insanları İslâm-dışı ve nefs-merkezi sistemlere entegre etmek zor değildir. Mağlûp milletlerin sürekli olarak söyledikleri “adamlar nasıl düşünüp plânlayıp yapmışlar” sözünde çok da a-normâl bir şey yoktur. Eğer nefislere göre yapıp-ediyorsanız insanların o şeye yönelmeleri için başka bir şey yapmanıza gerek yoktur. Nefs dominosunun ilk taşını düşürdüğünüzde, dominonun diğer taşları seve-seve arkasından yıkılır gelir. İslâm ise “nefse rağmen olan”dır ve o yüzden İslâmî bir yapıyı kurmak çok-çok zordur ve büyük bedeller ister. Büyük vazgeçişler olmadan olmaz.

 

Birey hakkında Abdurrahman Arslan şunları söyler:

 

“Modernitenin İslâm’la ayrıldığı ana-noktalardan biri için örnek vermek gerekirse, İslâm ile modern anlayışın insan telâkkisi arasındaki farktır. Modern anlayışa göre insan kendi aklıyla kendini düzenleyen, sâdece aklın kılavuzluğunda hayâtını tanzim eden ve tanzim işi için gerekli kuralları aklı ile koyan; doğru ve yanlışın ne olduğunu bildiren nihâi kaynağın akıl olduğuna inanmış biridir. Biz buna ‘birey’ diyoruz. Modernitenin insan modeli bireydir; Dünyâ’daki amaç ve hedefini böyle bir insan modelini inşâ ederek gerçekleştirmek ister”.

 

Bireyselleşmiş olanlar her-şeyde kendi kararlarına göre düşünüyor ve hareket ediyorlar. Başkalarını dinleseler bile sonunda yine de kendi kararlarını veriyorlar ve ona göre hareket ediyorlar. Bireycilik, “kimsenin kimseyi takmaması durumu”dur. Oysa bir mü’minin böyle düşünme ve davranma durumu söz-konusu bile olmaz. Zîrâ Kur’ân buna izin vermez: “Onların iş ve yönetimleri aralarında şûrâ iledir” (Şûrâ 38).

 

Bireyleşmiş olanlar hiç-bir uyarıyı, öğüdü ve en önemlisi de dînin emirlerini dinlemediği için, nefsiyle baş-başa kalıyor ve artık nefsi ne derse onu yapıyor ve yapıp-ettiği gibi düşünmeye başlıyor. Nefsinin direktiflerini kendi özgür kararları sanıyor. Oysa nefsi onu uçurumdan-uçurma sürükleyip durmaktadır. Zîrâ dinden bağımsızlaşmış olan nefis şeytanın iktidâr alanıdır ve şeytanın direktiflerine göre hareket eder. Bireycilerin tek ölçüleri nefisleridir. Hattâ bağlı gibi göründükleri şeytânî-beşeri ideolojileri bile aslında nefsinin çıkarına uygun olduğu için desteklemektedir. Yoksa nefislerine aykırı olarak o ideolojiler umurlarında bile değildir ve o ideolojiler uğruna parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Bireycilikte Allah rızâsı ya çok sınırlandırılmıştır yada hiç yoktur. Modern insan bireyciliğin ve de dolayısıyla bencilliğin zirvesinde dönüp durmaktadır.

 

Bireyciler, yaşam kalitesinin düşmesinin düşüncesinden bile korkunç bir ürküntü duyarlar. Hattâ bırakın yaşam kalitesinin düşmesini, onun sürekli bir şekilde yükselmesini engelleyen şeylere düşman olurlar. Baktığımızda, Dünyâ’nın küçük bir mutlu azınlığı, yaşam kalitelerinin artarak ilerlemesini dinleştirmişlerdir. Bu nedenle de yaşam kalitelerinin ilerlemesinin bir nebze düşmesine bile katlanamazlar ve bu yüzden Dünyâ’nın yarısından fazlasının hayatlarını perişân etmekten çekinmezler. Hayat kalitelerinin düşmemesi için milyonlarla ifâde edilebilecek sayıdaki mâsumların ve mazlumların ölmesini yada hayatlarının perişân olmasını umursamazlar ki modern dünyâda bu durum çok bâriz bir şekilde görülmektedir.

 

RockefellerRothschild, Morgan vs. gibi şeytana tapan âileler ve Dünyâ’yı yöneten hânedanlar, sermâyelerinin katlanarak artması sekteye uğradığında çeşitli ülkelerde savaşlar çıkarabilmekte ve milyonlarca insanın ölmesine neden olabilmektedirler. Fakat bu-arada yıkıcı silahları üretenler de onlar olduğu için servetlerini arttırabilmektedirler. Sonuçta Dünyâ’yı ahlâksız bir hâle getirebilmekte ve nice sapkınlıkları normâlleştirebilmektedirler. Üstelik beyinleri ve kâlpleri iğdiş olmuş birey(ci)ler de buna yoğun bir şekilde destek vermektedirler.

 

Bireyler, kapı-komşusundan, sokağından ve mahâllesinden habersizdir ve zorunlu çok kısa ilişkiler dışında kimseyle ilgilenmezler. Kimse için riske girmezler. Hayâtlarını bir değer  ve ideâl için adamaları ve tehlikeye atmaları ise söz-konusu bile değildir. Bir kötülüğü düzeltmek ve bir iyiliği yaymak için girişimde bulunmaları zinhar mümkün değildir. Bu uğurda kafa ve beden konforlarını bozmak onlar için bir felâkettir.

 

Bireyleşmiş olanlar dost da olamıyorlar, çünkü “kardeşlik”ten korkuyorlar. Karşılıksız bir şey yapmak onlara çok mantıksız geliyor ve bir bardak su vermek bile aslında zorlarına gidiyor ve kendilerini “kullanılmış” hissediyorlar. Çocuklar bile artık ana-babalarının yararlarına bir şey yapmayı istemiyorlar ve bu onlara çok zor geliyor. Ancak kendi nefislerinin tatmini ve hazzı peşindeler. O hazzı kısıtlayan yada engelleyen her-şeyden nefret ediyorlar. İnsan sevmiyorlar, çünkü insan “sorumluluk” anlamına geliyor. Bu yüzden insanı bir “yük” olarak görüyorlar.

 

Bireyciler ve bireycilik sorumluluktan nefret eder. O nedenle de ya hiç evlen(e)mezler yada evlenseler bile hemen boşanıverirler ki modern bireyci dünyâda boşananların sayısı, neredeyse evlenenlerden sayıca daha çok olmaya başladı. Zîrâ bireyselleşmiş olan modern insan, sözde âşık olduğu eşine ve çok sevdiği çocuklarına bile katlanamıyor ve uğraşmak istemiyor. Çünkü nefsini sınırlaması gerekiyor, hazzını sınırlaması gerekiyor. Amerika’da bir kadının, kış aylarında yaptığı tâtil plânı, doğurduğu gayrı meşrû çocuk yüzünden iptâl edilme tehlikesi doğurduğu için bebeğini öldürmüştü. “Tâtile gitmemi engelleyecekti” dedi. Çünkü tâtil onun için her-şey demekti. Birey için bu çok önemlidir. Modern birey için tâtil, nefsin en önemli gördüğü şeydir, çünkü modern insan hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde yaşayabilecektir. O yüzden tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür. Hazzının engellenmesine ve nefsinin tatminine aslâ dayanamayan modern insan ve birey, nefsinin tatmini uğruna en inanılmaz şeyleri bile yapabilir. “Omletini yapmak için Dünyâ’yı yakmaktan çekinmez” denir ya, işte öyle bir şey.. Nefsinin tatminin ve hazzının kesilmemesi için dînini değiştirmekten yada terk etmekten hiç gocunmaz. Ülkesini, devletini ve milletini bile satabilir. Bakmayın siz “vatan millet Sakarya” edebiyatlarına. Sıra vatan için askerlik yapmaya yada vergi ödemeye gelince, askerliği “paralı askerlik” şeklinde yada daha da çirkin yollarla iptâl edebilirken, ödemesi gereken vergiyi kaçırmak için her türlü nâmussuzluğu bile yapabilmektedir.

 

Bireyciler ve bireycilik için önemli olan şey, tüketmek ve tüketmenin kesilmemesidir. Üretim alanında ise pek de bir şey yapmazlar. Zîrâ üretmek için hazza ve zevke ara vermek şarttır. Birey hâline gelmiş olan modern insan, “hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapabilecek” duruma gelmiştir. Yâni hazzının ve zevkinin kesilmemesi ve sürekli bir relaks hâlinde olmak ve kalmak için her-şeyi yapabilirler.

 

Birey olmuş modern insan, gayba inanmakta çok zorlanır yada inanmaz. Gözüyle görmediği şeye inanmaz ve onun için aslâ bir şey yapmaz. Âhiret inancı yoktur ve bu yüzden bir-çoğu deist ve ateist olmuştur. Bireyselleşmiş modern insanın ahlâkı değil “etik”i vardır ve bunu savunmaktadır. Etik, dünyâ-merkezli iken, ahlâk hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhiretteki cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.

 

Etik, birey(cilik) içindir. Etik, “sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o etik kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu o suçtan hiç kimsenin haberi olmayacak ve icâbında suçlu kişi 90 yaşına kadar yaşayacaktır. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk bunu yaptırır. İnsan-merkezli olan etik göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk zinhar göz-ardı edemez. Birey, ahlâklı olmayı sonuna kadar sürdüremezken, şahsiyetli kişi ise suçu âhirete bırakmaktan korkar. H. D. Thoreau gerçek ahlâktan bahsederken bir misâl verir ve şöyle der:

 

“Batan bir gemiden sağ kalan yaralılardan biriyiz ve yüzmekteyiz. O sıra bir tahta parçasına tutunmuş ve daha rahat yüzerek ilerleyen ve bizden daha zayıf olan birinin elinden tahta parçasını çekip aldık. O tahta parçasını geri verin!. Çünkü size âit değil!. O tahta parçasını geri verebiliyorsanız, evet, siz ahlâklı birisiniz; yok veremiyorsanız, onu verinceye kadar siz ahlâksız birisiniz ve cennet ahlâksızlara haramdır”.

 

İşte bunu yapacak olan kişi, âhiret bilincine ve korkusuna sâhip olan şahsiyetli kişidir. Bencilleşmiş ve “birey” olmuş olanlar ise bunu aslâ yapmazlar. Ne olursa-olsun hayatta kalmak ve iyi bir hayat yaşamak bireyselleşmiş olanlar ve bireycilik için olmazsa-olmaz bir şeydir.

 

Bireycilikte “herkesin hayâtına kimse karışamaz” repliği motto olmuştur. İnsan bireye indirgenince çok kolay yönetilir ve yönlendirilir. Meselâ bireyin cinsel kimliği bile kolayca tartışmalı hâle getirilebilir. “Cinsiyet eşitliği projesi” bireyciliğin bir sonucudur. İnsanlar şahsiyetli fertler olarak ideâl âilelere sâhip olmuş olsalar, bu tür sapıklıkların ortaya çıkması söz-konusu bile olmaz. Sezai Karakoç bu konuda şöyle der:

 

“Cemaat toplumlarından cemiyet toplumlarına dönüş, insanların yalnızlaşıp ben-merkezci anlayışların topluma hâkim olmasına sebep olmuştur. Özellikle 1950’lerden sonra insanın yalnızlaşması, içine kapanık ve bunalım hâlinde sorunlu bir varlığa (birey) dönüşmesi büyük sorunları berâberinde getirmiştir. İşte batı’nın bu rûh hâli içinde gelişmesi doğu insanını da etkilemiş, bâtı’nın mânevî, ahlâkî çöküntüsü “doğu insanı”nı da etkilemiştir”.

 

İslâm’da en küçük unsur “birey” değil, “şahsiyet sâhibi insanlardan oluşmuş olan âile”dir. Sağlıklı bir toplum da bireylerden değil, şahsiyet sâhibi insanlardan oluşan âilelerden meydana gelir. Bireyselleşmenin bir hâl olmaktan çıkıp ideolojiye evirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Neredeyse toplumsal her değerin bireye has kılındığı, bunun da özgürlüğe temel alındığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. Abdurrahman Arslan bu konuda şunları söyler:

 

Modern çağ, insanı zorunlu olarak yalnızlığa itiyor. Çünkü onu ölüm duygusundan uzak tutarak gelecek kaygısını gündelik imkânlara yöneltiyor. Bir müslüman olarak ben bir kulum, ben birey olamam, kendimi birey olarak tanımlayamam. Çünkü birey doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârın, otoritenin kendisi olduğunu söyler. Oysa doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârı ben vermem, inancıma mürâcaat ederek, referansta bulunarak cevap veririm. Yâni ben her-şeyden âzâde olmuş bir otorite değilim, onun için konuşmalarımda biri benden evet yada hayır’ cevâbı bekler, ama ben ona karşılık inşallah derim, üçüncü bir şahsa göndermede bulunurum, onun iznini almak üzere. Mâhiyet ve işlevi îtibârıyla bugünkü bilgi dünkünden farklı bir bilgiyi; hayat-tarzı da herkesin paylaştığı ortak husûsiyetini kaybederek bütünüyle bireye âit tecrübeyle anlam ve meşrûiyet kazanan, kişiye münhasır yeni bir hayat anlayışını ifâde ediyor. Kendi özgünlüğü içinde ‘hayat’ dediğimiz, dün herkesin ortak katılımıyla gerçekleştirdiği, bugün ise bireyin sâdece ‘şahsî tecrübesi’ şeklinde anlaşılıyor. Zamânımızın felsefî düşüncesi ve kültürü, anlaşılacağı gibi ‘anlam’ ve ‘değer’in kaynağını değiştiriyor, bunların kaynağını hârici bir otoriteye âit olmaktan çıkartıp birey-merkezli olarak yeniden inşâ ediyor. Dün bunların kaynağının ve bunlarla alâkalı nihâi karar verici otorite din yada toplum olurken, bugün tek kaynağın birey olduğu kabûl edilmektedir. Artık birey, çağdaş dünyâda hayâtın nasıl yaşanacağı husûsunda ‘yegâne karar verici otorite’ mertebesine geçiyor. Buna bağlı olarak değişen bilgi telâkkisi mevcut bütün ortaklıklara, paylaşımcılık ve cemaat rûhu taşıyan her türlü beşerîliğe de son veriyor. Ortak bir anlam ve yaşam-biçiminden bu durumda söz etmek imkânsızlaşıyor, söz edilmesi hâlinde bu ‘ataerkillik’ olarak vasıflandırılmakta, bunun da ‘birey özgürlüğünü tehdit altına aldığı’ varsayıldığından karşı çıkılmaktadır.

 

Çağdaş sosyâl bilimler, ‘toplum’ dediğimiz beşerî dünyâyı meydana getiren en küçük unsurun ‘birey’ olduğu kabûlü üzerine kurulmuştur. Sosyâl/siyâsî teorinin on dokuzuncu asırdan îtibâren kendini fizîkî bilimlere göre düzenlemeye çalışmasının bunda önemli bir rolü var. Atom, nasıl fizîkî dünyânın en küçük parçası olarak kabûl edilmişse, Latince anlamı içinde birey de beşerî dünyânın ‘bölünemez en küçük parçası’ kabûl edilerek tanımlanmıştır. Bu tanım içerisinde birey fazlasıyla soyut bir insandır; kökeni yâni nereden geldiği ve cinsiyeti îtibârıyla belirsizlik taşır. İslâm’ın mü’min-mü’mine şeklinde vererek tanımladığı insan modeliyle bu nedenle uyuşmaz. Ancak birey, modern hayâtın ve ilişkilerin kurucu unsuru olarak merkezî bir yer tutar. Özgürlük, siyâset, iktisat hattâ -din başta olmak üzere- toplum hayâtı ile ilgili her-şey, bireyden hareket edilerek tanımlanmış ve ona göre yeniden düzenlenmiştir. Ne var ki mesele bu kadarla sınırlı kalmamış, cemaatsel bir yapı olmasına rağmen âile, yine bireyden hareket edilerek değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Bu zihniyete göre âile, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan, kendisini meydana getiren üyelerine, birbirlerine karşı sorumluluk yükleyerek onları kayıt altına alan, dolayısıyla ‘sosyâlleşmenin önündeki engellerden biri’ olarak kabûl edilmiştir. Eğer İslâm’a âit bir teoriden bahsetmek mümkün olsaydı, diyebilirdik ki ‘İslâm’ın sosyâl teorisi birey değil cemaat üzerine kuruludur’. Diğer bir ifâdeyle modern sosyâl teori; birey, toplum ve ulus üzerine kurulurken, İslâm’ınki âile, cemaat/ler ve millet/ümmet üzerine kuruludur. İslâm’ı bir hayat; siyâsî, iktisâdî bütün unsurlarıyla işlerliğini bunlar üzerinden sürdürür”.

 

Bireyciler her zaman gücün ve güçlünün yanındadırlar. Zîrâ güçsüzün yanında olmak bedel ister ve hazlardan ve zevklerden mahrum olmayı gerektirir. O yüzden bireycilikte zâlim ve şerefsiz de olsa güçlüden yana olmak ve dolayısı ile mâsumların ve mazlumların karşısında olmak vardır. Meselâ Gazze’lilere karşı İsrâil’in tarafını tutmanın hiç-bir bedeli yoktur. Oysa Gazze’nin tarafını tutmanın en azından maddî bir külfeti olur.

 

İslâm demek “sınır” demektir. Modernite bu sınırı bireycilik ile aşmıştır. Zâten bireycilik tüm değerleri aştığını düşünür. Kendisi leşe ve pisliğe batmışken kendini “her-şeyi aşmış” olarak görmektedir. Sınır sevmemekte ve istememektedir. Bu nedenle de ahlâkî bir duyarlılığı bile kalmamıştır. Ona göre haz ve zevk için her-şey mümkündür ve meşrûdur. Bireycilikte her-şey kışkırtılmış seviyededir. O yüzden sınır yoktur. Bir sınır olmadığında hiç-bir sınır olmayacağı için her-şey son sınırına dayandırılır. Yeme-içme, giyinme, eğlence ve cinsellik, sapıklık noktasındadır. Çünkü bireycilik câhiliyenin son numaralarından birdir ve modern dünyâ bu akıma kapılmış cehenneme doğru sürüklenmekte ve yuvarlanmaktadır. Modern birey, domatesin nereden geldiğini bilmeyen, ekmeğin neden yapıldığını, suyun nerelerden akıp eve ulaştığını, evinin ısıtıldığı gazın nereden çıktığını, hattâ evin nasıl ısındığını bile bilmeyen bir tüketici hâline gelmiş durumdadır.

 

Modernite, (akıl-bilim-teknoloji) kendini her-şeyden, ama daha çok da ilâhî-gaybî olandan özerkleştirince, mecbûren yalnızlığa ve bireyciliğe gelip dayandı ve bunu normâlleştirmeye çalışmaktadır. Modernite her zaman, ortaya koyduğu şeyi meşrûlaştırmaya çalışır. Bu bağlamda bireyciliği de meşrûlaştırmaktadır.

 

Korona-virüs nedeniyle söylenip duran “sosyâl mesâfe” aslında “fizîki mesâfe”dir ve öyle olmalıdır. Sosyâl mesâfe bireyciliktir, bireyciliği açığa çıkarır ve arttırır. Çünkü insanlar olağan-üstü durumlarda birbirlerinden fizîken uzaklaşmak zorunda kalabilirler ama bu, sosyâl olarak uzaklaşmak yâni “insan ilişkilerini koparmak” anlamına gelmemelidir.  

 

Teknoloji fazlalaştıkça ve çeşitlendikçe bireycilik artıyor. İletişim aracı olarak sâdece radyonun olduğu zamanlarda insanlar radyoyu bir yerde toplanarak dinlerlerdi. Televizyon çıkınca herkes âilece dinlemeye başladı. Fakat telefon, bilgisayar ve tabletler çıkınca herkes kendi başına bunları kullanmaya, dinlemeye ve tek-başına öğrenmeye başladı. Teknoloji insan ilişkilerini kopardı ve insanlar bireyselleştiler. Telefon, tablet ve bilgisayarlar, bireyci ve bireyselci cihazlardır, bireyselliği arttırmaktadırlar. Allah’tan, dinden, mânâdan kopuk ve bağımsız yenilikler insanları birbirinden ayırıyor ve sonunda olanlar oluyor. 

 

Modernite, insanları bireyleştirme uğruna, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı şeytan-işi pislik uygulamaları kânun olarak kabûl etmiştir ve uygulamaya başlamıştır. Fakat kânun ters tepmiş ve işi daha da berbat bir hâle getirmiştir. “Âileyi yıkma projesi” olan bu kânun, kişileri bireyleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve zâten bu kânun, liberâl-kapitâlist tâğutların ve onları yerli uşaklarının “daha fazla üretim-tüketim” için şeytandan aldıkları ilhamla ortaya koydukları bir projedir.

 

Bireyci öğretimde (eğitim değil) en önem verilen ders matematiktir. Modern insan her-şeyi matematiğe vurmaya alıştırılmıştır ki en çok da bireyciler matematiği kullanarak hesap yaparlar ve salt matematik ile hesap yaptıkları için hesapları tutmaz ve sonunda zarar ederler. Çünkü matematik tek-başına yetebilecek bir alan değildir. Hattâ tek-başına matematik, kişiyi bunalıma bile götürebilir. Ahmet Şimşirgil: “Matematik, fizik ve kimyâ ile adama şahsiyet veremezsiniz, şahsiyet kazandıramazsınız. Şahsiyet, edebiyatla, târihle ve din ile kazandırılır” der.

 

Modernizm bir “tatminsizlik uygarlığı”dır. Bu tatminsizlik bireycilikte en ileri seviyesini yakalar. Birey, tatminsiz kişidir. Şahsiyet olana kadar da tatmine eremez ki şahsiyet olması ise vahiy-merkezli bir düşünüş ve yaşam üzere olmasıyla mümkündür.

 

Ve bireycilik-bireysellik-bireyciler için korkunç bir durum.. Ölüm!. İşte bireycileri en çok endişelendiren ve korkutan şey, kaçınılmaz şey olan ölümdür. “Her can ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57. Ayrıca; Âl-i İmran 185 ve Enbiyâ 35) âyetinden hiç haz-etmezler. İşte bu nedenle ölümden kurtulabilmek ve ölümsüzleşmek için can atarlar ve bu konuda modern-bilim ve teknolojiye çok güvenirler ve bir-an önce bilim ve teknolojinin ölümsüzlüğü bulmasını arzularlar. Çünkü bireyciler bencildirler de aynı-zamanda. Bireycilik, bencillik de demek olduğu için, “ben yaşayayım da gerisi ne olursa-olsun” düşüncesindedirler. Ölüm, insanı yok etmeye yönelten büyük bir kaos. Modern ölüm-bilgisi, ölümle başa çıkmaya yetmiyor. Bu nedenle klonlama, genetik temeli dönüştürme gibi ölüm projeleri peşinde koşuyor. Ölüm kültürünü değiştirmek yerine, biyolojisini değiştiren varlık mutlu olacağını sanıyor.

 

İslâm bireyciliğe karşıdır ve bu karşıtlık ibâdetlerde de açıkça gözükmektedir. İbâdetler bireyciliğe karşıdır. Zîrâ namaz hep birlikte cemaatle kılınır. Cum’a ve bayram namazlarında bu daha da bâriz görülür. Oruç, insanların hep birlikte berâberce sahur yapıp yeme-içmeyi kesmesi ve akşam ezanı ile birlikte hep berâber iftar edip orucu açtığı bir ibâdettir. Hac zâten birlikteliğin en geniş şeklidir. Hac hep birlikte yapılan bir “ümmet ibâdeti”dir. Zekât, ben yiyip-içip giyebiliyorum, al sen de ye, ve giyin” mesajıdır. Böylelikle zekât “birlikte yaşayalım” mesajını verir. Meselâ misâfirlikte de öyledir. Yemeğe misâfir dâvet etmek, “berâber yaşayalım demektir. Yemeğe dâvet, berâber yaşamaya dâvettir. Zîrâ “berâber yemek, berâber yaşamak” demektir. Çünkü yaşamak ilk başta, yemek-içmek ile olur. Kur’ân’ın neredeyse tüm âyet, emir ve tavsiyeleri birliktelik içerir. Yaşamak bir birlikteliktir. Bayramlar yine öyledir. Düğün, ölüm vs. her-şey birlikte yapılır. İslâmda bireyciliğe aslâ ve kat’a yer yoktur. Kur’ân çok nâdir olarak “insan” derken, genellikle “insanlar” der.

 

Bireysel insana din etki etmiyor. Çünkü bireyi eleştirecek bir kişi yada toplum yoktur. Eleştirilmekten çok korkan birey, her-şeyden ve herkesten özgür olmayı ister. Böylece onu eleştirecek ve uyaracak kimse olmayacak ve hazzı ve zevki kesilmeyecektir. Kafa ve beden konforuna zarar gelmemiş olacaktır. Her-şeyden özgür olmak “bireyleşmek” demektir. Bireyleşmek “tek başına kalmak” demektir ki aslında modern insanın bunalımının ve buhrânının sebebi budur.

 

Modern insan, bireyleşmenin ve özgürleşmenin “derin bir yalnızlık” olduğunu görememekte, sonunda da buhrandan-buhrana ve bunalımdan-bunalıma sürüklenerek ömrünü boşa harcamaktadır. Ne demişti Hz. Zekeriya:

 

“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: Rabbim, beni yalnız başıma bırakma (bireyleştirme), sen mîrasçıların en hayırlısısın” (Enbiyâ 89).

 

Bireyciliğe savrulmuş modern insanlar, başta şeytan ve onun uşakları olan tâğutlar, sonra da tâğutların yerli taşeronları ve nihâyet kendi nefisleri tarafından sömürülmektedir. Bu sömürü liberâl-kapitâlist-modern sistemi besleyen ana unsurdur.

 

Bireycilik yada bireysellik, “adam” olamayanların yoludur. Zîrâ “adamlık dîni” üzere değildirler.

 

Bireycilik şeytandandır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »