“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp
ayrılmayın” (3/Âl-i İmran Sûresi 103.
âyet).
Bireycilik, “bireysel faydanın en çoklaştırılması” olarak ifâde ediliyor.
Târih boyunca insanlar,
-modern zamanlara kadar- sürekli olarak bir-arada ve iç-içe yaşamışlardır.
Çünkü buna mecburdular. Zîrâ insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını ancak bir-arada
yaşayarak karşılayabilmektedir. Üstelik güvenlik açısından da bir-arada olmak
“olmazsa-olmaz” bir durumdur. İlk başta insanlar toplum olarak sürekli bir-arada
yaşamışlar fakat çoğalınca mecbûren ayrı topluluklar hâline gelmeye
başlamışlardır. Fakat ultra-modern zamanlardaki (post-truth) kadar insanlar hiç
bu derece birey(sel)leşmemişti. Modernite bireysel bir din, bir yaşam-tarzı
ortaya koyarak toplumlar içinde yalnız yaşayan insanların olduğu bir dünyâ
kurdu ve zamanla bunu tüm Dünyâ’ya da yaydı. Bu tabî ki de bir fitne ve ifsâd
durumudur.
İslâm
kişinin bireysel yanını göz-ardı etmez elbette. Fakat onu vahiy ile inşâ ederek
bireyken “şahsiyet” hâline getirir. Şahsiyet olunca mutlakâ sorumluluk da olur.
Oysa bireysellik, sorumsuzluk demektir. Birey kendine dönükken, şahsiyet,
topluma dönüktür ve böylece bireyselliğin ayartmalarından uzak kalınır. Zîrâ
bireysellik “şeytanla baş-başa kalmak” demektir.
Bireycilik-bireysellik
kentleşme ile başlayan ve yayılan bir durumdur. Kentler, insanları belli bir
bölgeye toplasa da aslında birbirlerinden uzaklaştırır. Meselâ apartmanda insanları
sözde kapı-komşusu hâline getirse de arada bir komşuluk-dostluk durumu olmaz.
Demek ki insanlar arasında belli bir mesâfe olmalıdır. Fakat mesâfe olması,
“insanlardan tümüyle kopup birey(sel)leşmek demek değildir. Kentleşme arttıkça
bireyselleşme artar. İndividüalizm denen bireycilik, İslâm’dan onay alabilecek
bir şey değildir. Zîrâ İslâm, bir “toplum-devlet-ümmet-medeniyet projesi”dir.
Bireycilik; İslâm medeniyeti,
devleti, toplumu ve âilesinin ifsâd olmasının bir sonucudur. İslâm’da “birey”
değil “şahsiyet” vardır. Bireycilik, kapitâlist modernitenin arzuladığı ve tüm
insanların bireyleşmesine çalıştığı bir sistemdir ve bu bağlamda bireycilik bir
omurgasızlıktır, şahsiyetsizliktir ve hazza ve eğlenceye kilitlenmişliktir.
İslâm medeniyetinin yokluğu,
İslâm ümmetinin yokluğundandır. Ümmetin olmayışının sebebi ise, cihangir bir İslâm
devleti ve toplumunun olmamasından dolayıdır. İslâm devleti, İslâm toplumunun
yokluğundan, İslâm toplumunun yokluğu ise ideâl âilelerin bulunmayışındandır.
İdeâl ailelerin olmamasının nedeni ise, insanların bireyleşmesi ve bireyleşmek
istemesinden dolayıdır. O hâlde bireyden şahsiyete geçilmedikçe o ideâl âileler
olmayacak, o ideâl âileler olmayınca bir İslâm toplumundan bahsedilemeyecektir.
İslâm toplumunun yokluğunda ise bir İslâm devleti, ümmeti ve medeniyeti
kurulamayacaktır. Böylece Dünyâ rûhun zindanı olmaya devâm edecektir.
Küresel şeytanlar için insanlığın
bireye indirgenmesi de yetmez. Zamanla zihinsel ve düşünsel bölünmüşlük de
yaşanmaya başlanır.
İslâm’ı hesâba katmayan ve İslâm’ı
sâdece ara-sıra yapılacak kısa muhabbetlerin konusu sanan modern insan, Dünyâ’nın
sorunlarını bireycilik ile çözebileceğini zannetmektedir. Oysa bireycilik tam
tersine, sorunları katlayarak fazlalaştırır ki zâten mevcut sorunlar
bireyselleşmenin bir sonucudur. Sorunlar ancak İslâm-merkezli şahsiyetlerin
oluşturduğu ideâl âilelerin bir İslâm toplumu meydana getirmesiyle ve o
toplumun da bir devlet kurup İslâm ümmetini ve medeniyetini açığa çıkmasıyla
ortadan kalkar ve sorunlarla ancak
böylelikle en iyi şekilde mücâdele edilebilir.
Bireycilik,
lâik-seküler-demokratik siyâsetin ve liberâl-kapitâlist ekonominin bir sonucudur.
Çünkü bu şeytânî ideolojiler hayâtiyetlerini ancak bireycilik ile sağlayabilir
ve sürdürebilirler. İnsanlar bireyleştikçe ve tüm insanlar bireyselleştikçe,
mecbûren tüketim artacaktır ve adam-başı ev, kişi-başı eşyâ (buzdolabı, çamaşır
makinesi, televizyon, teknolojik âletler vs.) olacak, her-şey kelle-başı
üretilip satılacaktır. Böylece suyun başını tutmuş olan şeytanın uşakları olan
küresel tâğutlar ve onların yerli taşeronları servetlerini katlayarak
arttıracak ve nefislerini daha fazla kışkırtacaklardır. Zîrâ nefis ancak kışkırtılıp
durulduğunda tatmin olur. Bu kışkırtmanın hiç kesilmeden sürekli olarak
arttırılması gerekir. Nefsin gözünü bir parça topraktan başkası doyurmayacağı
için, nefsin kışkırtılması durumunun zamanla artması da gerekmektedir. Aksi-hâlde
huzursuzluk olacak ve bireyleşmiş olan modern insanı da huzursuz edecektir.
Çünkü birey hâline gelmiş olan modern insan, İslâm’dan ve dinden, dolayısı ile
adâlet, merhâmet ve vicdandan kopmuştur ve -kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân
ile mutmain olabileceği için- modern insanın aşırı kışkırtılmış nefsini hiç-bir
şey tatmin edememektedir. Sürekli bir haz, sürekli bir relax durumu ise bu
Dünyâ’nın hattâ kâinâtın formatına uygun olmadığı için bireyselleşmiş modern
insanın bu beklentisi boşa çıkmaktadır. İşte psikolojik ilaçların artmasının,
gereksiz harcamaların yapılmasının, kredi kartları borçlarının kat-kat fazlalaşmasının,
extrem ve sapık zevklerin ve gereksiz ihtiyaçların (ihtirâs) katlanarak
çoğalmasının nedeni, o bir türlü tatmin olamayan nefse tampon yapmak ve onu bir
nebze de olsa susturabilmek içindir. Bu nedenle bireycilikte dîne aslâ yer
bırakılmaz yada din sâdece zihinlerin ve kâlplerin konusu yapılabilir. Dînin kamusal
alanda gözükmesi yada kamuya hâkim olarak toplumun düzeltilmesi durumunda ise, din
hazza ve zevke sınır koyacağı için zinhar istenmez ve kabûl edilmez.
Bireycilik kendine alan
bulabilmek için mecbûren, sırasıyla; şahsiyetin, âilenin, toplumun, devletin
ve medeniyetin bozulmasını bekler ve bu gerçekleştiğinde
ise yeniden kurulmaması için her-şeyi yapar.
Bireyleşmiş modern insan
için âhiret ve gaybın diğer unsurları aslında “kesin” değildir ve bu nedenle de
“Dünyâ’yı ıskalamak” çok da mantıklı değildir. Bireyciler ve bireycilik, dînin
ve değerlerin kendilerini kısıtlamasını ve sınırlandırmasını istemezler. Çünkü
hazlarına ve zevklerine ara verilmesine zinhar katlanamazlar. Zîrâ nefs bunu
kabûl etmemektedir ve yeterli şekilde kışkırtılmazsa üzerinde bulunduğu insanı
huzursuz etmektedir. Böylece huzursuzluğa yakalanan modern birey hazdan ve
zevkten kopunca yada hazza ara vermek zorunda kalınca mecbûren psikolojik
ilaçlara yönelecektir. Çağımızda, hem ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da psikolojik
ilaç kullanımı kat-kat artarak fazlalaşmıştır ve insanlar bu ilaçlara bağımlı
hâle gelerek küresel ilaç şirketlerinin ağına düşmüştür ve bir türlü de kurtulamamaktadır.
Çünkü artık birey olmuştur ve yanında-yakınında çok da kimse kalmamıştır. Bu
nedenle mücâdele azmini yitirmiştir ve mücâdele edememektedir. Onu teselli
edecek ve destek olacak mü’min şahsiyetler, İslâm-merkezli kurulmuş olan âilesi
ve diğer âile dostları, İslâm toplumu, devleti, ümmeti ve medeniyeti yoktur.
Ama daha da önemlisi kâlbini tatmin edecek ve huzûr verecek tek şey olan vahiyden
de kopuktur yada vahiyle sâdece kültürel ve zihnî olarak ilgilenmektedir ki o
da çok sınırlı ve yetersizdir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma ve kendi üzerinde İslâmî
bir düşünce-yaşama durumu da olmadığı için, içi bomboş olmuş bir durumda yaşayacak,
eğer intihar etmezse, zâten sürekli buhranlarının sonucunda çok da fazla yaşayamayacak
ve bir kenarda-köşede yada ölümünden bir-kaç gün/hafta sonra kokmuş olarak
bulunan cesedini ancak belediye çalışanları söylene-söylene kaldıracaktır.
Üstelik bir de bunun âhiretteki hesabı olacaktır.
Bireycilik anlamsızlık
demektir. Bir anlama ve değere inanmadıkları yada bağlanmadıkları için “birey”
olmuşlardır. Zîrâ anlam, “toplum” ister, başkalarını ister. Birey olunca
anlamsızlık içinde bunalımdan-bunalıma girmek kaçınılmazdır. Böylece birey, hiç
kimseye güvenemeyen ve her-şeyden şüphe eden biri olup çıkar.
Bireycilik, “anlamsızlık”
demektir.
Tek-başına olunca anlamsız olur. Kâinatta ve Dünyâ’da hiç-bir materyâl; ormanlar, ağaçlar, bitkiler
ve hayvanlar “birey” değildir ve birey olarak kalamaz.
Kalırlarsa ölürler. Kelimeler bireyleşince anlamını
kaybeder. Daha da bölünüp harflere
ayrılınca hiç-bir
şey ifâde etmezler. İşte modern insan
da böyledir. Bireyleşmiş
ve anlamdan kopmuştur, zîrâ
Allah’tan kopmuştur. Her sözcük nasıl ki bir cümlenin içinde
anlamlıysa,
her insan da toplumun-milletin-ümmetin içinde anlamlıdır. Aksi-hâlde anlamsız olur. Eğer birey “şahsiyet” olarak
toplum içinde olursa hem kedisini geliştirir hem de toplumun gelişmesine yardımcı
olur. Şahsiyetlerden oluşmuş toplumlar (ümmet) anlamlıdır ve anlam katar. Anlam bütünlüğün içinde gizlidir. Bütünlük yoksa
ve parçalanmışlık-bireyselleşmişlik varsa “anlamsızlık” da vardır.
Anlamsızlığın olduğu yerde ise mutlakâ Allah’sızlık olur. Allah’sızlık,
Dünyâ’yı anlamsızlıklar zindanına çevirir.
Daha ana-okullardan îtibâren
çocuklara bireycilik ve bireysel davranış kuralları öğretilir ve aslında
yapılan öğretimde âile ilişkileri gevşetilmiş olur. Mevcut müfredat, başta din
olmak üzere tüm âilevî ve mânevî değerleri gevşetip yok etmekte ve sâdece maddî
değerleri öne çıkarmakta ve hattâ sâdece maddî olanı tek değer olarak
sunmaktadır. Artık bu mevcut öğretim sistemi ile öğrenim gören çocuklar sıkı
birer “birey” olmakta ve bireyciliği savunur hâle gelmektedirler. Bu bağlamda
bu çocuklar, -aslında ana-babalarına bağlı birer asalak olmalarına rağmen-,
kendilerini Kaf Dağı’nda görmekte ve sanki birer prens ve prensesmiş havasına
girmektedirler ve de kendilerine prens ve prenses gibi davranılmasını
beklemektedirler. Tabi hayâtın acı yüzüyle âniden karşılaştıklarında ve aslında
bir “hiç” oldukları hayâtın acı tecrübeleriyle kendilerine gösterildiğinde ise,
çok büyük çoğunluğu soluğu psikiyatristler, psikologlar vs.de almakta ve
psikolojik ilaçlara bağımlı hâle gelmektedirler. Bu aynı-zamanda “zorunlu
eğitim”in bir sonucudur ve zâten sistem, bireyci, zayıf ve kişiliksiz insanlar
yetişsin diye bu müfredât ve eğitim sistemini uygulanmaktadır.
Bireyciliği kurmak çok
kolaydır. Zîrâ bireycilik nefis-merkezlidir ve nefse yöneliktir. Nefisler ise
herkeste aynıdır ve aynı yöne meyillidir ve hazza-zevke-rahata ayarlıdır. O
yüzden insanları İslâm-dışı ve nefs-merkezi sistemlere entegre etmek zor
değildir. Mağlûp milletlerin sürekli olarak söyledikleri “adamlar nasıl düşünüp
plânlayıp yapmışlar” sözünde çok da a-normâl bir şey yoktur. Eğer nefislere
göre yapıp-ediyorsanız insanların o şeye yönelmeleri için başka bir şey yapmanıza
gerek yoktur. Nefs dominosunun ilk taşını düşürdüğünüzde, dominonun diğer
taşları seve-seve arkasından yıkılır gelir. İslâm ise “nefse rağmen olan”dır ve
o yüzden İslâmî bir yapıyı kurmak çok-çok zordur ve büyük bedeller ister. Büyük
vazgeçişler olmadan olmaz.
Bireyselleşmiş olanlar her-şeyde
kendi kararlarına göre düşünüyor ve hareket ediyorlar. Başkalarını dinleseler
bile sonunda yine de kendi kararlarını veriyorlar ve ona göre hareket ediyorlar.
Bireycilik, “kimsenin kimseyi takmaması durumu”dur. Oysa bir mü’minin böyle düşünme
ve davranma durumu söz-konusu bile olmaz. Zîrâ Kur’ân buna izin vermez: “Onların iş ve yönetimleri aralarında şûrâ iledir” (Şûrâ
38).
Bireyleşmiş olanlar hiç-bir
uyarıyı, öğüdü ve en önemlisi de dînin emirlerini dinlemediği için, nefsiyle
baş-başa kalıyor ve artık nefsi ne derse onu yapıyor ve yapıp-ettiği gibi
düşünmeye başlıyor. Nefsinin direktiflerini kendi özgür kararları sanıyor. Oysa
nefsi onu uçurumdan-uçurma sürükleyip durmaktadır. Zîrâ dinden bağımsızlaşmış
olan nefis şeytanın iktidâr alanıdır ve şeytanın direktiflerine göre hareket
eder. Bireycilerin tek ölçüleri nefisleridir. Hattâ bağlı gibi göründükleri
şeytânî-beşeri ideolojileri bile aslında nefsinin çıkarına uygun olduğu için
desteklemektedir. Yoksa nefislerine aykırı olarak o ideolojiler umurlarında
bile değildir ve o ideolojiler uğruna parmaklarını bile kıpırdatmazlar.
Bireycilikte Allah rızâsı ya çok sınırlandırılmıştır yada hiç yoktur. Modern
insan bireyciliğin ve de dolayısıyla bencilliğin zirvesinde dönüp durmaktadır.
Bireyciler, yaşam
kalitesinin düşmesinin düşüncesinden bile korkunç bir ürküntü duyarlar. Hattâ
bırakın yaşam kalitesinin düşmesini, onun sürekli bir şekilde yükselmesini
engelleyen şeylere düşman olurlar. Baktığımızda, Dünyâ’nın küçük bir mutlu
azınlığı, yaşam kalitelerinin artarak ilerlemesini dinleştirmişlerdir. Bu
nedenle de yaşam kalitelerinin ilerlemesinin bir nebze düşmesine bile katlanamazlar
ve bu yüzden Dünyâ’nın yarısından fazlasının hayatlarını perişân etmekten
çekinmezler. Hayat kalitelerinin düşmemesi için milyonlarla ifâde edilebilecek
sayıdaki mâsumların ve mazlumların ölmesini yada hayatlarının perişân olmasını umursamazlar
ki modern dünyâda bu durum çok bâriz bir şekilde görülmektedir.
Rockefeller, Rothschild, Morgan vs. gibi şeytana tapan âileler ve Dünyâ’yı
yöneten hânedanlar, sermâyelerinin katlanarak artması sekteye uğradığında
çeşitli ülkelerde savaşlar çıkarabilmekte ve milyonlarca insanın ölmesine neden
olabilmektedirler. Fakat bu-arada yıkıcı silahları üretenler de onlar olduğu
için servetlerini arttırabilmektedirler. Sonuçta Dünyâ’yı ahlâksız bir hâle
getirebilmekte ve nice sapkınlıkları normâlleştirebilmektedirler. Üstelik
beyinleri ve kâlpleri iğdiş olmuş birey(ci)ler de buna yoğun bir şekilde destek
vermektedirler.
Bireyler, kapı-komşusundan,
sokağından ve mahâllesinden habersizdir ve zorunlu çok kısa ilişkiler dışında kimseyle
ilgilenmezler. Kimse için riske girmezler. Hayâtlarını bir değer ve ideâl için adamaları ve tehlikeye atmaları
ise söz-konusu bile değildir. Bir kötülüğü düzeltmek ve bir iyiliği yaymak için
girişimde bulunmaları zinhar mümkün değildir. Bu uğurda kafa ve beden
konforlarını bozmak onlar için bir felâkettir.
Bireyleşmiş olanlar dost da olamıyorlar,
çünkü “kardeşlik”ten korkuyorlar. Karşılıksız bir şey yapmak onlara çok
mantıksız geliyor ve bir bardak su vermek bile aslında zorlarına gidiyor ve kendilerini
“kullanılmış” hissediyorlar. Çocuklar bile artık ana-babalarının yararlarına
bir şey yapmayı istemiyorlar ve bu onlara çok zor geliyor. Ancak kendi
nefislerinin tatmini ve hazzı peşindeler. O hazzı kısıtlayan yada engelleyen
her-şeyden nefret ediyorlar. İnsan sevmiyorlar, çünkü insan “sorumluluk”
anlamına geliyor. Bu yüzden insanı bir “yük” olarak görüyorlar.
Bireyciler ve bireycilik sorumluluktan
nefret eder. O nedenle de ya hiç evlen(e)mezler yada evlenseler bile hemen
boşanıverirler ki modern bireyci dünyâda boşananların sayısı, neredeyse evlenenlerden
sayıca daha çok olmaya başladı. Zîrâ bireyselleşmiş olan modern insan, sözde âşık
olduğu eşine ve çok sevdiği çocuklarına bile katlanamıyor ve uğraşmak
istemiyor. Çünkü nefsini sınırlaması gerekiyor, hazzını sınırlaması gerekiyor.
Amerika’da bir kadının, kış aylarında yaptığı tâtil plânı, doğurduğu gayrı
meşrû çocuk yüzünden iptâl edilme tehlikesi doğurduğu için bebeğini öldürmüştü.
“Tâtile gitmemi engelleyecekti” dedi. Çünkü tâtil onun için her-şey demekti.
Birey için bu çok önemlidir. Modern birey için tâtil, nefsin en önemli gördüğü
şeydir, çünkü modern insan hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde
yaşayabilecektir. O yüzden tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür. Hazzının
engellenmesine ve nefsinin tatminine aslâ dayanamayan modern insan ve birey, nefsinin
tatmini uğruna en inanılmaz şeyleri bile yapabilir. “Omletini yapmak için
Dünyâ’yı yakmaktan çekinmez” denir ya, işte öyle bir şey.. Nefsinin tatminin ve
hazzının kesilmemesi için dînini değiştirmekten yada terk etmekten hiç
gocunmaz. Ülkesini, devletini ve milletini bile satabilir. Bakmayın siz “vatan
millet Sakarya” edebiyatlarına. Sıra vatan için askerlik yapmaya yada vergi
ödemeye gelince, askerliği “paralı askerlik” şeklinde yada daha da çirkin
yollarla iptâl edebilirken, ödemesi gereken vergiyi kaçırmak için her türlü
nâmussuzluğu bile yapabilmektedir.
Bireyciler ve bireycilik
için önemli olan şey, tüketmek ve tüketmenin kesilmemesidir. Üretim alanında ise
pek de bir şey yapmazlar. Zîrâ üretmek için hazza ve zevke ara vermek şarttır. Birey
hâline gelmiş olan modern insan, “hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi
yapabilecek” duruma gelmiştir. Yâni hazzının ve zevkinin kesilmemesi ve sürekli
bir relaks hâlinde olmak ve kalmak için her-şeyi yapabilirler.
Birey olmuş modern insan,
gayba inanmakta çok zorlanır yada inanmaz. Gözüyle görmediği şeye inanmaz ve
onun için aslâ bir şey yapmaz. Âhiret inancı yoktur ve bu yüzden bir-çoğu deist
ve ateist olmuştur. Bireyselleşmiş modern insanın ahlâkı değil “etik”i vardır
ve bunu savunmaktadır. Etik, dünyâ-merkezli iken, ahlâk hem dünyâ hem de
âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhiretteki cezâ ve ödül,
kişinin davranışlarını yönlendirir.
Etik, birey(cilik) içindir. Etik,
“sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok
dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun.
Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin
malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez,
zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir
kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği onu bir
yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada
eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve
olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o etik kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği
ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz
yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve
cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü sâdece o
görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu o suçtan hiç kimsenin haberi
olmayacak ve icâbında suçlu kişi 90 yaşına kadar yaşayacaktır. Âhiret inancı ve
korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu ihbâr etmeye ne
zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı
yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay
cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben
şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim
ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç”
(âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan
Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine;
“hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte
îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk bunu yaptırır.
İnsan-merkezli olan etik göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk zinhar
göz-ardı edemez. Birey, ahlâklı olmayı sonuna kadar sürdüremezken, şahsiyetli
kişi ise suçu âhirete bırakmaktan korkar. H. D. Thoreau gerçek ahlâktan
bahsederken bir misâl verir ve şöyle der:
“Batan bir
gemiden sağ kalan yaralılardan biriyiz ve yüzmekteyiz. O sıra bir tahta
parçasına tutunmuş ve daha rahat yüzerek ilerleyen ve bizden daha zayıf olan
birinin elinden tahta parçasını çekip aldık. O tahta parçasını geri verin!.
Çünkü size âit değil!. O tahta parçasını geri verebiliyorsanız, evet, siz
ahlâklı birisiniz; yok veremiyorsanız, onu verinceye kadar siz ahlâksız
birisiniz ve cennet ahlâksızlara haramdır”.
İşte bunu
yapacak olan kişi, âhiret bilincine ve korkusuna sâhip olan şahsiyetli kişidir.
Bencilleşmiş ve “birey” olmuş olanlar ise bunu aslâ yapmazlar. Ne olursa-olsun
hayatta kalmak ve iyi bir hayat yaşamak bireyselleşmiş olanlar ve bireycilik
için olmazsa-olmaz bir şeydir.
Bireycilikte “herkesin hayâtına
kimse karışamaz” repliği motto olmuştur. İnsan bireye indirgenince çok kolay
yönetilir ve yönlendirilir. Meselâ bireyin cinsel kimliği bile kolayca
tartışmalı hâle getirilebilir. “Cinsiyet eşitliği projesi” bireyciliğin bir
sonucudur. İnsanlar şahsiyetli fertler olarak ideâl âilelere sâhip olmuş
olsalar, bu tür sapıklıkların ortaya çıkması söz-konusu bile olmaz. Sezai
Karakoç bu konuda şöyle der:
“Cemaat
toplumlarından cemiyet toplumlarına dönüş, insanların yalnızlaşıp ben-merkezci
anlayışların topluma hâkim olmasına sebep olmuştur. Özellikle 1950’lerden sonra
insanın yalnızlaşması, içine kapanık ve bunalım hâlinde sorunlu bir varlığa
(birey) dönüşmesi büyük sorunları berâberinde getirmiştir. İşte batı’nın bu rûh
hâli içinde gelişmesi doğu insanını da etkilemiş, bâtı’nın mânevî, ahlâkî
çöküntüsü “doğu insanı”nı da etkilemiştir”.
İslâm’da en küçük unsur “birey” değil, “şahsiyet
sâhibi insanlardan oluşmuş olan âile”dir. Sağlıklı bir toplum da bireylerden
değil, şahsiyet sâhibi insanlardan oluşan âilelerden meydana gelir.
Bireyselleşmenin bir hâl olmaktan çıkıp ideolojiye evirildiği bir dönemi
yaşıyoruz. Neredeyse toplumsal her değerin bireye has kılındığı, bunun da
özgürlüğe
temel alındığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. Abdurrahman Arslan
bu konuda şunları söyler:
“Modern çağ, insanı zorunlu olarak yalnızlığa
itiyor. Çünkü onu ölüm duygusundan uzak tutarak gelecek kaygısını gündelik
imkânlara yöneltiyor. Bir müslüman olarak ben bir kulum, ben
birey olamam, kendimi birey olarak tanımlayamam. Çünkü birey
doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârın, otoritenin kendisi olduğunu söyler. Oysa
doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârı ben vermem, inancıma mürâcaat ederek, referansta
bulunarak cevap veririm. Yâni ben her-şeyden âzâde olmuş bir otorite değilim, onun
için konuşmalarımda biri benden ‘evet’ yada ‘hayır’
cevâbı bekler,
ama ben ona karşılık ‘inşallah’ derim, üçüncü bir şahsa göndermede
bulunurum, onun iznini almak üzere.
Mâhiyet ve işlevi
îtibârıyla bugünkü
bilgi dünkünden farklı bir bilgiyi; hayat-tarzı
da herkesin paylaştığı
ortak
husûsiyetini kaybederek bütünüyle bireye âit tecrübeyle anlam ve meşrûiyet
kazanan, kişiye
münhasır yeni bir
hayat anlayışını ifâde ediyor. Kendi özgünlüğü içinde ‘hayat’ dediğimiz,
dün herkesin
ortak katılımıyla gerçekleştirdiği, bugün ise bireyin sâdece ‘şahsî
tecrübesi’ şeklinde
anlaşılıyor. Zamânımızın
felsefî düşüncesi ve kültürü, anlaşılacağı gibi ‘anlam’ ve ‘değer’in kaynağını
değiştiriyor, bunların kaynağını hârici bir otoriteye âit olmaktan çıkartıp birey-merkezli
olarak yeniden inşâ ediyor. Dün bunların kaynağının ve bunlarla alâkalı nihâi
karar verici otorite din yada toplum olurken, bugün tek kaynağın birey olduğu
kabûl edilmektedir. Artık birey, çağdaş dünyâda hayâtın nasıl yaşanacağı
husûsunda ‘yegâne karar verici otorite’ mertebesine geçiyor. Buna bağlı olarak
değişen bilgi telâkkisi mevcut bütün ortaklıklara, paylaşımcılık ve cemaat rûhu
taşıyan her türlü beşerîliğe de son veriyor. Ortak bir anlam ve
yaşam-biçiminden bu durumda söz etmek imkânsızlaşıyor, söz edilmesi hâlinde bu
‘ataerkillik’ olarak vasıflandırılmakta, bunun da ‘birey özgürlüğünü tehdit
altına aldığı’ varsayıldığından karşı çıkılmaktadır.
Çağdaş
sosyâl bilimler, ‘toplum’ dediğimiz beşerî dünyâyı meydana getiren en küçük
unsurun ‘birey’ olduğu kabûlü üzerine kurulmuştur. Sosyâl/siyâsî teorinin on
dokuzuncu asırdan îtibâren kendini fizîkî bilimlere göre düzenlemeye çalışmasının
bunda önemli bir rolü var. Atom, nasıl fizîkî dünyânın en küçük parçası olarak
kabûl edilmişse, Latince anlamı içinde birey de beşerî dünyânın ‘bölünemez en
küçük parçası’ kabûl edilerek tanımlanmıştır. Bu tanım içerisinde birey
fazlasıyla soyut bir insandır; kökeni yâni nereden geldiği ve cinsiyeti
îtibârıyla belirsizlik taşır. İslâm’ın mü’min-mü’mine şeklinde vererek
tanımladığı insan modeliyle bu nedenle uyuşmaz. Ancak birey, modern hayâtın ve
ilişkilerin kurucu unsuru olarak merkezî bir yer tutar. Özgürlük, siyâset,
iktisat hattâ -din başta olmak üzere- toplum hayâtı ile ilgili her-şey,
bireyden hareket edilerek tanımlanmış ve ona göre yeniden düzenlenmiştir. Ne var ki mesele bu kadarla sınırlı
kalmamış, cemaatsel
bir yapı olmasına rağmen âile, yine bireyden hareket edilerek değerlendirmeye
tâbi tutulmuştur.
Bu zihniyete göre
âile, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan, kendisini meydana getiren üyelerine,
birbirlerine karşı sorumluluk yükleyerek onları
kayıt altına alan,
dolayısıyla ‘sosyâlleşmenin önündeki engellerden biri’ olarak
kabûl edilmiştir. Eğer İslâm’a âit bir teoriden bahsetmek mümkün
olsaydı, diyebilirdik ki ‘İslâm’ın sosyâl teorisi birey değil cemaat üzerine
kuruludur’. Diğer bir ifâdeyle modern sosyâl teori; birey, toplum ve ulus
üzerine kurulurken, İslâm’ınki âile, cemaat/ler ve millet/ümmet üzerine
kuruludur. İslâm’ı bir hayat; siyâsî, iktisâdî bütün unsurlarıyla işlerliğini
bunlar üzerinden sürdürür”.
Bireyciler her zaman gücün
ve güçlünün yanındadırlar. Zîrâ güçsüzün yanında olmak bedel ister ve hazlardan
ve zevklerden mahrum olmayı gerektirir. O yüzden bireycilikte zâlim ve şerefsiz
de olsa güçlüden yana olmak ve dolayısı ile mâsumların ve mazlumların
karşısında olmak vardır. Meselâ Gazze’lilere karşı İsrâil’in tarafını tutmanın
hiç-bir bedeli yoktur. Oysa Gazze’nin tarafını tutmanın en azından maddî bir
külfeti olur.
İslâm demek “sınır” demektir.
Modernite bu sınırı bireycilik ile aşmıştır. Zâten bireycilik tüm değerleri aştığını
düşünür. Kendisi leşe ve pisliğe batmışken kendini “her-şeyi aşmış” olarak
görmektedir. Sınır sevmemekte ve istememektedir. Bu nedenle de ahlâkî bir duyarlılığı
bile kalmamıştır. Ona göre haz ve zevk için her-şey mümkündür ve meşrûdur.
Bireycilikte her-şey kışkırtılmış seviyededir. O yüzden sınır yoktur. Bir sınır
olmadığında hiç-bir sınır olmayacağı için her-şey son sınırına dayandırılır.
Yeme-içme, giyinme, eğlence ve cinsellik, sapıklık noktasındadır. Çünkü bireycilik
câhiliyenin son numaralarından birdir ve modern dünyâ bu akıma kapılmış cehenneme
doğru sürüklenmekte ve yuvarlanmaktadır. Modern birey, domatesin nereden geldiğini bilmeyen, ekmeğin neden
yapıldığını, suyun nerelerden akıp eve ulaştığını, evinin ısıtıldığı gazın
nereden çıktığını, hattâ evin nasıl
ısındığını
bile bilmeyen bir tüketici hâline gelmiş durumdadır.
Modernite,
(akıl-bilim-teknoloji) kendini her-şeyden, ama daha çok da ilâhî-gaybî olandan
özerkleştirince, mecbûren yalnızlığa ve bireyciliğe gelip dayandı ve bunu
normâlleştirmeye çalışmaktadır. Modernite her zaman, ortaya koyduğu şeyi
meşrûlaştırmaya çalışır. Bu bağlamda bireyciliği de meşrûlaştırmaktadır.
Korona-virüs nedeniyle
söylenip duran “sosyâl mesâfe” aslında “fizîki mesâfe”dir ve öyle olmalıdır.
Sosyâl mesâfe bireyciliktir, bireyciliği açığa çıkarır ve arttırır. Çünkü
insanlar olağan-üstü durumlarda birbirlerinden fizîken uzaklaşmak zorunda
kalabilirler ama bu, sosyâl olarak uzaklaşmak yâni “insan ilişkilerini
koparmak” anlamına gelmemelidir.
Teknoloji fazlalaştıkça ve
çeşitlendikçe bireycilik artıyor. İletişim aracı olarak sâdece radyonun olduğu
zamanlarda insanlar radyoyu bir yerde toplanarak dinlerlerdi. Televizyon
çıkınca herkes âilece dinlemeye başladı. Fakat telefon, bilgisayar ve tabletler
çıkınca herkes kendi başına bunları kullanmaya, dinlemeye ve tek-başına öğrenmeye
başladı. Teknoloji insan ilişkilerini kopardı ve insanlar bireyselleştiler. Telefon,
tablet ve bilgisayarlar, bireyci ve bireyselci cihazlardır, bireyselliği arttırmaktadırlar.
Allah’tan, dinden, mânâdan kopuk ve bağımsız yenilikler insanları birbirinden
ayırıyor ve sonunda olanlar oluyor.
Modernite, insanları bireyleştirme
uğruna, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı şeytan-işi pislik uygulamaları kânun
olarak kabûl etmiştir ve uygulamaya başlamıştır. Fakat kânun ters tepmiş ve işi
daha da berbat bir hâle getirmiştir. “Âileyi yıkma projesi” olan bu kânun,
kişileri bireyleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve zâten bu kânun,
liberâl-kapitâlist tâğutların ve onları yerli uşaklarının “daha fazla üretim-tüketim”
için şeytandan aldıkları ilhamla ortaya koydukları bir projedir.
Bireyci öğretimde (eğitim
değil) en önem verilen ders matematiktir. Modern insan her-şeyi matematiğe
vurmaya alıştırılmıştır ki en çok da bireyciler matematiği kullanarak hesap
yaparlar ve salt matematik ile hesap yaptıkları için hesapları tutmaz ve
sonunda zarar ederler. Çünkü matematik tek-başına yetebilecek bir alan
değildir. Hattâ tek-başına matematik, kişiyi bunalıma bile götürebilir. Ahmet
Şimşirgil: “Matematik, fizik ve kimyâ ile adama şahsiyet veremezsiniz, şahsiyet
kazandıramazsınız. Şahsiyet, edebiyatla, târihle ve din ile kazandırılır” der.
Modernizm bir “tatminsizlik
uygarlığı”dır. Bu tatminsizlik bireycilikte en ileri seviyesini yakalar. Birey,
tatminsiz kişidir. Şahsiyet olana kadar da tatmine eremez ki şahsiyet olması
ise vahiy-merkezli bir düşünüş ve yaşam üzere olmasıyla mümkündür.
Ve bireycilik-bireysellik-bireyciler
için korkunç bir durum.. Ölüm!. İşte bireycileri en çok endişelendiren ve
korkutan şey, kaçınılmaz şey olan ölümdür. “Her
can ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57.
Ayrıca; Âl-i İmran 185 ve Enbiyâ 35) âyetinden hiç haz-etmezler. İşte bu nedenle ölümden kurtulabilmek ve ölümsüzleşmek
için can atarlar ve bu konuda modern-bilim ve teknolojiye çok güvenirler ve
bir-an önce bilim ve teknolojinin ölümsüzlüğü bulmasını arzularlar. Çünkü bireyciler
bencildirler de aynı-zamanda. Bireycilik, bencillik de demek olduğu için, “ben
yaşayayım da gerisi ne olursa-olsun” düşüncesindedirler. Ölüm, insanı yok
etmeye yönelten büyük bir kaos. Modern ölüm-bilgisi, ölümle başa çıkmaya
yetmiyor. Bu nedenle klonlama, genetik temeli dönüştürme gibi ölüm projeleri
peşinde koşuyor. Ölüm kültürünü değiştirmek yerine, biyolojisini değiştiren
varlık mutlu olacağını sanıyor.
İslâm bireyciliğe karşıdır ve bu karşıtlık ibâdetlerde de açıkça
gözükmektedir. İbâdetler bireyciliğe karşıdır. Zîrâ namaz hep birlikte cemaatle kılınır. Cum’a ve bayram namazlarında bu daha da bâriz görülür. Oruç, insanların hep birlikte berâberce sahur yapıp yeme-içmeyi kesmesi ve akşam ezanı ile birlikte hep berâber iftar edip orucu açtığı bir ibâdettir. Hac zâten birlikteliğin en geniş şeklidir. Hac hep birlikte yapılan bir “ümmet ibâdeti”dir. Zekât, “ben yiyip-içip giyebiliyorum, al sen de ye, iç
ve
giyin” mesajıdır. Böylelikle zekât “birlikte yaşayalım” mesajını
verir. Meselâ misâfirlikte de öyledir. Yemeğe misâfir dâvet etmek, “berâber yaşayalım” demektir. Yemeğe dâvet, berâber yaşamaya
dâvettir. Zîrâ “berâber yemek, berâber
yaşamak”
demektir. Çünkü yaşamak ilk başta, yemek-içmek ile
olur. Kur’ân’ın neredeyse tüm âyet, emir
ve tavsiyeleri birliktelik içerir. Yaşamak bir birlikteliktir. Bayramlar yine öyledir. Düğün, ölüm vs. her-şey
birlikte yapılır. İslâm’da bireyciliğe aslâ ve kat’a yer yoktur. Kur’ân çok nâdir olarak “insan” derken,
genellikle “insanlar” der.
Bireysel insana din etki etmiyor.
Çünkü bireyi eleştirecek bir kişi yada toplum yoktur. Eleştirilmekten çok
korkan birey, her-şeyden ve herkesten özgür olmayı ister. Böylece onu
eleştirecek ve uyaracak kimse olmayacak ve hazzı ve zevki kesilmeyecektir. Kafa
ve beden konforuna zarar gelmemiş olacaktır. Her-şeyden özgür olmak “bireyleşmek”
demektir. Bireyleşmek “tek başına kalmak” demektir ki aslında modern insanın
bunalımının ve buhrânının sebebi budur.
Modern insan, bireyleşmenin
ve özgürleşmenin “derin bir yalnızlık” olduğunu görememekte, sonunda da
buhrandan-buhrana ve bunalımdan-bunalıma sürüklenerek ömrünü boşa
harcamaktadır. Ne demişti Hz. Zekeriya:
“Zekeriya da; hani
Rabbine çağrıda bulunmuştu: Rabbim, beni yalnız başıma bırakma (bireyleştirme),
sen mîrasçıların en hayırlısısın”
(Enbiyâ 89).
Bireyciliğe savrulmuş modern
insanlar, başta şeytan ve onun uşakları olan tâğutlar, sonra da tâğutların
yerli taşeronları ve nihâyet kendi nefisleri tarafından sömürülmektedir. Bu
sömürü liberâl-kapitâlist-modern sistemi besleyen ana unsurdur.
Bireycilik yada bireysellik,
“adam” olamayanların yoludur. Zîrâ “adamlık dîni” üzere değildirler.
Bireycilik şeytandandır
vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder