1 Aralık 2020 Salı

Bireycilik


“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın” (3/Âl-i İmran Sûresi 103. âyet).

 

Bireycilik, “bireysel faydanın en çoklaştırılması” olarak ifâde ediliyor.

 

Târih boyunca insanlar, -modern zamanlara kadar- sürekli olarak bir-arada ve iç-içe yaşamışlardır. Çünkü buna mecburdular. Zîrâ insanlar, çeşitli ihtiyaçlarını ancak bir-arada yaşayarak karşılayabilmektedir. Üstelik güvenlik açısından da bir-arada olmak “olmazsa-olmaz” bir durumdur. İlk başta insanlar toplum olarak sürekli bir-arada yaşamışlar fakat çoğalınca mecbûren ayrı topluluklar hâline gelmeye başlamışlardır. Fakat ultra-modern zamanlardaki (post-truth) kadar insanlar hiç bu derece birey(sel)leşmemişti. Modernite bireysel bir din, bir yaşam-tarzı ortaya koyarak toplumlar içinde yalnız yaşayan insanların olduğu bir dünyâ kurdu ve zamanla bunu tüm Dünyâ’ya da yaydı. Bu tabî ki de bir fitne ve ifsâd durumudur.

 

İslâm kişinin bireysel yanını göz-ardı etmez elbette. Fakat onu vahiy ile inşâ ederek bireyken “şahsiyet” hâline getirir. Şahsiyet olunca mutlakâ sorumluluk da olur. Oysa bireysellik, sorumsuzluk demektir. Birey kendine dönükken, şahsiyet, topluma dönüktür ve böylece bireyselliğin ayartmalarından uzak kalınır. Zîrâ bireysellik “şeytanla baş-başa kalmak” demektir.

 

Bireycilik-bireysellik kentleşme ile başlayan ve yayılan bir durumdur. Kentler, insanları belli bir bölgeye toplasa da aslında birbirlerinden uzaklaştırır. Meselâ apartmanda insanları sözde kapı-komşusu hâline getirse de arada bir komşuluk-dostluk durumu olmaz. Demek ki insanlar arasında belli bir mesâfe olmalıdır. Fakat mesâfe olması, “insanlardan tümüyle kopup birey(sel)leşmek demek değildir. Kentleşme arttıkça bireyselleşme artar. İndividüalizm denen bireycilik, İslâm’dan onay alabilecek bir şey değildir. Zîrâ İslâm, bir “toplum-devlet-ümmet-medeniyet projesi”dir.

 

Bireycilik; İslâm medeniyeti, devleti, toplumu ve âilesinin ifsâd olmasının bir sonucudur. İslâm’da “birey” değil “şahsiyet” vardır. Bireycilik, kapitâlist modernitenin arzuladığı ve tüm insanların bireyleşmesine çalıştığı bir sistemdir ve bu bağlamda bireycilik bir omurgasızlıktır, şahsiyetsizliktir ve hazza ve eğlenceye kilitlenmişliktir.

 

İslâm medeniyetinin yokluğu, İslâm ümmetinin yokluğundandır. Ümmetin olmayışının sebebi ise, cihangir bir İslâm devleti ve toplumunun olmamasından dolayıdır. İslâm devleti, İslâm toplumunun yokluğundan, İslâm toplumunun yokluğu ise ideâl âilelerin bulunmayışındandır. İdeâl ailelerin olmamasının nedeni ise, insanların bireyleşmesi ve bireyleşmek istemesinden dolayıdır. O hâlde bireyden şahsiyete geçilmedikçe o ideâl âileler olmayacak, o ideâl âileler olmayınca bir İslâm toplumundan bahsedilemeyecektir. İslâm toplumunun yokluğunda ise bir İslâm devleti, ümmeti ve medeniyeti kurulamayacaktır. Böylece Dünyâ rûhun zindanı olmaya devâm edecektir.

 

Küresel şeytanlar için insanlığın bireye indirgenmesi de yetmez. Zamanla zihinsel ve düşünsel bölünmüşlük de yaşanmaya başlanır.

 

İslâm’ı hesâba katmayan ve İslâm’ı sâdece ara-sıra yapılacak kısa muhabbetlerin konusu sanan modern insan, Dünyâ’nın sorunlarını bireycilik ile çözebileceğini zannetmektedir. Oysa bireycilik tam tersine, sorunları katlayarak fazlalaştırır ki zâten mevcut sorunlar bireyselleşmenin bir sonucudur. Sorunlar ancak İslâm-merkezli şahsiyetlerin oluşturduğu ideâl âilelerin bir İslâm toplumu meydana getirmesiyle ve o toplumun da bir devlet kurup İslâm ümmetini ve medeniyetini açığa çıkmasıyla ortadan kalkar ve sorunlarla  ancak böylelikle en iyi şekilde mücâdele edilebilir.

 

Bireycilik, lâik-seküler-demokratik siyâsetin ve liberâl-kapitâlist ekonominin bir sonucudur. Çünkü bu şeytânî ideolojiler hayâtiyetlerini ancak bireycilik ile sağlayabilir ve sürdürebilirler. İnsanlar bireyleştikçe ve tüm insanlar bireyselleştikçe, mecbûren tüketim artacaktır ve adam-başı ev, kişi-başı eşyâ (buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, teknolojik âletler vs.) olacak, her-şey kelle-başı üretilip satılacaktır. Böylece suyun başını tutmuş olan şeytanın uşakları olan küresel tâğutlar ve onların yerli taşeronları servetlerini katlayarak arttıracak ve nefislerini daha fazla kışkırtacaklardır. Zîrâ nefis ancak kışkırtılıp durulduğunda tatmin olur. Bu kışkırtmanın hiç kesilmeden sürekli olarak arttırılması gerekir. Nefsin gözünü bir parça topraktan başkası doyurmayacağı için, nefsin kışkırtılması durumunun zamanla artması da gerekmektedir. Aksi-hâlde huzursuzluk olacak ve bireyleşmiş olan modern insanı da huzursuz edecektir. Çünkü birey hâline gelmiş olan modern insan, İslâm’dan ve dinden, dolayısı ile adâlet, merhâmet ve vicdandan kopmuştur ve -kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olabileceği için- modern insanın aşırı kışkırtılmış nefsini hiç-bir şey tatmin edememektedir. Sürekli bir haz, sürekli bir relax durumu ise bu Dünyâ’nın hattâ kâinâtın formatına uygun olmadığı için bireyselleşmiş modern insanın bu beklentisi boşa çıkmaktadır. İşte psikolojik ilaçların artmasının, gereksiz harcamaların yapılmasının, kredi kartları borçlarının kat-kat fazlalaşmasının, extrem ve sapık zevklerin ve gereksiz ihtiyaçların (ihtirâs) katlanarak çoğalmasının nedeni, o bir türlü tatmin olamayan nefse tampon yapmak ve onu bir nebze de olsa susturabilmek içindir. Bu nedenle bireycilikte dîne aslâ yer bırakılmaz yada din sâdece zihinlerin ve kâlplerin konusu yapılabilir. Dînin kamusal alanda gözükmesi yada kamuya hâkim olarak toplumun düzeltilmesi durumunda ise, din hazza ve zevke sınır koyacağı için zinhar istenmez ve kabûl edilmez.

 

Bireycilik kendine alan bulabilmek için mecbûren, sırasıyla; şahsiyetin, âilenin, toplumun, devletin ve  medeniyetin bozulmasını bekler ve bu gerçekleştiğinde ise yeniden kurulmaması için her-şeyi yapar.

 

Bireyleşmiş modern insan için âhiret ve gaybın diğer unsurları aslında “kesin” değildir ve bu nedenle de “Dünyâ’yı ıskalamak” çok da mantıklı değildir. Bireyciler ve bireycilik, dînin ve değerlerin kendilerini kısıtlamasını ve sınırlandırmasını istemezler. Çünkü hazlarına ve zevklerine ara verilmesine zinhar katlanamazlar. Zîrâ nefs bunu kabûl etmemektedir ve yeterli şekilde kışkırtılmazsa üzerinde bulunduğu insanı huzursuz etmektedir. Böylece huzursuzluğa yakalanan modern birey hazdan ve zevkten kopunca yada hazza ara vermek zorunda kalınca mecbûren psikolojik ilaçlara yönelecektir. Çağımızda, hem ülkemizde hem de tüm Dünyâ’da psikolojik ilaç kullanımı kat-kat artarak fazlalaşmıştır ve insanlar bu ilaçlara bağımlı hâle gelerek küresel ilaç şirketlerinin ağına düşmüştür ve bir türlü de kurtulamamaktadır. Çünkü artık birey olmuştur ve yanında-yakınında çok da kimse kalmamıştır. Bu nedenle mücâdele azmini yitirmiştir ve mücâdele edememektedir. Onu teselli edecek ve destek olacak mü’min şahsiyetler, İslâm-merkezli kurulmuş olan âilesi ve diğer âile dostları, İslâm toplumu, devleti, ümmeti ve medeniyeti yoktur. Ama daha da önemlisi kâlbini tatmin edecek ve huzûr verecek tek şey olan vahiyden de kopuktur yada vahiyle sâdece kültürel ve zihnî olarak ilgilenmektedir ki o da çok sınırlı ve yetersizdir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma ve kendi üzerinde İslâmî bir düşünce-yaşama durumu da olmadığı için, içi bomboş olmuş bir durumda yaşayacak, eğer intihar etmezse, zâten sürekli buhranlarının sonucunda çok da fazla yaşayamayacak ve bir kenarda-köşede yada ölümünden bir-kaç gün/hafta sonra kokmuş olarak bulunan cesedini ancak belediye çalışanları söylene-söylene kaldıracaktır. Üstelik bir de bunun âhiretteki hesabı olacaktır.

 

Bireycilik anlamsızlık demektir. Bir anlama ve değere inanmadıkları yada bağlanmadıkları için “birey” olmuşlardır. Zîrâ anlam, “toplum” ister, başkalarını ister. Birey olunca anlamsızlık içinde bunalımdan-bunalıma girmek kaçınılmazdır. Böylece birey, hiç kimseye güvenemeyen ve her-şeyden şüphe eden biri olup çıkar.

 

Bireycilik, anlamsızlık demektir. Tek-başına olunca anlamsız olur. Kâinatta ve Dünyâ’da hiç-bir materyâl; ormanlar, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlar birey” değildir ve birey olarak kalamaz. Kalırlarsa ölürler. Kelimeler bireyleşince anlamını kaybeder. Daha da bölünüp harflere ayrılınca hiç-bir şey ifâde etmezler. İşte modern insan da böyledir. Bireyleşmiş ve anlamdan kopmuştur, zîrâ Allah’tan kopmuştur. Her sözcük nasıl ki bir cümlenin içinde anlamlıysa, her insan da toplumun-milletin-ümmetin içinde anlamlıdır. Aksi-hâlde anlamsız olur. Eğer birey şahsiyet” olarak toplum içinde olursa hem kedisini geliştirir hem de toplumun gelişmesine yardımcı olur. Şahsiyetlerden oluşmuş toplumlar (ümmet) anlamlıdır ve anlam katar. Anlam bütünlüğün içinde gizlidir. Bütünlük yoksa ve parçalanmışlık-bireyselleşmişlik varsa anlamsızlık” da vardır. Anlamsızlığın olduğu yerde ise mutlakâ Allahsızlık olur. Allah’sızlık, Dünyâ’yı anlamsızlıklar zindanına çevirir.   

 

Daha ana-okullardan îtibâren çocuklara bireycilik ve bireysel davranış kuralları öğretilir ve aslında yapılan öğretimde âile ilişkileri gevşetilmiş olur. Mevcut müfredat, başta din olmak üzere tüm âilevî ve mânevî değerleri gevşetip yok etmekte ve sâdece maddî değerleri öne çıkarmakta ve hattâ sâdece maddî olanı tek değer olarak sunmaktadır. Artık bu mevcut öğretim sistemi ile öğrenim gören çocuklar sıkı birer “birey” olmakta ve bireyciliği savunur hâle gelmektedirler. Bu bağlamda bu çocuklar, -aslında ana-babalarına bağlı birer asalak olmalarına rağmen-, kendilerini Kaf Dağı’nda görmekte ve sanki birer prens ve prensesmiş havasına girmektedirler ve de kendilerine prens ve prenses gibi davranılmasını beklemektedirler. Tabi hayâtın acı yüzüyle âniden karşılaştıklarında ve aslında bir “hiç” oldukları hayâtın acı tecrübeleriyle kendilerine gösterildiğinde ise, çok büyük çoğunluğu soluğu psikiyatristler, psikologlar vs.de almakta ve psikolojik ilaçlara bağımlı hâle gelmektedirler. Bu aynı-zamanda “zorunlu eğitim”in bir sonucudur ve zâten sistem, bireyci, zayıf ve kişiliksiz insanlar yetişsin diye bu müfredât ve eğitim sistemini uygulanmaktadır.

 

Bireyciliği kurmak çok kolaydır. Zîrâ bireycilik nefis-merkezlidir ve nefse yöneliktir. Nefisler ise herkeste aynıdır ve aynı yöne meyillidir ve hazza-zevke-rahata ayarlıdır. O yüzden insanları İslâm-dışı ve nefs-merkezi sistemlere entegre etmek zor değildir. Mağlûp milletlerin sürekli olarak söyledikleri “adamlar nasıl düşünüp plânlayıp yapmışlar” sözünde çok da a-normâl bir şey yoktur. Eğer nefislere göre yapıp-ediyorsanız insanların o şeye yönelmeleri için başka bir şey yapmanıza gerek yoktur. Nefs dominosunun ilk taşını düşürdüğünüzde, dominonun diğer taşları seve-seve arkasından yıkılır gelir. İslâm ise “nefse rağmen olan”dır ve o yüzden İslâmî bir yapıyı kurmak çok-çok zordur ve büyük bedeller ister. Büyük vazgeçişler olmadan olmaz.

 

Birey hakkında Abdurrahman Arslan şunları söyler:

 

“Modernitenin İslâm’la ayrıldığı ana-noktalardan biri için örnek vermek gerekirse, İslâm ile modern anlayışın insan telâkkisi arasındaki farktır. Modern anlayışa göre insan kendi aklıyla kendini düzenleyen, sâdece aklın kılavuzluğunda hayâtını tanzim eden ve tanzim işi için gerekli kuralları aklı ile koyan; doğru ve yanlışın ne olduğunu bildiren nihâi kaynağın akıl olduğuna inanmış biridir. Biz buna ‘birey’ diyoruz. Modernitenin insan modeli bireydir; Dünyâ’daki amaç ve hedefini böyle bir insan modelini inşâ ederek gerçekleştirmek ister”.

 

Bireyselleşmiş olanlar her-şeyde kendi kararlarına göre düşünüyor ve hareket ediyorlar. Başkalarını dinleseler bile sonunda yine de kendi kararlarını veriyorlar ve ona göre hareket ediyorlar. Bireycilik, “kimsenin kimseyi takmaması durumu”dur. Oysa bir mü’minin böyle düşünme ve davranma durumu söz-konusu bile olmaz. Zîrâ Kur’ân buna izin vermez: “Onların iş ve yönetimleri aralarında şûrâ iledir” (Şûrâ 38).

 

Bireyleşmiş olanlar hiç-bir uyarıyı, öğüdü ve en önemlisi de dînin emirlerini dinlemediği için, nefsiyle baş-başa kalıyor ve artık nefsi ne derse onu yapıyor ve yapıp-ettiği gibi düşünmeye başlıyor. Nefsinin direktiflerini kendi özgür kararları sanıyor. Oysa nefsi onu uçurumdan-uçurma sürükleyip durmaktadır. Zîrâ dinden bağımsızlaşmış olan nefis şeytanın iktidâr alanıdır ve şeytanın direktiflerine göre hareket eder. Bireycilerin tek ölçüleri nefisleridir. Hattâ bağlı gibi göründükleri şeytânî-beşeri ideolojileri bile aslında nefsinin çıkarına uygun olduğu için desteklemektedir. Yoksa nefislerine aykırı olarak o ideolojiler umurlarında bile değildir ve o ideolojiler uğruna parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Bireycilikte Allah rızâsı ya çok sınırlandırılmıştır yada hiç yoktur. Modern insan bireyciliğin ve de dolayısıyla bencilliğin zirvesinde dönüp durmaktadır.

 

Bireyciler, yaşam kalitesinin düşmesinin düşüncesinden bile korkunç bir ürküntü duyarlar. Hattâ bırakın yaşam kalitesinin düşmesini, onun sürekli bir şekilde yükselmesini engelleyen şeylere düşman olurlar. Baktığımızda, Dünyâ’nın küçük bir mutlu azınlığı, yaşam kalitelerinin artarak ilerlemesini dinleştirmişlerdir. Bu nedenle de yaşam kalitelerinin ilerlemesinin bir nebze düşmesine bile katlanamazlar ve bu yüzden Dünyâ’nın yarısından fazlasının hayatlarını perişân etmekten çekinmezler. Hayat kalitelerinin düşmemesi için milyonlarla ifâde edilebilecek sayıdaki mâsumların ve mazlumların ölmesini yada hayatlarının perişân olmasını umursamazlar ki modern dünyâda bu durum çok bâriz bir şekilde görülmektedir.

 

RockefellerRothschild, Morgan vs. gibi şeytana tapan âileler ve Dünyâ’yı yöneten hânedanlar, sermâyelerinin katlanarak artması sekteye uğradığında çeşitli ülkelerde savaşlar çıkarabilmekte ve milyonlarca insanın ölmesine neden olabilmektedirler. Fakat bu-arada yıkıcı silahları üretenler de onlar olduğu için servetlerini arttırabilmektedirler. Sonuçta Dünyâ’yı ahlâksız bir hâle getirebilmekte ve nice sapkınlıkları normâlleştirebilmektedirler. Üstelik beyinleri ve kâlpleri iğdiş olmuş birey(ci)ler de buna yoğun bir şekilde destek vermektedirler.

 

Bireyler, kapı-komşusundan, sokağından ve mahâllesinden habersizdir ve zorunlu çok kısa ilişkiler dışında kimseyle ilgilenmezler. Kimse için riske girmezler. Hayâtlarını bir değer  ve ideâl için adamaları ve tehlikeye atmaları ise söz-konusu bile değildir. Bir kötülüğü düzeltmek ve bir iyiliği yaymak için girişimde bulunmaları zinhar mümkün değildir. Bu uğurda kafa ve beden konforlarını bozmak onlar için bir felâkettir.

 

Bireyleşmiş olanlar dost da olamıyorlar, çünkü “kardeşlik”ten korkuyorlar. Karşılıksız bir şey yapmak onlara çok mantıksız geliyor ve bir bardak su vermek bile aslında zorlarına gidiyor ve kendilerini “kullanılmış” hissediyorlar. Çocuklar bile artık ana-babalarının yararlarına bir şey yapmayı istemiyorlar ve bu onlara çok zor geliyor. Ancak kendi nefislerinin tatmini ve hazzı peşindeler. O hazzı kısıtlayan yada engelleyen her-şeyden nefret ediyorlar. İnsan sevmiyorlar, çünkü insan “sorumluluk” anlamına geliyor. Bu yüzden insanı bir “yük” olarak görüyorlar.

 

Bireyciler ve bireycilik sorumluluktan nefret eder. O nedenle de ya hiç evlen(e)mezler yada evlenseler bile hemen boşanıverirler ki modern bireyci dünyâda boşananların sayısı, neredeyse evlenenlerden sayıca daha çok olmaya başladı. Zîrâ bireyselleşmiş olan modern insan, sözde âşık olduğu eşine ve çok sevdiği çocuklarına bile katlanamıyor ve uğraşmak istemiyor. Çünkü nefsini sınırlaması gerekiyor, hazzını sınırlaması gerekiyor. Amerika’da bir kadının, kış aylarında yaptığı tâtil plânı, doğurduğu gayrı meşrû çocuk yüzünden iptâl edilme tehlikesi doğurduğu için bebeğini öldürmüştü. “Tâtile gitmemi engelleyecekti” dedi. Çünkü tâtil onun için her-şey demekti. Birey için bu çok önemlidir. Modern birey için tâtil, nefsin en önemli gördüğü şeydir, çünkü modern insan hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde yaşayabilecektir. O yüzden tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür. Hazzının engellenmesine ve nefsinin tatminine aslâ dayanamayan modern insan ve birey, nefsinin tatmini uğruna en inanılmaz şeyleri bile yapabilir. “Omletini yapmak için Dünyâ’yı yakmaktan çekinmez” denir ya, işte öyle bir şey.. Nefsinin tatminin ve hazzının kesilmemesi için dînini değiştirmekten yada terk etmekten hiç gocunmaz. Ülkesini, devletini ve milletini bile satabilir. Bakmayın siz “vatan millet Sakarya” edebiyatlarına. Sıra vatan için askerlik yapmaya yada vergi ödemeye gelince, askerliği “paralı askerlik” şeklinde yada daha da çirkin yollarla iptâl edebilirken, ödemesi gereken vergiyi kaçırmak için her türlü nâmussuzluğu bile yapabilmektedir.

 

Bireyciler ve bireycilik için önemli olan şey, tüketmek ve tüketmenin kesilmemesidir. Üretim alanında ise pek de bir şey yapmazlar. Zîrâ üretmek için hazza ve zevke ara vermek şarttır. Birey hâline gelmiş olan modern insan, “hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapabilecek” duruma gelmiştir. Yâni hazzının ve zevkinin kesilmemesi ve sürekli bir relaks hâlinde olmak ve kalmak için her-şeyi yapabilirler.

 

Birey olmuş modern insan, gayba inanmakta çok zorlanır yada inanmaz. Gözüyle görmediği şeye inanmaz ve onun için aslâ bir şey yapmaz. Âhiret inancı yoktur ve bu yüzden bir-çoğu deist ve ateist olmuştur. Bireyselleşmiş modern insanın ahlâkı değil “etik”i vardır ve bunu savunmaktadır. Etik, dünyâ-merkezli iken, ahlâk hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhiretteki cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.

 

Etik, birey(cilik) içindir. Etik, “sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o etik kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu o suçtan hiç kimsenin haberi olmayacak ve icâbında suçlu kişi 90 yaşına kadar yaşayacaktır. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk bunu yaptırır. İnsan-merkezli olan etik göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk zinhar göz-ardı edemez. Birey, ahlâklı olmayı sonuna kadar sürdüremezken, şahsiyetli kişi ise suçu âhirete bırakmaktan korkar. H. D. Thoreau gerçek ahlâktan bahsederken bir misâl verir ve şöyle der:

 

“Batan bir gemiden sağ kalan yaralılardan biriyiz ve yüzmekteyiz. O sıra bir tahta parçasına tutunmuş ve daha rahat yüzerek ilerleyen ve bizden daha zayıf olan birinin elinden tahta parçasını çekip aldık. O tahta parçasını geri verin!. Çünkü size âit değil!. O tahta parçasını geri verebiliyorsanız, evet, siz ahlâklı birisiniz; yok veremiyorsanız, onu verinceye kadar siz ahlâksız birisiniz ve cennet ahlâksızlara haramdır”.

 

İşte bunu yapacak olan kişi, âhiret bilincine ve korkusuna sâhip olan şahsiyetli kişidir. Bencilleşmiş ve “birey” olmuş olanlar ise bunu aslâ yapmazlar. Ne olursa-olsun hayatta kalmak ve iyi bir hayat yaşamak bireyselleşmiş olanlar ve bireycilik için olmazsa-olmaz bir şeydir.

 

Bireycilikte “herkesin hayâtına kimse karışamaz” repliği motto olmuştur. İnsan bireye indirgenince çok kolay yönetilir ve yönlendirilir. Meselâ bireyin cinsel kimliği bile kolayca tartışmalı hâle getirilebilir. “Cinsiyet eşitliği projesi” bireyciliğin bir sonucudur. İnsanlar şahsiyetli fertler olarak ideâl âilelere sâhip olmuş olsalar, bu tür sapıklıkların ortaya çıkması söz-konusu bile olmaz. Sezai Karakoç bu konuda şöyle der:

 

“Cemaat toplumlarından cemiyet toplumlarına dönüş, insanların yalnızlaşıp ben-merkezci anlayışların topluma hâkim olmasına sebep olmuştur. Özellikle 1950’lerden sonra insanın yalnızlaşması, içine kapanık ve bunalım hâlinde sorunlu bir varlığa (birey) dönüşmesi büyük sorunları berâberinde getirmiştir. İşte batı’nın bu rûh hâli içinde gelişmesi doğu insanını da etkilemiş, bâtı’nın mânevî, ahlâkî çöküntüsü “doğu insanı”nı da etkilemiştir”.

 

İslâm’da en küçük unsur “birey” değil, “şahsiyet sâhibi insanlardan oluşmuş olan âile”dir. Sağlıklı bir toplum da bireylerden değil, şahsiyet sâhibi insanlardan oluşan âilelerden meydana gelir. Bireyselleşmenin bir hâl olmaktan çıkıp ideolojiye evirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Neredeyse toplumsal her değerin bireye has kılındığı, bunun da özgürlüğe temel alındığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. Abdurrahman Arslan bu konuda şunları söyler:

 

Modern çağ, insanı zorunlu olarak yalnızlığa itiyor. Çünkü onu ölüm duygusundan uzak tutarak gelecek kaygısını gündelik imkânlara yöneltiyor. Bir müslüman olarak ben bir kulum, ben birey olamam, kendimi birey olarak tanımlayamam. Çünkü birey doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârın, otoritenin kendisi olduğunu söyler. Oysa doğru ve yanlışa ilişkin nihâi karârı ben vermem, inancıma mürâcaat ederek, referansta bulunarak cevap veririm. Yâni ben her-şeyden âzâde olmuş bir otorite değilim, onun için konuşmalarımda biri benden evet yada hayır’ cevâbı bekler, ama ben ona karşılık inşallah derim, üçüncü bir şahsa göndermede bulunurum, onun iznini almak üzere. Mâhiyet ve işlevi îtibârıyla bugünkü bilgi dünkünden farklı bir bilgiyi; hayat-tarzı da herkesin paylaştığı ortak husûsiyetini kaybederek bütünüyle bireye âit tecrübeyle anlam ve meşrûiyet kazanan, kişiye münhasır yeni bir hayat anlayışını ifâde ediyor. Kendi özgünlüğü içinde ‘hayat’ dediğimiz, dün herkesin ortak katılımıyla gerçekleştirdiği, bugün ise bireyin sâdece ‘şahsî tecrübesi’ şeklinde anlaşılıyor. Zamânımızın felsefî düşüncesi ve kültürü, anlaşılacağı gibi ‘anlam’ ve ‘değer’in kaynağını değiştiriyor, bunların kaynağını hârici bir otoriteye âit olmaktan çıkartıp birey-merkezli olarak yeniden inşâ ediyor. Dün bunların kaynağının ve bunlarla alâkalı nihâi karar verici otorite din yada toplum olurken, bugün tek kaynağın birey olduğu kabûl edilmektedir. Artık birey, çağdaş dünyâda hayâtın nasıl yaşanacağı husûsunda ‘yegâne karar verici otorite’ mertebesine geçiyor. Buna bağlı olarak değişen bilgi telâkkisi mevcut bütün ortaklıklara, paylaşımcılık ve cemaat rûhu taşıyan her türlü beşerîliğe de son veriyor. Ortak bir anlam ve yaşam-biçiminden bu durumda söz etmek imkânsızlaşıyor, söz edilmesi hâlinde bu ‘ataerkillik’ olarak vasıflandırılmakta, bunun da ‘birey özgürlüğünü tehdit altına aldığı’ varsayıldığından karşı çıkılmaktadır.

 

Çağdaş sosyâl bilimler, ‘toplum’ dediğimiz beşerî dünyâyı meydana getiren en küçük unsurun ‘birey’ olduğu kabûlü üzerine kurulmuştur. Sosyâl/siyâsî teorinin on dokuzuncu asırdan îtibâren kendini fizîkî bilimlere göre düzenlemeye çalışmasının bunda önemli bir rolü var. Atom, nasıl fizîkî dünyânın en küçük parçası olarak kabûl edilmişse, Latince anlamı içinde birey de beşerî dünyânın ‘bölünemez en küçük parçası’ kabûl edilerek tanımlanmıştır. Bu tanım içerisinde birey fazlasıyla soyut bir insandır; kökeni yâni nereden geldiği ve cinsiyeti îtibârıyla belirsizlik taşır. İslâm’ın mü’min-mü’mine şeklinde vererek tanımladığı insan modeliyle bu nedenle uyuşmaz. Ancak birey, modern hayâtın ve ilişkilerin kurucu unsuru olarak merkezî bir yer tutar. Özgürlük, siyâset, iktisat hattâ -din başta olmak üzere- toplum hayâtı ile ilgili her-şey, bireyden hareket edilerek tanımlanmış ve ona göre yeniden düzenlenmiştir. Ne var ki mesele bu kadarla sınırlı kalmamış, cemaatsel bir yapı olmasına rağmen âile, yine bireyden hareket edilerek değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Bu zihniyete göre âile, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan, kendisini meydana getiren üyelerine, birbirlerine karşı sorumluluk yükleyerek onları kayıt altına alan, dolayısıyla ‘sosyâlleşmenin önündeki engellerden biri’ olarak kabûl edilmiştir. Eğer İslâm’a âit bir teoriden bahsetmek mümkün olsaydı, diyebilirdik ki ‘İslâm’ın sosyâl teorisi birey değil cemaat üzerine kuruludur’. Diğer bir ifâdeyle modern sosyâl teori; birey, toplum ve ulus üzerine kurulurken, İslâm’ınki âile, cemaat/ler ve millet/ümmet üzerine kuruludur. İslâm’ı bir hayat; siyâsî, iktisâdî bütün unsurlarıyla işlerliğini bunlar üzerinden sürdürür”.

 

Bireyciler her zaman gücün ve güçlünün yanındadırlar. Zîrâ güçsüzün yanında olmak bedel ister ve hazlardan ve zevklerden mahrum olmayı gerektirir. O yüzden bireycilikte zâlim ve şerefsiz de olsa güçlüden yana olmak ve dolayısı ile mâsumların ve mazlumların karşısında olmak vardır. Meselâ Gazze’lilere karşı İsrâil’in tarafını tutmanın hiç-bir bedeli yoktur. Oysa Gazze’nin tarafını tutmanın en azından maddî bir külfeti olur.

 

İslâm demek “sınır” demektir. Modernite bu sınırı bireycilik ile aşmıştır. Zâten bireycilik tüm değerleri aştığını düşünür. Kendisi leşe ve pisliğe batmışken kendini “her-şeyi aşmış” olarak görmektedir. Sınır sevmemekte ve istememektedir. Bu nedenle de ahlâkî bir duyarlılığı bile kalmamıştır. Ona göre haz ve zevk için her-şey mümkündür ve meşrûdur. Bireycilikte her-şey kışkırtılmış seviyededir. O yüzden sınır yoktur. Bir sınır olmadığında hiç-bir sınır olmayacağı için her-şey son sınırına dayandırılır. Yeme-içme, giyinme, eğlence ve cinsellik, sapıklık noktasındadır. Çünkü bireycilik câhiliyenin son numaralarından birdir ve modern dünyâ bu akıma kapılmış cehenneme doğru sürüklenmekte ve yuvarlanmaktadır. Modern birey, domatesin nereden geldiğini bilmeyen, ekmeğin neden yapıldığını, suyun nerelerden akıp eve ulaştığını, evinin ısıtıldığı gazın nereden çıktığını, hattâ evin nasıl ısındığını bile bilmeyen bir tüketici hâline gelmiş durumdadır.

 

Modernite, (akıl-bilim-teknoloji) kendini her-şeyden, ama daha çok da ilâhî-gaybî olandan özerkleştirince, mecbûren yalnızlığa ve bireyciliğe gelip dayandı ve bunu normâlleştirmeye çalışmaktadır. Modernite her zaman, ortaya koyduğu şeyi meşrûlaştırmaya çalışır. Bu bağlamda bireyciliği de meşrûlaştırmaktadır.

 

Korona-virüs nedeniyle söylenip duran “sosyâl mesâfe” aslında “fizîki mesâfe”dir ve öyle olmalıdır. Sosyâl mesâfe bireyciliktir, bireyciliği açığa çıkarır ve arttırır. Çünkü insanlar olağan-üstü durumlarda birbirlerinden fizîken uzaklaşmak zorunda kalabilirler ama bu, sosyâl olarak uzaklaşmak yâni “insan ilişkilerini koparmak” anlamına gelmemelidir.  

 

Teknoloji fazlalaştıkça ve çeşitlendikçe bireycilik artıyor. İletişim aracı olarak sâdece radyonun olduğu zamanlarda insanlar radyoyu bir yerde toplanarak dinlerlerdi. Televizyon çıkınca herkes âilece dinlemeye başladı. Fakat telefon, bilgisayar ve tabletler çıkınca herkes kendi başına bunları kullanmaya, dinlemeye ve tek-başına öğrenmeye başladı. Teknoloji insan ilişkilerini kopardı ve insanlar bireyselleştiler. Telefon, tablet ve bilgisayarlar, bireyci ve bireyselci cihazlardır, bireyselliği arttırmaktadırlar. Allah’tan, dinden, mânâdan kopuk ve bağımsız yenilikler insanları birbirinden ayırıyor ve sonunda olanlar oluyor. 

 

Modernite, insanları bireyleştirme uğruna, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı şeytan-işi pislik uygulamaları kânun olarak kabûl etmiştir ve uygulamaya başlamıştır. Fakat kânun ters tepmiş ve işi daha da berbat bir hâle getirmiştir. “Âileyi yıkma projesi” olan bu kânun, kişileri bireyleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve zâten bu kânun, liberâl-kapitâlist tâğutların ve onları yerli uşaklarının “daha fazla üretim-tüketim” için şeytandan aldıkları ilhamla ortaya koydukları bir projedir.

 

Bireyci öğretimde (eğitim değil) en önem verilen ders matematiktir. Modern insan her-şeyi matematiğe vurmaya alıştırılmıştır ki en çok da bireyciler matematiği kullanarak hesap yaparlar ve salt matematik ile hesap yaptıkları için hesapları tutmaz ve sonunda zarar ederler. Çünkü matematik tek-başına yetebilecek bir alan değildir. Hattâ tek-başına matematik, kişiyi bunalıma bile götürebilir. Ahmet Şimşirgil: “Matematik, fizik ve kimyâ ile adama şahsiyet veremezsiniz, şahsiyet kazandıramazsınız. Şahsiyet, edebiyatla, târihle ve din ile kazandırılır” der.

 

Modernizm bir “tatminsizlik uygarlığı”dır. Bu tatminsizlik bireycilikte en ileri seviyesini yakalar. Birey, tatminsiz kişidir. Şahsiyet olana kadar da tatmine eremez ki şahsiyet olması ise vahiy-merkezli bir düşünüş ve yaşam üzere olmasıyla mümkündür.

 

Ve bireycilik-bireysellik-bireyciler için korkunç bir durum.. Ölüm!. İşte bireycileri en çok endişelendiren ve korkutan şey, kaçınılmaz şey olan ölümdür. “Her can ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57. Ayrıca; Âl-i İmran 185 ve Enbiyâ 35) âyetinden hiç haz-etmezler. İşte bu nedenle ölümden kurtulabilmek ve ölümsüzleşmek için can atarlar ve bu konuda modern-bilim ve teknolojiye çok güvenirler ve bir-an önce bilim ve teknolojinin ölümsüzlüğü bulmasını arzularlar. Çünkü bireyciler bencildirler de aynı-zamanda. Bireycilik, bencillik de demek olduğu için, “ben yaşayayım da gerisi ne olursa-olsun” düşüncesindedirler. Ölüm, insanı yok etmeye yönelten büyük bir kaos. Modern ölüm-bilgisi, ölümle başa çıkmaya yetmiyor. Bu nedenle klonlama, genetik temeli dönüştürme gibi ölüm projeleri peşinde koşuyor. Ölüm kültürünü değiştirmek yerine, biyolojisini değiştiren varlık mutlu olacağını sanıyor.

 

İslâm bireyciliğe karşıdır ve bu karşıtlık ibâdetlerde de açıkça gözükmektedir. İbâdetler bireyciliğe karşıdır. Zîrâ namaz hep birlikte cemaatle kılınır. Cum’a ve bayram namazlarında bu daha da bâriz görülür. Oruç, insanların hep birlikte berâberce sahur yapıp yeme-içmeyi kesmesi ve akşam ezanı ile birlikte hep berâber iftar edip orucu açtığı bir ibâdettir. Hac zâten birlikteliğin en geniş şeklidir. Hac hep birlikte yapılan bir “ümmet ibâdeti”dir. Zekât, ben yiyip-içip giyebiliyorum, al sen de ye, ve giyin” mesajıdır. Böylelikle zekât “birlikte yaşayalım” mesajını verir. Meselâ misâfirlikte de öyledir. Yemeğe misâfir dâvet etmek, “berâber yaşayalım demektir. Yemeğe dâvet, berâber yaşamaya dâvettir. Zîrâ “berâber yemek, berâber yaşamak” demektir. Çünkü yaşamak ilk başta, yemek-içmek ile olur. Kur’ân’ın neredeyse tüm âyet, emir ve tavsiyeleri birliktelik içerir. Yaşamak bir birlikteliktir. Bayramlar yine öyledir. Düğün, ölüm vs. her-şey birlikte yapılır. İslâmda bireyciliğe aslâ ve kat’a yer yoktur. Kur’ân çok nâdir olarak “insan” derken, genellikle “insanlar” der.

 

Bireysel insana din etki etmiyor. Çünkü bireyi eleştirecek bir kişi yada toplum yoktur. Eleştirilmekten çok korkan birey, her-şeyden ve herkesten özgür olmayı ister. Böylece onu eleştirecek ve uyaracak kimse olmayacak ve hazzı ve zevki kesilmeyecektir. Kafa ve beden konforuna zarar gelmemiş olacaktır. Her-şeyden özgür olmak “bireyleşmek” demektir. Bireyleşmek “tek başına kalmak” demektir ki aslında modern insanın bunalımının ve buhrânının sebebi budur.

 

Modern insan, bireyleşmenin ve özgürleşmenin “derin bir yalnızlık” olduğunu görememekte, sonunda da buhrandan-buhrana ve bunalımdan-bunalıma sürüklenerek ömrünü boşa harcamaktadır. Ne demişti Hz. Zekeriya:

 

“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: Rabbim, beni yalnız başıma bırakma (bireyleştirme), sen mîrasçıların en hayırlısısın” (Enbiyâ 89).

 

Bireyciliğe savrulmuş modern insanlar, başta şeytan ve onun uşakları olan tâğutlar, sonra da tâğutların yerli taşeronları ve nihâyet kendi nefisleri tarafından sömürülmektedir. Bu sömürü liberâl-kapitâlist-modern sistemi besleyen ana unsurdur.

 

Bireycilik yada bireysellik, “adam” olamayanların yoludur. Zîrâ “adamlık dîni” üzere değildirler.

 

Bireycilik şeytandandır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Kasım 2020 Perşembe

Korona-Grip

 

“Andolsun, biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azaptan önce, yakın (dünyevî) azabtan da tattıracağız” (Secde 21).

 

Hiç-bir şey kendi-kendine olmaz. korona-virüs ya “günahların cezâsı olarak” Allah tarafından, yada “ahmaklıkların cezâsı olarak” tâğutlar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Tüm Dünyâ’ya musallat olan korona-virüs, bir “tâlihsizlik” değildir, “Allah’ın bir cezâsı”dır. İlk söyleyeceğimiz şey budur.

 

Modern insan, korona-virüs’ü ısrarla çağırdı, o da geldi. Bu belâ, abdest ile “zorunlu hijyen”e uyan fakat tebliğ-dâvet-uyarı görevini yapmayan müslümanlara da geldi. Hattâ belki de en çok da yaşlıları vurması yada tehdit etmesi, hayatlarının sonuna gelmiş yaşlıların tebliğ-dâvet görevlerinin yapmamaları ve artık yapamayacak duruma gelmeleri nedeniyle kendilerine gelen hastalık yada ev-hapsi şeklindeki bir cezâdır.

 

Tüm Dünyâ’yı saran korona-virüs, tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatan “modernizm virüsü”nün somutlaşmış şeklidir. Şeytan “seküler-modern virüs”ü insanların iliklerine kadar yaymış olduğu hâlde, insanlar korona-virüsün tüm Dünyâ’ya yayılacağından, vaka ve ölüm oranlarının artacağından endişe ediyorlar. Mânen ölmüş olmalarına bakmıyorlar da bedenen ölmekten korkuyorlar. Ama ne korku!...  

 

Allah bizi, korona-virüs aracılığıyla, “dinsiz bir yaşam”a karşı “yaşamsız bir hayat” ile cezâlandırmaktadır. Allah, kendilerini Tanrı-Kral îlân eden insanlara “tâc” yâni “korona” takmıştır. Batı Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için, korona-virüsün “tanrının bir cezâsı” olduğu düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesiyle birlikte ebediyyen affetmiştir. Allah; tek hak dîn olan İslâm’ı yâni Kur’ân’ı dört duvar arasına hapsedenleri ve vahyi hayâta taşımayanları ve taşımayı düşünmeyenleri ve buna cesâret edemeyenleri de korona-virüs ile dört duvar arasına hapsetti. Öyle ya, günahın cezâsı kendi türünden olur.  

 

Din-dışı çeşitli ideolojilerle insanların gözlerine ve kulaklarına maske takanlar, korona-virüs nedeniyle ağız ve burunlarına da maske taktılar. Sosyâl mesafe ile kâlplere de maskeler takıldı. Peki sırada neresi var?.

 

Peki bu Korona-virüs yada Kovid 19 denilen şey gerçekte nedir?. Mikrop ve bakteri değil, bir virüs. Peki niçin bir ilacı bulunamıyor?. Grip, kuş gribi, domuz gribi de virüs değil miydi?. Onlar bir şekilde tedâvi edilebiliyor. Peki korona-virüs nasıl bir virüstür ki hiç-bir ilaç fayda etmiyor?. Korona-virüs gerçekten bir “virüs” müdür ve hiç-bir ilaç gerçekten fayda vermiyor mu?. Gerçekten de korona diye bir virüs ve hastalık var mıdır?. Yoksa grip, pnömoni-zâtürre, üst-solunum yolu hastalıkları, bronşit vs. hastalıklar korona-virüs diye yutturuluyor mu?. Yâni son bir yılda solunum sıkıntısı nedeniyle ölenlerin sayısı önceki yıllara göre daha mı fazladır?. Bunun istatistiği var mı ve açıklandı mı?. Korona gerçekten ciddî bir salgın mı yoksa bilindik bir “yaygın” mı?. (Bu-arada “salgın” yerine “pandemi” kelimesinin kullanılmasına fenâ hâlde gıcık olduğumu da söylemeden geçemeyeceğim) Yâni korona-virüs denilen şey “gribin bu yılki adı” olmasın!.

 

Korona “paronaya”ya döndü ve “koronaya” diye bir hastalık çıktı gibi. Her yıl gripten binlerce kişi ölüyorken yeni salgın neden daha çok panik ortaya çıkarıyor?. Küresel bir güç insanları test ediyor olmasın!?. “Acaba insanları ne oranda yönlendirebiliyoruz” diye bir test?. Dünyâ Sağlık Örgütü verilerine göre Dünyâ genelinde her yıl 5 milyon civârında grip vâkâsı ortaya çıkıyor ve bundan kaynaklı ölümlerin sayısı 650 bini buluyorken, korona-virüs konusunda neden bu kadar panik yaşanıyor?. Korona-virüs denilen şeyin ne olduğu da tam belli değil. İnsanları alsında belirsizlik öldürüyor. Gripte her 1.000 vâkâdan biri ölürken korona-virüste bu oran 2.5/100 oranlarında. “35 milyon vâkâdan 1 milyon vâkâ ölümle sonuçlandı” diyorlar. Acaba hepsi de korona-virüsten mi oldu bu ölümlerin?. Peki 2020 yılında gripten, kuş gribinden, domuz gribinden, solunum yolu hastalıklarından dolayı olan ölüm oranları nedir?. Her ölen korona-virüsten mi ölüyor?. Çünkü belirtiler de diğer hastalıkların belirtileriyle hemen-hemen aynı belirtiler-semptomlar. Hastalıkları gerçekten doğru bir şekilde ayırabiliyorlar mı?.

 

Yılda bulaşıcı hastalıklardan ölenlerin sayısı yaklaşık 10 milyon kişi. Peki bunlar niçin gündeme gelmiyor?. “Her yıl 650 bin kişi mevsimsel gribe bağlı solunum sistemi hastalıklarından ölüyor” deniyor. Virüsün solunum yoluyla alınmasından yaklaşık 2 gün sonra; âni başlangıçlı yüksek ateş, titreme, genellikle kuru öksürük, baş ağrısı, yaygın kas ve eklem ağrıları, baş dönmesi, hâlsizlik, burun akıntısı, burun tıkanıklığı; bâzen ishâl ve kusma varsa “grip” teşhisi konuyor. Şimdi ise aynı belirtiler için korona-virüsten şüpheleniliyor ve hattâ kesin olarak “korona” deniyor. Hemen  test yapılıyor. Test sonucu “negatif” çıkmış olsa bile testi yaptıran kişiler devlet ve halk tarafından fişleniyor ve insanlar tarafından “uzak durulması gereken vebâlı” muâmelesi görüyorlar. Hâlbuki korona da normâl grip ile aynı belirtileri veriyor. Prof. Dr. Alev Gürgün: “Öksürük 2-3 hafta sürebilir, inatçı olabilir. Hastada genel durum hızla bozulabilir. Nefes darlığı ve solunum yetmezliği gelişebilir. Astım ve KOAH’lı hastalarda atakların tetiklenmesine neden olabilir” diyor. Fakat bunlar diğer hastalıklar için de geçerlidir. Diğer hastalıklarda da bu semptomlar görülebilir. Peki o zaman niçin korona-virüs için bu kadar yaygara koparılıyor?.

 

Allah’tan başka her-şey zamanla gücünü ve etkisini yitirir. Bu etkinin gücünü yitirmemesi için ona sürekli olarak takviye yapmak gerekir ki bunun bile bir sınırı vardır. Fakat başladığı günden bu-yana 1 yıldır bakıldığında korona-virüsün gücünü aynı hızda sürdürdüğü görülüyor. Peki neden?. Allah mı lan bu Korona!. Kanımca bu, ya bu virüsü laboratuvarda üretenlerin onu çok dayanaklı yapmaları yada Allah’ın: “Umulur ki, Rabbiniz size merhâmet eder, fakat siz (günaha) dönerseniz biz de (cezâya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8) âyetine hâlen aykırı davrananların bulunması ve insanların ders ve ibret almamasından dolayıdır. Çünkü Allah “belki dönerler” diye “acı azap”tan önce “yakın azap” vermektedir:

 

“Andolsun, biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azaptan önce, yakın (dünyevî) azabtan da tattıracağız” (Secde 21).

 

Termodinamiğin 2. Kânunu olan Entropi’ye göre her-şey zamanla zayıflar ve kullanışsız hâle doğru gider. Sonunda da en kullanışsız hâle gelir ve gücünü ve etkisini kaybeder. Peki korona-virüs niçin zayıflamıyor ve ölmüyor?. Aslında bir şeyi güçlü tutan şey ondan kokulmasıdır. Bir şeyden ne kadar çok korkarsanız o şey o oranda güçlenir. Fizîki etkisini yitiren şey ondan korkulmaya devâm edildikçe psikolojik etkisini sürdürmeye devâm eder. Yâni aslında korona-virüs konuşuldukça ve istatistikler her gün verildikçe psikolojik anlamda güçlenmiş oluyor. Psikolojik etki insanlarda fizîki etki gibi algılanıyor ve insan davranışları da olağan-üstü durumunu koruyor. Korona-virüs korkusu plasebo etkisiyle insanları daha fazla hasta ediyor.  

 

Bu hastalığa yakalanan insanlar, propagandadan dolayı aşırı bir gard alıyorlar. Testi pozitif çıkan ve karantinaya alınan insanlar; “acaba ne kadar ateşleneceğiz?, nefesimiz ne kadar daralacak?, çok mu öksüreceğiz?”, “hastâneye kaldırılıp solunum cihazına bağlanır mıyız"?” vb. gibi düşüncelere ve korkulara kapılıyorlar. Fakat bir gün iki gün geçince aslında normâl grip kadar bile bir etki yapmadığını gördüklerinde “çok da bi şey yok bunda” demeye başlıyorlar. Mangal yakarak, bilgisayar oyunu oynayarak, internete takılarak karantinayı tamamlıyorlar. Şu da var ki, karantinadan sonra yapılan testler de pozitif çıkıyor aslında. O yüzden devlet hastâneleri “karantina sonrası test yapmaya gerek yok” diyor. Fakat özel hastaneler para kazanmak için testi yapıyor ve karantinayı tamamlayanların testleri büyük oranda yine pozitif çıkıyor. Böylece insanlar yeniden bir korkuya kapılıyorlar. Korona’ya yakalananlar zamanla, bu virüsün grip kadar bile etkisinin olmadığını görüp-anlayıp ondan korkmamaya başlayınca korona-virüs anlamsızlaşacak ve “virüslerden bir virüs” hâline gelecektir. Gücünü ve etkisini de bu şekilde yitirecektir. Çünkü korona-virüs denilen şey “bir grip salgını”ndan başka bir şey değildir. Kesin olan bir şey var ki bu korona-virüs çok fazla abartıldı ve abartılıyor.  

 

Nasıl ki grip, kuş gribi ve domuz gribi varsa, şu-anda da “korona-grip” var. H1 N1 vardı, şimdi de Kovid 19 var. Bu da bir grip türü. İspanyol Gribi vardı bir zamanlar, korona-virüse da Çin Gribi deyin gitsin. Gribin bu yıl yaşadığı değişime Kovid 19 deniyor. Görece biraz daha etkili ve yayılma hızı yüksek. Fakat çok abartıldı ve bir felâket gibi sunuldu ve Korona ismiyle tüm Dünyâ dehşete düşürüldü-düşürülüyor. Artık kendinden başkasını “şüpheli” görmeyen yok. Herkes kendinden başkasını hattâ kendisini de vebâlı olarak görüyor. Küresel bir şizofreni durumu oluştu. Millet korona-virüs yüzünden çıldıracak hâle geldi. Herkes korona-virüslü zannediliyor ve dolayısı ile toplumsal bir düşmanlık ortaya çıkıyor. Her gün bir başka kavga çıkıyor korona-grip nedeniyle insanlar arasında. Belki de bu şeytânî bir “proje” sonucunda oluyordur. Yaşanan hastalığın şiddeti, ortaya çıkan şizofreni ve psikolojik durum kadar tehlikeli ve etkili değil. Psikolojiler fenâ hâlde bozuldu. Mantık işlemiyor. Akıl yürütülemiyor. Zâten filyasyon ile sürecin işi sonuna kadar tâkip etmesi mümkün olmadığından dolayı herkes otomatikman şüpheli hâle geliyor. “Acaba nereden kaptım”, “oradan mı, buradan mı”, “o zaman o da vâkâlı, pozitif” gibi sözler yada iç-konuşmalar almış başlını gidiyor. Kişilerin şüpheli olarak görülmesi ve kabûl edilmesi için o kişinin tedbir amaçlı da olsa test yaptırmış olması yetiyor.  

 

“Tek yapacağımız şey bilime ve modern tıbba güvenmektir” diyorlar. İyi de modern tıp bize ne getirdi ki!?. Maske, mesâfe ve hijyen. Lâkin bu öneriler modern tıbbın başlattığı bir şey değildir. Binlerce yıllık tecrübe zâten bunu söylüyor; “salgın olan yere girmeyin ve oradan çıkmayın, temizliğe dikkat edin”. 1400'lü yıllarda yaşayan Amasya’lı tabip-cerrah Sabuncuzâde Şerâfettin Efendi, “salgın hastalıkla mücâdele” hakkında bakın neler yazmış:

 

 “Ellerini onat yu” (ellerini güzelce yıka), galebeliğe girme (kalabalığa girme), selâmı uzakça vir (uzaktan selamlaş), eyi yi vü eyi iç (iyi ye ve iyi iç), hasta isen yatıvir (hasta isen yat), taşra çıkma, (dışarı çıkma), taşrada yüzün ört (dışarıda yüzünü kapa), bi-iznillah nesne dokunmaz (Allah’ın izniyle bir şey olmaz)”.

 

Modern tıp zâten hangi hastalığa kesin tedâvi sunmuş ki korona-virüse kesin tedâvi bulabilsin?. Siz gerçekten de modern tıbbın korona-virüsü tümüyle bitirebilecek bir aşı-ilaç bulabileceğini düşünüyor musunuz?. Sars da bir korona-virüstür ve aşısı hâlen bulunamadı. Korona ile mücâdele için yaklaşık 1 yıldır aşı-ilaç bulma çalışmaları yerine Allah’a duâ edilip yakarılsaydı daha olumlu sonuçlar olurdu. Zîrâ bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır.

 

Modern-bilim ve modern-tıp ne diyorsa halk ona sanki kesin bir bilgiymiş gibi hemen inanıyor. Hiç-bir şüphe duymuyor ve sorgulamıyor. Tabi sorgulayanlar da var. Onlardan birisi olan Mehmet Özkan Özdemir bu bağlamda şunları söyler:

 

“Bu tür globâl histeriler sırasında dayatılmış, kabûl görmüş algıların karşısına değişik bakış-açıları ile çıkmak zordur. Ancak bilimsel gelişmenin temeli, ‘kabûllenilmiş algılar’a değil, bilimsel verilere dayandırılan yalın gerçeklerdir. Aşağıdaki tüm veriler Dünyâ Sağlık Örgütü (WHO) ve ABD Hastalık ve Korunma Merkezleri (CDC) kaynaklarından derlenmiştir. Her yıl gribâl enfeksiyonların %11’i influenza ve RSV virüsleri, %14’ü korona-virüsler, %29’u rhino-virüsler ve geri kalan % 46’sı ‘bilinmeyen virüsler’ tarafından oluşur. Her yıl her 1.000 kişiden biri grip ve bağlı komplikasyonlardan ölür. (%0.1) Bu ölenlerin %5-14’ü korona-virüs nedenli ölümlerdir. Yâni 82 milyon nüfûsu olan ülkemizde her yıl yaklaşık 82.000 kişi grip ve gribâl enfeksiyonların sonucunda kronik akciğer, kâlp, hipertansiyon, diabet, immün yetersizlik hastalarında gelişen komplikasyonlarla ölür. Bu ölümlerin %5-14’ünün korona-virüsten olduğu gerçeği ile ülkemizde her yıl 4.100 ile 11.480 kişi o yılki mutant korona-virüsler nedeniyle hayâtını yitirir. Her yıl!!!. Geçtiğimiz yıl ve önceki yıllarda da grip ve nezle nedeni ile on binlerce Türk vatandaşı hayâtını kaybetti ve haberiniz bile olmadı. Geçen yıl Dünyâ’da toplamda 7 milyon insan grip ve griple tetiklenen komplikasyonlardan öldü ve bunların da 350 bin ila 1 milyon kadarı geçen yıl korona-virüs sebebiyle öldü. Siz hiç ‘gripten öldü, nezleden öldü’ gibi bir haber duydunuz mu?. Duymadınız. Neden?. Korona-virüsten ölenlerin hemen tamâmı yaygın pnömoniden ölür. 2016 yılında Dünyâ Sağlık Örgütü verilerine göre 3 milyon kişi pnömoniden öldü, bunların hiç-birine korona-virüs testi yapılmamıştı.

 

Soruyorum bu gürültü, patırtı neden?. Geçen yıl siz farkında olmadınız, bu sayı toplamda yaklaşık 10.000 civârındaydı, ancak geçen yıl hiç-birisine korona-virüs testi yapılmadığından bu korku gelişmedi. Geçtiğimiz yıl kaç sanatçı, kaç sporcu, kaç tanınmış insan, kaç doktor, hemşire, kaç devlet başkanı grip oldu biliyor musunuz?. Şöyle ki, yarısından fazlası gribâl enfeksiyon geçirdi, bu nedenle ölen dünyâca ünlü isimler oldu. Politikacılar, sporcular, profesörler öldü. Size onları ‘akciğer yetmezliği, kâlp yetmezliği’ nedeni ile ölüm olarak bildirdiler. Ama onlar da hepsi grip virüsü nedeni ile öldü. Bizlerin de en az yarımız geçen yıl grip ve nezle geçirdik, haber konusu olmadık, demek ki geçen yıl kitleler hâlinde ölmediysek bu sene de ölmeyeceğiz. Geçen yıl hiç-birimizi televizyonlardan tek-tek saymadılar ve her gün tüm TV kanallarında herkesin ilgilendiği ‘sayısal istatistik’ hâline getirmediler. Şöyle düşünelim, insanların aynı evde yaşayıp da birisinin dışarıda çalışıp, diğerinin çalışmayıp evde kalan bu iki kişiden birine mikrop bulaşmışken, diğerinin temiz kalması mümkün müdür?. Bu salgından korunma algoritmasına da uygun değildir, düz mantığa da.

 

Bu panik ve alarm hâlinin nedeni ölüm sayısı olmamalı, çünkü yılbaşından bu yana 3 ayda Dünyâ’da 5 yaş altı 1.950.000 çocuk öldü. HIV/AİDS nedeniyle 432.000 kişi, sigara nedeniyle 1.285.000 kişi öldü. 275.000 kişi intihar ederek, 2.110.000 kişi de kanser nedeniyle öldü. Dünyâ’da yalnızca bugün 26.000 insan çoğu çocuk olmak üzere açlıktan ölüyor.

 

Peki bu yıl ki korona-virüsün öncekilerden daha korkunç kabûl edilmesini hangi faktörler sağlamaktadır?. Çok iyi bilinir ki korku olmadan toplumda yapılacak köklü değişikliklerle ilgili algı oluşturulamaz. Her büyük globâl seviyedeki salgın, dünyâ savaşları gibi ağır korku yaratan dönemlerden sonra Dünyâ’da çok köklü sosyâl ve ekonomik değişimler olur. Bu salgın da bir gün bitecek, ancak bittiğinde insanların toplumsal yaşam alışkanlıkları ve ekonomik durumlarının epeyce değişmiş olduğu görülecektir. Örneğin globâl büyük sermâye sâhipleri oluşacak, ekonomik krizler sonrası zarar eden firmaları ve sanâyi kuruluşlarını yok değerine ele geçirecek ki Çin’de bu değişim oldu bitti bile”.

 

Bir yazıda şunlar söylenir: “Eminim ki bu virüs kısa bir sürede etkisini yitirecek ama bu travma sebebiyle Dünyâ bir daha aslâ eskisi gibi olmayacak. Şu-an hepimiz Memento Mori (öleceğini unutma) aşamasındayız; virüs tehlikesi geçtikten sonra Carpe Diem (günü yaşa) moduna geçilecek. İnsanlar daha fazla gezecek, daha fazla yiyecek, daha az sâhip olacak. Dünyâ ekonomisi bu yöne evirilecek. Göreceksiniz şu-anda bir yere çıkmaya korkan insanlar, ölüm korkusunu atlattıktan sonra çok daha fazla gezecek, çok daha fazla harcayacak ve çok daha az biriktirecek. Yâni aslında tam da kapitâlist sistemin istediği gibi”.

 

Korona-virüs nice modern teorileri çürüttü. Korona-virüs ile birlikte salgınların ilkellikle bir alâkasının olmadığı anlaşılmıştır. Beton, asfalt ve hijyen korona-virüsü önleyememiştir ve insanlar kırsal alanlara kaçmaktadır. Böylece modernizmin bir teorisi daha çökmüştür. Korona-virüs olayı ile birlikte, modern aklın ortaya koyduğu bilim ve teknolojinin, bir “abdest” kadar bile gücünün olmadığı anlaşılmıştır.

 

Korona-virüs, modern insanın üç tanrısını yıktı: Akıl, para, modern-bilim ve teknoloji.

 

Korona-virüs bize, ihtiraslarımızın ihtiyaçlarımız olmadığını gösterdi.

 

Korona-virüs göstermiştir ki, şerrin yayılması, hayrın yayılmasından çok daha hızlı oluyor.

 

Korona-virüs ile birlikte insanların en çok neyden korktuğu ortaya çıktı. İnsanlar “ölüm-ötesi”nden değil, “ölmekten” korkuyorlar. Ölmemek için her-şeyden vazgeçebiliyorlar.

 

Korona-virüsten en çok etkilenenler, liberâl-kapitâlist-emperyâlist sistemi en yoğun kullananlardır.

 

Korona-virüs’ün tüm Dünyâ’yı etkileyen bir salgın hâline gelmesi, tüm Dünyâ’nın sapkın hâle gelmesinden ve sapmış olmasının bir sonucudur.

 

Modern insan “görmediğime inanmam” ve “görmediğimden korkmam” diyordu. Fakat görmediği korona-virüse hem kesin olarak inanıyor hem de korona-virüsten kaynaklanan korkusu, her-şeyden çok daha fazla olan bir korkudur. Korktuğu şey toplamda 15-20 gramlık bir şeydir.

 

Zamânında domuz gribi de çok fazla abartılmıştı. Oysa o yıl normâl gripten Dünyâ’da 250 bin-500 bin kişi ölmüşken, domuz gribinden 14 bin kişi öldü. Hâlbuki ne çok panik yapılmıştı. Yeterince etki yaratılamayınca bu sefer de korona-virüsü çıkardılar ve bu sefer gerçekten de başarılı oldular Dünyâ’yı velveleye vermekte. Belki de bu, daha etkili bir virüs üretebildikleri içindir. Zâten her sene daha kış gelmeden; “bu yıl çok büyük salgınlar olacak” derler. O “büyük salgını” bu sefer tutturdular. En azından insanları “büyük salgın” diyerek korkutmayı başardılar.  

 

Yok “aşısı bulunacak”, yok “ilacı bulunacak” falan diye boşuna ümitlenmeyin. Hangi hastalığın ilacı bulunmuş ki korona-virüsün ilacı-aşısı bulunsun?. Daha normâl gripten koruyan kesin aşı bile bulunamadı. Aşıya rağmen yine de grip olunabiliyor?. Çünkü koruma oranının %60 olduğu söyleniyor. Zâten hiç-bir “kronik” denilen hastalığın ilacı yoktur, bulunmadı yada bulunamıyor. Doğaldan koparak zâten bulunamaz da. Korona’nın da aşısı yada ilacı bulunamaz ve bulunamayacak. Dolaylı yoldan görece “iyi” gelecek olan ilaçlar kullanılacak. Modern-seküler-kapitâlist zihniyetle “şifâ” verecek hiç-bir bulunamaz ve belki bulunmak da istenmiyor.

 

Maske üreticilerine yoğun iş çıktı ve birileri epey bir para kazanmakta. Fakat maskelerin koruyup-korumadığı da muammâ. Bakıldığında maske takanlar ezici çoğunlukta olmasına rağmen yine de vâkâ ve hasta sayısı artıyor. Demek ki pek de korumuyor. Hattâ belki yararı kadar zarârı da olabilir. Mesâfe de uygulanabilecek bir şey değildir. İnsanlar ne yaparlarsa-yapsınlar bunu tam olarak uygulayamazlar. Hayat devâm ediyor ve insanlar büyük şehirlerde yaşıyor. İnsanı gerçek anlamda ancak bağışıklığı korur. Dünyâ’da bağışıklık sisteminin yenemeyeceği bir hastalık yoktur, olmamalıdır. Fakat hem kimyâsal eklenmiş gıdâlarla hem de elektrik ve çeşitli sinyâllerle bağışıklığımız etkilenip zayıfladığı için bâsit bir virüs bile gürültü koparabiliyor. Sağlıklı yeme-içme, giyinme, uyku haram ve pis şeylerden uzak durmak, bağışıklığı güçlü tutacağı için insanları da sağlıklı kılar.  

 

Hiç kimsenin bu konuda tam olarak bir şey bildiği yok. Bilemezler de. Bu hastalık biraz da cezâdır çünkü. Ama gelin görün ki bunu hiç kimse hesâba katmıyor ve kendine çeki-düzen vermiyor. Allah’tan yardım istemediği gibi Allah’tan yardım istemeyi ilkellik ve yobazlık olarak görüyor. Oysa Allah diyor ki; “bu Dünyâ’da her gün 25.000 kişi açlıktan-susuzluktan ölüyor, bombalar nedeniyle ölüyor, ahlâksızlık, adâletsizlik ve şiddet nedeniyle ölüyor. İnsanlar mâneviyattan koptuğu için intiharla, uyuşturucuyla, sigara-alkôlle vs. ölüyor. Bunları görmüyorsunuz. O hâlde size apaçık göreceğiniz bir cezâ vereyim. Belki bu cezâ diğer şeyleri de görmenize neden olur da kendinize çeki-düzen verirsiniz ve Dünyâ’yı daha yaşanılır bir yer hâline getirmek için çalışırsınız. Üstelik böylece âhirette de acı azaptan kurtulursunuz.

 

Korona-virüs denilen şey aslında “korona-grip”tir. Korona-grip o kadar da korkulacak bir şey değildir. Zâten Türkiye’de açıklanan vâkâ sayılarının da “sâdece ilaç tedâvisi gören ve hastâneye yatanların sayısı” olduğu ortaya çıktı. Meğerse “100.000 kişiye test yapıldı ve 1.500 vâkâ oldu” denirken, test sonucu pozitif çıkmasına rağmen hastalık belirtisi göstermeyenleri saymıyorlarmış. Belirti gösteren-göstermeyenler sayılsa herhâlde toplam vâkâ 100.000’de 25-30.000 kişi olacak belki de. O hâlde ne olmuş oluyor?. Korona-virüs denilen korona-gribin, insanları o kadar da etkiyen bir şey olmadığı ortaya çıkmış oluyor. Zîrâ korona-virüs da bir griptir ve ancak grip kadar tahribat yapar.

 

Virüsün sayısı ancak 7 milyar sayısına ulaştığında insanı “hasta” ediyor ve semptom görülmeye başlıyor. 2-3 milyar civârındaki virüs sayısı kişide belirti göstermiyor ve insanı etkilemiyor. O hâlde bu, “testi negatif çıkanların vücutlarında tek bir tâne bile virüs yok” demek değildir. Herkeste korona-virüs var ama sayısı çok değil. Bir-kaç milyon tâne virüs olması insana bir şey yapmıyor ve etkilemiyor. Aslında tüm insanlarda korona-virüs var ve sâdece hasta edecek sayıda değil. Bu da aslında korona-virüsün sâdece ilerlemiş hâlinin hasta ettiği ve ölüme sebep vermesi demektir ki, bu tüm hastalıklar ve virüsler için geçerlidir. İlerlemiş grip de insanı öldürebilir. O zaman biz niye özellikle korana-virüsten bu kadar çok korkuyoruz?. Önlem alalım tamam ama aşırı korkmaya gerek yok. Zîrâ korana-virüs de griplerden bir griptir, virüslerden bir virüstür.

 

Korona-virüs denilen ve aslında korona-grip olan hastalık, aşıyla-ilaçla falan değil, insanların bu hastalığı griplerinden bir grip olarak görmesiyle, o şekilde kabûl etmesiyle; siyâsilerin ise bir süreç içinde; “tamam bitti” yada “etkisizleşti” şeklinde açıklamalar yapmasıyla yâni korona-virüsün anlamsızlaşmasıyla bitecektir. Çünkü korona-virüsün daha çok psikolojik etkisi vardır. İnsanlar bu hastalıktan, fizîki olmaktan çok psikolojik olarak etkileniyorlar. Bu etki kaybolduğunda maskeler de bir kenara atılacaktır. “Korona-virüsün maskesi” düşünce, yüzlerdeki maskeler de inecektir inşaallah.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

Devamını Oku »