10 Temmuz 2018 Salı

Akıl, Gayb, Îman



“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)

“De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar” (Neml 65).

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

“Îman etmek çok büyük bir nîmettir ve kişiyi îmâna ulaştıracak olan şey akıl ve aklı kullanarak yapıp-ettikleridir. Aklederek ulaşacağı sonuç ile sahih îmânın kapısına varır insan. Aksi-takdirde körü-körüne bir îman söz-konusu olur. Yûnus 100. âyet, akıl ile îmânı alâkalandırır ve îman etmeyenler, ya akıllarını kullanamazlar yada akıllarını kullanmalarına rağmen, “Allah onları îmâna lâyık bulmadığı için” îmân edememektedirler. O hâlde akıl ve akletmek, kişiyi ancak îmânın kapısına kadar getirip bırakır ve artık o noktada kişi, îmânın kendisine mutlakâ yükleyeceği bedeli kabûl ederek yada etmeyerek, îman eder yada etmez. Îmânın bedelini ödemeyi göze alamayanlar, îmâna lâyık olmamış olurlar ve çok cins bir akla sâhip olsalar bile îman edemezler:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ın diline aslında hayran olmasına rağmen kendisine yükleyeceği sorumluluk yükünden olsa gerek, onun inkâr etti. Zîrâ anlıyor ki, Kur’ân’ı kabûl ettiğinde bir-çok şeyden vazgeçmesi gerekecek.

Kur’ân zihinlerden başka, kâlplere de hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin ol(a)mayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri-yürekleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Aslında bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).

Kur’ân’a akıl erdirmelerine rağmen bir türlü îmân edemeyenler, Kur’ân’da bir çelişki ve yetersizlik gördüklerinden değil, Kur’ân’ın istediği, fakat ancak îmanlı kişilerin kabûl edebilecekleri İslâmî hayat-şekline râzı ol(a)mamalarından dolayı îman etmiyorlar. İşte budur kişiyi îman etmekten alıkoyan. Yoksa sorun “akıl erdirememek” değildir. Çünkü Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır. O hâlde akıl, kişiyi yalnızca îmânın kapısına kadar getirebilir. Akılla îman edilmez, “yürek” ile îman edilir. Îman, akıl işi değil, yürek işidir. İbni Haldun akıl konusunda şunları söyler:

Aklın bir sınırı vardır ve bu sınırı aşıp Allah’ı ve sıfatlarını (bütün boyutlarıyla) idrâk etmeye yönelmemesi gerekir. Çünkü akıl, Allah’tan gelen varlık zerrelerinden sâdece bir zerredir. Buradan, bu gibi meselelerde aklı nakilden üstün tutanların düştükleri yanlış, anlayışlarının yetersizliği ve görüşlerinin çürüklüğü anlaşılmış olur. Evet, böylece senin için bu meseledeki doğru açıklığa kavuşmuş oluyor. Dolayısıyla (araştırılan) sebepler, idrâkimizin ve varlığımızın sınırlarının dışına çıktığında, artık bilinip anlaşılmazlar ve böylece akıl, vehimler çölünde yolunu kaybedip sapıtır ve biter. Öyleyse tevhid, sebeplerin ve onların etkilerinin mâhiyetinin idrâk edilmesinden âciz kalmak ve bütün bunları, onların yaratıcısına ve ilmiyle onları kuşatana havâle etmektir. Sıddıklardan birinden nakledilen şu sözün anlamı da budur: İdrâk etmekten âciz olmak, idrâk etmektir”

Akıl ve aklı kullanmak çok önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha varlık âlemini bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Abdulhamid ebu Süleyman: “Evrende vâr olan şeyler arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının ötesindedir” der. Ömer Hakan Yavaşoğlu ise şöyle der:

“Günümüzde mevcut kâinâtın henüz sâdece %4’ünün tesbit edilebildiğine ve geri kalan %96’sının ise ne olduğu bilinmediğine göre, bu görünmeyen/gaybın aslında belki de hakîkate işâret ettiğine inanan bilim-adamları, şu-anda hâlâ mevcut bilinen %4’ün sınırlarına ulaşmaya çalışıyorlar.

Evrenin sırlarını beş duyu ile açıklamak zordur. Bu yüzden insanlar farklı kanallardan gerçeklere ulaşmaya çalışırlar. Kişiyi gerçeklere götüren birinci yol, deney-gözlem, ampirik yaklaşımdır. Nöropsikiyatrinin ve pozitif bilimin ilgi alanıdır. İkinci yol, akıl yürütmedir. Teorik pozitif bilim ve din-biliminin, sosyâl bilimler ve psikiyatrinin ilgi alanıdır. Gerçeğe götüren üçüncü yol, önsezi ve sezgi’lerdir ki bunlar din bilimlerinin dışında bugün nöropsikiyatri’nin de ilgi alanı olmuştur. Dördüncü yol, inançtır. Diğer üç yolla açıklanamayan durumların açıklanmasına yardımcı olur, örneğin nöro-psikoloji de artık bu alanla ilgilenmektedir”.

Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip de açıklayamayan akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir. Bakın 1.400 yıldır okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile ilgili olduğundan, onu anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın özelliği budur. Gayb çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç veyâ dört boyutlu olan varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl, gayb konusunda çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz. Bu nedenle akılla her-şeyin çözüleceğini söylemek yanlıştır ve de “îmânı iptal etmek” demektir. Öyle ya; akıl ile her-şeyi çözebileceksek îmâna ne gerek var?. Hattâ artık tevekküle (Allah’a ısmarlamak) bile gerek kalmayacaktır.

“Dediler ki: ‘Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

Bir milyon tâne akıl, bir milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve onaylamadıklarını akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de yanlıştır ve geçersiz olacaktır.

Akıl her zaman doğru sonuca ulaşamaz. Meselâ vahiy, “Allah’tan başka hüküm koyucu olmaması” gerektiğini söylerken, akıl, meclise, “beşeri hüküm” koyması için 550 tâne milletvekîli gönderir ve bunu mâkûl bulur. Bu da vahyin tahrif ve tahrip edilmesi demektir. Vahyin tahrif edilmesi tüm zamanlarda, gaybın ve vahyin kendisinin “akılla bilinmek ve açıklanmak” istenmesiyle başlar. Tabi açıklanamadığı yerde de uydurmalar başlar.  

Akılla tüm bilgiye ulaşılabileceğini zannedenler, “Allah’ın bilgisine ulaşılabileceğini” söylemiş olduklarının farkında değildirler. Oysa bırakın insanları, melekler bile Allah’ın bilgisine muttalî olamazlar. Hâlbuki melekler de gaybın konusudur. Gaybın konusu olan melekler bile Âdem’in yaratılış nedenine akıl erdiremiyorlar da, bunu Allah’a soruyorlar:

“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi vâr edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi” (Bakara 30).

Demek ki insan bir akla sâhip diye her-şeyi bilecek değildir. Aksi-hâlde aklını, dolayısı ile kendini ilahlaştırmış olur. Aynen, modern Dünyâ’nın aklı ve dolayısı ile insanı ilahlaştırdığı ve bundan dolayı ilâhi olandan vazgeçip, insanı merkeze aldığı gibi. Tabi bu durum çeşitli adâletsizlikleri ve zulmü yâni şirki ortaya çıkarmıştır-çıkartmaktadır. 

Akılla başlayıp, “akleden kâlp”e geçilmedikçe yâni îmâna geçilmedikçe ilim kemâle ermez. Akleden kâlbe sâhip olanlar, “îman edenler”dir. İş “akleden kâlb”e bırakıldığında bir meselede “leb” demeden leblebi idrâk edilir ve akılla meselâ 1 ayda ulaşılan şeye îcâbında tek bir günde ulaşılabilir. Artık bir “Furkân” kesbedilmiştir ve Furkân ile meseleler kolay idrâk edilebilir. Peki idrâk edilecek olan nedir?.

Kur’ân’ın bir rûhu, bir şuuru vardır ve anlaşılması bilinmesi gereken şey de budur. Başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe işte bu rûhu idrâk edip bilmişti. Bu rûha ulaşmanın yolu Kur’ân’ın âyetleri (yada âyet grupları) sayısıncadır. Her âyetinden çıkılarak bu rûha ulaşılabilir. Çünkü o rûh Kur’ân’ın tümünü kuşatmıştır. Yoksa kelimelerin bizzat lafzı değildir Kur’ân’ın tamâmı. O lafızlar Kur’ân’ın rûhuna ulaştırmak içindir ve o rûh da bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine dâvet eder ve sokar kişiyi. Fakat bu sürece, ancak aklını kullandıktan sonra, îmâna erenler dâhil olabilir.

Zâten İlâhi olanın dilini, “beşerî olan”ın diline tam olarak aktaramazsınız ve bu konuda bir uzlaşma sağlayamazsınız. İlâhi olanın mutlak idrâki, insanın mukayyet sınırlı idrâkine sığmaz çünkü. Fakat ilâhi idrâk, yine “tam anlamıyla idrâk edilemeyecek olan hayat”ın içinde “amel olarak” gözükebilir ki, insanın amacı ve hedefi de, vahyi yorumlamaktan ziyâde, “hayatta görünür kılmak”tır. İlâhi olanın dili, amele-eyleme aktarılabilir. Lâkin vahyi amele-eyleme yâni hayâta aktaracak olanlar da, “îman edenler” olacaktır. Zîrâ akıl her zaman amele-eyleme yönlendirmez ama îman mutlakâ yönlendirir. Çünkü “îman” demek, “amel” demektir. Yoksa kuru-kuruya îman “îman” değildir:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). İslâm’a yapılacak en büyük hakâret, onun kuru-kuruya “sâdece îman edilecek” bir din olduğunu söylemektir.

Bilmek amele yönlendirmiyor ama îman amele yönlendiriyor. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

Teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir.  

“Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun üzerine büyücüler, secdeye kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik’ dediler. (Firavun) dedi ki: ‘Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi?. Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O hâlde ben de ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azâbı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız. Dediler ki: ‘Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih edip-seçmeyiz. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünyâ-hayâtında hükmünü yürütebilirsin” (Tâ-hâ 69-72).

Hiç kolay değil aslında; tüm bilgi-birikimini, inancını değiştirmek ve ölüm pahasına bir zorbaya karşı gelmek. Peki bunu sihirbazlara yaptıran neydi?. Akılları-zekâları-beyinleri mi?. Hayır, çünkü onlar zâten eskiden bêri bunlara sâhiptiler. Başka bir şey olmalı bu. Sihirbazlar akıllı-zeki kişiler olmasına rağmen îmâna ulaşamıyorlardı, fakat bir mûcize yetiyordu onların o güçlü îmâna yönelmeleri için. Demek ki Hz. Mûsa ve Hârûn’un söyledikleri vahiy üzerinde araştırmalar yaptılar ve onu derinlemesine düşündüler. İçten-içe söylenenlerin doğru olduğunu anladıkları hâlde zekâları yetmedi îmâna. Gönüllerinin tatmin olması için bir görüntü gerekiyordu, o da mûcize ile gerçekleşti. Mûcize kâlplerini etkiledi ve îmâna ulaştırdı onları. Sürekli akletmek üzerinde oldukları için olağan-üstü bir durum onları bir-anda îmâna ulaştırmaya yetti. Akıllı oldukları için, akılsızlar gibi “üstün bir sihirbazlık bu” demediler. Onun sihir olmadığını hemen anladılar. Açıklayamadıkları şey “başka bir şey”di ve onun ancak üstün bir kudret ile alâkalı olabileceğini anladılar. Dolayısı ile hemen secdeye kapandılar.

İşte îmâna ulaşmak böyle bir süreçle olur ancak. Îmâna ulaşan yerinde duramaz. Harekete-amele geçmek için sabırsızlanır durur. Bu rûh-idrâk kavranılmadıkça kişide bulunan şey îman değil, inançtır. Çünkü akıl ancak inanca ulaşabilir, îmâna değil. Fakat îmâna ulaşmak için inançtan ve akıldan yola çıkmak gereklidir ve makbûldür. O rûhu idrâk etme süreci böyle işler. Kur’ân bu nedenle: Yâ eyyuhellezîne âmenû, âminû billâh. “Ey îman edenler îman edin” der. Yâni “ey gerçek îmâna ulaşmamış olduğu için eyleme-amele geçemeyenler!, îmân edin de İslâmî bir eylemde-amelde bulunun” demek ister. O hâlde îmânın delîli çok akıllı olmak değil, amel ve eylem üzre olmaktır. Zîrâ kişiyi Allah için olan amel ve eyleme ancak îman yönlendirir. 

Vahyi de en iyi idrâk edebilecek olanlar, îman edip de aklını kullanacak olanlardır. Îmân etmemiş olan akıl, onu idrâk edemez. Zâten îman edememesinin nedeni de budur. Allah’ın âyetlerinde, akleden kâlbe ulaşmak için îmandan akla doğru bir süreç vardır:

“Elif, Lâm, Mim, Râ. Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Ve sana Rabbinden indirilen haktır. Ancak insanların çoğu îman etmezler. Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır. Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 1-4).

Demek ki “sahih akıl”a yâni akleden kâlbe ancak îman edince ulaşılabiliyor ve bu akıl kullanılabiliyor.

Aklın belli bir noktadan sonra yetmediğinin delîli, vahye mutlakâ ihtiyaç duymasıdır. En saf ve temiz akla sâhip olan Hz. Muhammed, vahiy gelemeden önce, aklını kullanabilmesine rağmen, (çünkü uluslar-arası ticâret yapabilecek bir kapasitedeydi) ne yapacağını bilmez hâldeydi:

“Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 7).

Demek ki gaybın ne olduğuna dirâyetle ve akıl yürütmeyle ulaşılamaz. O sâdece Allah’ın bildirdiği kadardır. Şu âyetler, akıl yoluyla gaybın bilinemeyeceğini ve aklın sınırının, gaybın kapısı olduğunu söyler:

“Allah sizi gayb üzerine muttalî kılacak değildir” (Âl-i İmran 179).

“Size Allah’ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam” (En-âm 50).

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez” (En-âm 59).

“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).

“Sen, yalnızca gayb ile Rablerinden ‘içleri titreyerek-korkmakta’ olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın” (Fatır 18).

“Yoksa gayb (bilgisi) onların katında mıdır, böylece yazıp-duruyorlar?” (Tûr 41).

“Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir mağfiret (bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır” (Mülk 12).

“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).

Muhammed Celil: “İki türlü  “gayb” vardır: 1-Mutlak gayb ve 2-Mukayyet/izâfi gayb” der ve açıklamasını şu şekilde yapar:

1-Mutlak gayb: Allah bu alanı, elçileri de dâhil herkese kapatmıştır. Bunu duyular ve araştırmalarla bilmeye kimsenin gücü yetmez. Ancak gaybın sâhibi olan Allah’ın elçileri vâsıtasıyla ne kadar bildirmişse o kadarını bilebiliriz. Allah’ın varlığı, cennet, cehennem, kıyâmetin saati, melek bu nevidendir. Bu konuda gayba îman edenler, Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmek zorundadırlar. Bu gayba taş atmak insanın başını belâya sokar.

2-Mukayyet/İzâfi gayb: Çalışmakla, çabayla elde edilebilir (görece) gaybtır. Eşyânın tabiatı, yer-altı kalıntıları(arkeoloji), bir duvarın arkası, kapalı bir nesnenin içi. Bize izâfi gaybtır”.

Ahmet Sihrindi bu konuda şunları söyler:

“Eğer peygamberler gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, O’nun büyüklüğünü kavrayamazdı. Nitekim kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allâh-u Teâlâ’nın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her-şeyi “zaman” yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazreti İbrâhim ile çekişmesi Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir. Firavun da, “Benden başka tanrınız yoktur” demiş ve Hazreti Mûsâ’yı, “benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim” diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nîmeti anlayamaz. Bir peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz”.

Allah’ın apaçık hükmüne rağmen akıl üretmek “akıllılık” değil “akılcılık”tır. Şeytan, Allah’ın secde emrine akıllık edip de uymadı ve akılcılık edip secde etmekten kaçtı. Şeytanı örnek alan modern insanlar da “akıllılık” yerine “akılcılık” yaparak gaybı boş yere taşlayıp durmaktadır. Oysa apaçık hüküm varken o hüküm üzerinde akıl yürütmek vahye aykırıdır:

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Gaybı, gaybî varlıklar olan cinler bile anlayamamıştı. Hz. Süleyman’ın öldüğünü cinler bile anlayamadılar, çünkü gaybı sâdece Allah bilir:

“Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü onlara, âsâsını yemekte olan bir ağaç-kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şâyet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı” (Sebe’ 14).

Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.

Müslümanları İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar. Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü Ülke ve Dünyâ çapında dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun, aklı kullanarak güzel yazılar yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak değil, “hakkı ortaya koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu” değil, “îman sorunu”dur maalesef. O hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna koyulmalıyız. Îmanların artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îmân, masa-başında aklı kullanmaktan çok, meydanda, “cihad meydanı”nda artar:

“Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).

Bir yazıda şunlar söylenir:

“Eski Yunan felsefecileri, “akıl hiç şaşmaz, her-şeyin doğrusunu anlar” diyor, aklın her-şeye erdiğini sanıyorlardı. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlardı. Hâlbuki akıl, dünyâ bilgilerinde bile yanılıyor. Âhiret bilgilerini ise hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir”.

Bir işrâki romanı olan “Hay bin Yekzan”da, işrak (âni içe doğuş) felsefesi kullanılarak, bir-anda içe doğuşlar ve akıl yürütmelerle Allah’ın ve hakîkatin bulunmasının hikâyesi anlatılır. Çünkü tasavvuf, “gaybın yorumu”dur. Gaybı, Allah tarafından kendilerine gelen sözde tecellilerle (işrak=âni aydınlanmalar) hiç-bir ilmî süreç yaşamadan bilebildiklerini söylerler. Bunun için de yapılması gereken şeyin, bir mürşid-i kâmile bağlanmak ve kendilerine has bir aydınlanma süreci olan “seyr-i sülûk”tan geçmek olduğunu söylerler. Oysa Kur’ân’da böyle bir işâret yoktur. Kur’ân sâdece, bir kitaba ve kitabı bilenlere danışılmasını ister. Tasavvufçuların işrak=içe doğuş zannettikleri şeyler, bir-anda akıllarına geliveren çoğu yanlış düşüncelerden başkası değildir. Fakat bu düşünceler “kitap” merkezli olmadığından dolayı büyük oranda yanlış yargılardır. Zâten Kur’ân sürekli; “akıllı ol” derken; tasavvuf sürekli; “âşık ol” diyor.

“Şüphesiz bu (vahiy) kâlbi olan kimseler için bir uyarıdır” (Kâf 37).

Kâlbin bilgisi de aklın ulaşabileceğinden üstündür. Zâten bozulma ilk başta aklın bozulmasından değil, kâlbin bozulmasından başlar. Kâlbi bozulanın aklı da bozulur ve artık hakîkat üretemez. Peygamberimiz: “Bakın, cesette bir çiğnem et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulup gider. Dikkat!; işte o kâlptir” der. Zâten çocuk anne karnında gelişirken, önce beyin değil, kâlb gelişmektedir. Beynin gelişmesi, çocuk bir yaşına gelinceye kadar ancak tamamlanmaktadır. Bedenin ana-yöneticisi akıl değil kâlptir. Tabi kâlp, “akleden kâlp” yâni akıl ve kâlbin buluşmasıyla kemâle erer.

Allah’a, âhirete yâni gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş bir sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri Şeytan ilhâm edecektir.

Teoman Duralı şöyle der:

Allah’ın “mutlak birliği”; aynı-ânda aşkın ve içkin oluşu, tecrübelerden hareketle akıl aracılığıyla kavranılır cinsten olaylar değildir. Gerçi sözünü ettiğimiz yollardan “tanrımsı” yahut “tanrı-benzeri temel ilkeleri oluşturabiliriz; fakat Allahı böyle kavramak, tüm soyutlama kâbiliyetimiz ile fehmimizi aşar.

“Akıl nereye dayanır?”, sorusuna, yine aklın kendisine” cevâbı, akla aykırıdır. Akıl doğayı bir noktaya kadar inceleyip değerlendirebilse de, hakîkat ancak îman ile bilinebilir, idrâk edilebilir. Doğrulanmayı, denetlenme ile gerekçelenmeyi ilkece beklemeyen “ilk aslî inanca îman denir.

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar.
 
Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak” demektir. Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır, işte o zaman göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.

Bilmenin zirvesi îmandır. Aklı kullanmak ve bilmek, kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır.

Îmân etmek demek, “kabûl etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “uğruna çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.

Peki îman nedir, “iman etmek” ne demektir?. Îman etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir. Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. Îman zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îman, masa-başında değil, mücâdele meydanında artar. Îman, riske girmektir. Îman; “her-şeyiniz elinizden alındığında geriye kalan” şeydir.

Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma oldu mu?” demektir. Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îmânın ve dolayısı ile amelin önündeki en büyük engel, şirktir.

Sorunumuz îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Akıldan kopuk îmandır ki buna îman değil “inanç” denebilir. Bu şuursuz îman, belki de îmansızlıktır. Şuurlu îmâna, aklı iyi kullanmak ve amel-eylem hâlinde olmakla ulaşılabilir. Fazla îman göz çıkarmaz. Çünkü fazlası “dert” olmayacak tek şey “îman”dır.

Dünyâ ile ilgili işlerde akıl mutlakâ kullanılmalıdır ve zâten Yûnus 100. âyete göre aklımızı kullanmadığımızda üzerimize pislik yağar. Dîni konularda da, Allah’ın; “aklınızı kullanın”, “düşününler için”, “akledenler için” vs. denilen yerlerde de akıl kullanılmalıdır. Fakat gaybın yâni îmânın konusu olan yerlerde aklı kullanmak, hem bir fayda etmez ve sonuca götürmez, hem de îman edilmesi gereken yerde aklı kullanmak gibi yanlış bir işe girişilerek şirke kapı açılır ve şirke düşülür. “Akılla şirk koşmak” budur. Târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını ilahlaştırıp “akılla şirk koşma”larıydı.

Akıl, kullanılması gereken bir şeydir, dolayısı ile bir araçtır. Aracı ilahlaştırmak şirktir. Modernizm, îmânın önemsizleştirilmesi ve aklın dinleştirilmesi ve ilahlaştırılmasıdır. Modern akıl “kışkırtılmış akıl”dır.

Akıl ile din-îman aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygun olmuş olacaktır ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir.

Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, “üst-akıl” yada akıl-üstü bir öğretidir. Aksi hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.  

Akıl sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile verememiştir ve “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın ne olduğunu idrâk edememiştir. Bu nedenle de ona bir isim bile veremez.

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir.

Akıl, özünde olgun değildir. Nefse bağlıdır ve bu nedenle terbiye edilememiş akıl, doğru yargılarda bulunamaz. O hâlde aklı terbiye etmek için bir kıstasa ihtiyaç vardır ki bu kıstas, îmandır. 

Aklı erdiği hâlde eli ermeyenler mi daha değerlidir, yoksa aklı ermediği hâlde eli erenler mi daha değerlidir? diye bir soru sorulsa, “aklı ermediği hâlde eli erenler üstündür” derdim. Çünkü akletmekten daha önemli ve üstün olan şey, akledilenin hayatta gerçekleştirilmesi, akla göre amelde-eylemde bulunulmasıdır.

Allah katında üstün olanlar “akılca üstün olanlar” değil, “takvâca üstün olanlar”dır. Îmandan yoksun olan insanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini ve ona göre üretim yaptıklarını zannederler. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Bu yüzden îmansız aklın ortaya çıkardığı teknoloji, hem aklı yok ediyor, hem de nice zulümler ortaya çıkarıyor.  

Kur’ân’ı idrâk etmek için akıl, uygulamak için ise “yürek” gerekir. Müslümanlar akıllarını kullanayım derken yüreksizleştiler. Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramıyor. Neden?. Çünkü akıllılar kuyuya inmekten korkuyorlar. Bu nedenle o taşı yine bir “yürekli kişi” (deli) çıkarabilir ancak. O “deli”, îmân sâhibi olan” kişidir. İşte biz o “deli”den mahrumuz. 

IQ’nun ve aklın derecesinden ziyâde, îmânın derecesi önemlidir. Modern insanların ve müslümanların bir kesimi, akıllarını kullanmaz ve dinlerini de körü-körüne tâkip ederken; diğer kesimi ise, îmânın potansiyelini unutup aklın sınırlı yönlendirmesine kapılmış gidiyorlar. Bu nedenle de bir türlü düze çıkılamıyor. Sonuçta da hüsrandan kurtulmak mümkün olmuyor. Çünkü hüsrandan kurtulmanın tek yolu, “aklı kullanmak” ve “îman edip sâlih amelde bulunmak”tır.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2018














Devamını Oku »

2 Temmuz 2018 Pazartesi

“Sâdece Kur’ân” Söylemi Üzerine

 


“Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).

 

Kur’ân, sâdece orijinâl metninden tilâvet etmekle “okunmuş” olmaz. Kur’ân’ın tilâveti okuyanın ve dinleyenlerin ruhlarına hoş bir sedâ verse ve bir huzûr oluşturarak kişiyi gevşetip rahatlatsa (relax) da, mevcut bir sorunu giderecek etkiyi yap(a)maz. Oysa kıraat ederek yâni anlayıp idrâk ederek, fıkh ederek yapılacak bir okuma, “sorunu bertarâf etmeye bir giriş” olacaktır. Zîrâ idrâk-merkezli Kur’ân okumak, hemen arkasından amel-eylem olarak tezâhür edecektir. Çünkü bu tarz okuma, sâdece dilde kalmayıp, vahyin nûrunu ciğere ve oradan da kâlbe taşıyacak ve “akleden kâlp”, o nûr ve kudretle zihni-vicdânı diriltecek ve ellere ve dizlere bir dermân verecektir. Bu durumda da artık amel ve eylem kaçınılmaz olacaktır. Fakat bunun için ilk önce sıkı bir “Kur’ân bağımlısı” olmak gerekir; aynen Peygamberimiz gibi..

 

Allah vahyini göndermeseydi, insanlar sorunlarını gerçek anlamda çözebilecek bir fikir üretemezlerdi. Ortaya koyacakları sözde çözüm önerileri ise yakın-uzak vâdede sonuçsuz kalırdı. İsterse bu çözümleri üretecek olanlar, insanların en bilgilisi, en merhâmetlisi, en adâletlisi, en fazîletlisi olsun yine de fark etmez. Zâten günümüzdeki vahiy-dışı sorun çözme uygulamaları bir sonuç vermemekte ve hattâ durum günden-düne daha da kötüye doğru gitmektedir. Çünkü insanın yeryüzünde sorunsuz bir düzen kuracak fikir, bilgi ve bilinç üretecek aklî kapasiteleri yeterli değildir. Akılları buna yetmez. Çünkü akıl, sınırlı bir idrâk yeteneğine sâhiptir ve bu nedenle de işin önünü-arkasını tam olarak hesaplayamaz, bilgisiyle her şeyi kuşatamaz ve sorunlara kesin çâre olacak fikir üretemez. Bu nedenle devreye mutlakâ Allah’ın girmesi gereklidir. Zâten ancak Allah’ın vahiyleri doğrultusunda gidilince, yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi muazzam bir düzen kurulabilecek, doğal ve normâl bir hayat yaşanabilecek ve Dünyâ cennetin bir şûbesi yapılabilecektir.

 

Demek ki insanların huzurlu bir yaşama kavuşması için olmazsa-olmaz olan şey, vahiydir yâni Kur’ân’dır. Aksi-hâlde dediğimiz gibi; Peygamberimiz gibi Dünyâ’nın en iyi, en güvenilir, en merhâmetli insanı olsanız bile, adâletsizlikler ve zulümler karşısında ne yapacağınızı bilemezsiniz de bunun sıkıntısından dolayı dağlara kaçmak istersiniz.

 

Allah’ın sözü yâni Kur’ân, yeryüzünde muazzam bir düzeni kuracak tek yetkin kitaptır. Kur’ân’ı kılavuz yaparak Dünyâ tam “insanca ve müslümanca” yaşanacak bir yurt hâline getirilebilir ki zâten bu nedenle indirilmiştir. Kur’ân bunu yapmak için temel yasalara ve yönergelere sâhiptir. Tabî ki insanlar robot değildir ve Kur’ân da bir robot programı değildir. İnsanlar Kur’ân’ın temel prensiplerine bakarak yeni sorunlara vahiy-merkezli çözümler üretebilirler. Bunun olmazsa-olmazı, ortaya konacak çözümlerin, Kur’ân’a aykırı olmayan bir çözüm-şekli olmasıdır.

 

Lâkin, Kur’ân; tek-başına, hayattan kopuk, “23 yıllık örnek yaşanmışlık” yok sayılarak, indiği sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, târihî ve capcanlı zaman, mekân ve insanlar yok sayılarak okunamaz, okunsa bile doğru anlaşılamaz. Bu zaman ve mekân göz-ardı edilerek, önüne-arkasına (siyak-sibak) bakmadan bir okuma yapmaya uygun değildir Kur’ân. Okunsa bile gerçek ve doğru bir idrâke ulaşılamaz. Yâni Kur’ân’ı pratiğinden kopuk olarak keyfinize göre okuyamazsınız. Abdurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

 

“Müslüman, “sâdece vahyi” okuyarak hayâtı yeniden İslâmlaştıramaz. Müslümanların bence büyük çoğunluğunun yanılgısı budur. Bâzıları vahyin yâni teorinin kolayca pratiğe dönüştürülebileceğini sanıyorlar. Bu çok büyük bir yanılgıdır”.

 

Kur’âncılık, “Kur’ân’dan keyfe göre hüküm çıkarmak”tır.

 

Kitap’ta bir eksiklik bırakılmamıştır” diyen âyetler var. “Kur’ân’cılar” denen tâife, bu âyeti okuyunca, “demek ki Kur’ân’da her-şey var, bu nedenle de Kur’ân’dan başka bir şeye ihtiyâcımız yoktur” gibi boş laflar ediyor. Meselâ şu âyeti söz-konusu edersek:

 

“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta (el kitâb) hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).

 

Burada “kitap”tan (el kitâb maksat, “levh-i mahfûz”dur, Kur’ân değil. Kur’ân, “el kitâb”tan bir kitaptır. Yoksa “el kitâb” ve Kur’ân aynı olsaydı, ikisi farklı kelimelerle yazılmazdı. Herhâlde “el kitâb”, “kâinât kitabı” olsa gerektir Allâhuâlem.

 

“Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şâhid olarak getireceğiz. Biz Kitab’ı (el kitâb) sana, her-şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

 

İlk başta bu âyetlerin geçtiği sûrelerinin Mekkî sûreler olduğunu söyleyelim. O hâlde, Mekkî olan bu âyetler geldiği anda, o anda elde bulunan mevcut kapasitedeki Kur’ân’dan başka bir şeye gerek olmadığını anlamamız gerekmez mi?. Zîrâ bu âyetin indiği andan îtibâren Kur’ân’ın tamamlandığını ve bundan sonra gelecek olan âyetlerin dinden olmadığını söylememiz gerekir. Fakat bu âyetten sonra daha bir-çok âyet gelmiştir ve daha Medîne Dönemi yaşanacaktır ve orada da bir-çok âyet gelecektir. Peki şimdi diğer âyetler yâni Medenî âyetler niye gelmiştir?. Bu âyetler bizi bağlamaz mı?. Daha Kur’ân’ın tamamı gelmeden, “Kur’ân’da hiç-bir şey noksan bırakılmamıştır” denemez. Daha tamamlanmamıştır çünkü.

 

Bir de “her-şey”den maksat, “tüm her-şey” demek değildir. Genel bir ifâde ile özel bir durumun anlatılmasıdır yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:

 

“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).

 

Şimdi bu âyetin bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok mekanik yaklaşıyor. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara” geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim sistemi” gibi yaklaşılıyor ve o şekilde anlama yoluna giriliyor. Yâni ona doğal ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve diline göre olduğu göz-ardı ediliyor.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.

 

Kur’ân en çok, “Kur’ân bize yeter” diyenlere yetmemekte, bu yüzden de onu sürekli aşırı yoruma boğarak tahrif etmektedirler.

 

Kur’ân bize yeter ise, müslümanlar olarak neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân okumasına ve “sâdece Kur’ân” demesine rağmen müslümanların Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür melâlinin nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine rağmen iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var mıdır?. Yoksa sâdece Kur’ân, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân’ın iç-âlemlerden sonra dış-âlem olan hayâtı da inşâ etmesi gerekiyor. Hayâtı Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle olabilir. Peygamberin böyle bir örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in geliş nedeni de zâten budur:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Peki sahabe ne yaptı?. “Sâdece Kur’ân” düşüncesine göre, sahabeler de “sâdece Kur’ân”a mı baktılar ve Peygamberi -hâşâ- adam yerine bile koymayarak ona hiç-bir şey  sormadılar ve ne yapacaklarını danışmadılar mı?. Peygamberimiz de; “ben sâdece tebliğ ederim, gerisine karışmam” diyerek soruları cevapsız mı bıraktı?. “Sâdece Kur’ân” diyenlere göre Peygamber şöyle yapmıştır: “Ey millet!, bakın yeni vahiy geldi, gelin de size yeni gelen âyetleri söyleyeyim. Zâten yeni gelen âyetleri söylemekten başkasına karışmam. Ben yalnızca tebliğciyim. Sizinle uğraşacak hâlim yok. Gelen vahyi bildirdikten sonrası beni hiç ilgilendirmez. Bana ne!. Gelen âyetler şunlar şunlardır. Bana bunlarla ilgili soru da sormayın. Hadi şimdi dağılın gidin. Ne hâliniz varsa görün”.

 

“Sâdece Kur’ân” söylemi dîni izâfileştiriyor. Artık bir taraf başka bir şey söylerken, diğer taraf bambaşka bir şey söyleyebiliyor. Öyle ki, bir taraf; namaz, oruç, hac, kurban, başörtüsü, zekât vs. gibi emirleri, -tabî ki de aşırı ve anlamsız yorumlara tâbi tutarak- yok sayarken, diğer taraf ise bunların Kur’ân’da olduğunu söylüyor. Oysa iki taraf da aynı Kur’ân’ı okuyor. Fakat Peygamber örnekliğine bakmıyorlar. Peygamber bu âyetler karışında ne yapmış ve nasıl davranmış, ona hiç bakmıyorlar. Çünkü “sâdece Kur’ân” diyorlar ya.. Böylece Kur’ân’a istedikleri anlamı veriyorlar ve Kitab’a uymak yerine kitabına uyduruyorlar.

 

Kur’ân, sâdece “yasama kitabı” değildir. Mutlak yargıyı Allah yapar ama, insanlara yargılama ve yürütme görevini de verir. Tabi bunu en başta bir örneklik olması için Peygambere vermiştir. Bu “yürütme” yâni “usvetun hasenetun” denilen “güzel örneklik”, mutlakâ yasaya (Kur’ân) göre olur. Yasama, “sâdece yasama” demek değildir. Yürütmesi olmayan yasama bir anlam ifâde etmez. Meselâ cezâyı hakeden birine yasaya göre bir cezâ biçip de o cezâyı uygulamamak, yasamayı anlamsızlaştırır.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenler bir örneklik de ortaya koymuş değillerdir. Böyle bir örneklik ortaya koymadıkları için ve zâten “usvetun hasenetun” olan “güzel örnekliği” de takmadıkları için ne ve nasıl yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlar. 23 yıllık süreci göz-ardı ediyorlar çünkü. Peygamberin mücâhedesini ve mücâdelesini göz-ardı ediyorlar. Bu örneklikten faydalanmadıkları için de nasıl bir tavır takınacaklarını hem bil(e)miyorlar hem de bunu yapmaya cesâret edemiyorlar. Sonucunu kestiremiyorlar çünkü. Peygamber ve yanındakilerin gösterdiği cesâreti gösterememelerinin nedeni, îmanlarını “örneklik” ile pekiştirmemiş olmalarıdır.

 

Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir.

 

Peki “sâdece Kur’ân” ne demektir?. “Sâdece Kur’ân” söylemi, içi boşaltılmış bir söylemdir. “Sâdece Kur’ân” demek, “sâdece Kur’ân’a göre düşünmek, söylemek ve yaşamak” demektir. Yoksa sâdece söz ile, “sâdece Kur’ân” demenin bir anlamı yoktur.

 

Peygamber örnekliği demek, “Kur’ân’dan başka ikinci bir hüküm kaynağı kabûl etmek” demek değildir. Zâten vâr olan Allah’ın hükümlerine karşı nasıl bir tavır ve tarz takınmamız gerektiğinin örnekliğini göstermektir. Kur’ân’dan başka kitapları din olarak kabûl etmeyeceğiz tabî ki de. Kur’ân; hükmün, bilginin ve bilincin kaynağıdır. Fakat Kur’ân, pratiği olmayan bir kitap değildir ve Kitab’ın kendisi bizzat pratik örnekliği yapamayacağına göre, Kur’ân’ın hükümleri-emirleri-tavsiyeleri, bir insan üzerinden olacaktır ki bu insan elbette peygamber olacaktır. Zâten peygamberler bu nedenle seçilirler ve bu örnekliği pratik olarak gösterirler. Bizim sorunumuz, Kur’ân’ı boşluğa okumamızdır. Pratiğe dökmememizdir ve hattâ pratiğe dökülmesine gerek olmadığını zannetmemizdir.

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın örneksiz olarak ortaya konması anlamsızdır. İşte bu nedenle insanların içinden peygamberler seçilmiştir ve peygamber örnekliği üzerinden Kur’ân hayatta tezâhür etmiştir ve hayâta hâkim kılınmıştır.

 

Kur’ân bir boşluğa yada hayâli bir ortama ve kişilere değil, hayâtın tam ortasına, etkileşim hâlindeki insanlara gelmiştir. Zâten bir-çok ayetinde, insanların Peygamber’e sorduğu sorulara bir cevap yada, ortaya koydukları bir örnek ve mantığa karşı “yeni bir örnek ve mantık” getirdiğini, hem de bu örneklerin “en güzel örnekler” olduğunu söylemektedir:

 

“Onların sana getirdikleri hiç-bir örnek yoktur ki, biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını getirmiş olmayalım” (Furkân 33).

 

Şimdi; başta Peygamberimiz’in 23 yıllık Kur’ân-merkezli yaşanmışlık örnekliği olmak üzere, 1.400 yılda iyi şeyler söyleyenlerin söylediklerini ve yazdıklarını da bir çırpıda silip atmak ve onlardan “hüküm” ve “din” olarak değil ama, bir düşünce-anlayış olarak yararlanmaktan vazgeçmek doğru mudur?. Uydurmalara ve zırvalıklara uymaktan bahsetmiyorum tabî ki. Fakat uydurma ve zırvalık olmayanların tamâmını bir çırpıda değersizleştirmek doğru değildir ve hattâ bu, Kur’ân’cıların ve modern müslümanların zayıf noktasıdır, yumuşak karnıdır. Çünkü böyle olduğunda, bir zaman sonra aynı şeyi yeni nesiller de yapar ve bizim şu-anda söylediğimiz ve yazdığımız doğru ve güzel şeyleri de bâtıl ve şirk olarak değerlendirirler. “Sâdece Kur’ân” söylemi bile bundan payını alır. Bunun sonu da gelmez. Sonuçta insanoğlu hiç-bir zaman iyi ve doğru bir şey söylememiş ve söyleyemez olur. Böyle olunca da Kur’ân hayâta hiç-bir zaman hâkim olamaz ve cehâlet-merkezli şirk ve zulüm sürer gider.

 

“Elçilerin görevi âyet okumaktır, kişisel görüşlerini beyân etmek değil” diyen ahmaklar var. Herkes bir düşünce beyân ederken ve hattâ bu uğurda yorum yapacağım diye Kur’ân’ın canını çıkarırken, sıra Peygamber’e gelince ağzını bile açtırmıyorlar ve onun Kur’ân’ın âyetlerini söylemekten başka bir şey demeğini ve yapmadığını sanıyorlar. Sanki “peygamberlik geldiği andan îtibâren Hz. Muhammed’e konuşmak ve yorum yapmak yasaklanmıştır” gibi bir anlam çıkıyor ortaya.

 

Kur’ân kıssalarında bahsedilenler, “Peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize âyet olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ne yapacağınızı belirleyin” deniyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiş. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek olan vahiylerde Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da âyet olarak intikâl edecekti bize. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son peygamber” olmasıdır.

 

Kıssalarda anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir. Kur’ân’ın üçte-biri “sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine bakarak yapılacaktır. Zımnen; “kıssalara bakın, peygamberler ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de, bu örneklikler üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir.

 

“Her nebî resûldür ama her resûl nebî değildir” diyorlar. “Her resûl nebîdir fakat her resûl nebî değildir” şeklinde tam tersini söyleyenler de var. Ne olduğu tam belli değil yâni. Peki nebî olup da resûl olmayan yâni görevini yapmayan kim vardır?. Hz. Mûsâ’nın annesi ve arılar mı?. Hz. Mûsâ’nın annesine “nebî” diyorlar. Yâni vahyi duyurmamış ve resûllük yapmamış da sâdece almış. Bu mantıkla, bu bize Kur’ân’la duyurulduğu için, Hz. Mûsâ’nın annesini de resûl olarak kabûl etmeliyiz. Her vahyi peygamberlere gelen vahiy gibi zannetmekten doğan bir yanılgıdır bu. Mekanik okumanın bir sonucudur. Ne yâni; şeytanın vahyettikleri de mi vahiydir?. Çünkü:

 

“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına vahyederler. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz” (En-âm 121) deniyor.

 

Yine; “nübüvvet tamamlanmıştır ve bitmiştir, bundan sonra nebî gelmeyecektir, ama resûllük bitmemiştir” diyenler var. Fakat bunu diyenler, nebî olmadan resûl olunamayacağını unutuyorlar. Nebîlik olmadan neyin resûllüğü yapılacak ki?:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Her peygamber hem nebîdir hem de resûldür. Sâdece ilk önce nebîdir sonra resûldür. Fakat bunu bilmenin ve söylemenin bir mânâsı yoktur?. Böyle olsa bile ne fark eder?. Buradan ne çıkacak ki?. Aslında olan şey, Kur’ân’ın edebi bir dil kullanmasıdır.

 

Bütün peygamberlere kitap ve “hikmet” verilmiştir. Hikmet, “muhâkeme etme gücü”dür. Buna göre bir peygamber, kendisine verilen kitabı okuyup da hikmeti göz-ardı edemez. Mutlakâ muhâkeme yeteneğini kullanacaktır ve bir sonca ulaşacaktır. Bunu, Kur’ân üzerinde düşünerek yapacaktır elbette. “Sâdece Kur’ân” diyenlerin, “ben sâdece bir uyarıcıyım” diye söyledikleri âyetler, siyak ve sibak hesâba katılmadan söylenmiştir. Bu nedenle de bunun, “başka hiç-bir şey değilim” anlamında olmadığını göremiyorlar. Yâni Peygamber’den mûcize isteyenlere karşı meselâ, “ben sâdece bir uyarıcıyım” demesi, “uyarıcılıktan başka bir şey yapmam” demek değildir. Bu söz, mûcize isteğine karşı söylenmiş bir sözdür ve “ben kendisine vahiy gelen bir normâl insandan başkası değilim” mesajı vermektedir.

 

Kur’ân’da Peygamber’den bağımsız bir din anlayışı hoş görülmez ve şu âyetler verilir:

 

“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (sünnet) vardır” (Ahzab 21).

 

“Ey îman edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun elçisine îman edin ki, size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hadîd 28).

 

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar) kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).

 

İslâm’ın ana-kaynağı olan Kur’ân, Peygamberimiz’i “Abdullah bin Muhammed” iken, “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” yapan kitaptır. Peygamberimiz; kendisini, âilesini, toplumunu ve Dünyâ’yı Kur’ân’ın bilgisi ve bilinci (nûr) ile değiştirip insanlık târihinin en yüce devletinin-medeniyetinin kurulmasını başlattı. Kur’ân’ın nûru böylece tüm Dünyâ’yı “aydın”lattı. Peygamberimiz, Kur’ân’dan aldığı bilgi-bilinç (nûr) ile bu hareketi başlattı. Çünkü Kur’ân bilincin (nûr) kaynağıdır. Bu kaynak tüm zamanlarda aynı coşkuyla akmaktadır. Aradaki fark, o kaynağa gidip-gitmemekle ve onu örnek edinip-edinmemekle ilgilidir.

 

Bilincin kaynağı Kur’ân’dır. Fakat, özellikle günümüzde Kur’ân sürekli okunup araştırılmasına, kılı kırk yararcasına incelenip tefsirleri yapılmasına rağmen, özellikle müslümanların mazlûmiyeti olmak üzere, Dünyâ’da mazlûmiyetler bir türlü son bulmuyor. Zulümler ayyuka çıkmış durumda. Gün geçtikçe çok daha fazla okunan bir kitap olmasına rağmen bir türlü bilgiden bilince geçilemiyor ve yaralara merhem olamıyor. Çok mekanik okumalar yapılıyor çünkü. Her-hangi bir düşünce, bilinç ve faaliyet gerçekleşmiyor bu yüzden. Çünkü yapılanlar bir “etkinlik”ten öteye geçemiyor. Bu durumun nedeni sürekli araştırılıyor ve bundan kurtulmak için sürekli yeni-yeni fikirler ortaya atılıyor, plânlar yapılıyor fakat değişen bir şey yok. Zîrâ işin eylem-pratik tarafı olan “usvetun hasenetun”=”güzel örneklik”=”sünnet” göz-ardı ediliyor.

 

Evet; bilincin kaynağı olan “Kur’ân bu kadar çok okunmasına rağmen neden çözüm ve barış alanında bir değişiklik yapamıyoruz” sorusuna; “çünkü bilgiden bilince geçilemiyor”, “çünkü eyleme geçilemiyor” cevâbını veriyoruz. Dört duvar arasında yapılan dersler, konuşmalar, kapıdan çıkınca “az ileride” etkisini kaybediyor ve diğer derse kadar sanki hiç konuşulmamış, Kur’ân hiç okunmamış gibi yeni derse geliniyor ve hayat bu şekilde sürüp gidiyor. Bu durum küresel tâğutların çok hoşuna gidiyor, çünkü bu tarz çalışmalar ekmeklerine yağ sürüyor ve onlara alan açıyor.

 

Peki niçin bilgide tıkanıp kalınıyor ve bilince ve eyleme niçin geçilemiyor?. İşte can-alıcı soru budur!. Çünkü bilgi tek-başına yetmediği gibi, eyleme dönük okumalar yapılmayınca bir bilinç de oluşamıyor. Bilinç ortaya çıkmayınca da bir eylem ortaya konamıyor ve her-hangi bir değişim de gerçekleşmiyor. Çünkü müslümanların unuttuğu, hesâba katmadığı, mehcûr bıraktığı ve modern zamanlarda gündeme getirmekten korktuğu bir konu var: Peygamberin Kur’ân-merkezli “İslâmî hareket metodu” olan ve adına “Sünnet” denilen güzel örnekliği.

 

Eğer Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı olarak tek-başına yetseydi, Allah Kur’ân’ı her-hangi bir yere iki kapak arasındaki bir kitap olarak indirirdi yada meselâ Kâbe’den çeşitli aralıklarla âyetler yankılanırdı ve insanların onu bulması-dinlemesi sağlanırdı. Ama emin olun ki o zaman İslâm dîni, -şimdi bâzı câhillerin ve ahmakların zannettiği ve istediği gibi- yalnızca ahlâki bir felsefe olurdu ve bağlıları da sürekli sırıtarak dolaşan ve “sözde tebliğ” yapan geveze ve yılışık kimselere dönerlerdi. Fakat Allah bu Kur’ân’ı insanların arasından seçtiği ahlâk âbidesi bir insana aşama-aşama indirerek, onun sâdece kâlplerde tutulacak bir kitap-din olmasını değil, hayâta hâkim bir kitap-din olmasını istedi. Bu nedenle onu yer-yüzünün-kâinatın tek bilinçli varlığı olan insanların içinden bir insana indirdi ve hayâtın tam ortasında yaşanmasını istedi. İşte bunu gerçekleştirecek olan Peygamber’in bu uğurda yaptıkları her iş, eylem, hareket ve amel, “güzel örneklik” denen sünnettir.

 

Bilgi ve bilincin tek kaynağı Kur’ân iken; eylemin ve amelin kaynağı ise sünnettir. Sünnet olmadığında ya eylem-hareket-iş-amel hiç olmuyor, yada Kur’ân’a aykırı amel ve eylemler üretiliyor. Hareketin olmadığı bir yerde ise “zaman” da dâhil hiç-bir şey olmaz. Sâdece zihinsel mülâhazalar, felsefî çıkarımlar ile soyut bir süreç işler ve bir-türlü somuta (eyleme) dönülmez. İşte Allah bu bilgi-bilincin soyuttan somuta dönmesini istediği için, ahlâk âbidesi bir insanı seçmiş ve ona vahyederek Peygamber kılmış ve onu tüm Dünyâ’yı uyarması için göndererek onun şahsında eylemin kaynağı olan “güzel örneklik” olan sünneti ortaya koymuştur. Bu sünnetin ortaya konmasında elbette Kur’ân’ın bilgisi-bilinci ona yol göstermiştir ve tüm zamanlarda insanlara yol göstererek yardım edecektir. Evet; sünnet ile birlikte Kur’ân ete-kemiğe bürünüyor ve “canlı” hâle geliyor. Böylece “hareket” başlıyor.

 

Sünnet: “yol, âdet, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın sözü, emri, hâl ve ifâdesi” olarak geçiyor lûgatlarda. Sünnet Peygamberin tavrı, tarzı, anlayışı, icrâ şekli, algıyı hayâta dönüştürme yöntemidir. İşte bu yöntem evrenseldir. Çünkü Kur’ân’ı en iyi idrâk eden kişi olarak Allah’ın kendisinden istediği şeyi en iyi şekilde yerine getirmiştir ve Allah’ın Kur’ân aracılığı ile istediği şey gerçekleşmiştir. Bu örneklik Allah’ın kontrôlünde yapıldığı için ve bâzen yanlışlıklar da düzeltildiği için en ideâl bir örnekliktir. Zâten bağlayıcılığı bundan dolayıdır. Bu, Peygamberin Kur’ân’ı anlayıp hayâta geçirme yöntemi-tavrı-tarzı ile olmuştur. İşte bu nedenle Peygamberimizin genel anlamdaki bu tarzı-yöntemi-icrâ şekli ve tavrı sâdece târihsel değil, aynı-zamanda evrenseldir de. Tüm zamanlarda gösterilecek benzer tavırlar-tarzlar-yöntemler-icrâ şekilleri aynı başarıyı yakalayarak Allah’ın sözünü-dînini Dünyâ’ya hâkim kılacaktır.

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir”. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).

 

Burada Hz. İbrâhim’in ve onula birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Onun bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yer almamasıdır. Gerçi onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Kur’ân’ın kıssalarından anlatılan peygamber örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve sorunların çözümleridir.

 

Peygamberin sahih sünnetini kabûl etmemek, onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini, savaştaki komutanlığını kabûl etmemek demektir. Zâten böyle olduğu içindir ki, Kur’ân okuyanlar ve “sâdece Kur’ân” diyenler, iş amele-eyleme geldiğinde Peygamberin örnekliğine göre değil de, modern-seküler-lâik-demokratik ideolojilerin ve lîderlerin örnekliğine göre hayatlarını yönlendiriyorlar. Hattâ Peygamber örnekliğini kabûl etmeyenler bunu, “seküler örneklikler”den uzaklaşmamak için yapmaktadırlar. Oysa Peygamber’in durumu herhangi biri gibi değildir:

 

“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Onun (Peygamber’in) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir fitne, belâ gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar” (Nûr 63).

 

Peygambere îman etmek ne demektir?. Neyine îman edeceğiz Peygamber’in?. Ona îman etmek; “ondan emin olmak ve bu nedenle de ona teslim olmak, ona uymak, onu örnek almak ve önder kabûl etmek” demektir. “Güzel örneklik” demek olan “sünnete uymak” demektir. Onun Kur’ân’a göre şekillendirdiği hayâtın benzerini kendi zamânımızda da kurmaktır Peygamber’i örnek almak ve ona uymak.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenler, kendileri gibi saçmalamayanları kâfir, müşrik ve münâfık gibi sözlerle suçlamaktadırlar. Bakın konuşmalarına, (gerçi konuşmayı bilmiyorlar ya) direkt saldırı hâlindeler. Kendilerine gâyet nâzikçe konuşanlara karşı bile saygısızca, küstahça ve hakaret-vâri bir konuşma tarzında olduklarını görürsünüz. Zîrâ Kur’ân’ı babalarının malı zannetmektedirler ve “sâdece Kur’ân” diyenler, Kur’ân’ı sâdece kendilerinin doğru anladığını sanırlar. Üslûplarının bu kadar bozuk olmasının  nedeni nedir peki?. Tabi ki de, Kur’ân’da üslûp ile ilgili âyetleri göz-ardı ettiklerinden başka, Peygamber’in yumuşak üslûp kullanma örnekliğini kâle almamalarıdır. Yâni yine örnekliği tâkip etmemeleridir terbiyesizce konuşmalarına neden olan. Sünneti kabûl etmeyince, Peygamberimiz’in “güzel konuşma örnekliği”ni de göz-ardı ediyorlar ve edepsizce konuşmaya devâm ediyorlar.

 

Sanki “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynak” diyenlerin evlerinde başka kitaplar yok. “Sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynaktır” demek, “başka kitaba gerek yok” demektir. İyi de evlerinizdeki onlarca kitap nedir o zaman?. Kur’ân’ın yanına başka kitaplar mı koyuyorsunuz?.   

 

Allah, Kur’ân’ın sünnet ile açıklanmasını ister:

 

“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın (li tubeyyine) ve onlar da iyice düşünsünler diye” (Nâhl 44).

 

Şu âyetler, Peygamber’e uyulmasının ve ona kesinlikle karşı gelinmemesinin emrini verir:

 

“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere uyun dedi. Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidâyet bulmuş kimselerdir” (Yâsin 20-21).

 

“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31).

 

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).

 

“Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (bilsin ki), Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik” (Nîsâ 80).

 

“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya onlara acı bir azâbın çarpmasından sakınsınlar” (Nûr 63).

 

“Ey îman edenler!, seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve bir-birinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken amelleriniz boşa gider” (Hucurât 2).

 

“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir” (Ahzab 6).

 

“İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye” (Bakara 143).

 

Bir de, “Peygamber şu-anda yaşıyor mu ki ona tâbi olalım ve uyalım” diyorlar. Nasıl ki peygamberler, Kur’ân’daki kıssalarda anlatılan örneklikleriyle aramızdalarsa, Peygamberimiz de “güzel örnekliği” ile yâni misyonu ile aramızdadır:

 

“Oysa sen içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azablandıracak değildir. Ve onlar, bağışlanma dilemektelerken de, Allah onları azablandıracak değildir” (Enfâl 33).

 

Peygamber’in aramızda olması, “bedeni ile aramızda olması” demek değildir, “misyonu ile aramızda olması” demektir ki Peygamberin misyonu güzel örnekliği olan sünnetidir. Peygamber aramızdayken, yâni Peygamber’in; ilmin kaynağı olan Kur’ân’ı “amel”e çevirmesiyle oluşturduğu sünneti hayâta hâkimken -ki Kur’ân’ın hayâta hâkim olması bu demektir- “azâba” uğramayız. “Eylemin kaynağı” olan sünnet ne zaman hayâta hâkim ise azaptan beriyiz. Ne zaman da sünnetten-eylemden vazgeçersek, o vakit de çeşitli azaplara dûçar oluruz.

 

Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta pratik olarak uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Peygamber adına yapılan uydurmalar ve zırvalıklar, “sahih sünnet” hayatta hâkim olup da yaşanmadığında ortaya çıkar. Çünkü bakın Peygamber adına uydurulanlar, Kur’ân tamamlanmış bir kitap olarak varken uydurulabilmiştir.

 

Kur’ân “söz” olduğu için tüm sözler gibi yoruma açıktır. Fakat amel-eylem yâni sünnet, “yaşanmışlık” olduğu için yoruma gerek kalmaz. Çünkü gözler-önünde yaşanmıştır. Bu bakımdan Hz. Ali, hâricilere yolladığı elçisine: “Sakın onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan onlar sana daha fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman mümkün olmaz. Onlara, Peygamber’den örnekler ver. Böyle bir durumda ‘o, şöyle yaptıydı’ de” diye tembih etmişti ve sünnetin birleştiriciliğini ve teskin ediciliğini öğütlemişti.

 

Şu da var ki, “sâdece Kur’ân” diyenler, sürekli olarak Peygamberin sözü-eylemi olarak hep uydurmaları-zırvaları örnek verirler?. Meselâ niye; “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, yine de dâvamdan vazgeçmem. Ya Allah, bu dîni hâkim kılar yâhut ben bu uğurda canımı veririm” sözünü söylemezler?”. “Peygamber adına uydurmak” ne kadar Peygamber’e yapılan bir hakâret ve zulüm ise; bu uydurmalar var diye Peygamber’i tümden işlevsiz bırakmak da o oranda Peygamber’e yapılan bir hakâret ve zulümdür.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenlerin çoğu aslında “sâdece Kur’ân meâli” diyenlerdir. Fakat bu, “meâlcilik” denilen şeydir. Kur’ân’cılık, meâlciliktir. Meâlcilik, “Peygamber’i yok sayma projesi”dir. Ercüment Özkan bu konuda şöyle der:

 

“Dikkat edildiğinde görülen şey şudur; Meâl okuyanlar değil, meâlcilik yapanlar, yâni îtibâr edilecek şeyin yalnızca meâl olduğunu söyleyerek Kur’ân’a da aykırı bir tutum sâhibi olanlar, Allah’ın o Kitap’ta Peygamber’i için: “Onda sizler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 33/21, Mümtehine 60/4-6) âyetini görmüyorlar mı?. Kitap, yâni Allah, elçisine hukûkî bir deyimle atıfta bulunmaktadır. Bu atfa îtibâr etmemek, atıf yapana îtibâr etmemektir ve hukuk mantığına, hukûkun esaslarına aykırıdır”.

 

Evet; Kur’ân dînin-bilginin-bilincin kaynağı iken; sünnet de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamber’i örnek almayanlar yâni onun usvetun hasenetun=”güzel örneklik” olan sünnetini uygulamayanlar mutlakâ tâğutları ve onların emirlerini uygularlar. Bu tüm zamanlarda bu şekilde sonuçlanmıştır ve günümüzde de Kur’ân’cıların yaptığı şey budur

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

 

 

Devamını Oku »

25 Haziran 2018 Pazartesi

Kur’ân’cılık (Kur’âniyyun)



“Biz sana bu Kur’ân’ı güçlük çekmen için indirmedik” (Tâ-hâ 2).

Kur’ân’cılık yada Kur’âniyyûn: “Seyyid Ahmed Han’ın düşünceleri etrâfında Abdullah Çekrâlevî tarafından Hindistan’da oluşturulan cemaat”.

“İslâm dünyâsında “ehl-i Kur’ân” ve “Kur’âniyyûn” olarak bilinen bu ekôl, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Sünneti “tamâmen” reddederek sâdece Kur’ân’ı benimseme anlayışı ilk defâ II. (VIII.) yüzyılda tartışma konusu olmuş ve günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Mevdûdî, Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ve Çerağ Ali ile yeniden hayat bulan ve Çekrâlevî, Ahmedüddin Amritsarî, Mu­hammed Eşlem Cerâcpûrî ve Gulâm Ah­med Pervîz tarafından devâm ettirilen bu düşünceyi, “müslümanların batı felsefesi ve kültürü ile karşılaşmasının ve bunlar karşısındaki yenilmişliğin psikolojik bir so­nucu” olarak görür.

Sözü edilen düşünce, bir cemaat kimli­ğiyle 1902 yılında Abdullah Çekrâlevî ta­rafından “ehlü’z-zikr ve’l-Kur’ân” adıyla Lahor’da ortaya çıkarılmıştır. Asıl adı Gu­lâm Nebî olan ve 1899’da adının başına Abdullah’ı ekleyen Çekrâlevî, hayâtının büyük bir kısmını ehl-i hadîsten biri ola­rak geçirmişken XIX. yüzyılın sonlarında bu hareket­ten kopmuş ve katı bir hadis muhâlifi ol­muştur. Onun ve aynı dönemde yaşayan birçok ilim-adamının bu değişiminde Hint alt kıtasına has dinî-fikrî hareketliliğin etkisi vardır. Büyük Britanya Krallığı’nın önce fiîlen, 1857’den sonra aynı-zamanda resmen etki alanına giren bölgeye gön­derilen batı’lı misyoner, ilim ve siyâset adamları; Kur’ân, hadis, fıkıh ve İslâm tâ­rihi husûsunda tartışma konuları açmış­lar, yenilmişlik psikolojisi içerisinde bulu­nan bâzı müslüman ilim-adamları da bu yenilgilerinin temel sebeplerinden birinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil eden din anlayışı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu din anlayışını besleyen asıl kaynak da on­lara göre hadislerdir. Bölgede XVII. yüz­yıldan îtibâren din-adamları ile sık-sık mü­nâzaralar yapan misyonerler ve hâkimi­yet yıllarında burada eğitim, bilim ve si­yâset adamı olarak bulunan Sir William Muir, Aloys Sprenger, Josef Horovitz, Sir Thomas Walker Arnold, Arthur Stanley Tritton ve Otto Spies gibi şarkiyatçılar bu değişimin hızlanmasında etkili olmuşlar­dır. Batı’da hüküm süren pozitivizm ve natürâlizmin de bu değişimde rôlü oldu­ğunu kabûl etmek gerekir” (Filozof net.)

Kur’ân’cılık en başta, Kur’ân’ın, Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” dediği, literatürde “sünnet” olarak bilinen, Peygamberimiz’in ve sahabenin Kur’ân-merkezli olarak 23 yılda yaptıklarını tümden yok saydıktan sonra, doğrusunu-yanlışını ayırmadan 1.400 yıllık İslâm târihini ve âlimlerin-yazarların 1.400 yıl boyunca yazdıklarını bir çırpıda, “sâdece Kur’ân” söylemi ve “biz Kur’ân’dan başka kaynak tanımayız” sözüyle tümden yok sayarak, -sözde- “sâdece Kur’ân’a uymak” olarak târif edilen modern bir akımdır. Aslında yapılan şey, “müslümanım” denmesine rağmen İslâm adına hiç-bir şey yapmamak ve vahyin hiç-bir hükmüne uymamanın getirdiği vicdânın rahatsızlığını, “bâri Kur’ân’a uyayım, ne de olsa onu tam da hayâtıma göre yorumlayabiliyorum” diye düşünmek ve güyâ vicdânı rahatlatmaktır.

Kur’ân’cılar Kur’ân’ı, başta Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli yaptığı, örnek düşünce, söylem ve amel-eylemi olmak üzere, 1.400 yıllık İslâm târihi ile bağdaştıramamalarına rağmen; sıra modern düşünce, fikir, ideoloji ve kültüre gelince, Kur’ân’ı moderniteyle tamı-tamına ve eksiksiz olarak bağdaştırabiliyorlar. Kur’ân’ı Peygamber-merkezli okumadıkları ve bunu inkâr ettikleri için, modernizm-merkezli olarak okuyorlar ve vahyi tam da kendi modern hayatlarına göre yorumlayabiliyorlar ve vicdanlarını baskılamış oluyorlar. 1400 yıllık İslâm târihinin her noktasını Kur’ân’a aykırı bulurlarken, modernizmin hiç-bir söylemini ve eylemini vahye aykırı bulmuyorlar. Daha doğrusu bulmak istemiyorlar. Oysa modernizm sapık bir hayat-tarzıdır ki, tertemiz olan Kur’ân’ın modernizm ile bağdaştırılabilmesi imkânsızdır.

Kur’ân’cılık ve Kur’ân’cılar en çok da Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde, “güzel örneklik” denen ve literatürde “sünnet” olarak bilinen amel-eylem metoduna karşı çıkarlar ve sünnetin uydurma rivâyetlerle aynı olduğunu zannederler. Sünnetin modernizme mutlakâ aykırı olmasından ve Kur’ân’cıların yaşamları da vahye göre değil de tam da modernizme uygun olduğundan dolayı, “modern/seküler hayat-tarzını yıkma pratiği” olan sünneti mecbûren inkâr ederler. Oysa sünnet olmadığında Kur’ân, aynen modernlerin yaptıkları gibi, sâdece zihinlerin ve kâlplerin bir nesnesi olarak zihinlere ve kâlplere hapsedilecektir. Hâlbuki Kur’ân “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, sünnet de “amel ve eylemin kaynağı”dır.

Kur’ân’cılar “İslâm’da sünnet yoktur” diyerek, Kur’ân’da sünnetin olmadığını söylüyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ın yarısı, peygamberlerin sünnetlerini yâni güzel örnekliklerini anlatan kıssalarla doludur. İslâm literatüründe amel ve eylemin kaynağı olarak “güzel örneklik” gösterilir. Bu örnekliğe İslâm literatüründe “sünnet” denilmiştir ki sünnet, “güzel örneklik”in yaygın kullanılan adıdır. Bunu farklı yere çekerek “sünnet sâdece Allah’a âittir ve sünnet Emeviler’in ve Abbasiler’in uydurmasıdır” demenin bir anlamı yoktur. Çünkü sünnetle kastedilen şey, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği şeydir. Zâten sünnet kelimesi nübüvvet öncesi zamanlarda kullanıldığı gibi, daha Hz. Ömer zamânında Kur’ân ve Sünnet tartışmaları “sünnet” adı altında yapılmıştır ve sünnetin yazılıp-yazılmaması konuşulmuştur. Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye yazdığı mektupta, “Kitap ve Sünnet’te bulunmadığı için hakkında tereddüde düştüğün hükümleri dikkatli bir şekilde incele; sonra benzerlikleri bul, ona göre kıyas yap ve Allah’ın emrine en yakın olanı ve doğruya en çok benzeyeni seç” der.

“Urve b. ez-Zübeyr anlatıyor; Hz. Ömer, Sünneti yazmak için ashapla istişâre etti, sahabe de onun yazmasının uygun olacağı yönünde görüş beyân ettiler. Neredeyse Ömer bir ay istihârede bulundu. Sonra Allah’ın karar verdirdiği bir sabah şöyle dedi: Ben doğrusu sünneti yazmayı düşünüyordum. Sizden önce, yazdıkları kitaplarla meşgûl olup Allah’ın kitabını terk edenleri hatırladım. Allah'a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’yla hiç-bir şeyi aslâ karıştırmam dedi” (Abdurezzâk, Musannef, XI, 257-8).

“Güzel örneklik vardır ama sünnet yoktur” demenin bir anlamı yoktur. Zîrâ sünnet denilen şey “güzel örneklik”in tam da kendisidir. Salatalık denilince anlaşılan şey, “hıyar” denilince anlaşılanın aynısıdır. “Hıyar”dan kastedilen “salatalık”tır. Kur’ân’cılığın düşmanlığı, sünnetedir. Fakat sünnet demek “peygamber” demektir ki, “peygamber” de “İslâm’ın hayâta hâkim olması” yada en azından bunun için çalışılması anlamına gelir.

Sünnet Kur’ân’ın pratiği olarak bağlayıcıdır ve halkın geneli daha çok sünnet ile İslâm’ı yaşar. Zîrâ halkın büyük çoğunluğu fırsat bulamadığı için bilginin peşine düş(e)mez. Bu nedenle de halk uygulamaya-pratiğe bakar ki bu pratik “sünnet” denilen şeydir. Müslümanlar genelde, 1.400 yıl boyunca da sünnet denilen bu uygulama ile İslâm’ı yaşamıştır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler.

“Kur’ân Hz. Peygamber’in hayâtında ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu Sünnet sâyesinde icrâ etmiştir. Kısacası, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve beklentileri Hz. Peygamber’in güzel örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında Sünnet müslümanların büyük çoğunluğu için Kur’ân’dan daha önceliklidir. Zîrâ başta sahabe nesli olmak üzere tüm müslümanlar Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhâtap oldukları gibi müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine o’nun sâyesinde öğrenme imkânı buldular. Kur’ân’cı söylemde bilinçli olarak göz-ardı edilen gerçek, ilâhî kelâmın anlam ve yorumuna ilişkin bilginin çok büyük ölçüde târih ve gelenek sâyesinde tedârik edildiğidir. Çünkü Kur’ân’daki âyetlerin ekseriyetinin geçmişten günümüze aynı şekilde anlaşılmasını mümkün kılan şey, sürekliliği temsil eden geleneğin oluşturduğu bağlamlardır. Diğer bir deyişle, Kur’ân’ın lafzının yanı-sıra mânâsının da muhâfaza edilebilmesini, dolayısıyla bir Kur’ân pasajına zaman ve mekân farkına rağmen aynı mânânın verilebilmesini têmin eden unsur, mânânın metinde-lafızda içkin oluşu değil, taşıyıcılığını geleneğin yaptığı târihsel bağlamlara sâhip oluşumuzdur.

Bize öyle geliyor ki Kur’ân’ın dinde yegâne ve yeterli kaynak olduğu söylemi en iyimser nitelendirmeyle sahih bilgi ve donanım eksikliğinin ürünüdür, şâyet değilse Sünnet ve gelenek konusunda takıntılı bir rûh ve zihin hâlinin tezâhürüdür. Kur’ân’ı özellikle Sünnet’ten ayrı düşünmek, onu öğretmensiz bir ders kitabı gibi görmekle eşdeğerdir. Aslında Kur’ân’cılığın Kur’ân anlayışı da tam olarak budur.

Reformasyonla birlikte batı’da katolik geleneği bir kenara bırakmak ve bu geleneğin Kutsal Kitap üzerindeki egemenliğinden kurtulmak gerektiği düşüncesi güç kazanmış ve buna paralel olarak Protestanlıkta Sola Scriptura (Yalnızca Kutsal Kitap) ilkesi benimsenmiştir. Bu süreçte kilise ve gelenek yerine Kutsal Kitap tek otorite ve kurtuluş kaynağı olarak görülmüş; ayrıca Kutsal Kitab’ın bütün bilgileri içerdiği ve bu bilgilerin sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte olduğu düşüncesine binâen ilâve kaynaklara ihtiyaç bulunmadığı kabûl edilmiştir. Gelenek karşıtı bu anlayışa göre Kutsal Kitab’a beşerî yorumlarla ilâvede bulunmak kesinlikle yanlıştı. Kutsal Kitap her bakımdan yeterli ve mükemmel olduğu için, hiç-bir beşerî katkıya ihtiyâcı yoktu. İnsanı bağlayan tek bilgi Kutsal Kitap’taki bilgi olmalıydı.

Hıristiyan-Protestan gelenekteki bu görüşler, İslâm dünyâsının batı karşısında çok-yönlü bir mağlûbiyetin derin travmalarını yaşadığı 19. yüzyıldan îtibâren Kur’ân’a uyarlanmış şekliyle bir-çok müslüman aydın ve fikir-adamı tarafından da seslendirildi. Bu bağlamda Kur’ân’cılık söylemi batı’daki Sola Scriptura ilkesine benzer şekilde âdetâ bir Sola Corano (Sâdece Kur’ân) ilkesi vâzetti”.

“Sâdece Kur’ân” söylemi, 19. yüzyılın başına kadar söylenegelen bir şey değildir. Seyyid Ahmed Han ile başlayan bir sapmadır bu. Danıel Brown bu konuda şöyle der:

“Şâfî’den sonra ‘Kur’ân’ın yeterliliğini ve hiç-bir ilâveye ihtiyaç duyulmadığını’ iddiâ edene rastlanmamıştır. Fakat 19. yy’a gelindiğinde Seyyid Ahmet Han, zeki ve aydın bir insanın Kur’ân’ın bizzat kendisiyle kâim olduğunu anlayabileceğini ifâde etmiştir. Ahmet Han’a göre, Kur’ân’ın yorumu için akla ve filolojik ilkelerin kullanımına ihtiyaç vardır. Bu meyanda sünnete ihtiyaç yoktur. Zîrâ ona göre hadis temelli tefsir, Kur’ân’ın evrenselliğine aykırıdır. Kur’ân’ın yeterliliğini savunup sünnete ihtiyaç olmadığını ileri süren Ehl-i Kur’ân, sâdece bir namaz ibâdetini bile Kur’ân’a bakarak çözememiştir. Namazın günde kaç vakit olduğu konusunda birbirinden farklı sonuçlara varmalarının yanında onun şekli târifi konusunda da çıkmaza girmişler ve bu noktada Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin anlamını zorlama te’villerle mecrâsından çıkarmışlardır. Tüm bunların dışında İslâm’ın temel ibâdetlerinden biri olan namazın sâdece lafzî târifinin dışında görsel târifi gerekli değil midir?”.

Graham Fuller, söylediği sözle, Kur’ân’cılığı şu şekilde tanımlamak ister gibidir: “Benim onlara vaâd ettiğim Kur’ân, Muhammed’e inen kitap değil. Ben onları, benim anlattığım dîne çağırıyorum; onların âyetleriyle, ama benim yorumlarımla..!” (Graham Fuller / CIA / ABD). Sünnetsiz İslâm Hamlesi CIA tarafından yürütülen bir siyonist ABD hamlesidir. Kur’âniyyun-Kur’ân’cılık “Muhammedun Resûlullah’a gerek yok!” demektir ki, bunun Türkiye’deki temsilciliğini yapanlardan biri de Fethullah Gülen’dir. “Dinler arası diyalog” yalakalığı ile Peygamber’i İslâm’dan çıkarmak amacı güdülmüştür. Süleyman Küçük şunları söyler:

“En başta söylenecek söz şudur: Kur’ân’cılık akımı bir çeşit ‘nübüvveti inkâr projesi’dir. Çünkü bugün geldiği nokta îtibâriyle Kur’ân’ın tek kaynak olduğunu, açık-seçik olan Kur’ân âyetlerinden farklı bir şekilde ifâde eden ve Resûlullah’ın sahih hadislerini ve temiz sünnetini, dînî anlamada ve yaşamada kaynak kabûl edenlerin de câhil, fâsık, sapık, müşrik hattâ bâzen de kâfir olduklarını söyleyen Kur’an’cılık mezhebi, İslâm’ı içten yıkmak amaçlı bir nübüvveti inkâr projesidir. Kur’ân’cılık mezhebi mensupları, Kur’ân âyetinde açık bir şekilde yer alan ‘resûlehu’ ifâdesini yok sayarak, hattâ neredeyse red ederek, âyette geçen ‘resûl’ ifâdesi için, ‘Hz. Muhammed (sav) ile Kur’ân birdir ve âyette geçen Peygamber’e itaatten kasıt Kur’ân’a itaattir’ diyebilmektedirler. İslâm milletinin 1.400 yıllık birikimi ile oluşturulan kaynakları tümden reddetmek sûretiyle kendilerine sınırsız yorum özgürlüğü elde eden bu kişiler, böylece kendilerine Kur’ân üzerinde belirleyici bir konum elde etmek sûretiyle seküler modern aklı Resûlullah yerine ikâme ederek, Kur’ân’ı ve Resûlullah’ı da bir nûr ve hidâyet rehberi olmaktan çıkararak, haklarında hemen herkesin dilediği gibi söz söyleyebildiği kişi ve sıradan bir metin hâline dönüştürmek istemektedirler”.

Sünneti, hadisi, asr-ı saadet sürecini ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmeleri buna örnektir.

Sahabenin Peygamber’e; “biz Kur’ân’dan başkasını tanımayız ve Kur’ân’dan başkasına (yâni sana) uymayız” dediğini bir düşünsenize. Tabî ki böyle bir şey mümkün değildir. Şu âyeti çiğnemeden bunu söylemeleri mümkün değildir:  

“Ey îman edenler!, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin. Ve: ‘Biz işittik’ dedikleri hâlde, gerçekte işitmeyenler gibi olmayın” (Enfâl 20-21).

Günümüzde lâik-seküler-demokratik sistem, modern bir akım olan “Kur’ân’cılık” yada diğer adıyla “Kur’âniyyun” ile korunuyor. Kur’ân’cılık, Kur’ân’ı, Hz. Muhammed’den kurtararak(!) korumaya kalkıyor.

Kur’ân’cılık, (hâşâ) Hz. Muhammed’i “adam” yerine bile koymamak demektir. Bu nedenle “Kur’ân’cılık”ı, bir zaman sonra hüsranla sonuçlanacak “modern bir furya” olarak târif etmek yanlış olmaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018





Devamını Oku »