“Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola
iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir
ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).
Kur’ân, sâdece
orijinâl metninden tilâvet etmekle “okunmuş” olmaz. Kur’ân’ın tilâveti okuyanın
ve dinleyenlerin ruhlarına hoş bir sedâ verse ve bir huzûr oluşturarak kişiyi
gevşetip rahatlatsa (relax) da, mevcut bir sorunu giderecek etkiyi yap(a)maz.
Oysa kıraat ederek yâni anlayıp idrâk ederek, fıkh ederek yapılacak bir okuma,
“sorunu bertarâf etmeye bir giriş” olacaktır. Zîrâ idrâk-merkezli Kur’ân
okumak, hemen arkasından amel-eylem olarak tezâhür edecektir. Çünkü bu tarz
okuma, sâdece dilde kalmayıp, vahyin nûrunu ciğere ve oradan da kâlbe taşıyacak
ve “akleden kâlp”, o nûr ve kudretle zihni-vicdânı diriltecek ve ellere ve
dizlere bir dermân verecektir. Bu durumda da artık amel ve eylem kaçınılmaz
olacaktır. Fakat bunun için ilk önce sıkı bir “Kur’ân bağımlısı” olmak gerekir;
aynen Peygamberimiz gibi..
Allah vahyini
göndermeseydi, insanlar sorunlarını gerçek anlamda çözebilecek bir fikir
üretemezlerdi. Ortaya koyacakları sözde çözüm önerileri ise yakın-uzak vâdede
sonuçsuz kalırdı. İsterse bu çözümleri üretecek olanlar, insanların en
bilgilisi, en merhâmetlisi, en adâletlisi, en fazîletlisi olsun yine de fark
etmez. Zâten günümüzdeki vahiy-dışı sorun çözme uygulamaları bir sonuç
vermemekte ve hattâ durum günden-düne daha da kötüye doğru gitmektedir. Çünkü
insanın yeryüzünde sorunsuz bir düzen kuracak fikir, bilgi ve bilinç üretecek
aklî kapasiteleri yeterli değildir. Akılları buna yetmez. Çünkü akıl, sınırlı
bir idrâk yeteneğine sâhiptir ve bu nedenle de işin önünü-arkasını tam olarak
hesaplayamaz, bilgisiyle her şeyi kuşatamaz ve sorunlara kesin çâre olacak
fikir üretemez. Bu nedenle devreye mutlakâ Allah’ın girmesi gereklidir. Zâten
ancak Allah’ın vahiyleri doğrultusunda gidilince, yeryüzünde de aynen göklerde
olduğu gibi muazzam bir düzen kurulabilecek, doğal ve normâl bir hayat
yaşanabilecek ve Dünyâ cennetin bir şûbesi yapılabilecektir.
Demek ki insanların
huzurlu bir yaşama kavuşması için olmazsa-olmaz olan şey, vahiydir yâni Kur’ân’dır.
Aksi-hâlde dediğimiz gibi; Peygamberimiz gibi Dünyâ’nın en iyi, en güvenilir,
en merhâmetli insanı olsanız bile, adâletsizlikler ve zulümler karşısında ne
yapacağınızı bilemezsiniz de bunun sıkıntısından dolayı dağlara kaçmak
istersiniz.
Allah’ın sözü yâni
Kur’ân, yeryüzünde muazzam bir düzeni kuracak tek yetkin kitaptır. Kur’ân’ı
kılavuz yaparak Dünyâ tam “insanca ve müslümanca” yaşanacak bir yurt hâline getirilebilir
ki zâten bu nedenle indirilmiştir. Kur’ân bunu yapmak için temel yasalara ve
yönergelere sâhiptir. Tabî ki insanlar robot değildir ve Kur’ân da bir robot
programı değildir. İnsanlar Kur’ân’ın temel prensiplerine bakarak yeni sorunlara
vahiy-merkezli çözümler üretebilirler. Bunun olmazsa-olmazı, ortaya konacak
çözümlerin, Kur’ân’a aykırı olmayan bir çözüm-şekli olmasıdır.
Lâkin, Kur’ân;
tek-başına, hayattan kopuk, “23 yıllık örnek yaşanmışlık” yok sayılarak, indiği
sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, târihî ve capcanlı zaman, mekân ve insanlar yok
sayılarak okunamaz, okunsa bile doğru anlaşılamaz. Bu zaman ve mekân göz-ardı
edilerek, önüne-arkasına (siyak-sibak) bakmadan bir okuma yapmaya uygun
değildir Kur’ân. Okunsa bile gerçek ve doğru bir idrâke ulaşılamaz. Yâni
Kur’ân’ı pratiğinden kopuk olarak keyfinize göre okuyamazsınız. Abdurrahman
Arslan bu konuda şöyle der:
“Müslüman, “sâdece vahyi” okuyarak hayâtı
yeniden İslâmlaştıramaz. Müslümanların bence büyük çoğunluğunun yanılgısı
budur. Bâzıları vahyin yâni teorinin kolayca pratiğe dönüştürülebileceğini
sanıyorlar. Bu çok büyük bir yanılgıdır”.
Kur’âncılık,
“Kur’ân’dan keyfe göre hüküm çıkarmak”tır.
Kitap’ta bir
eksiklik bırakılmamıştır” diyen âyetler var. “Kur’ân’cılar” denen tâife, bu
âyeti okuyunca, “demek ki Kur’ân’da her-şey var, bu nedenle de Kur’ân’dan başka
bir şeye ihtiyâcımız yoktur” gibi boş laflar ediyor. Meselâ şu âyeti söz-konusu
edersek:
“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki
kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta
(el kitâb) hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar
Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).
Burada “kitap”tan
(el kitâb maksat, “levh-i mahfûz”dur, Kur’ân değil. Kur’ân, “el kitâb”tan bir
kitaptır. Yoksa “el kitâb” ve Kur’ân aynı olsaydı, ikisi farklı kelimelerle
yazılmazdı. Herhâlde “el kitâb”, “kâinât kitabı” olsa gerektir Allâhuâlem.
“Her ümmet içinde kendi nefislerinden
üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şâhid olarak
getireceğiz. Biz Kitab’ı (el
kitâb) sana, her-şeyin açıklayıcısı,
müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).
İlk başta bu âyetlerin
geçtiği sûrelerinin Mekkî sûreler olduğunu söyleyelim. O hâlde, Mekkî olan bu âyetler
geldiği anda, o anda elde bulunan mevcut kapasitedeki Kur’ân’dan başka bir şeye
gerek olmadığını anlamamız gerekmez mi?. Zîrâ bu âyetin indiği andan îtibâren
Kur’ân’ın tamamlandığını ve bundan sonra gelecek olan âyetlerin dinden
olmadığını söylememiz gerekir. Fakat bu âyetten sonra daha bir-çok âyet
gelmiştir ve daha Medîne Dönemi yaşanacaktır ve orada da bir-çok âyet
gelecektir. Peki şimdi diğer âyetler yâni Medenî âyetler niye gelmiştir?. Bu
âyetler bizi bağlamaz mı?. Daha Kur’ân’ın tamamı gelmeden, “Kur’ân’da hiç-bir
şey noksan bırakılmamıştır” denemez. Daha tamamlanmamıştır çünkü.
Bir de “her-şey”den
maksat, “tüm her-şey” demek değildir. Genel bir ifâde ile özel bir durumun
anlatılmasıdır yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:
“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek
gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir
buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr;
onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder. Böylece
meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz
suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).
Şimdi bu âyetin
bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi
etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi
yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok
mekanik yaklaşıyor. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara”
geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim
sistemi” gibi yaklaşılıyor ve o şekilde anlama yoluna giriliyor. Yâni ona doğal
ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve diline göre
olduğu göz-ardı ediliyor.
Mebzûl miktarda
tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun
pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece
Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda
müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen
Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.
Kur’ân en çok, “Kur’ân bize
yeter” diyenlere yetmemekte, bu yüzden de onu sürekli aşırı yoruma boğarak
tahrif etmektedirler.
Kur’ân bize
yeter ise, müslümanlar olarak neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde
yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân okumasına ve “sâdece Kur’ân”
demesine rağmen müslümanların Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür melâlinin
nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine rağmen
iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var
mıdır?. Yoksa sâdece Kur’ân, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun
için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân’ın iç-âlemlerden sonra dış-âlem
olan hayâtı da inşâ etmesi gerekiyor. Hayâtı Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen
Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle olabilir. Peygamberin böyle bir
örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in geliş nedeni de zâten
budur:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın
dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd
dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir”
(Şûrâ 13).
Peki sahabe ne
yaptı?. “Sâdece Kur’ân” düşüncesine göre, sahabeler de “sâdece Kur’ân”a mı baktılar
ve Peygamberi -hâşâ- adam yerine bile koymayarak ona hiç-bir şey sormadılar ve ne yapacaklarını danışmadılar
mı?. Peygamberimiz de; “ben sâdece tebliğ ederim, gerisine karışmam” diyerek
soruları cevapsız mı bıraktı?. “Sâdece Kur’ân” diyenlere göre Peygamber şöyle
yapmıştır: “Ey millet!, bakın yeni vahiy geldi, gelin de size yeni gelen
âyetleri söyleyeyim. Zâten yeni gelen âyetleri söylemekten başkasına karışmam.
Ben yalnızca tebliğciyim. Sizinle uğraşacak hâlim yok. Gelen vahyi bildirdikten
sonrası beni hiç ilgilendirmez. Bana ne!. Gelen âyetler şunlar şunlardır. Bana
bunlarla ilgili soru da sormayın. Hadi şimdi dağılın gidin. Ne hâliniz varsa
görün”.
“Sâdece Kur’ân”
söylemi dîni izâfileştiriyor. Artık bir taraf başka bir şey söylerken, diğer
taraf bambaşka bir şey söyleyebiliyor. Öyle ki, bir taraf; namaz, oruç, hac,
kurban, başörtüsü, zekât vs. gibi emirleri, -tabî ki de aşırı ve anlamsız
yorumlara tâbi tutarak- yok sayarken, diğer taraf ise bunların Kur’ân’da
olduğunu söylüyor. Oysa iki taraf da aynı Kur’ân’ı okuyor. Fakat Peygamber
örnekliğine bakmıyorlar. Peygamber bu âyetler karışında ne yapmış ve nasıl davranmış,
ona hiç bakmıyorlar. Çünkü “sâdece Kur’ân” diyorlar ya.. Böylece Kur’ân’a
istedikleri anlamı veriyorlar ve Kitab’a uymak yerine kitabına uyduruyorlar.
Kur’ân, sâdece “yasama
kitabı” değildir. Mutlak yargıyı Allah yapar ama, insanlara yargılama ve yürütme
görevini de verir. Tabi bunu en başta bir örneklik olması için Peygambere
vermiştir. Bu “yürütme” yâni “usvetun hasenetun” denilen “güzel örneklik”,
mutlakâ yasaya (Kur’ân) göre olur. Yasama, “sâdece yasama” demek değildir.
Yürütmesi olmayan yasama bir anlam ifâde etmez. Meselâ cezâyı hakeden birine
yasaya göre bir cezâ biçip de o cezâyı uygulamamak, yasamayı anlamsızlaştırır.
“Sâdece Kur’ân”
diyenler bir örneklik de ortaya koymuş değillerdir. Böyle bir örneklik ortaya
koymadıkları için ve zâten “usvetun hasenetun” olan “güzel örnekliği” de
takmadıkları için ne ve nasıl yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlar. 23
yıllık süreci göz-ardı ediyorlar çünkü. Peygamberin mücâhedesini ve mücâdelesini
göz-ardı ediyorlar. Bu örneklikten faydalanmadıkları için de nasıl bir tavır
takınacaklarını hem bil(e)miyorlar hem de bunu yapmaya cesâret edemiyorlar.
Sonucunu kestiremiyorlar çünkü. Peygamber ve yanındakilerin gösterdiği cesâreti
gösterememelerinin nedeni, îmanlarını “örneklik” ile pekiştirmemiş olmalarıdır.
Usvetun
hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı
sınırlandırmak” demektir.
Peki “sâdece Kur’ân”
ne demektir?. “Sâdece Kur’ân” söylemi, içi boşaltılmış bir söylemdir. “Sâdece
Kur’ân” demek, “sâdece Kur’ân’a göre düşünmek, söylemek ve yaşamak” demektir. Yoksa
sâdece söz ile, “sâdece Kur’ân” demenin bir anlamı yoktur.
Peygamber
örnekliği demek, “Kur’ân’dan başka ikinci bir hüküm kaynağı kabûl etmek” demek
değildir. Zâten vâr olan Allah’ın hükümlerine karşı nasıl bir tavır ve tarz
takınmamız gerektiğinin örnekliğini göstermektir. Kur’ân’dan başka kitapları
din olarak kabûl etmeyeceğiz tabî ki de. Kur’ân; hükmün, bilginin ve bilincin
kaynağıdır. Fakat Kur’ân, pratiği olmayan bir kitap değildir ve Kitab’ın
kendisi bizzat pratik örnekliği yapamayacağına göre, Kur’ân’ın
hükümleri-emirleri-tavsiyeleri, bir insan üzerinden olacaktır ki bu insan
elbette peygamber olacaktır. Zâten peygamberler bu nedenle seçilirler ve bu
örnekliği pratik olarak gösterirler. Bizim sorunumuz, Kur’ân’ı boşluğa
okumamızdır. Pratiğe dökmememizdir ve hattâ pratiğe dökülmesine gerek
olmadığını zannetmemizdir.
Kur’ân, bir
boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık bir “yaşanmışlık”
vardır. O hâlde Kur’ân’ın örneksiz olarak ortaya konması anlamsızdır. İşte bu nedenle
insanların içinden peygamberler seçilmiştir ve peygamber örnekliği üzerinden Kur’ân
hayatta tezâhür etmiştir ve hayâta hâkim kılınmıştır.
Kur’ân bir boşluğa yada
hayâli bir ortama ve kişilere değil, hayâtın tam ortasına, etkileşim hâlindeki
insanlara gelmiştir. Zâten bir-çok ayetinde, insanların Peygamber’e sorduğu
sorulara bir cevap yada, ortaya koydukları bir örnek ve mantığa karşı “yeni bir
örnek ve mantık” getirdiğini, hem de bu örneklerin “en güzel örnekler” olduğunu
söylemektedir:
“Onların sana
getirdikleri hiç-bir örnek yoktur ki, biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel
açıklama tarzını getirmiş olmayalım”
(Furkân 33).
Şimdi; başta
Peygamberimiz’in 23 yıllık Kur’ân-merkezli yaşanmışlık örnekliği olmak üzere,
1.400 yılda iyi şeyler söyleyenlerin söylediklerini ve yazdıklarını da bir
çırpıda silip atmak ve onlardan “hüküm” ve “din” olarak değil ama, bir
düşünce-anlayış olarak yararlanmaktan vazgeçmek doğru mudur?. Uydurmalara ve
zırvalıklara uymaktan bahsetmiyorum tabî ki. Fakat uydurma ve zırvalık
olmayanların tamâmını bir çırpıda değersizleştirmek doğru değildir ve hattâ bu,
Kur’ân’cıların ve modern müslümanların zayıf noktasıdır, yumuşak karnıdır.
Çünkü böyle olduğunda, bir zaman sonra aynı şeyi yeni nesiller de yapar ve
bizim şu-anda söylediğimiz ve yazdığımız doğru ve güzel şeyleri de bâtıl ve
şirk olarak değerlendirirler. “Sâdece Kur’ân” söylemi bile bundan payını alır. Bunun
sonu da gelmez. Sonuçta insanoğlu hiç-bir zaman iyi ve doğru bir şey söylememiş
ve söyleyemez olur. Böyle olunca da Kur’ân hayâta hiç-bir zaman hâkim olamaz ve
cehâlet-merkezli şirk ve zulüm sürer gider.
“Elçilerin görevi
âyet okumaktır, kişisel görüşlerini beyân etmek değil” diyen ahmaklar var. Herkes
bir düşünce beyân ederken ve hattâ bu uğurda yorum yapacağım diye Kur’ân’ın
canını çıkarırken, sıra Peygamber’e gelince ağzını bile açtırmıyorlar ve onun Kur’ân’ın
âyetlerini söylemekten başka bir şey demeğini ve yapmadığını sanıyorlar. Sanki
“peygamberlik geldiği andan îtibâren Hz. Muhammed’e konuşmak ve yorum yapmak yasaklanmıştır”
gibi bir anlam çıkıyor ortaya.
Kur’ân
kıssalarında bahsedilenler, “Peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah
bize âyet olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ne yapacağınızı
belirleyin” deniyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiş.
Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek
olan vahiylerde Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da âyet olarak
intikâl edecekti bize. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl
edilmemesi, o’nun “son peygamber” olmasıdır.
Kıssalarda
anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir. Kur’ân’ın üçte-biri “sünnet” denen “peygamber
örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber
örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu
da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada
Peygamberimiz’in örnekliğine bakarak yapılacaktır. Zımnen; “kıssalara bakın, peygamberler
ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de, bu örneklikler
üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir.
“Her nebî
resûldür ama her resûl nebî değildir” diyorlar. “Her resûl nebîdir fakat her
resûl nebî değildir” şeklinde tam tersini söyleyenler de var. Ne olduğu tam
belli değil yâni. Peki nebî olup da resûl olmayan yâni görevini yapmayan kim
vardır?. Hz. Mûsâ’nın annesi ve arılar mı?. Hz. Mûsâ’nın annesine “nebî”
diyorlar. Yâni vahyi duyurmamış ve resûllük yapmamış da sâdece almış. Bu
mantıkla, bu bize Kur’ân’la duyurulduğu için, Hz. Mûsâ’nın annesini de resûl
olarak kabûl etmeliyiz. Her vahyi peygamberlere gelen vahiy gibi zannetmekten
doğan bir yanılgıdır bu. Mekanik okumanın bir sonucudur. Ne yâni; şeytanın
vahyettikleri de mi vahiydir?. Çünkü:
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin;
çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele
etmeleri için kendi dostlarına vahyederler. Onlara itaat ederseniz şüphesiz
siz de müşriklersiniz” (En-âm 121)
deniyor.
Yine; “nübüvvet
tamamlanmıştır ve bitmiştir, bundan sonra nebî gelmeyecektir, ama resûllük bitmemiştir”
diyenler var. Fakat bunu diyenler, nebî olmadan resûl olunamayacağını unutuyorlar.
Nebîlik olmadan neyin resûllüğü yapılacak ki?:
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve
İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî)
olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor,
münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram
kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona
inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen
nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).
Her peygamber
hem nebîdir hem de resûldür. Sâdece ilk önce nebîdir sonra resûldür. Fakat bunu
bilmenin ve söylemenin bir mânâsı yoktur?. Böyle olsa bile ne fark eder?. Buradan
ne çıkacak ki?. Aslında olan şey, Kur’ân’ın edebi bir dil kullanmasıdır.
Bütün
peygamberlere kitap ve “hikmet” verilmiştir. Hikmet, “muhâkeme etme gücü”dür. Buna
göre bir peygamber, kendisine verilen kitabı okuyup da hikmeti göz-ardı edemez.
Mutlakâ muhâkeme yeteneğini kullanacaktır ve bir sonca ulaşacaktır. Bunu,
Kur’ân üzerinde düşünerek yapacaktır elbette. “Sâdece Kur’ân” diyenlerin, “ben
sâdece bir uyarıcıyım” diye söyledikleri âyetler, siyak ve sibak hesâba
katılmadan söylenmiştir. Bu nedenle de bunun, “başka hiç-bir şey değilim” anlamında
olmadığını göremiyorlar. Yâni Peygamber’den mûcize isteyenlere karşı meselâ,
“ben sâdece bir uyarıcıyım” demesi, “uyarıcılıktan başka bir şey yapmam” demek
değildir. Bu söz, mûcize isteğine karşı söylenmiş bir sözdür ve “ben kendisine
vahiy gelen bir normâl insandan başkası değilim” mesajı vermektedir.
Kur’ân’da
Peygamber’den bağımsız bir din anlayışı hoş görülmez ve şu âyetler verilir:
“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin
için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler
için güzel bir örnek (sünnet) vardır” (Ahzab 21).
“Ey îman edenler, Allah’tan
sakınıp-korkun ve O’nun elçisine îman edin ki, size kendi rahmetinden iki kat
(güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr kılsın ve size
mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hadîd 28).
“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak
Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.
Onlar (insanlar) kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan
bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette
Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil;
Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).
İslâm’ın
ana-kaynağı olan Kur’ân, Peygamberimiz’i “Abdullah bin Muhammed” iken, “âlemlere
rahmet Hz. Muhammed” yapan kitaptır. Peygamberimiz; kendisini, âilesini,
toplumunu ve Dünyâ’yı Kur’ân’ın bilgisi ve bilinci (nûr) ile değiştirip
insanlık târihinin en yüce devletinin-medeniyetinin kurulmasını başlattı.
Kur’ân’ın nûru böylece tüm Dünyâ’yı “aydın”lattı. Peygamberimiz, Kur’ân’dan
aldığı bilgi-bilinç (nûr) ile bu hareketi başlattı. Çünkü Kur’ân bilincin (nûr)
kaynağıdır. Bu kaynak tüm zamanlarda aynı coşkuyla akmaktadır. Aradaki fark, o
kaynağa gidip-gitmemekle ve onu örnek edinip-edinmemekle ilgilidir.
Bilincin kaynağı
Kur’ân’dır. Fakat, özellikle günümüzde Kur’ân sürekli okunup araştırılmasına,
kılı kırk yararcasına incelenip tefsirleri yapılmasına rağmen, özellikle
müslümanların mazlûmiyeti olmak üzere, Dünyâ’da mazlûmiyetler bir türlü son
bulmuyor. Zulümler ayyuka çıkmış durumda. Gün geçtikçe çok daha fazla okunan
bir kitap olmasına rağmen bir türlü bilgiden bilince geçilemiyor ve yaralara
merhem olamıyor. Çok mekanik okumalar yapılıyor çünkü. Her-hangi bir düşünce,
bilinç ve faaliyet gerçekleşmiyor bu yüzden. Çünkü yapılanlar bir “etkinlik”ten
öteye geçemiyor. Bu durumun nedeni sürekli araştırılıyor ve bundan kurtulmak
için sürekli yeni-yeni fikirler ortaya atılıyor, plânlar yapılıyor fakat
değişen bir şey yok. Zîrâ işin eylem-pratik tarafı olan “usvetun hasenetun”=”güzel
örneklik”=”sünnet” göz-ardı ediliyor.
Evet; bilincin
kaynağı olan “Kur’ân bu kadar çok okunmasına rağmen neden çözüm ve barış
alanında bir değişiklik yapamıyoruz” sorusuna; “çünkü bilgiden bilince
geçilemiyor”, “çünkü eyleme geçilemiyor” cevâbını veriyoruz. Dört duvar
arasında yapılan dersler, konuşmalar, kapıdan çıkınca “az ileride” etkisini
kaybediyor ve diğer derse kadar sanki hiç konuşulmamış, Kur’ân hiç okunmamış
gibi yeni derse geliniyor ve hayat bu şekilde sürüp gidiyor. Bu durum küresel tâğutların
çok hoşuna gidiyor, çünkü bu tarz çalışmalar ekmeklerine yağ sürüyor ve onlara
alan açıyor.
Peki niçin
bilgide tıkanıp kalınıyor ve bilince ve eyleme niçin geçilemiyor?. İşte
can-alıcı soru budur!. Çünkü bilgi tek-başına yetmediği gibi, eyleme dönük
okumalar yapılmayınca bir bilinç de oluşamıyor. Bilinç ortaya çıkmayınca da bir
eylem ortaya konamıyor ve her-hangi bir değişim de gerçekleşmiyor. Çünkü
müslümanların unuttuğu, hesâba katmadığı, mehcûr bıraktığı ve modern zamanlarda
gündeme getirmekten korktuğu bir konu var: Peygamberin Kur’ân-merkezli “İslâmî
hareket metodu” olan ve adına “Sünnet” denilen güzel örnekliği.
Eğer Kur’ân
bilgi ve bilincin kaynağı olarak tek-başına yetseydi, Allah Kur’ân’ı her-hangi
bir yere iki kapak arasındaki bir kitap olarak indirirdi yada meselâ Kâbe’den
çeşitli aralıklarla âyetler yankılanırdı ve insanların onu bulması-dinlemesi
sağlanırdı. Ama emin olun ki o zaman İslâm dîni, -şimdi bâzı câhillerin ve
ahmakların zannettiği ve istediği gibi- yalnızca ahlâki bir felsefe olurdu ve
bağlıları da sürekli sırıtarak dolaşan ve “sözde tebliğ” yapan geveze ve
yılışık kimselere dönerlerdi. Fakat Allah bu Kur’ân’ı insanların arasından
seçtiği ahlâk âbidesi bir insana aşama-aşama indirerek, onun sâdece kâlplerde
tutulacak bir kitap-din olmasını değil, hayâta hâkim bir kitap-din olmasını
istedi. Bu nedenle onu yer-yüzünün-kâinatın tek bilinçli varlığı olan
insanların içinden bir insana indirdi ve hayâtın tam ortasında yaşanmasını
istedi. İşte bunu gerçekleştirecek olan Peygamber’in bu uğurda yaptıkları her
iş, eylem, hareket ve amel, “güzel örneklik” denen sünnettir.
Bilgi ve
bilincin tek kaynağı Kur’ân iken; eylemin ve amelin kaynağı ise sünnettir.
Sünnet olmadığında ya eylem-hareket-iş-amel hiç olmuyor, yada Kur’ân’a aykırı
amel ve eylemler üretiliyor. Hareketin olmadığı bir yerde ise “zaman” da dâhil
hiç-bir şey olmaz. Sâdece zihinsel mülâhazalar, felsefî çıkarımlar ile soyut
bir süreç işler ve bir-türlü somuta (eyleme) dönülmez. İşte Allah bu
bilgi-bilincin soyuttan somuta dönmesini istediği için, ahlâk âbidesi bir
insanı seçmiş ve ona vahyederek Peygamber kılmış ve onu tüm Dünyâ’yı uyarması
için göndererek onun şahsında eylemin kaynağı olan “güzel örneklik” olan sünneti
ortaya koymuştur. Bu sünnetin ortaya konmasında elbette Kur’ân’ın
bilgisi-bilinci ona yol göstermiştir ve tüm zamanlarda insanlara yol göstererek
yardım edecektir. Evet; sünnet ile birlikte Kur’ân ete-kemiğe bürünüyor ve
“canlı” hâle geliyor. Böylece “hareket” başlıyor.
Sünnet: “yol,
âdet, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın sözü, emri, hâl ve ifâdesi” olarak
geçiyor lûgatlarda. Sünnet Peygamberin tavrı, tarzı, anlayışı, icrâ şekli,
algıyı hayâta dönüştürme yöntemidir. İşte bu yöntem evrenseldir. Çünkü Kur’ân’ı
en iyi idrâk eden kişi olarak Allah’ın kendisinden istediği şeyi en iyi şekilde
yerine getirmiştir ve Allah’ın Kur’ân aracılığı ile istediği şey
gerçekleşmiştir. Bu örneklik Allah’ın kontrôlünde yapıldığı için ve bâzen
yanlışlıklar da düzeltildiği için en ideâl bir örnekliktir. Zâten bağlayıcılığı
bundan dolayıdır. Bu, Peygamberin Kur’ân’ı anlayıp hayâta geçirme
yöntemi-tavrı-tarzı ile olmuştur. İşte bu nedenle Peygamberimizin genel
anlamdaki bu tarzı-yöntemi-icrâ şekli ve tavrı sâdece târihsel değil,
aynı-zamanda evrenseldir de. Tüm zamanlarda gösterilecek benzer
tavırlar-tarzlar-yöntemler-icrâ şekilleri aynı başarıyı yakalayarak Allah’ın
sözünü-dînini Dünyâ’ya hâkim kılacaktır.
“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda
sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz,
sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık)
tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar
ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir”. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana
bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin
için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten
sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).
Burada Hz. İbrâhim’in
ve onula birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?.
Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek,
sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz”
diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz.
İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir.
İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Onun bağlayıcı olmadığının
zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası
peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının
yer almamasıdır. Gerçi onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe
kazınmıştır. Kur’ân’ın kıssalarından anlatılan peygamber örneklikleri,
peygamberlerin sünnetleridir. Allah olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah
yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış
oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış
olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan
yaşantılar ve sorunların çözümleridir.
Peygamberin
sahih sünnetini kabûl etmemek, onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini,
savaştaki komutanlığını kabûl etmemek demektir. Zâten böyle olduğu içindir ki, Kur’ân
okuyanlar ve “sâdece Kur’ân” diyenler, iş amele-eyleme geldiğinde Peygamberin
örnekliğine göre değil de, modern-seküler-lâik-demokratik ideolojilerin ve
lîderlerin örnekliğine göre hayatlarını yönlendiriyorlar. Hattâ Peygamber
örnekliğini kabûl etmeyenler bunu, “seküler örneklikler”den uzaklaşmamak için
yapmaktadırlar. Oysa Peygamber’in durumu herhangi biri gibi değildir:
“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda
kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper
ederek kaçanları gerçekten bilir. Onun (Peygamber’in) emrine aykırı
davrananlar, başlarına bir fitne, belâ gelmesinden veya kendilerine çok acıklı
bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar” (Nûr 63).
Peygambere îman
etmek ne demektir?. Neyine îman edeceğiz Peygamber’in?. Ona îman etmek; “ondan
emin olmak ve bu nedenle de ona teslim olmak, ona uymak, onu örnek almak ve
önder kabûl etmek” demektir. “Güzel örneklik” demek olan “sünnete uymak”
demektir. Onun Kur’ân’a göre şekillendirdiği hayâtın benzerini kendi zamânımızda
da kurmaktır Peygamber’i örnek almak ve ona uymak.
“Sâdece Kur’ân”
diyenler, kendileri gibi saçmalamayanları kâfir, müşrik ve münâfık gibi
sözlerle suçlamaktadırlar. Bakın konuşmalarına, (gerçi konuşmayı bilmiyorlar
ya) direkt saldırı hâlindeler. Kendilerine gâyet nâzikçe konuşanlara karşı bile
saygısızca, küstahça ve hakaret-vâri bir konuşma tarzında olduklarını
görürsünüz. Zîrâ Kur’ân’ı babalarının malı zannetmektedirler ve “sâdece Kur’ân”
diyenler, Kur’ân’ı sâdece kendilerinin doğru anladığını sanırlar. Üslûplarının
bu kadar bozuk olmasının nedeni nedir
peki?. Tabi ki de, Kur’ân’da üslûp ile ilgili âyetleri göz-ardı ettiklerinden
başka, Peygamber’in yumuşak üslûp kullanma örnekliğini kâle almamalarıdır. Yâni
yine örnekliği tâkip etmemeleridir terbiyesizce konuşmalarına neden olan.
Sünneti kabûl etmeyince, Peygamberimiz’in “güzel konuşma örnekliği”ni de
göz-ardı ediyorlar ve edepsizce konuşmaya devâm ediyorlar.
Sanki “sâdece
Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynak” diyenlerin evlerinde başka kitaplar yok. “Sâdece
Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynaktır” demek, “başka kitaba gerek yok” demektir. İyi
de evlerinizdeki onlarca kitap nedir o zaman?. Kur’ân’ın yanına başka kitaplar
mı koyuyorsunuz?.
Allah, Kur’ân’ın
sünnet ile açıklanmasını ister:
“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla
(gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için
indirileni açıklayasın (li tubeyyine) ve onlar da iyice düşünsünler diye”
(Nâhl 44).
Şu âyetler,
Peygamber’e uyulmasının ve ona kesinlikle karşı gelinmemesinin emrini verir:
“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak
geldi: Ey kavmim, elçilere uyun dedi. Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar
hidâyet bulmuş kimselerdir” (Yâsin 20-21).
“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız
bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah
bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31).
“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın
izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi
nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi
ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl
eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun,
aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme,
içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça,
îman etmiş olmazlar” (Nîsâ
64-65).
“Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte
Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (bilsin ki), Biz seni onların
üzerine koruyucu göndermedik” (Nîsâ 80).
“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda
kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek
kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine
bir fitnenin isâbet etmesinden veya onlara acı bir azâbın çarpmasından
sakınsınlar” (Nûr 63).
“Ey îman edenler!, seslerinizi Peygamber’in
sesi üstünde yükseltmeyin ve bir-birinize bağırdığınız gibi, ona
bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken amelleriniz boşa gider” (Hucurât 2).
“Peygamber, mü’minler için kendi
nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir” (Ahzab 6).
“İşte böylece sizleri orta (mûtedil,
dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de
size örnek olsun diye”
(Bakara 143).
Bir de, “Peygamber
şu-anda yaşıyor mu ki ona tâbi olalım ve uyalım” diyorlar. Nasıl ki
peygamberler, Kur’ân’daki kıssalarda anlatılan örneklikleriyle aramızdalarsa,
Peygamberimiz de “güzel örnekliği” ile yâni misyonu ile aramızdadır:
“Oysa sen içlerinde bulunduğun sürece,
Allah onları azablandıracak değildir. Ve onlar, bağışlanma dilemektelerken de,
Allah onları azablandıracak değildir” (Enfâl 33).
Peygamber’in
aramızda olması, “bedeni ile aramızda olması” demek değildir, “misyonu ile
aramızda olması” demektir ki Peygamberin misyonu güzel örnekliği olan sünnetidir.
Peygamber aramızdayken, yâni Peygamber’in; ilmin kaynağı olan Kur’ân’ı “amel”e
çevirmesiyle oluşturduğu sünneti hayâta hâkimken -ki Kur’ân’ın hayâta hâkim
olması bu demektir- “azâba” uğramayız. “Eylemin kaynağı” olan sünnet ne zaman
hayâta hâkim ise azaptan beriyiz. Ne zaman da sünnetten-eylemden vazgeçersek, o
vakit de çeşitli azaplara dûçar oluruz.
Sünnet, yâni ilk
olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem ortaya
konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta pratik olarak
uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Peygamber adına yapılan
uydurmalar ve zırvalıklar, “sahih sünnet” hayatta hâkim olup da yaşanmadığında
ortaya çıkar. Çünkü bakın Peygamber adına uydurulanlar, Kur’ân tamamlanmış bir
kitap olarak varken uydurulabilmiştir.
Kur’ân “söz”
olduğu için tüm sözler gibi yoruma açıktır. Fakat amel-eylem yâni sünnet,
“yaşanmışlık” olduğu için yoruma gerek kalmaz. Çünkü gözler-önünde yaşanmıştır.
Bu bakımdan Hz. Ali, hâricilere yolladığı
elçisine: “Sakın onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan onlar sana daha
fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman mümkün olmaz. Onlara, Peygamber’den
örnekler ver. Böyle bir durumda ‘o, şöyle yaptıydı’ de” diye tembih etmişti ve
sünnetin birleştiriciliğini ve teskin ediciliğini öğütlemişti.
Şu
da var ki, “sâdece Kur’ân” diyenler, sürekli olarak Peygamberin sözü-eylemi
olarak hep uydurmaları-zırvaları örnek verirler?. Meselâ niye; “Güneş’i sağ
elime, Ay’ı da sol elime verseler, yine de dâvamdan vazgeçmem. Ya Allah, bu
dîni hâkim kılar yâhut ben bu uğurda canımı veririm” sözünü söylemezler?”. “Peygamber
adına uydurmak” ne kadar Peygamber’e yapılan bir hakâret ve zulüm ise; bu
uydurmalar var diye Peygamber’i tümden işlevsiz bırakmak da o oranda Peygamber’e
yapılan bir hakâret ve zulümdür.
“Sâdece Kur’ân”
diyenlerin çoğu aslında “sâdece Kur’ân meâli” diyenlerdir. Fakat bu,
“meâlcilik” denilen şeydir. Kur’ân’cılık, meâlciliktir. Meâlcilik, “Peygamber’i
yok sayma projesi”dir. Ercüment Özkan bu konuda şöyle der:
“Dikkat edildiğinde görülen şey şudur;
Meâl okuyanlar değil, meâlcilik yapanlar, yâni îtibâr edilecek şeyin yalnızca
meâl olduğunu söyleyerek Kur’ân’a da aykırı bir tutum sâhibi olanlar, Allah’ın
o Kitap’ta Peygamber’i için: “Onda sizler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb
33/21, Mümtehine 60/4-6) âyetini görmüyorlar mı?. Kitap, yâni Allah, elçisine hukûkî
bir deyimle atıfta bulunmaktadır. Bu atfa îtibâr etmemek, atıf yapana îtibâr
etmemektir ve hukuk mantığına, hukûkun esaslarına aykırıdır”.
Evet; Kur’ân dînin-bilginin-bilincin
kaynağı iken; sünnet de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamber’i örnek almayanlar
yâni onun usvetun hasenetun=”güzel örneklik” olan sünnetini uygulamayanlar
mutlakâ tâğutları ve onların emirlerini uygularlar. Bu tüm zamanlarda bu
şekilde sonuçlanmıştır ve günümüzde de Kur’ân’cıların yaptığı şey budur
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder