26 Ocak 2017 Perşembe

Dinozor Yalanı


 

“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).

 

Dinozor kelimesi TDK sözlüğünde şu anlamlardadır:

 

1-Dinozorlar takımından, ilk çağlarda yaşamış, günümüze “taşılları” (taşlaşmış kalıntıları H.G.) kalmış, boyu yirmi metreyi bulabilen, uzun kuyruklu, iri gövdeli, uzun boyunlu, küçük başlı, sağlam omurgalı ve boyundan kuyruk sonuna değin omurlu, iki art ayağı öndekilerden daha uzun, karada yaşayan sürüngenlerin ortak adı.

 

2-Gelişmelere ayak uyduramamış, çağın gerisinde kalmış veyâ mevcut durumu korumak isteyen kimse.

 

Dinozorlardan (yada dinazor) ilk-defâ 1.800’lü yılların başlarında bahsedilmiştir. Bir yayında bu, şu şekilde açıklanır:

 

Dinozorların keşfedilmesinin öyküsü 1820’lerde başlar. İngiliz bir doktor olan Gideon Mantell bir taş-ocağında bâzı sıra-dışı dişler ve kemikler bulur. Dr. Mantell, bulduğu bu hayvan kalıntılarında çok değişik özellikler olduğunu fark eder. Bütünüyle yeni bir sürüngen türü bulduğuna inanır. 1841’e dek bu değişik sürüngen türlerinden yaklaşık dokuz çeşit ortaya çıkarıldı. Bunlar arasında Megalozorus ve İguanodon olarak adlandırılan türler de vardı. Tam o sıralarda yaratılışçı ünlü bir İngiliz bilim-adamı olan Dr. Richard Owen, ‘korkunç kertenkele’ anlamına gelen ‘Dinosauria’ adını türetti. İri kemikler onun bu adı düşünmesine yol açmıştır”.

 

Dinozorların “mezozoik zaman” denilen 251-65 milyon yılları (?) arasında yaşadığı söylenir. Bir yazıda bu, şu şekilde yalanlanır:

 

“Filmler, televizyon, gazeteler ve bir-çok dergi ve ders kitaplarından hepimizin duyduğu öyküye göre, dinozorlar milyonlarca yıl önce yaşamış. Evrimcilere göre, dinozorlar yeryüzünde 140 milyon yıl boyunca ‘egemenlik’ sürdükten sonra yaklaşık 65 milyon yıl önce ortadan kayboldular. Buna karşın bilim-adamları araştırmaları sırasında yaptıkları kazılarda bu kadar eski yıllardan kaldığını gösteren hiç-bir etiket bulabilmiş değiller. Sâdece ölü dinozorları (daha doğrusu, kemiklerini) buluyorlar ve bulunan kemiklerde hangi yıldan kaldıklarını kanıtlayacak hiç-bir etiket yoktur. Milyonlarca yıl süren evrim iddiası da evrimcilerin geçmişle ilgili kurdukları uydurma bir öyküden başka bir şey değildir. Dinozorların, ileri sürüldüğü gibi ‘dinozorlar-çağı boyunca’ yaşadıklarını gösterebilen hiç-bir bilim-adamı yoktur. Açıkçası, Dünyâ’nın ve bulunan fosil tabakalarının milyonlarca yıllık olduğunu gösteren bir kanıt da bulunmamaktadır. Bilim-adamları kemikleri bulmakta ve bir-çoğunun evrimci olması nedeniyle de dinozorlarla ilgili öyküyü kendi görüşlerine uygun duruma getirmeyi denemekteler”.


 

Dinozor denilen şey, Paleontologların işgüzarlığı ve saçmalamalarından başka bir şey değildir. Yaptıkları şey, buldukları ıvır-zıvırlara isim vermek ve masa-başında onlara baka-baka bir senaryo yazmak ve masal anlatmaktır.

 

Dinozor fosili denen şeyler hayvan dişleri yada kemikleridir, yumuşak dokular değildir. Çünkü yumuşak dokuların izi kalmaz. Dolayısıyle yumuşak dokuların şekillerinin nasıllığı bilinemez. Dinozorlar kalça şekillerine göre ikiye ayrılırlar. “Kuş kalçalı dinozorlar”, “sürüngen kalçalı dinozorlar”. İsimlerini Yunanca yada Latinceden alırlar. “Korkunç kertenkele” gibi isimleri vardır. Aslında saçma-sapan ve çok zor söylenen isimleri olmasına rağmen bu isimlendirmelerin bile bir anlamı olduğunu söylerler. Hâlbuki bu isimler, bir gizem yaratmak ve sözde bilimselmiş havası vermek içindir.

 

Saçma-sapan bir mantıkla şöyle derler: “Kuşlar dinozorlardır, fakat kuş kalçalı türünden değil, sürüngen kalçalı türünden dinozorlardır”. Hattâ tavukları bile dinozor olarak kabûl ederler. Böyle olunca biz de “mangalda dinozor kebabı” yapmış oluyoruz. 

 

Kuşların dinozor olduğunu söylediklerinden olsa gerek, “kuşların ve timsahların çiftleştikleri gibi çiftleşiyorlar ve yumurtluyorlardı, hattâ kuluçkaya da yatıyorlardı” diyorlar. Bu hayvanlar öyle çok hızlı koşabilen hayvanlar da değilmiş. Meselâ T-Rex saatte 18 mil koşabiliyormuş yâni 29-30 km kadar. O hâlde bir-çok hayvanı yakalayamıyordu.

 

Dinozor-bilimcileri ve dinozor hakkında konuşanları dinlediğinizde bilimsel bir-çok şey söylediğini zannedersiniz ama söyledikleri şeyler kayda değer şeyler değildir ve sürekli olarak varsayımlardan bahsederler. Öyle tam delillerle sâhip olduklarını falan sanmayın, hep farazi konuşurlar: “Elimizde yeterli delil yok”, “olabilir”, “sanıyoruz-sanmıyoruz”, “öyle olduğunu düşünüyoruz”, “yeterli çalışma yok”, “var sayıyoruz”, “tahmin ediyoruz” vs. bitmek bilmeyen laflar.

 

Neyin kemikleri olduğu belli olmayan ufak-tefek kemik parçalarını birleştiriyorlar ve istedikleri şekle sokarak istedikleri şekilde bir yaratık ortaya çıkarıyorlar. Buldukları şeyler hep toprakla iç-içe geçmiş ufalanmış küçük kemik parçalarıdır. Zâten “çok nâdir olarak büyükçe kemikler bulabiliyoruz” diyorlar. Dinozorun anatomisini ve iskelet sistemini işte bu parçalara bakarak anlıyorlarmış. O müzelerde gördüğünüz dinozor iskeletleri var ya; işte bu küçük kemiklerin bir şekilde birleştirilmesi ve onların maketleştirilerek gösterime sunulmasından başka bir şey değildir. O gördükleriniz dinozor falan değil yâni, onların maketleri. Sözde dinozor kemiklerinin hayâli iskeletlerinin maketi. Yâni suyunun suyu.

 

Dinozor maketlerini dinozor diye yutturuyorlar insanlara. Ortalık çok profesyonelce hazırlanmış maket dinozorlarla dolu. Silikon kauçuğu ve reçinelerle istedikleri kemik şeklini yapabiliyorlar. Müzelerde dinozor diye gösterilenler aslında dinozor maketleridir ve gerçek değildirler. O maketler de binlerce sözde dinozor kemiğinin kişilerin kafalarına göre bir-araya getirerek oluşturdukları hayâli şekillerdir. Barnum Brown, Tyrannosaurus Rex (T-Rex) dinozorunu, bir-çok parçayı bir-araya getirerek yapmıştı. Kemikleri istediğiniz gibi bir-araya getirebilirseniz, hayâl ettiğiniz şekilde bir yaratık çıkar ortaya.

 

Şöyle derler: “Fosil hazırlama uzmanları, doğada parçalanmış hâlde bulunan fosil kemiklerini ve dişlerini restore eden oldukça yetenekli teknisyenlerdir. Yaptıkları iş bir-nevî sanat-eseri koruma uzmanlarının hasarlı resim ve heykelleri restore etmesine benzer”.

 

Sözde dinozor kemiklerini topraktan çıkarırken gösterilen resimler ve videolar da, aslında kendilerinin toprağa koyup “dinozor bulduk” diyerek yeniden topraktan çıkardıkları maketlerdir. Biraz dikkatli bakıldığında, buldukları şeyin, yeryüzünün hemen 5-10 cm. altında olduğunu görürsünüz. Buna rağmen çok ilginçtir ki, buldukları şeylere yıllarca hiç-bir zarar gelmemiştir. 

 

Dinozorların, mevcut kemiklerden yeniden kopyalanmasını falan da beklemeyin. Bu aslâ mümkün değildir. O kadar uzun zamanda(!) üzerlerinde DNA’dan eser kalmaz çünkü. Zâten Dünyâ’nın üzerinden o kadar uzun bir zaman da geçmemiştir.  

 

O kadar büyük cüsseli hayvanlar için; “yumurtlamayla ürüyorlardı” deniliyor. Memeli değiller yâni. Yumurtaların da belli bir büyüklüğü olduğuna göre yumurtadan çıkan dinozor yavrularının hayatta kalma şanları çok-çok azdır ve hattâ mümkün değildir. Bilinen en büyük yumurta köpekbalığı ve devekuşu yumurtasıdır ki bu yumurtalar “dinozor yumurtası” denilenlerden bile daha büyüktür ve cüsselerine de uygundur. (“Filkuşu” denilen sözde nesli tükenmiş bir hayvandan da bahsedilir fakat bu hayvan büyük ihtimâlle “deve kuşu” yada iri bir devekuşu çeşidiydi). Yâni en büyük yumurta dinozor denilen en büyük hayvana âit değildir. Peki cüssesi oranında belli bir hacimde yumurtlaması gerekmez miydi dinozorların?. Ne de olsa yumurtadan çıkacak hayvan “Dünyâ’nın en büyük hayvanı” olacak.

 

Peki neden dinozorlar için “yumurtlayarak ürüyordu” deniyor?. Dinozorlara “sürüngen” dedikleri için. Tüm sürüngenler yumurtlamayla çoğalır. Dinozorlar “balık değildir, kuş değildir, o hâlde sürüngenlerdendir” mantığı var. Peki dinozorları neden sürüngen sınıfına sokuyorlar ve yumurtlamayla çoğaldığını söylüyorlar?. Dinozorların görülen resimlerine bakıldığında onların bir sürüngen olmadığı çok net olarak görülür. Bâzıları dinozorların sürüngen olarak kabûl edilmesini istiyor. Zîrâ başka türlü “taşlar” yerine oturmuyor. Acaba dinozorlarda, -çizimlerde gördüğümüz üzere- (zâten başka şekilde görülemez) görülen şey, yâni dinozor iddiâsını ortaya atanların dinozorların hayâl ettikleri yapıları, doğurarak üremeye elverişli olmadığından olabilir mi?. Çünkü yapıları hem cinsellik yönünden, hem de emzirme yönünden uygun değildir. Böyle olunca da, belki de bu sorunu sonradan fark edenler sürüngen sınıfına sokmuşlardır dinozorları. Tabi çiftleşme durumu sorun olarak hâlen devâm eder. Dinozor diye çizimlerini gösterdikleri hayvanların mevcut yapıları, başta çiftleşme olmak üzere hiç-bir şey için uygun değildir. Dinozorların anatomik yapıları hiç-bir şey için uygun değildir. Bu nedenle böyle bir canlı, yaşamını sürdüremez.

 

25-30 ton, hattâ 80 ton ağırlığında; 15-20 metre, hattâ 90 metre uzunluğunda (Spinosaurus, Tyrannosaurus, Carnotaurus) gibi dinozorların bâzıları son derece büyükken; Compsognathus (yaklaşık 5,5 kg ve 60 cm) gibileri de son derece küçükmüş!. Bir yayında şöyle denir:

 

“Bâzıları bir tavuk kadar, bâzıları da daha küçüktü. Öte-yandan bâzı dinozorlar yaklaşık 80 ton ağırlığında ve 13 metre uzunluğunda çok büyük yapıdaydılar. Dinozorların ortalama büyüklüğü büyük olasılıkla küçük bir at kadardı. Boyu 90 metreye kadar çıktı bu dinozorların, hızları saatte bilmem kaç km. oldu ve vahşi kükremeler eklendi. Ancak bu devâsâ dinozorların varlığına ilişkin en ufak gerçek bir delil yoktur. Dinozor-bilimcilik başlı-başına fantazyadır”.

 

Dinozorların bir kısmı inanılmaz derecede ve 20 yıldan kısa bir süre içinde büyük boyutlara ulaştılar. Bunlar günde 100 ton yiyecek tüketiyorlardı. Peki, sözgelimi uzun boyunlu Sauropodlar, hem günde en az 100 ton yiyip yâni bitki örtüsünü tüketip, hem de çevrelerini kurutmamayı nasıl başarmışlardı?. Tonlarca ağırlıktaki vücutlara ve metrelerce uzunlukta boyunlara sâhip olan Sauropodlar’ı ele alalım.. Bu kadar iri bir hayvan -ki başı gözdesine göre çok küçüktür- o koca vücûda nasıl oksijen yetiştirebiliyordu?. O kadar iri bir vücûda oksijenin yetmesi mümkün değildir. Yine o kadar iri bir hayvanın hareket etmesi de zordur ve bu nedenle beslenme ve avlanma zorlukları ve imkânsızlıkları olur. Bu sorunu, dinozorların yaşadığı(!) zamanki çevre farklılığı, oksijen bolluğu ve oksijenin yapısı ile açıklamaya çalışıyorlar. Besinin ve oksijenin günümüze göre çok bol olduğunu söylüyorlar. Peki bu kadar bol oksjen miktârı başka canlılara zarar vermiyor muydu?. Bu soru(n)lara şu masallarla ve zırvalıklarla cevap vermeye çalışırlar:

 

“2.5 milyar yıl kadar önce, siyanobakterilerde oksijen üretebilen fotosentez sürecinin evrimleşmesi sonucunda atmosferdeki oksijen miktârı pratik olarak 0 düzeyinden, bir-kaç milyar yıl içerisinde %32 dolaylarına kadar ulaşmıştır (özellikle de karasal bitkilerin de, siyanobakterilerden yüz milyonlarca yıl sonra evrimleşmesi sonrasında). Görebileceğiniz gibi %32 oranı, günümüzdeki %20.9 oranından fazlasıyla yüksektir. Bu sâyede, o dönemdeki hayvanların, bitkilerin ve mantarların neredeyse hepsi, günümüzdekinden çok daha iri boyutlara sâhip olacak biçimde evrimleştiler. Günümüzde yusufçuk (Anisoptera) olarak bildiğimiz ufacık canlılara benzer bir-çok böcek bile, onlarca santimetre büyüklüğe erişebiliyordu. İşte dinozorları da devâsa boyutlara eriştirmeyi başaran temel çevresel faktör, bu yüksek oksijen oranıydı. Bugün, keşfedilen fosiller üzerinde uzun yıllar boyunca yapılan çalışmalar ve ‘çeşitli bilgisayar programları yardımıyla geliştirilen modellemeler sâyesinde’ biliyoruz ki, Sauropodlar bahsedilen tüm donanımlara sâhipti”

.

Peki bu Sauropodlar suyu nasıl içiyorlardı?. Bildiğimiz gibi zürâfalar uzun boyunları nedeniyle su içmekte çok zorlanırlar. Bu nedenle büyük bir kâlpleri vardır. O hâlde Sauropodların kâlbinin çok daha büyük olması gerekir. Fakat o zaman da fazla kan basıncından dolayı dokular ve damarlar zarar görür. Bu nedenle belki de bütün Sauropodlarlar tansiyon hastasıydı. 

 

“Yumurtlayarak çoğalıyorlardı” demeleri, o kadar iri hayvanların memeli hayvanlar gibi hâmile kaldıklarında ağırlıklarının çok daha fazla artması, çok daha fazla oksijene ve besine ihtiyaç duyacakları fakat hareket zorluğundan dolayı bunu sağlayamayacakları için yaşayamayacaklarından dolayıdır. O yüzden dağa fâre doğurturlar ve o çok iri hayvanlara ufacık yumurtalar yumurtlatırlar.

 

Hayâl kurduğunuzda tüm sorunlara çözüm buluveririsiniz. Çünkü oturduğunuz ve yattığınız yerden hayâlinizi istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz. Böylece o devâsa hayvanın iskeletinin tonlarca ağrılığı nasıl taşıdığına, nefes alıp-vermesinin nasıl olduğuna, üremesine, beslenmesine, çiftleşmesine vs. her türlü çözümü getirirsiniz. Tabi kitlelerin bu cevaplara inanması için ilk önce sinema, medya, yayınlar, modern-bilim ve şişirilmiş bilim-adamlarıyla iyice bir ayara getirmeniz gerekir. Sonra gerisi kolayca gelir. Ne derseniz gider. Minâreyi çalan kılıfını da hazırlar elbette. Fakat dinozorlara uygun kılıf yoktur. Sahih bir bakış-açısına sâhip olanlar kılıfın açıklarını hemen göreceklerdir.

 

Rengarenk dinozorlar çiziyorlar, peki dinozorların hangi renkte olduğunu nereden biliyorlar?. Açın bakın internete, rengârenk dinozorlar var. Dergilerde, internette ve diğer yerlerde ne kadar dinozor resmi görüyorsanız, tamâmı uydurmadır. Hayâl ürünüdür. Renkler canlıların “yumuşak dokularıyla” ilgilidir ve sözde dinozorların ve yok olup gitmiş canlıların yumuşak dokularının nasıl olduğu bilinemez. Yumuşak dokular yâni canlının şekli ve rengi değişik şekillerde olabilir. Yumuşak dokuların rengi/şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde ve renkte olabilir.

 

Görülen resimlerde bir uygunsuzluk daha vardır ki o da kesinlikle o dev cüssenin sâhip olduğu minicik ellerdir. Bu şekilde bir denge sağlamaları çok zor, hattâ olanaksızdır.

 

Dinozorların yaşaması için bol besine ihtiyaçları vardır ki Dünyâ’nın her yeri ormanlarla ve bitki örtüsü ile çevrili değildir. Üstelik söylendiğine göre bir zaman önce buzul-çağı da yaşanmıştır. O hâlde bu hayvanlar dev cüsselerini doyurabilecek kadar besini nereden buldu?.

 

Peki bu dinozorlar ne ile besleniyorlardı?. “Dinozorların yaşadığı zamanda boyları 30 metreyi bulan eğrelti otları vardı” diyorlar. Tabi minâreyi çalanlar kılıfını da buluyorlar.

 

Dinozorlara bakınca çok biçimsiz ve uygunsuz bir yapıya sâhip oldukları görülür. Zâten dinozor ve benzeri -sözde- varlıklar hep biçimsiz şekilde anlatılır ve gösterilir. Meselâ ejderha, neredeyse bütün kültürlerde ve anlatımlarda şekilsiz bir varlığı simgeler. Oysa Allah, evrendeki yarattığı her varlığa yapısına-hareketine uygun şekil, biçim, özellik ve yetenek vermiş; onların yaratılışını bir-takım amaç ve hikmetlere dayandırmış, boş ve yersiz hiç-bir şey yaratmamıştır. Bu konuda Allah Kur’ân’da şöyle der:

  

“…Her-şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır” (Furkân 2).

 

“...O’nun katında her-şey bir ölçü (miktar) iledir” (Ra’d 8).

 

“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).

 

Peki nesli tükenen bir hayvan yada canlı var mıdır?. Nesli tükendiği söylenen hayvanların aslında sâdece varyasyonları tükenmiş olabilir. Zâten yeni varyasyonlar da ortaya çıkıp duruyor. Meselâ at ile eşeğin çiftleşmesinden katırlar ortaya çıkıyor fakat katırlar kendi arasında üremesini devâm ettiremiyor. Katırların soyu, insan etkisi olmadığında bir-zaman sonra tükenebilir. Zâten artık katırlara fazla ihtiyaç duyulmadığından sayıları azalmıştır. Fakat bir “tür” olarak nesli tükenen hiç-bir hayvan ve hattâ hiç-bir canlı yoktur. Neslinin tükendiğini söyledikleri şu hayvanlara bakar mısınız?: Dinozor, mamut, moa, Tazmanya kaplanı ve kurdu, Hazar kaplanı, Pers kaplanı, Anadolu aslanı-kaplanı-panteri, mersin balığı (Karadeniz’de hâlâ yaşıyor), çizgili sırtlan.. Bunlar ana türlerin çeşitleri ve varyasyonlarıdırlar ve nesillerinin tükendiği de kesin değildir. Belki azalmış olabilir. Bâzıları gözlemleyemedikleri canlıları “nesli tükenmiş” olarak kabûl ediyor. Zâten modern düşünce, kendi kontrôlünde ve gözetiminde olmayan her varlığı ve her-şeyi “yok” sayar ve öyle kabûl eder. 

 

Allah, canlı türlerini potansiyel varyasyonlarıyla birlikte yaratmıştır. İnsanlar da potansiyel varyasyon gereği çeşitli renklerdedirler. Varyasyonların (esas tür tipine göre belirli karakterlerde görülen ayrılıklar) nesli tükense de sorun teşkil etmez, zîrâ onlar doğal olarak değil de, -katırlarda olduğu gibi- ya insanın müdâhelesiyle ortaya çıktılar yada sonradan çeşitlendiler. Orijinâl varlıklar değildirler yâni.

 

Günde 20.000 çeşit canlı türünün yok olduğu gibi aptalca bir söz söyleniyor. Hâlbuki nesli tükenmiş “orijinâl” bir varlık yoktur. Her-gün yeni keşfettikleri varlıklara da, “yeni tür ortaya çıktı” diyorlar. Hâlbuki onlar ilk baştan bêri vardırlar. Amerika ilk keşfedildiğinde çıkmadı ki ortaya!.

 

Yaratılışı ve âhireti kabûl etmeyen bilim-adamları, zamânı çok-çok uzağa atarlar ve zamânı kendi kafalarına, hevâ-heveslerine ve kendilerinden istenen ve beklenen şekilde biçimlendirirler, şekillendirirler. Bu amaçla gerekirse olmayan bir şeyi bile îcâd ederler. Bunun için onlara küçük önemsiz ve belirsiz bir parça bile yeterlidir. Evrim Teorisi’nde meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber, (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, o mutlu âile tablosunun reklâmını yapıp cicili-bicili sözlerle çeşitli kanalardan câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Eskiden anlatılan “dev masalları” da, modern zamanlarda “dinozor masalları”na dönmüştür. Böylece arzularının salıncağında sallanıp dururlar.

 

Bir dişten bir insan çıkartabilenler, bir-kaç kemik parçasından “on numara” bir dinozor çıkarmakta hiç de zorlanmazlar. Hem de “yumuşak dokuları”yla berâber. Oysa yumuşak dokuların ne şekilde olduğu belirlenemez. O hâlde dinozorlar neden o şekilde olsun?. Yumuşak dokuların ne şekilde olduğu bilinemeyeceğinden, o şeyin boyu-posu, kilosu ve rengi tam olarak belirlenemez-bilinemez. Tahminde bulunabilir sâdece. Fakat tahminler gerçeğin yerini tutmaz.

 

Bir-çoğu, onlarca dinozor fosili olduğunu sanır, hâlbuki müzelerde sergilenen dinozor iskeletleri bir yada bir-kaç kemik üzerinden yapılan rekonstrüksiyonlardır (yeniden kurma). Dünyâ’nın hangi büyük doğa-târihi müzesine giderseniz-gidin, hemen hepsinde sizi “antika modeller” karşılayacaktır. Örneğin bir ön ayak kemiğinden; koca bir kafatası, uzun ve çivi gibi dişler, kocaman kuyruklar, boynuzlar, inanılmaz büyük arka ayaklar ve çelik sertliğinde plâka deriler ile hattâ kanatlar tahayyül edilerek canlılar üretirler müzelerde. Bir sürüngen türü olmasına rağmen çoğu rekonstrüksiyonda kasıtlı olarak gergedana, zürâfaya, kuşlara vs. çeşitli hayvanlara benzetilen rekonstrüksiyonlar mevcuttur. (domuz dişinden hesperopithecus yapmak gibi).

 

Bir yazıda, bir kemik parçasından yola çıkılarak o şeyin özelliğinin bilenemeyeceği şu şekilde anlatılır:


1.jpg Bu kemik parçasından bir dinozor üretildi.

“Özbekistan’da at büyüklüğünde bir Tyrannosaur fosili bulunduğu anlatılıyordu. Bu fosilin devâsâ boyuttaki dinozorlarla küçük dinozorlar arasındaki sözde evrimsel dönüşüme şâhitlik ettiği öne sürülüyordu. Tahminlerde öylesine ileri gidilmişti ki, canlının kilosu ve boyutları bile hesaplanmış, nasıl işittiğinden tutun, avını yakalamadaki kâbiliyeti üzerine spekülasyonlara kadar varılmıştı. Oysa ki gerçekler bunlardan çok farklıydı: Elde fosil olarak yalnızca canlının beynini muhâfaza ettiği düşünülen 7 cm. büyüklüğünde küçük bir kemik vardı. Özetle tek bir kafatası kemiği parçasından yola çıkılarak tam bir dinozor resmedildi. Binlerce parçadan oluşan dev bir yap-boz bulmacası düşünelim. Parçaları dikkatle birbirlerine uyacak şekilde yerleştirirseniz tam resme ulaşabilirsiniz. Bir iki parça kayıp ise bunların tahmin edilmesinde sakınca olmaz. Ancak elinizde yalnızca ve yalnızca tek bir parça varsa ve siz de diğer tüm parçaları bu parçadan yola çıkarak ‘tahmin’ ediyorsanız,  ortada hayret verici bir durum söz-konusudur. Yukarıda gördüğünüz tek kemik parçasından yola çıkarak tamâmen hayâl-gücünün ürünü olan bir dinozorun ağzı, burnu, elleri, kolları, ayakları, kuyruğu dâhil tüm gövdesi, boyu ve kilosu ve hattâ tüylerinin varlığı bile kurgulanmıştı. Dolayısıyla burada ‘bilimsel delillere dayalı’ bir fosil inşâsından söz edilemeyeceği açıktır, çünkü tek bir kemik parçasından yola çıkılarak çizilen iskelet tamâmen hayâl ürünüdür.

 

‘Farklı kemikleri getir senin de fosilin olsun’ mantığı evrime bir fayda sağlamaz. Konuyla ilgili makâlede iddiâ edilenin aksine, bulunan kemik, yeni bir fosil de değildir. Edinburgh Üniversitesinden Stephen Brusatte 2014 yılında Rusya’da bir müzeyi ziyâret ettiği sırada bu kemikle karşılaşmıştı. Aynı bölgede daha önce bulunmuş kemiklerden yararlanılabilir umuduyla, farklı kurumlarda dağınık hâldeki başka kemik parçaları bir-araya getirildi. Bunlar farklı zamanlarda, 1997 ile 2006 yıllarında çıkarılmış fosillerdi, yâni dağınık hâldeki 7’si omurga kemiği olmak üzere, 15 adet eksik kemik parçasıydı.

 
















Farklı canlılara âit olan çeşitli kemik parçaları bulunup bir-araya getirilerek bir dinozor oluşturuluyor.

‘Bu birbiriyle alâkasız kemik parçaları ile ne yapılabilir ki?’ demeyin. Darwinistlerin her zaman yaptıkları gibi siz de hayâl-gücünüzü yüksek tutarsanız üstteki resimdekine benzer, başından kuyruğuna kadar tüm vücûduyla bir dinozor ‘çizimi’ ortaya çıkarabilirsiniz. Yapabilirsiniz yapmasına ancak bu çizim sırasında kullanılan kemik parçalarının birbirleriyle bağlantılarının olmadığını göz-ardı etmeniz ve tabî ki oldukça fazla hayâl-gücü kullanmanız gerektiğini tekrar hatırlatalım.

 

Nitekim kemiklerin aynı bireye âit olmadığı söz-konusu makâlede de şöyle îtiraf edilmişti:

 

Kemikler, Özbekistan Bisetski formasyonunda yüzeyden izole (birbirinden ayrı) örnekler olarak toplanmış, tek-başlarına farklı bireylerden gelmişlerdir. Biz, en katı şekliyle bu örneklerin aynı canlı sınıfına (takson) âit olduğunu kabûl ediyoruz.

 

Makâledeki îtiraflar bununla da sınırlı kalmıyordu. Farklı canlılara âit bu fosillerin aralarında nasıl olup da böylesine garip bir bağlantı kurulabildiğine dâir gelebilecek îtirazlara; ‘sonraki keşifler bunun yanlışlığını gösterirse T. Euotica ismi yalnızca bir beyin kemiğine âit olur’ gibi bir anlatımla cevap veriliyordu”.

 

Şu söze bakın: “Devâsâ dinozor Arjantinazorus bir-kaç kemikten tanınıyor”.

 

Modernite, bâtıl ve gerçek-dışı şeyleri insanlara kolayca benimsetebilmek için medyayı, fakat özellikle de sinemayı çok yoğun kullanır.

 

Yine bakıldığında, dinozorların dev cüsselerine rağmen kafalarının çok küçük olduğu görülür. Zâten bu yüzden beyinlerinin de küçük olduğundan dolayı “aptal hayvanlar” olarak isimlendirilirler.

 

65 milyon yıl önce! neden sâdece dinozorlar yok oldu?. Eğer bütün bu soy tükenmeleriyle ilgili tek bir neden bulacaksak, bu karada ve denizde yaşayan hayvanların aynı zamanda birlikte ölmeleri için geçerli bir neden olmalı. Ne var ki, hem karada hem de denizde tüm yaşayanların ölmeleri için bir neden olamaz. Çünkü hem karada hem de denizde yaşayanların bir çoğu yaşamlarını bir sonraki dönemde de sürdürmüşlerdir. Bütün hayvanlar tâ o zamandan bêri yaşamını sürdürüyor da, dinozorlar niye yok olmuş gitmiş?. Kargalar, papağanlar ve diğer kuşlar hep “dinozorların torunları” olarak gösterilir. Aslında dinozorların hepsinin yok olmadığı, kurtulanlarından bâzılarının evrilerek ve de küçülerek binlerce kuş türüne dönüştüğü palavrası ortaya atılıyor. Sürekli olarak buna benzer hipotezler ve yeni teoriler ortaya atılsa da, iknâ edici bir açıklama yapılmamıştır, yapılamaz da. Çünkü “dinozor” denilen bir hayvan yeryüzünde hiç-bir zaman yaşamamıştır.























Bu resimde, bulunan iskeletin nasıl da taş-toprak hâline geldiği çok net olarak görülüyor.

Yukarıdaki resimde gördükleriniz, sözde dinozor fosilleridir. İşte bu taşlaşmış yapıları yorumlayarak 65 milyon yıl önce yaşayıp yok olduklarını söyledikleri “dinozor” diye bir hayvan türü olduğunu söylüyorlar. Bakmayın siz müzelerdeki kusursuz görünen dinozor şekillerine. Sergiledikleri şeyleri, fosilleştikleri yerden, -hem de en ince kemiğine kadar- her nasılsa taşlaşmadan, erimeden, yok olmadan bulmaları ve yerinden çıkararak birleştirip mevcut şekilde sergilemeleri imkânsızdır. Yukarıdaki resim, dinozor fosiliymiş. Kim bilir hangi canlıya âit bir fosil. Fakat fosilin ne hâle geldiğine bir bakar mısınız?. Artık ortada bir fosil de kalmamış aslında. Taşlaşmış (taş olmuş) yapılardan başka bir şey yok. O hâlde o müzelerde sergilenenler, bulundukları yerden hiç parçalanmadan ve zarar verilmeden nasıl çıkarıldı ve en ince ayrıntısına kadar eksiksiz bir şekilde birleştirildi de sergilendi?. Bunlar göz boyamadan başka bir şey değil. Bir zaman gelir, bir bilim-adamı onların gerçek fosiller olmadığını ortaya koyar. Aynen evrimcilerin îcât ettikleri uydurma ara-türlerde olduğu gibi. Sonunda da haber ve gazete manşetlerini; “meğerse dinozor diye bir varlık hiç-bir zaman yaşamamış” başlıkları süsler.

 

Sağdan-soldan topladıkları kemikleri atölyede çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra, hayâllerinde uydurdukları şekillere sokuyorlar ve de “işte dinozor iskeleti” diye yutturuyorlar insanlara. O müzelerde sergiledikleri kemiklerden müteşekkil dinozor şekilleri var ya; işte onlar, sağdan-soldan toplanmış bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemik yığınları ve eksik olan tarafları da fiberglas-plastik vs. malzemelerle tamamlanmış hilkat garîbesi tarzında üretimlerden başka hiç-bir şey değildirler. O kemik gibi görünenler kemik değildir yâni. 65 milyon boyunca kemik-memik kalmaz ortada. Fosiller kemik değildir. Bir şey fosilleşmiş ise orada kemik falan kalmamıştır. O şey artık taş-toprak hâline gelmiştir. O “dinozor fosili” dedikleri şeyler, ne olduğu yada hangi varlığa âit olduğu bilinmeyen ve de bilinemeyecek olan taşlaşmış yapılardır ve onları bir-araya getirip sergilemeyi bırakın, fosil hâlde bulundukları yerden, dağılıp toz-toprak olmadan çıkarılması bile mümkün değildir. Onlar artık fosil değildirler, “resimli taşlar”dır. Yâni ortada ne kemik var ne de kemik hâlinde fosiller. Zîrâ kemikler o kadar yıl sağlam kalamazlar. Onlar sâdece taşlaşmış fosillerdir ama o fosiller de dinozor denilen varlıklara âit değil; at, deve, zürâfa, fil, gergedan, bufalo, kanguru, komodo ejderi ve belki balina, gibi hayvanların kısa bir süre önce fosilleşmiş yapılarıdır. Zâten yeryüzünde yaşamakta olan iri cüsseli (en az bir ton ağırlığında) kara hayvanlarının sayısı dördü-beşi geçmez: Filler, gergedanlar, hipopotamlar, zürâfalar ve balinalar. Bu her zaman böyleydi. Ve bu hayvanlar belki bir zaman önce bir miktar daha iri yapılı idiler hepsi bu. Bu fosilleri “dinozor fosili” diye yutturmaya çalışıyorlar. Amaçları, hem zamânı çok geriye atarak insanları âhiret bilincinden uzaklaştırmak; hem de evrimin mutlak gereksinimi olan “eski zaman” ihtiyâcını karşılamaktır. Zamânın uzaması âhiret bilincini blôke eder ve unutturur. Bu, şeytanın bir uzaklaştırma taktiğidir. Çünkü “uzun zaman” uydurmaları insanları âhiret bilincinden uzaklaştırır.

 

En çarpıcı dinozor iskeletleri “en iyi ve en eksiksiz tamamlanmış iskeletlerdir. Bu bağlamda bir yazıda şöyle deniyordu: “Dünyâ’nın en çok tamamlanabilmiş dinozor iskeleti, Londra’daki Doğa Bilimleri Târihi Müzesi’nde (Natural History Museum) görücüye çıkıyor. 2 metre 90 santimetre uzunluğa ve 5 metre 60 santimetre genişliğe sahip Stegosaurus türü dinozorun fosilleri, 11 yıl önce ABD’nin Wyoming Eyaleti’nde bulunmuştu. Bulunan dinozor fosili Dünyâ’da el değmemiş ve ‘en çok tamamlanabilmiş’ ilk dinozor olma özelliğini taşıyor. İskoç işadamı Andrew Caregie tarafından başkent Londra’daki bilim müzesine getirilen dinozorun sergiye hazır hâle getirilmesi ise yaklaşık bir yıl sürdü”. Hem “el değmemiş” diyorlar hem de “tamamlandığı”ndan bahsediyorlar.

 

Fosil oluşumu için şöyle denir: “Fosiller on binlerce ve yüz milyonlarca yılda oluşur. Ancak fosillerin oluşması için gerekli koşullardan ötürü son derece nâdir bulunurlar. Bir hayvanın vücûdunu önce çamur veyâ kum gibi tortular kaplar ve yumuşak dokular çürüyerek geride sert dokuyu (diş ve kemikleri) bırakır. Tortu zamanla kemiği kaplayan bir kayaya dönüşerek onu yıpratır. Dahası, çevredeki yer-altı suyu ve tortudan gelen minerâller çok yavaş bir şekilde kemikteki minerâlin yerini alır (fosiller bu yüzden çeşitli renklerde oluyor: Topraktaki minerâllerin rengini alırlar). Bir fosil, ayak-izi veyâ yaprak gibi korunmuş bir şekil de olabilir”.

 

Filler, yaratılmış canlılarda büyüklüğün zirvesidir. Fillerin büyüklüğü ve ağırlığı; “bundan daha büyüğü olmaz” mesajı verip durmaktadır. Ondan büyük bir canlı, Dünyâ’ya yakışmaz ve uygun olmazdı. Zâten Dünyâ da, çok daha büyük canlıları milyonlarca yıl besleyecek imkân yoktur. Fillerden daha büyük canlıların yâni dinozorların olduğunu söylemek ve buna inanmak, Dünyâ’nın formatını ve yapısını es geçmeden mümkün değildir.

 

Dinozor iskeleti diye gösterilenler, bildiğimiz-gördüğümüz hayvanların iskeletleridir. Bir-çok hayvanın iskeletini -sözde- dinozor iskeletine benzetebilirsiniz. Deve kuşu, deve, fil, ve at iskeletlerini dinozor iskeleti sanıyorlar yada öyle gösteriyorlar. Benzetmeye kalktığınızda en basit bir hayvanın iskeletini bile “dinozor iskeleti” diye yutturabilirsiniz. Fakat modern-bilim ve teorilerle beyni sulanmamış olup aklı başında olanlar o iskeletlerin dinozorla falan alâkası olmadığını hemen anlarlar. Onlar çeşitli hayvanların iskeletleri ve kemiklerinin birleştirilmesinden oluşturulmuş şekillerdir. Bir-çok hayvanın iskeleti -aslında olmayan- dinozor iskeletine benzer. Bunun için internette hayvanların iskeletlerini incelemeniz yeterlidir. Biz aşağıda bir-kaçının örneğini veriyoruz.




 Fil İskeleti





Su Aygırı İskeleti






Deve Kuşu İskeleti









 Timsah İskeleti

























Dinozorların fosilleri de her nedense genelde batı’da yada batı zihniyetine sâhip coğrafyalarda bulunuyor. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında yok. “Dinozorlar 65 milyon yıl önce yok oldu. Ama Anadolu yarım-adası 30 milyon yıl önce oluşmaya başladı. 2 milyon yıl önce de bugünkü şeklini aldı. Doğal olarak Türkiye’de dinozor fosili bulamazsınız” deniyor. İslâm coğrafyasında dinozor fosilinin olmaması, müslümanların ve inançlı kesimin, “yaratılışın başlangıcının çok da fazla bir zaman önce olmadığına” inanmalarından dolayıdır. Dinozorların yaşadığı 65 milyon yıllık uzun bir geçmiş yok ki 65 milyon yıl önce yaşadığı söylenen dinozorlara inansınlar ve de bunu “kabûl ettikleri için” kendi coğrafyalarında da dinozor fosili-kemiği bulsunlar. Modern-seküler insan, ne hayâl ediyorsa, neye ihtiyâcı varsa onu arıyor ve ne hikmetse genelde de buluyor. Bulamazsa da bulduğu zırvalıkların aradıkları şeyler olduğunu söylüyorlar yada buldukları şeyleri, “aradıkları şeyler”e dönüştürüyorlar.

 




3.jpg














Dünyâ’da sözde dinozorların yaşadığı bölgelerin haritası.



Modern-bilimde bir kez bir yalan söylendiğinde arkasından o yalanı sürdürebilmek için yüzlerce yalan söylemek gerekir. İşte dinozorlar hakkında da böyle bir-çok yalan söylenmek zorunda kalınmıştır ve kalınmaktadır. “Türkiye’de niçin hiç dinozor yaşamamıştır” sorusuna yine başka bir yalan (Pangea) ile şu şekilde cevap veriliyor:

 

“Anadolu coğrafyasında dinozor fosili bulmak son derece zordur, hattâ mümkün değildir. Türkiye’de dinozorlar yaşamamıştır maalesef. Neden?, çünkü dinozorlar ikinci jeolojik zamanın (mezozoik zaman) üçüncü döneminde (kretase dönemi) ortaya çıkmış ve yine aynı dönemde yok olmuşlardır. O dönemde bizim üzerinde yaşadığımız topraklar tethys denizinin tabanında uslu-uslu takılıyordu, daha hiç ortalığa çıkıp başına aktif tektonik dertler alası yoktu. Anadolu coğrafyasında dinozor fosili bulmak mümkün değildir. Zâten şimdiye Türkiye’de bulunmuş tek dinozor fosili sayılabilecek (dinozorlar karada yaşar) Kastamonu’da bulunan fosil de karada değil suda yaşayan bir canlıya âittir”.

 

Oysa bu Pangea yâni “kıtaların kayması ve zamanla şimdiki mevcut duruma gelmesi” düşüncesi masa-başında çay-kahve içerken ortaya atılan “zan”dan başka bir şey değildir. Çünkü bu konuda söylenenlerin bir delili yoktur, olamaz ve bu teori ispatlanamaz. Yalanlarını örtmek yada sürdürebilmek için sürekli olarak uzun zamanlardan bahsetmek zorunda kalırlar. Meselâ şöyle derler: “Bundan milyonlarca yıl önce Anadolu topraklarının üzerinin bir okyanusla kaplı olduğunu biliyor muydunuz?”.

 

Dinozor iskeleti üretmek sanıldığı kadar zor bir şey değildir ve bu zâten yapılıp durmaktadır. Aşağıdaki örnekler, -sözde- gerçek(!) dinozor iskeletleri ile “yapay” dinozor iskeletleri karşılaştırmalarıdır.  














Bu, -sözde- gerçek bir donozor fosili-iskeletidir.

















Bu gördüğünüz ise, yapay bir dinozor iskeletidir ve satış fiyatı da 2.000 $’dır.

















Bu da; -sözde- gerçek bir dinozor iskeletinin 3 boyutlu üretilmiş hâlidir.

Bu iskelet hakkında şöyle deniyor: “Stegosaurus dinazor iskeleti tarandı ve belirli parçalar orjinâline zarar gelmemesi veyâ gelecekteki olası kayıplar nedeniyle koruma amaçlı 3D yazıldı”.







111.jpg


































Fiberglastan yapılma yapay bir dinozor iskeleti.


Dinozor denilen sözde varlık hiç-bir zaman yaşamamıştır. Zâten Dünyâ’da “65 milyon yıl öncesi” diye bir zaman da olmamıştır. Evrenin yaşı 13.8 milyar yıl ve Dünyâ’nın yaşı 4.5 milyar yıl değildir. O kadar uzun bir zaman yoktur. Dünyâ’da ve de kâinatta hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır. Her-şey Hz. Âdem ile yaşıttır ve Âdem’in yaşı da yaklaşık 10.000 yıldır.

 

Dinozorcular kendi-kendileriyle de çelişiyorlar. Dinozor kemiklerinde hemoglobin bulunduğunu söylüyorlar. Bu durum, yaşayan bu sözde canlıların bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterir, çünkü hemoglobin bir-kaç bin yıldan fazla dayanamaz.

 

13.8 milyar yıllık bir evren-yaşı ve 4.5 milyar yıllık bir Dünyâ-yaşı kabûl edildiğinde, istediğiniz kurguları yapabilirsiniz. İstediğiniz hayâlleri kurabilirsiniz ve olmayacak şeyleri bile oldurabilirsiniz. Ne de olsa o kadar uzun bir zaman içinde “bir-şekilde” olur. Bunu profesyonelce çeşitli kanallarla yaydığınızda bir-çoklarını hattâ hemen-hemen Dünyâ’nın tamâmını o saçmalığa inandırabilirsiniz. Meselâ çok uzun bir zaman varsa; bir fil ile bir karıncanın ilişkisi sonucu o karıncadan bir balinayı bile doğurtabilirsiniz. Yeter ki böyle bir şeye ihtiyaç olsun. Ne de olsa yeterli! bir zaman vardır. Zaman yetmezse “0”ın yanına bir “0” daha koyuverirsiniz canım!. Ne olacak?; sıfırdan bol ne var?.

 

“O Allah ki, yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı”.. (Bakara 29).

 

Allah her-şeyi bizim emrimize verdiğine göre ve her-şeyi bizim için yarattığını düşündüğümüzde, “dinozorların bize ne yararı vardır?” diye sormak gerekir. Bize yararı olmayan bir varlık mı yaşamıştır bir zaman önce?.

 

Kur’ân ve diğer semâvi kitaplar neden dinozorlardan hiç bahsetmiyor?. Bu kadar uzun süre yaşamış bir varlıktan neden hiç bahsedilmez?. Bahsedilmemesi, böyle bir varlığın yaşamadığının kanıtlarından biridir. Çünkü kutsal kitaplarda at-deve-fil gibi büyük hayvanlardan bahsediliyor. Tevrat’ı aşırı zorlayarak alâkasız âyetleri dinozorlar olarak yorumlamak bir dinozor olduğunu zinhar göstermez. Tevrat’ta “leviathan” olarak geçen bir ifâde vardır ve bu kelime; “deniz canavarı”, “dev gemi”, “ada balığı”, “iri balina” anlamlarına gelir. Tevrat’ta Yehova’nın Rahab, Rahav veyâ Levyatan diye farklı biçimde adlandırılan bir ejderha ile savaşı yer almaktadır: Eyyüb: 26, İşaya: 50-51).

 

Dinozor iskeletleri, fiberglas-plastikten îmâlatlardır ve dinozor uydurması plastiğin îcâdından (19. yy.’ın ilk yarısı) sonra ortaya atılmıştır. Zâten bunu kedileri de îtiraf eder:

 

“Bir müzede sergilenmekte olan bir dinozor iskeleti ile karşılaşan insanlar sıkça karşılarında gördükleri şeyin gerçek mi olduğunu sorar. Müzeler gerçek fosil iskeletlerin yanı-sıra, bâzen son derece hassas şekilde doğrudan fosilden kapılanan dökümler de sergiliyor. Müzeler ziyâretçilerine mümkün olduğunca gerçek olanı göstermeye çalışsa da dinozor fosillerine ek olarak dökümleri de sergileniyor. Müzelerdeki kopya dökümler, gerçek fosil kemiklerin hassas kalıpları kullanılarak yapılıyor ve çoğu müzede görebileceğiniz en doğru ve yaygın 3 boyutlu fosil çoğaltma biçimlerinden biridir. Diğer yöntemler arasında yine çok güvenilir olan CT taraması, yüzey taraması ve fotogrametriden yapılan 3D baskılar var. Bir iskelette eksik bir kemik varsa bâzen o şekil bir heykel gibi yontulur. Doğrudan fosil kemiğinden gelmediği için o kadar doğru sayılmaz. Ancak mevcut kemiklerin incelenmesine veyâ aynı yada ilgili türlere âit diğer örneklerden alınan kemiklerin referansına ve fotoğrafına dayanır. Bâzı durumlarda bilim-adamları belirli bir türe âit bir kemiği hiç bulamaz. Tamâmen bozulmamış bir dinozor iskeleti çıkarmak çok nâdirdir. Çöpçüler, çürüyen nesneleri bozuyor ve fosilleşmeden sonra görülen erozyon kemiğin bir kısmını veyâ çoğunu yok ediyor. SUE isimli T. Rex veyâ Tiranozor son derece nâdir bir örnektir ve bilim için çok değerlidir. SUE, bir T. Rex’teki yaklaşık 380 toplam kemiğin 250’si ile bugüne kadar keşfedilen en eksiksiz Tyrannosaurus rex iskeleti. Türünün tek örneği olan bu iskelet, kemik hacmi bakımından yüzde 90 oranında eksiksizdir yâni eksik kemiklerin çoğu aslında küçük parçalardır. SUE bugün ABD'deki Field Doğal Tarih Müzesi'nde sergileniyor. Eksik parçaları tamamlanarak iskeleti tam boy monte edilmiş durumda. ABD dışında düzinelerce ülkedeki müzelerde de sergilendi. Dünyâ’nın dört bir yanındaki insanlar SUE fosilini gördükçe T. Rex gibi bir dinozorun boyutunu ve ölçeğini daha iyi anlama fırsatı buluyor”.

 

Dinozorların insanlar tarafından körü-körüne kabûl edilmesi, Tabiat Târihi Müzesi denilen yerlerde gösterilen -sözde- dinozor iskeletleri sebebiyledir. Kemik müzeleridir buralar. Kemik parçalarıyla doldurulmuş yerler. Bu kemik parçalarını istedikleri gibi, birleştirerek -sözde- bir dinozor iskeleti yapmak çok da zor değildir. Çünkü çok fazla sayıda kemik var. Londra Doğa Bilimleri Târihi Müzesi’nde 80 milyon kemik parçası olduğu söyleniyor.

 

Artık insanlar da bulduğu her kemiği dinozor iskeleti-fosili zannediyor. Bu konuda şöyle bir haber çıkmıştı:

 

“Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi, bulduğu her iskeleti ‘dinozor’ veyâ ‘canavar’ zanneden onlarca kişinin akınına uğruyor. Dinozor olduğu sanılan bir iskelet de İzmir Özdere’de bulundu. Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde çalışan Araştırma Görevlisi Dr. Serdar Mayda, DHA aracılığıyla incelediği iskeletin fotoğrafının bir kediye âit olduğunu, arka bacakları kaybolduğu için vatandaşların yanılmış olabileceğini ifâde etti.

 

Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kapısını her yıl yurdun dört bir yanından ‘dinozor’ veyâ ‘canavar’ iskeleti bulduğunu zanneden yurttaşlar çalıyor. Kurum yetkilisi akademisyenler, bir-yandan başta çocuklar olmak üzere tüm yurttaşları müzeyi gezmeye ve milyarlarca yıllık târihe yolculuk yapmaya çağırırken, diğer yandan da ‘iskeletlerin dinozor olmadığını’ anlatmaya çalışıyor. Konuyla ilgili açıklamada bulunan Merkez Müdürü Prof. Dr. Tansu Kaya, her ay pek-çok yurttaşın kendilerine fosil bulduğunu söyleyerek başvurduğunu, ancak bunların büyük kısmının yakın zamanda yaşamış kedi, yaban kedisi, sansar, gelincik gibi hayvanlara âit iskeletler olduğunu belirtti. Araştırma Görevlisi Dr. Serdar Mayda da, Rize’den Doğu Anadolu’ya kadar pek-çok yerden gerek yüz-yüze, gerekse de telefon ve e-posta yoluyla bir-çok başvuru aldıklarını dile getirerek, ‘bunlar fosil değil güncel iskeletler, ama çoğu kişi dinozor olduğunda ısrâr ediyor’ diye konuştu”.

 

Müzelerdeki dinozor diye gösterilen kemiklerin gerçek dinozorlara âit olmadığı çok açıktır. İzmir’de açılan Tabiat Târihi Müzesi haberi verilirken şunlar söylenmişti:

 

“Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi, bir dinozor türü olan Treks’in iskelet örneğine kavuştu. Evet o sâdece bir örnektir ve gerçek değildir. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan ve bir yılda tamamlanan Treks heykeli, törenle Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi’ndeki yerine yerleştirilerek ziyârete açıldı. Orijinâl bir örneğinin bulunduğu Frankfurt Tabiat Târihi Müzesi’nden alınan detay ölçeği ve doku çalışmaları konusunda yapılan incelemeler ve bir-çok müze ve kaynaktan elde edilen ayrıntılı bilgilerle Alsancak’taki târihi Gaz Fabrikası’nda oluşturulan atölyede yapılan bir dinozor türü olan Treks’in birebir iskelet modeli, müzedeki yerini aldı. Dinozor iskeletinin dışarıda yaptırılması durumunda 3 kat fazla masraf çıkartacağını belirten Başkan Piriştina, ‘biz bu iskeleti kendi arkadaşlarımıza yaptırdık, heykeltraş arkadaşlarımız zor çalışma koşulları altında 24 saat büyük bir özveri ile çalıştı. Yurt dışında bir dinozor iskeleti yaptırmak istedik ancak 3 trilyon lira masraf çıktı. Büyükşehir Belediyesi dinozor iskeletinin birebir benzerini kendi heykeltraşlarına yaptırdı. Türkiye’de bulunmuş tüm dinozorların kemikleri toplanarak örnek oluşturduk’ dedi. Heykeltraşlar Fulden Bak ve Bülent Bayrak tarafından çelik konstrüksiyon üzerine polyesterden yapılan Treks iskeleti 4.5 metre yüksekliğinde ve 12 metre uzunluğunda”.

 

Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan komedi. Çünkü işe Allah karıştırılmadığında geriye yalandan, bâtıldan ve zannetmeden başka bir şey kalmıyor.Dinozor diye bir şey yoktur. Darwinist’lerin zihnimiz üzerinde oynadığı oyunlardan biridir, aldatmacadır, aklımızla alay etmedir.  

 

Fiberglas-plastik malzemelerden yapılan dinozor iskeletleri parçalanıp yeniden monte edilebilmektedir. Montajları, kuruldukları ve sergilendikleri yerde sök-tak şeklinde yapılabiliyor. Peki topraktan çıkarıldıklarını söyledikleri kemikler müzelere nasıl ulaştırılıyor?. Bunlar kemik ya; kırılmasın diye daha kırılmadan önce alçıya alıyorlarmış kemikleri. Müzelere de o şekilde taşıyorlarmış. Fakat buldukları kemikler neyin kemiğidir?. Sağdan-soldan buldukları kemikleri istedikleri gibi bir-araya getirerek dinozor denilen varlığa benzeterek birleştiriyorlar. Biraz uğraşsanız bunu siz de yapabilirsiniz. Bunun için Kurban Bayramı uygun bir zaman olur.

     

Dinozorlar, Evrimcilerle Hollywood’un ortak üretimidir. Günümüzde dinozorlardan bu kadar çok bahsedilmesi, “Steven Spielberg’in Jurassic Park filmi gişe yapsın” diyedir. Bu film, dinozor inancına tüy dikmiş ve insanların dinozorlara inanmasını çok kolaylaştırmıştır.

 

En önemlisi de 65 milyın yıl önce yaşadığı söylenen dinozorlar, Evrim Teorisi’nin mutlak gereksinimi olan “zaman ihtiyâcı”nı karşılamak için uydurulmuştur. Nasıl ki milyonlarca(!) yıl önce yaşayıp ölmüş bir hayvan kemiğini ve dişini “insan” zannediyorlarsa; büyük bir hayvan fosilini de (at, deve, zürâfa, fil) dinozor zannediyorlar.

 

Gerçek şu ki, aslında dinozorlar hakkında pek de bir şey bilinmiyor. Çünkü olmayan bir şey hakkında ne kadar bilgi sâhibi olunabilir ki?.

 

Birileri TDK sözlüğündeki dinozorun ikinci anlamını, “irticâcı” dedikleri inançlılar için kullana-dursunlar, bu ancak bir esprinin konusu olabilir. Zîrâ dindarların çoğu 65 milyon yıllık bir zamânı kabûl etmiyor. Dolayısıyla aklı modernist teorilerle bulanmamış olan müslümanlar, “dinozor” diye bir varlığın yaşadığını kabûl etmezler. Bu nedenle “dinozor kafalı” tanımlamasının “inançlı” insanlar için kullanılması uygun değildir. Eskiden dinozor yoktu ama, bu zamanda “yiyip-yiyip şişen modern dinozorlar” ortalıkta cirit atmaktadır.

 

Dinozorlar hayâli mitolojik varlıklardır. Bir hayâl-gücünün ürünüdürler. Dünyâ’da hiç-bir zaman bulunmadıkları gibi, yaşadıkları söylenen “eski çağlar” diye bir çağ da hiç-bir zaman olmamıştır. Gösterimde olan dinozor şekilleri ise, ya fiberglas/plastik-merkezli üretilmiş rekonstrüksiyonlardır, yada genelde, kısa bir süre önce yaşamış olan bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemikleridir.

 

Evet; dîni “zor” bulanlar, dinozoru kolay buluyorlar. Zîrâ dîne inanmak ağır bir bedel gerektirebilirken, dinozorlara inanmanın hiç-bir bedeli yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2017

 

Devamını Oku »

5 Aralık 2016 Pazartesi

Alt-Kimlik, Üst-Kimlik


“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

İnsan maddî ve mânevî yapısı olan bir varlıktır. Maddî yapısı, tüm kâinâtın yapısıyla aynı özden (hidrojen), canlılığı da tüm canlılarla aynı temelden (karbon) oluşmuştur. Bu nedenle insanın mânevi yapısından başka maddî yapısı da aslında İslâm-fıtratıyla uyumludur. Zîrâ kâinât müslümandır. İnsan İslâm-fıtratı üzere yaratılmıştır. Kur’ân bunu şu şekilde söyler:

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

Yâni insan da dâhil kâinâtın tümü, İslâm-fıtratına uygundur, uyumludur, o şekilde yaratılmışlardır çünkü. Kâinâttaki “canlı” anlamında tek irâdeli-akıllı varlık olan insan, mânevi yapıya uygun yaratılmıştır fakat, bu mânevi yapı henüz içi doldurulmamış “tabula rasa” hâlindedir. Yâni kap, İslâmî bir kaptır fakat içi İslâm’la doldurulmadığında İslâm olmaz. Dolayısı ile insan, doğduğunda İslâm-fıtratı ile doğsa da, müslüman-mü’min olarak doğmaz. Doğduğu kavim meselâ Türk kavmi ise, yâni kişinin annesi-babası Türk ise, doğduğunda o da Türk sayılır ve biyolojik ve fizîki özellikleri de anne-babasına yâni Türklere benzer. Bu durum tüm kavimler-ırklar için de geçerlidir. Fakat insan bu özelliğini kendisi seçmemiştir, doğuştandır. Zâten ilk doğduğunda da bunun farkında değildir. Sonradan çevresinin âit olduğu ırktan olduğunu anlayınca o ırkın-kavmin genel özelliklerini, kültürünü, gelenek-göreneklerini benimser ve sever. Zamanla ona alışmıştır çünkü.

Peki insan hangi yönüyle nitelendirilmeli ve tanımlanmalıdır?. İnsanın mâneviyatından başka tabî ki maddî yapısı da vardır. O bakımdan maddî yapısı da önem taşır ve maddî yapısını gösteren bir kimliği de olmalıdır. Fakat bu kimlik insanın “üst-kimliği” olmamalıdır, olamaz da. Çünkü o kimliği seçmemiştir. İnsan “seçen” bir varlıktır ve seçmediği bir şeyle övünemez, bu nedenle de kendini âit bulduğu kavim onun üst-kimliği değildir. Zîrâ kişi o kavme âit olmak için bir şey yapmamıştır, hiç-bir emek harcamamıştır ve onu kazanmamıştır. Önünde hazır bulmuştur sâdece. Toplumsal bir varlık olan insan kendini âit olduğu ırkın-kavmin-toplumun adıyla tanıtabilir tabî ki ama bu âitlik “üst-kimlik” yapılamaz. Yâni müslüman olduğunu söyleyen kişi maddî-fâni varlığını üst-kimlik olarak kullanamaz. Fakat İslâm ile uzaktan-yakından ilişkisi olmayanların zâten başka da şansları yoktur.

Üst-kimlik; bir emek, bir gayret sonucunda bir bilgi ve bilinç-merkezli amel-eylem ile kazanılmış olandır. Yâni üst-kimliği belirleyecek olan şey “bilinçli olarak seçilen” olmak zorundadır. Zâten Allah da insanları alt-kimliğine göre değil, üst-kimliğine göre değerlendirir ve zâten insanı üst-kimliği ile tanımlamıştır ki o üst-kimlik Hz. Âdem’den bêri bu şekildedir:

“….,O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlânız O’dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı” (Hac 78).

Âhirette de insanlar alt-kimlikleri olan ırk ve kavimlerine göre değil, dinlerine göre ayrılacaklar. Zâten ortada bir hak din olan İslâm ve bir de “câhiliye” denilen bâtıl din vardır. Âhirette insanlar Türkler, Araplar, Fransızlar, Çinler, Japonlar vs. diyerek ayrılmazlar. Müslüman olanlar ve olmayanlar olarak ayrılır. Çünkü zâten artık o alt-kimlikleri olan kavim mensubiyetlerini oluşturan maddî yapıları yok olmuştur. Son durağı mezarlık olmuştur alt-kimliğin.

O hâlde ben, Türklükten önce müslümanım. Seçmediğim şey benim üst-kimliğim olamaz çünkü. İnsanın ayırıcı özelliği “seçim yapabilmesi”dir ve seçim yapamayanlar hayvandır ve onlar kendileri nasıl yaratılmışlarsa ona râzıdırlar. Ben de maddî yapı olarak insan olmaktan râzıyım ve Türk gelenek-göreneğine alışkın olduğumdan, Türklüğe, daha doğrusu Türk kültürüne de râzıyım. Fakat bunu alt-kimlik olarak kabûl ederim, üst-kimlik olarak değil. Çünkü ezeli ve ebedî olan İslâm, Türlükten üstündür. Bu nedenle İslâm benim üst-kimliğim iken, Türklük alt-kimliğimdir. İnsan olmanın ayırıcı özelliği olan “irâdem dışında olmuş” olan kavmî âitliğim benim alt-kimliğimdir. Birileri müslüman olmayı “Arap olmak” zannededursun, Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmiştir ve insanlar-arası ilişkilerde de kavimler olarak ayırmıştır. Fakat bu ayırma, tanışma ve çeşitli insâni ilişkiler içindir, ulus-devlette olduğu gibi kavga, rekâbet ve sömürü için değil:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir” (Âl-i İmran 19).

“Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibâdet ediniz” (Enbiyâ 92).

“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim Âilesi’ni ve İmran Âilesi’ni âlemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir” (Âl-i İmran 33-34).

Âyette Hz. Âdem, Nûh ve İbrâhim’in aynı zürriyetten doğdukları söylenir. (Aslında bu tüm peygamberler için geçerlidir). Hâlbuki onlar farklı kavimlerde yaşamışlardı. Peygamberler aynı zürriyetten gelirler. Peygamberimiz de: “Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri birdir” der.

Âyetlerin de dediği gibi; Tek bir din hak vardır, o da İslâm’dır. Hak din üzere olanlar nerede yaşıyor olurlarsa-olsunlar ve kendilerine ne isim verilmiş olursa-olsun İslâm üzeredirler ve müslümandırlar. Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve Muhammedi’likten çok-çok önceleri yaşayan yâni bu isimlendirmelerin olmadığı bir zamanda yaşayan Hz. İbrâhim için Kur’ân bakın ne diyor:

“İbrâhim, ne yahudi idi, ne hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi” (Âl-i İmran 67).

Kur’ân, Hz. İbrâhim’in milleti için şunu söyler:

“De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in milletine-dînine (millete İbrâhim) uyun. O, müşriklerden değildi” (Âl-i İmran 95).

“Millet” aslında “din”, “İslâm şeriatı üzere gidilen yol” demektir. Onu daha sonraları “kavim” anlamında kullanmışlardır. Çünkü önceleri her kâvim kendini ırkıyla değil, dîniyle tanımlardı.

Âyetlerde neden böyle söyleniyor?. Çünkü Allah’ın tek biri dîni vardır, o da İslâm’dır. Hz. Âdem müslümandı. Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandı. O hâlde tüm zamanlarda ve şu-anda yaşayan ve İslâm’a göre düşünen ve amel-eylemde bulunup hareket edenlerin tamâmı müslümandır. Birileri onları yahudi-hristiyan zannededursun. Âyetin söylediği gibi; hristiyanlık, yahudilik ve diğerleri, müslümanların yozlaşmasının sonucunda almış oldukları isimlendirmelerdir. İslâm, daha doğrusu müslümanlar yozlaşınca, yozlaşan müslümanlar yahudi, hristiyan vs diye isimlenmeye başlamışlardır, olan şey budur. Bu nedenle bir İslâm ülkesinde doğanlar ille de müslüman olmayacağı gibi; bir hristiyan-yahudi-budist vs. ülkede doğanlar da ille de budist olmazlar. Müslüman olmanın şartı bir İslâm ülkesinde doğmuş olmak değildir. Fakat bir İslâm ülkesinde doğmuş olmak, daha yakından ve daha çok tanıyıp benimsemek için, dolayısıyla müslüman olmak için bir avantajdır. İslâm ülkelerinde olanlar -nasıl ki yaptıklarına baktığımızda görüldüğü gibi- müslüman değillerse; gayr-ı müslim ülkelerde doğanlar da illâ ki o ülkelerin dinlerinden değillerdir. Ne yâni?; şu-anda Türk olan herkesi müslüman mı kabûl edeceğiz?. Küçük çocuklara tecâvüz edenleri; insanları haksız yere öldürenleri; çalıp-çırpanları, sâdece müslüman(!)  bir ülke olan Türkiye’de doğdukları için müslüman mı sayacağız. O hâlde müslüman olmayanlar kimlerdir?. Kim müslüman değildir?.

Müslümanlığı sâdece bir kültürden ibâret zannedenler böyle zannediyor. Öyle ya; lâik-merkezli eğitim veren okullarda dîni değil de “din kültürü” adı altında dînin sâdece kültürünü öğrendiler. Bu nedenle de dînin ne olduğundan haberleri yok. Zâten dînin özü olan Kur’ân’ı hayatlarında bir-kez bile okumuyorlar. Bu nedenle ne olduğunu bilmedikleri ve bu nedenle “birilerinin” kandırdığı gibi zannediyorlar Kur’ân’ı. Kur’ân okumayı “beyni sulandıran” bir şey zannediyorlar. Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve onların ülkelerdeki uşakları olan taşeronlar, şerefsizlikleri anlaşılmasın diye, onların kirli yüzlerini net olarak ortaya koyacak tek Kitap olan Kur’ân’ı okumayanların beyninin sulanmış olduğunu uydurmuşlardır. Düşünsenize, kitap okuyarak beyin sulanıyorsa, o hâlde “Nutuk” okuyunca da beyin sulanır. Bedeni sağlamlaştırmak için jimnastik nasıl işe yarıyorsa, zihni canlandırmak ve sağlamlaştırmak için de “beyin jimnastiği” yapmak gerekir ki bunu için en ideâl kitap Kur’ân’dır. Müslüman doğulmaz, müslüman olunur. Çünkü müslümanlık bir irâdesiz vâr-olma şekli değil, bilinçli-irâdeli bir vâr-olma şeklidir.

Ben kesinlikle ve kesinlikle Türklükten önce müslümanım. Türk olmayı ben tercih etmedim ki!; neden kendimi onunla öne çıkarayım?. Ben kendi bilgi-bilincimle tercih ettiğim, seçtiğim âidiyete göre kendimi tanımlarım. Doğuştan olan şeyle övüneceksem, o zaman yahudiler gibi “erkek” olmakla da övünmem gerekir. Her sabah-kahvaltısından önce annesinin ve kız-kardeşinin yanında: “Allah’ım beni “erkek” olarak yarattığın için sana şükürler olsun” duâsını yapıyorlar. Doğuştan gelen özellikler insanlıkla değil, “beşer” yada varlığın hayvâni yanıyla alâkalıdır. Doğduğum yerin âit olduğu ırk ile övünmek zorunda değilim. İtalya’da doğsaydım bu sefer de İtalyan olmakla mı övünecektim?. Hem Türklük yada diğer ırklardan olmak mezara kadardır. Ölünce biter. Oysa müslüman olmak ebedîdir. Haa!; ben Türk kavminden-kültüründenim ve Türk kavminin gelenek-göreneklerinden, yemeklerinden, coğrafyasından, kültüründen genelde memnunum. Çünkü ona alışığım. Diğer ırklar da öyle zâten.

Yine; ben kahverengi gözlüyüm. Öyle doğdum çünkü. Kahverengi gözlü olmayı bir üstünlük nedeni mi sayayım şimdi? ve diğer renkli gözleri daha düşük mü göreyim?. Bunun sonu yok ki. Karşı taraf da saçını öne sürer. Bunlar kişinin tanımlanması yada târif edilmesiyle ilgili geçici maddî özelliklerdir. Alt-kimliklerdir. Ebedî olan üst-kimlik ise din ile, İslâm ile olur.

İnsanlar müslüman bir ülkede doğmakla yada müslümanım demekle müslüman oluverdiklerini zannediyorlar. Üstelik İslâm’ın hiç-bir emrine ve yasağına da uymazlarken. Siz İslâm’ı ne zannediyorsunuz ki?.

Allah katında din İslâm’dır. Kur’ân’a göre; bir, “hak din olan İslâm” vardır, bir de “bâtıl dinler” vardır. Bu nedenle “din değiştirme” olmaz, “dinden çıkma” olur. Ya İslâm dînindensindir, yada değilsindir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandır. Dediğimiz gibi; Kur’ân, “Hz. İbrâhim ne yahudi ne de hristiyandı, o müslümandı” der. Müslümanlık dinlerden bir din değildir, “Allah katındaki tek hak din”dir.

Mustafa Kemâl’in şu sözleri vardır: “Ne mutlu Türk’üm diyene”; Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir”. Şimdi ben Papua Yeni Gine’de doğsaydım ne diyecektim?. “Ne mutlu Papua Yeni Gine’liyim diyene” mi?. Yada “Bir Papua Yeni Gine’li tüm Dünyâ’ya bedeldir” mi diyecektim?. İşte zâten modern zamanlar, ulus-devletlerin bunu yaptıkları ve birbirlerine can-düşman oldukları zamanlardır. Ulus-devletin büyüsüyle büyülenmiş olanlar birbirlerini yemektedirler. Üstelik Allah müslümanlara ırkla değil de “takvâ” ile yâni “İslâm bağlılığı” ile övünülmesini ve başka bir şeyle öne çıkmamalarını isterken, müslümanlar da bu tuzağa düşerek ulus-devlet dînine girmişlerdir ve bu nedenle de Dünyâ hâkimiyetlerini ve güçlerini kaybetmişlerdir. Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm-dünyâsı toplumlarında bugün müslümanlık ve müslümanlar, tâbi oldukları devletlerin projeleri doğrultusunda konumlandırıldıkları ve yönlendirildikleri için, İslâmî kimlik birincil kimlik olmaktan çıkıyor; proje kimlikler, milliyetçi ve mezhepçi kimlikler birincil kimlikler hâline gelebiliyor. Etnik rekâbetler, mezhepçi rekâbetler sebebiyle dayanışma rûhu ve bilinci sorumluluk konusu olmaktan çıkıyor. Ulus-devletlerin İslâm’ilik adına sâhiplendikleri soyut iddiaları somutlaştırmak gibi bir kaygıları, projeleri ve tasavvurları yok. Bizler müslümanlar olarak İslâm’ı etnik ve mezhepçi bencilliklerimiz doğrultusunda, devletçi bencilliklerimiz doğrultusunda târif ediyor, tanımlıyor, ancak yaşamıyoruz. Yaşamadığımız, ancak târif edebildiğimiz İslâm hakkında yazıyor, konuşuyor, tartışıyor, kavga ediyoruz” der.

Peygamberimiz de alt-kimlik olarak Mekke’li olsa da, üst-kimlik olarak müslümandır. Bunu, Mekke’yi terk ederek ve Medine’ye yerleşerek gösterdi. Zîrâ onun üst-kimliği Mekke’lilik ve Araplık değil, İslâm’dı. “İslâm’ın önde giden atlıları” hiç-bir zaman memleketlerini mesele yapmadılar. Milliyetçi olsalardı Medine’den kalkıp da İstanbul’a kadar gelerek savaşmayı ve orada ölmeyi o kadar kolay göze alamazlardı.

Milliyetçilik yada ulus-devlet, “devletin bulunduğu yerde sınırlardan ileri-geri bir adım atmadan kalmak” anlamında ağır bir hareketsizliktir. Bu hareketsizlik, kâlpleri kararttıktan sonra, zihinleri de köreltmiştir. Oysa İslâm, hiç-bir zaman hareketsizliği sevmez ver der ki: Bir işten yorulduğunda başka bir işle ilgilen?. Bu durum kâlplere ve zihinlere de sirâyet eder ve İslâmî kişilik, kendini hareketsiz alt-kimlik olan ulusçuluk yerine, hareketli ve tüm Dünyâ’yı mescid olarak gören bir anlayışa sâhiptir. Bir müslüman için sınır, Dünyâ’nın ve hattâ kâinâtın sınırlarıdır. Millî sınırlar, “birileri”nin, “birileri” için çizmiş olduğu sınırlardır.

Aslında “millet” kavramı dînî bir kavramdır ve “inanç” ile ilgilidir. Dînî inançta ırk-birliği değil, inanç-birliği esas alınır. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik “millet” kavramını dinden ayırmış, kan-kemik-et-tip gibi maddî şeylere indirgeyerek onu ilkelleştirmiş ve sekülerleştirmiştir. Artık milliyetçilik denilince seküler (din-dışı) bir milliyetçilik anlaşılıyor ki bu en başta “kan” ile ilgilidir.

İslâm’dan önceki bâzı zamanlarda ama özellikle İslâm’dan sonra Türkler kendilerini “Türk” olarak adlandırmazlardı ve “Türk” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat süren “göçebeler” için kullanırlardı. Araplar da kendilerine “Arap” demezlerdi ve “Arap” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat yaşayan “bedeviler” için kullanıyorlardı. Milliyetçilik ilkelliktir, zîrâ her kavim kendini, ilkel zamanlardaki isimleri ile adlandırır. Henüz medenîleşmeden önceki adlarını modern dönemdeki isimleri olarak kullanmaktadırlar. O hâlde milliyetçilik, bir ilkelleşme hareketidir. İlginçtir ki bunu, medenîliğin zirvesi olan İslâm kimliğini geriye artarak yapmaktadırlar. Aslında ilkel olan ırk isimleri alt-kimlik, dînî isimleri (İslâm-müslüman) ise üst-kimliktir. 

Allah âyetlerinde milliyetçiliği değil, ümmetçiliği öne çıkarır:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

İslâm’a göre birliğin temeli veya kaynağı kan veya soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki dînî inançtır. İslâm inancı.. Îman kardeşliği:

“Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucûrât 10).

“Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim olanların ta kendileridir” (Hucûrât 11).

Üstünlük ırkta-soyda değil, “takvâ” denilen Allah’tan sakınmada yâni İslâm’dadır:

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13)

Kendi milliyetini överek aşırı bir şekilde öne çıkaran milliyetçilik, bunu sâdece et-kemik ile değil, dil ile de yapmıştır. Dilinin en iyi dil olduğunu savunmuştur/savunuyorlar. Bu nedenle meselâ Türkiye’de yapılan Osmanlıca kıyımı nedeniyle Türkçeye eklenen 5.000 kelimeye rağmen 60.000 kelimeyi silmiştir. Üstelik eklediği bu kelimeler de Türkçe kelimeler değil, başta Fransızca olmak üzere, “komik bir şekilde Türkçeleştirilen” yabancı dillerin kelimeleridir.

Sanıldığının aksine Türkler (yada diğer ırklar), eskiden Türklüğü ve ırkı çok fazla öne çıkaran kişiler değildi ve bunun muhabbetini de yapmazlardı. Herkes kendi boyunun/dîninin/lîderinin vs. isimleriyle tanıtırdı kendini. Irklarının ne olduğunu dert edinmezlerdi, çünkü çok başka dertleri-uğraşları vardı. Öyle ki; savaştıkları bir kavimle, bir-süre sonra birlik olup başka bir kavme karşı ittifak yapabiliyorlardı. Irk sorunu yoktu, “yaşama” sorunları vardı. 

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

“Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).

Peygamberimiz de milliyetçilik hakkında şunları söyler:

“Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28).

“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225).

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece takvâ iledir” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632).

Milliyetçilik, söylediğimiz gibi, fizîki görünüş ile ilgilidir. Et/kan/kemik/vücut-şekli/tip/duruş/oturuş vs. Tabi kültürel özellikler de önemlidir. Tüm milliyetçiler/ırkçılar/kavmiyetçiler, bu özellikleri en iyi kendilerinin taşıdığını iddia ederler. Zâten milliyetçilik de budur. İyi de; bu özelliklerin en iyisinin kendilerinde olan özellikler olduğunun delîli nedir ki?. Neye göre bu kıyası yapıyorlar?. Ölçü nedir?. Adam anne-babasından doğuyor ve anne-babası hangi milletten ise o da o milletten oluyor doğal olarak. Başka bir milletten doğsaydı o zaman  da o milleti övmeye ve öne çıkarmaya çalışacaktı. Aslında mevcut milletten olmasında onun hiç-bir dahli yok. Kendi çabasıyla olmayan bir “görece üstünlük”ten bahsediyor ve onu körü-körüne savunuyor. Hiç-bir delil yok, hiç-bir mantık yok, sağduyuya aykırı. Birilerinin verdiği gazla başlayan sûni, körü-körüne olan bir bağlılık. Bağlandığın şey ne?. Soyut kavramlar. Vatan nedir?, millet nedir?. Vatan; toprak-dağ-deniz-kaya-orman mı?. İyi de bunlar her yerde var. Millet de; kan-et-kemik mi?. Bunlar mı yâni?. Bu özellikler sende varsa diğerlerinde de var. Tamam; yaşadığın ülkeyi ve ırkı sev. Allah tüm Dünyâ’yı ve insanları güzel yaratmıştır ve insanlar belli bir süre bulundukları ve yaşadıkları yere alışırlar ve orayı severler. Oranın güzelliklerini (yada kötülüklerini) en iyi onlar görürler çünkü. Bu nedenle de değer verirler. Bunda bir beis yok. Fakat en güzel vatanın, en güzel insanların, en üstün insanların bu vatan ve bu vatanda yaşayanlar olduğunu söylemenin delîli nedir?. Ölçü nedir ki?.

Yine; Türkçe yada başka bir dil neden başka bir dillerden üstün olsun ki?. Hangi dilin özellikleri, grameri, türetme potansiyeli vs. daha geniş ise o dil daha zengin bir dildir. Meselâ Türkçe neden Kürtçeden üstün olsun yada tam tersi?. Herkese ana-dili güzel ve anlaşılırdır. Türk’e göre Türkçe güzel bir dilse, Kürde göre de Kürtçe güzel bir dildir. Dilin salt kendisi değildir güzel olan. O dil ile ne söylendiği önemlidir. Kürtçe yapılan bir duâ, Türkçe yapılan bir küfürden üstündür. Türkçe söylenen bir şarkı, Kürtçe yapılan bir hakâretten üstündür. 

İlber Ortaylı:

“Osmanlı'ya baktığımızda şunu görüyoruz: O bir kere kolonyalizm nedir filân anlamaz. O bir devlettir işte, toprakları vardır. Sonra etnisite anlamında, milletler nedir?; Arnavutmuş, Arapmış, Hırvatmış. Osmanlı’nın kafasında öyle şeyler yoktur. Gerçi devlet dâirelerinde Türkçe konuşulur, Türk devletidir, ordudaki, bürokrasideki dil Türkçedir. Osmanlı imparatorluğu’nun kesintisiz bütün kayıtları, yazışmaları Türkçedir. Medresede Arapça okunur ama dil Türkçedir. Türkçe konusundaki bu Türklüğe rağmen kimlik-bilinci hâline gelmiş bir Türklük söz-konusu değil. Bir-kere kendisine Türk demiyor, öyle bir gayreti yok, başka ad koyuyor. Önce “Müslüman” demiş, sonra “Osmanlı” demiş.

Türklük bilincinin, uluslaşmanın da, tabii bir bedeli var. Bunun başlangıcı 93 Harbi ve hızlanması da Balkan Savaşı. Çanakkale, Kafkaslar, Yemen derken, Türklerden başka herkes imparatorluktan kopmaya çalışınca biz de artık bakışlarımızı “Biz kimiz?” diye kendimize çevirmek zorunda kaldık. Tabî bu kimlik-şuuru zamanla gelişti ve artık bizim için vazgeçilmez bir sıfat hâline geldi. Türklük bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ulaştığımız bir kimliktir. Bunu târihî olaylarla, bir-takım müesseseler yoluyla kazanmışız. Binaenaleyh Türk ulusal kimliğini ele alırken bizdeki siyâset bilimcilerin yaptığı gibi nation buûding (ulus kurmak) türünden kavramlar kullanılmasının manası yoktur, çünkü bu gibi kavramlar başka ortamlar için, koloniyâl formasyonlar için kullanılmıştır. Türkiye için de, Balkanlardaki uluslar için de geçerliliği yoktur” der.

Üstünlüğü herkes kendine göre belirlerse gerçek üstün olanın kim olduğu nasıl anlaşılacak?. Üstünlüğü kim belirleyecek?. Üstünlüğü belirleyecek tek merci “En Üstün Olan’ Allah’tır. Allah diyor ki Şeytan’a: “Ey ateşten yaratılan!, topraktan yaratılana secde (itaat) et”. Bitti!. Kompleks yapıp, bir kibre kapılıp kendi varlığının yapısını diğerinden üstün görerek ondan üstün olduğunu söylemek Allah’a isyandır. Terbiyesizliktir. Kibirdir. Anlamsız bir gururdur. İşte gerçek değersizlik de budur.

Övünülecek taraf, üstün olan taraf, “geçici olan” değil, “ebedî kalıcı olan” taraftır. Et-kemik-kan geçici olan şeylerdir, geçici olan şeylerle övünmek saçmalıktır, esas kalıcı olan İslâm ile öne çıkar insanın karakteri ve kimliği.

Din azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz yapamaz çünkü. İnsan, dinden boşalan yeri ilk-önce “eski” ile doldurmaya çalışır. Târihsel milliyetçilik başlar böylece. Şehir efsânesidir milliyetçilik.

Milliyetçilik, insanların kuru-kuruya bağlandıkları ve alışkanlık edindikleri boş bir oyalanma alanıdır. Değerlerini bir şekilde yitirmiş yada yaralamış olan insanların “değer ihtiyacı”ndan doğan bir bağlanma-şeklidir. Fakat bu bağlanış-şekli seküler/materyâlist (maddî) bir bağlanma-şekli olduğu için bâtıldır yada üst-kimlik değildir. Hele bir de İslâm’dan kopmadan milliyetçiliğe bağlılığını sürdürmek isteyip de: “Türk-İslâm; Anadolu İslâm’ı” gibi zırva sözlere sığınmalar tam bir şirktir. İslâm kendine tam yeten bir dindir ve yanında hiç-bir isme ve ideolojiye ihtiyaç duymaz. Üstelik kullanılan söz; “İslâm-Türk” de değil, “Türk-İslâm”. Yâni ilk önce Türk’lük, sonra İslâm. Böyle olunca da ana unsur İslâm’a rağmen Türk’lük olacaktır ki bu İslâm’a da bir hakârettir. Unutulmasın ki, vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.

Ölen kişinin ırkı-milliyeti ortadan kalkar. Bir-süre sonra mezarda kalan kemiklerin hangi ırka-millete âit olduğunun bir önemi yoktur.

Müslümanlarda ve de Türklerde, -hümümdar âilesi hâriç- zâten uzun şecereler de yoktur. İnsanlar bir-kaç kuşak öncesi atalarını bile bilmezler. Çünkü et-kan-kemik, yâni ırk-bilinci yoktur. Mesele de yapmazlar bu. İlber Ortaylı:

“Aslında Türkiye’de kimse etnik köken bakımından pek rahatsız edilmez. Kimse kimsenin ne olduğunu bilmez. Burada öyle şecere-mecere yoktur insanlarda. Türkler iki-üç nesille yetinen bir halktır. Ondan ötesini karıştırmaz. Türkiye’de müslümansan, başka şeye bakılmaz” der.

Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Sûriyeli’ler, Îranlılar birbirlerine benzerler. Şimdi; tüm bu ırklara ortak bir şekilde benzeyen ama hangi ırktan olduğu bilinemeyen ve bulunamayan bir insanın ırkı ne olacaktır?. Bu kişi hangi kavimdendir?. Böyle insanlar vardır. Şimdi bu kişi hangi dinden sayılacak?. Aslında bu kişi hangi dinden olduğunu söylüyorsa o dindendir.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra öyle bir hâle gelinmiş ki, sınırın iki metre ötesindeki adam “doğuştan hristiyan” oluyor; iki metre berisindeki ise, sırf 2 metre beride doğduğu için “doğuştan müslüman” oluyor. Aynı apartmanda yaşayan ve aynı gün ve aynı saatte doğum yapan ve doğumdan sonra da uzun yıllar aynı apartmanda birlikte yaşayan bir müslüman ve bir hristiyan âilelerin çocukları “doğuştan müslüman” ve “doğuştan hristiyan” kabûl etmek hangi mantıkla îzah edilebilir?. Hele ki bunlar budizmin hâkim oluğu bir ülkede kültürde doğmuşlar ve yaşıyorlarsa. Bırakın da bunlar ileride dinlerini seçsinler. Kimseyi “doğuştan müslüman-hristiyan” vs. yapmayın. Her doğan İslâm fıtratıyla doğar ama bu, “potansiyel müslümanlık”tır.  

Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin çoğunun da hangi ırktan olduğu bilinmez ama tamâmı da müslümandır ve bir-çoğunun müslümanlıkları anadan-babadan yâni doğuştan değil, sonradan akıllarını-irâdelerini-bilgilerini kullanarak şirkten ve ahlâksızlıktan uzak kalmaları ve Allah’ın onlara vahiy göndermesi sebebiyledir. Bunun en meşhur örneği Hz. İbrâhim’dir. Hz. İbrâhim’in babası kâfirdi. Oysa Hz. İbrâhim kâfir olmadı ve ileride yaptığı sorgulamalar netîcesinde bir noktaya vardı ve Allah onu peygamber olarak seçerek vahyetti. Böylece Hz. İbrâhim, ana-babası müslüman olmadığı hâlde müslüman oldu. Tam tersi de olmuştur. Hz. Nûh müslümandı ama oğlu müslüman olmadı ve gemiye binmedi de boğulanlardan oldu. Demek ki müslümanlık bir “seçim-işi”dir, “doğum-işi” değil. Bu peygamberlerin hangi ırktan olduğu belli değildir. Belli olsa da önemli değildir. Çünkü onlar, o ırkların dînlerinden olmayı kabûl etmediler ve müslüman oldular.

“Doğuştan müslüman” olununca “doğuştan cennetlik” olunacağı zannı da vardır. “Müslümanlar doğuştan müslüman oldukları için otomatikman cennete; hristiyanlar ve yahudiler ve diğerleri ise otomatikman cehenneme gideceği” düşüncesi oluşur böylece. Hâlbuki, Allah’a teslim olup O’nun emrettiği gibi yaşayanlar cennete girecek; O’na karşı çıkan ve ortak koşanlar yâni müşrikler, kâfirler ve münâfıklar ise cehenneme gireceklerdir.

Peygamberimiz: “Her doğan, İslâm-fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecûsi yapar” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) der.

Demek ki her insan İslâm-fıtratı üzere doğuyor ve onu mensup olduğu dîne yada dinsizliğe, âit olduğu âile-toplum-kültür yönlendiriyor. Fakat bu, ilâhi-merkezli değil de, insân-merkezli bir din oluyor ki, bunun İslâm ile alâkası yoktur. O hâlde bir insan müslüman bir anne-babadan doğsa da, kendisi bilinçli bir şekilde İslâm’ı seçip o yolda hareket etmeye başlayıncaya kadar müslüman yâni İslâm üzere olmamış olur. Doğuştan müslümanlık, “İslâm-dîni üzere olmak” değil, “anne-baba, kültür, coğrafya dîni üzere olmak”tır. Fakat bu çeşit bağlılıklar “hak yol” değil, “bâtıl yol” olur. Demek istediğimiz odur ki; bir kişi Peygamberin hânesinde de doğsa, o kişinin müslüman sayılması için bizzat kendisinin bilinçli bir şeçimle İslâm’ı seçmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Zîrâ Hz. Nûh’un oğlu da Hz.Nûh’un hânesinde doğmuştu ama İslâm’ı seçmemişti.

Bilindiği gibi müslümanlar çeşitli mezheplere, meşreplere, târikatlara, îtikatlara, cemaatlere yâni çeşitli yollara ayrılmışlardır. Peki bunlar da mı doğuştan oluyor?. Yâni “doğuştan müslüman” olduktan sonra aynı-zamanda “doğuştan sünnî”, “doğuştan alevi”, “doğuştan Mâturidi”, “doğuştan Nakşibendi”, “doğuştan Nurcu-Süleymancı” vs. mi olunuyor?. Her-şey doğuştan oluyorsa o hâlde hiç-bir şeyden şikâyet edemeyiz, birilerine karşı çıkamayız. “Doğuştan AKP’li” yada “doğuştan CHP’li” de olunur çünkü. Hattâ o zaman, “doğuştan şerefsiz” olanlar da vardır ve onlar “doğuştan” olduğu için yapacak bir şey yoktur. İşte bu, “kör bir kader inancı”dır. 

“Doğuştan” olunca parçalanma kaçınılmazdır. Zîrâ herkes doğuştan farklıdır. Nihâyet öyle bir yere gelinir ki, hem tüm insanlık çeşitli parçalara ayrılır, hem de bu parçalanmalar en sonunda insanlığın ve Dünyâ’nın da parçalanmasına neden olur. Çünkü aşırı farklılık mutlakâ tefrikaya yol açar ve bu tefrika da parçalanmayı yanında getirir.

“Düşük” olan şey “yüksek” olan şeyi belirleyemez. Kafa-yapısı, deri ve göz-rengi dinden yâni İslâm dîninden daha yüksek değildir ki dîni belirlesin. Bu nedenle de din; deri-rengi, göz-rengi ve kafa-yapısına ve şekline göre yâni ırka göre belirlenemez. Dolayısıyla, müslüman olmak için herhangi bir ırktan olma şartı yoktur.

  İnsan Genom Projesi de, “bir ırk-geni yoktur” der. İnsan Genom Projesi’nin sonuçlarından birisi şudur:

“Yakın zamanda elde edilen veriler, DNA bilgisinin %99’undan fazlasının, tüm insanlar için ortak olduğunu ortaya koymuştur. İnsan genomundaki bireysel farklılıklar, %1’den azdır”.

Irk-geni diye bir şey olmadığı için “Türk-geni” diye de bir şey yoktur. Yâni aslında “safkan bir Türk” yoktur. Safkan olan hiç-bir ırk yoktur çünkü.

Irk-geni yoktur, bu nedenle de “Türk’üm” demek de yanlış olur. “Türk kültüründenim” demek gerekir ki “Türk’üm” demek de bu olur zâten.  

Annem-babam Türk kavminden-kültüründen olduğu ve ben de onlardan doğduğum için, sorduklarında “Türk’üm” diyorum/derim. Bu benim hangi kültürden-kavimden olduğumu gösterir. Fakat bu kimlik benim için “üst-kimlik” değildir. Üst-kimliğim İslâm/müslümandır. Çünkü ben “Türk fıtratı” üzere değil, herkes gibi “İslâm fıtratı” üzerine doğdum ve zamanla bu fıtratın içini Kur’ân’la doldurdum ve İslâm’ı benimseyip sindirdim. Müslüman olmak böyle olur. Benim üst-kimliğim İslâm olduğu için, ben ancak müslüman olmakla övünebilirim. Türk’lük benim için övünç-kaynağı değildir, bağlı olduğum ırkı-kültürü gösteren, örfünde-kültüründe doğup-büyüdüğüm bir alt-kimliğimdir sâdece. Bu nedenle kendimi yırtarcasına Türk’lüğümü haykırmam; sâdece, Türk olduğumu söylerim. Benim için “Türk’üm” demek, “Türk kültüründenim” demekten başkası değildir. Bu, vatanını-milletini sevmemek demek değildir. Vatanıma-milletime yapılan bir saldırı karşısında elimden geleni yapmalıyım ve de yaparım. Bu zâten İslâm’ın da emridir. Yaşadığım ülkeyi sevebilirim de. En rahat edeceğim yer, doğal olarak doğup büyüdüğüm yerdir tabî ki de. Fakat yaşadığım ülkeyi kutsallaştırmam, çünkü netîcede tüm Dünyâ benim vatanımdır. Allah yer-yüzünü bize yaşama alanı olarak vermiştir. Müslümanca yaşamak için.

Sonsöz: Üst-kimlik kırlınca alt-kimliğe dönüşür. O muazzam İslâmî üst-kimlikten yoksun kalanlar, alt-kimlikleriyle avunup teselli bulurlar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016


Devamını Oku »