7 Şubat 2016 Pazar

Düzenlilik Üzerine



“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun hiç-bir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık?. Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) içten Allah’a yönelen her kul için hikmetle bakan bir iç göz ve bir zikirdir” (Kâf 6-8).

Âyetlerde bahsedildiği gibi, varlık “düzenli” olarak yaratılmış ve “düzenli olarak” da varlığını devâm ettirmektedir. Bu düzen kâinâtın ve Dünyâ’nın her yerinde çıplak gözle bile görülebilecek bir şekildedir. Düzenlilik sâdece çıplak gözle görülen âlemde değil, mikro boyuttaki atom-altı âlemde ve makro boyuttaki evrende de mükemmel ve hayranlık uyandıracak bir şekilde gözlemlenir. Yaratılmış olanda muazzam bir düzen vardır. Zîrâ Allah düzensiz bir şey yaratmaz. Düzensiz bir yaratış yapmaz. Fakat “düzen” ile “simetri”yi karıştırmamak lâzım. Simetri de bir bakışa göre düzenli olabilir fakat simetride düzen ile birlikte doğallık yoktur. Hâlbuki Allah’ın yarattığında “doğal olan bir düzenlilik” vardır. Zâten bu nedenle yaratılmış olan her-şey çok güzeldir ve insanları sıkmaz, görülen-duyumsanan şeyler insanları bıktırıp usandırmaz. Fakat simetrik yapılar bir-süre sonra yorucu olur ve sıkmaya başlar. Bu nedenle de insanların yaptıkları şeyler sürekli değiştirilir. Allah’ın yarattıkları içinde, hissedebileceğimiz ama kavrayamayacağımız bir “ruh” olduğu için sürekli yenidir, yâni sanki “biraz-önce yaratılmış” gibidir. Allah’ın yarattıklarında eskilik ve eskime olmaz. İnsanların yapmalarında ise zamanla eskimeler-yıpranmalar olur kaçınılmaz olarak ve bu nedenle bir-süre sonra o şeyden bıkılır. Çünkü Allah’ın yarattıkları mûcizevî ve doğal olduğundan dolayı bir kanıksanma olmazken, insanların yaptıkları-ürettikleri çabuk kanıksanır ve bu nedenle de o şeyden çabuk bıkılır. Meselâ insanlar her-gün sürekli içtikleri sudan bıkmazlar. Ama insanların ürettikleri içeceklerden-meşrubatlardan bir-süre sonra bıkılır ve yeni şeyler aranmaya başlanır. İşte bunun nedeni, Allah’ın yarattıklarında bulunan rûh ve bir canlılık içeren düzenliliklerdir. Düzenlilik varlığın tamâmında vardır.

İnsanlar mutlak bir düzen sağlayamayacak olsalar da yine de düzenli işler-eylemler yapmaları gerekir. Zâten insanların imtihanı da budur: Yeryüzünde göklerdekine benzer bir düzen kurabilecekler mi kuramayacaklar mı?. İmtihan aslında budur. İnsanların çeşitli mekânlarda sağlamaları gereken düzenlilikler bizce şu şekildedir:

Evde düzen: Evde düzeni sağlamak, doğal ve fıtrî olarak, -erkek iş ve geçim peşinde koştuğu için- kadına âittir. Modern zamanlarda çok büyük ve içi eşyâlarla dolu olan evleri düzenleyip temizlemek kolay değildir. Bu nedenle daha ilk-başta evin durumu ve yapısı belirlendikten sonra eşyâlar da kullanışlılık merkezinde seçilip tercih edilmeli, eve tam uygun olan eşyâlar seçilip alınmalıdır. Bu, evin düzeni için çok önemlidir. Tam eve uygun eşyâlar alındığında ev-içi hareketlilik daha kolay olacağından, düzenlemek de kolaylaşacaktır. Kadınlar için modern zamanlarda vakit geçirecek çok farklı seçenekler olduğu için, evlerini düzenlemeyi ve derleyip toplamayı sevmiyorlar. Hele de ev, “düzenlilik bilinci”ne sâhip olmayan kişilerin olduğu bir ev ise, o ev sürekli dağınık olan bir ev olacaktır. Fakat bu evde yaşamak hem hoş olmayacak hem de yaşaması rahat olmayacaktır. Bu nedenle kadınlar günlük ufak dokunuşlar ve haftalık-aylık düzenlemelerle evlerini düzenli ve temiz tutabilirler.

Aslında düzenli olmanın en kolay yolu, dağınık olmamaktır. Bir de bir dağınıklığı hemen küçük bir dokunuşla düzenleyivermektir. Evde çocuklar olabilir ve evi dağıtabilirler. Ama çocukların dağınık olarak yetiştirilmesi yanlıştır ve zâten bu, hayatlarının ilerideki her alanında onlara sorun olarak döner. Düzenli olmanın en temel etkeni “düzenlilik bilinci”dir. Bu bilince sâhip olmayanlar çok düzenli olamazlar. Bu nedenle evdeki yada yakınlarındaki düzenli kişiler onların düzensizliğini dile getirirler. Yâni bir çeşit “düzenlilik baskısı” oluşturulur. Düzenlilik bilincine sâhip olanlara pek bir şey söylemiyoruz. Onlar zâten işini bilirler. Düzenlilik bilincinden yoksun olanlara kolay bir formül olarak şunu söyleyebiliriz: Meselâ sehpanın üzerinde kirli bir bardak var ve mutfağa gidiyorsanız, o bardağı da götürün giderken. Böylece o bardağı mutfağa götürmek için hem ayrıca bir zahmete girmezsiniz hem de dağınıklık o anda giderilebilir. Bu formülü her-şeye uygulayabilirsiniz. Sürekli böyle yapmakla bir-süre sonra buna alışırsınız bu ufak dokunuşlar size zor gelmez. Bunu bir formül olarak verdik ve her konuda kendiniz bu formüle göre düzenlilikler geliştirebilirsiniz. Yapılması gereken bir şeyi hemen yapmak düzensizliği yok eder. Ev düzenli olunca evi temizlemek de kolay olur.

Düzenli evlerde büyüyen çocuklar bir “düzen bilincine” sâhip olurlar ve hayatlarının her aşamasında da evdeki gibi düzenli olacaklarından, her alanda başarılı olurlar. Unutmayalım ki evler düzenliyse, Dünyâ da düzenlidir. Çünkü evler küçük birer Dünyâ’dır.

Düzenli evlerde “negatif enerjiler” de serbestçe dolaşamaz. Çünkü enerjilerin çarparak duracağı ıvır-zıvırlar orta yerde değildir. Böylelikle stresler yaşanmaz bu evlerde. Düzenlilik simetrilik değildir ve evler kesinlikle “yaşanmışlığın olmadığı yerler”e de çevrilmemelidir.

Son olarak ev hanımlarına yaşlı bir kadından duyduğum bir sözü söyleyeyim: “Evini temiz tut gelen olur, kâlbini temiz tut ölüm olur”.

İşte düzen: İş-yerinin düzenli olması işlerin de düzenli olmasını ve kolaylaşmasını sağlayacaktır. Dağınık olan bir iş-yerinde aranan küçük ve önemsiz bir şey bile hemen bulunamaz ve bu da hem zaman kaybına hem de işin düzensiz gitmesine neden olur ve istikrâra zarar verir. Bir kere iş-yerleri de evler gibi düzenli olmalıdır. Sonra iş-bölümü yapılıp işler bir plâna göre olabileceği en iyi şekilde yapılmaya gayret edilmelidir. Çalışanlar işlerini en iyi şekilde yapmalıdırlar ki hem kendileri için kariyer anlamında iyi olsun, hem de hizmet alanlar için sıkıntı olmasın. Bu konuda en çok düzensizlikler kamu kurumlarında görülüyor. Düzenli bir plânlama yapılmadığı için ve çalışanlar da buna önem vermediklerinden, buralardan hizmet almaya gelenler perişân olabiliyorlar. Düzenli olmayan, düzenlenmeyen işler yavaş ilerliyor ve bir-türlü bitmek bilmiyor. Vatandaş da canından beziyor. Özel kurumların işlerini daha çabuk bitirmeleri, bu özel kuruluşların kamu kuruluşlarına göre daha düzenli olmalarıdır. Bu nedenle özellikle kamu kuruluşlarında ve diğer kurumlarda düzenlilik hem iş-yerini, hem çalışanı, hem de hizmet alanları rahatlatacak ve memnun edecektir. Bu konuda siyâsetçiler önlemler almalıdırlar. Çünkü siyâset demek, düzen demektir. En iyi düzenleyenler, en iyi ve düzenli devlete ve mutlu insanların yaşadığı yerlere çevirirler ülkeyi.

Okulda düzen: İstikrarsızlık ve düzensizlik konusunda en çok sorunun yaşandığı yerlerdir okullar. Bir-kere okulların düzeni iyi değildir. Hapishâneyi andıran mîmârileri, “burada düzensizlik var” diye haykırır. Müfredâtın düzensizliği ise, sorma gitsin.. Bir-türlü yola-yordama sokamadılar gitti ve bir yola koyulacağa da benzemiyor. Her sene bir-iki defâ değişen programlar, o kadar düzensiz ve karışık yapılıyor ki, yeni düzeni anlamak için dikkatli bir şekilde araştırıp soruşturmak gerekiyor. Meselâ şu-anda eğitim sisteminde nasıl bir müfredât ve düzen olduğu, yoldan geçen 100 kişiye sorulsa 90’ı doğru cevap veremez. Bu durum çocukların başarısını, daha doğrusu başarısızlığını etkiliyor. Okulda ve müfredatta bir düzen yok ki çocuk da düzenli bir eğitim alabilsin ve başarılı olsun. Dünyâ’da bir-kaç ülke hâriç, eğitim-sistemi çok düzensiz. Bu nedenle de Dünyâ’yı daha yaşanabilir bir yere çevirebilecek beyinler yetişemiyor. Okulda gördüğü düzensizliği hayatlarında da devâm ettiren kişiler, Dünyâ’nın da aynen okullar gibi düzensiz olmasına neden oluyorlar yada düzensizliğini devâm ettiriyorlar. Düzenlilik bilincine sâhip olan eğitimciler ve uzmanların ortaya koyacağı ve devletin yapacağı yeni ve düzenli mîmâri plânlarla inşâ edilen okullarda yetişen insanlar ancak, Dünyâ’yı yaşanabilir bir düzene sokabileceklerdir.

Yargıda düzen: Büyük bir düzensizlik de burada var. İnsan-yapımı olduğu için mecbûren eksik ve hatâlı olarak çıkarılan yasalar-kânunlarla gerçek bir adâlet sağlanamıyor ve düzen tutturulamıyor ve insanlar kânunsuz işler yapmaktan alıkonulamıyor. Hiç-bir kânun net değil. Yargıda yıllarını geçirmiş iki kişi, basit bir kânun üzerinde bile anlaşamıyor. Çünkü kânunlar net değil. Düzenli olmak “net olmak” demektir. Düzensizlik hem karışıktır hem de pusludur ve net görülmez. Yargıda ve kânunlarda büyük bir netsizlik var ve bu yüzden “avukat” denen “gereksiz insanlar”a gün doğuyor. Avukatlar, yargının belirsiz, düzensiz ve netsizliklerin sonucunda ortaya çıkan kişilerdir. Aslında düzenli ve net yasalarla avukatlara gerek kalmayacağı gibi, insanların adâletsizliğe uğraması da olmayacaktır. Fakat şunu söyleyelim ki; gerek adliye binâlarının düzensizliği bitirilse, gerek de o binâların içinde çok iyi düzenlemeler yapılsa bile, yasalar-kânunlar insan-merkezli olmaktan çıkarılıp Allah-merkezli olana kadar “düzen” sağlanamaz. Çünkü bu alanda düzenlilik yetmiyor ve “adâlet” önemli oluyor. Adâletin ve hakkın en iyi şekilde ortaya konması ise; sınırlı-çapsız insanların çıkardığı kânunlarla değil, “Allah’ın kânunları”yla olur ancak ki bu kânunlar da anayasa olarak Kur’ân-vahiy, diğer kurallar için de Kur’ân’ın genel prensipleri dikkate alınarak ortaya konan yasalar olmalıdır ki adâlet tam bir düzene kavuşsun.

Dünyâ’nın düzeni: Dünyâ, perişân bir hâldedir. Bir-kaç şerefsiz tâğut ve onların sayısı bir-kaç bin yada onbin olan şerefsiz uşakları, Dünyâ’nın bir-türlü düzene girmesine izin vermiyorlar. Çünkü çıkarlarına ters geliyor. Onlar düzensizlikten besleniyorlar zîrâ. Düzensizlik, şeytanın işine yarar. Şeytan bilindiği gibi; tüm melekler Âdem’e secde etmişken ve bir “secde düzeni” oluşmuşken, secde etmeyerek düzeni bozmuştu ve o günden beri “düzensizlik kaynağı” olarak Dünyâ’yı düzensizliğe götürmekle görevlidir. Şeytanın uşakları olan küresel tâğutlar ve onların uşakları olan yerel tâğutlar düzensizlikten beslendikleri için düzenliliğe ve hayra engel oluyorlar. Düzensizlikte bir hayır yoktur ve hayır oluşturmak için ilk önce bir düzen oluşturmak gerekir. Hayrın düşmanı olan bu kişiler düzene bir türlü izin vermiyorlar ve tam-aksine gün geçtikçe düzensizliği arttırıyorlar. Böylelikle “kendilerine göre düzen olan” ama insanlar için tam bir düzensizlik olan bir Dünyâ meydana geliyor ki, bu Dünyâ’da yaşamak, ölmekten beterdir.

İşte burada mü’minlere ve mazlumlara düşen şey, “Dünyâ’nın düzeni için tâğutların düzenini yıkmak” olmalıdır. Evet, bâzen düzeni sağlamak için mevcut düzeni yıkmak gerekir. Çürük ve bâtıl düzenlerin üzerine sağlam ve hak düzenler kurulamaz çünkü. Bu bozuk düzeni yıkmadan bu düzensizlikten kurtulmak mümkün görünmüyor ve bu yapı yıkılmadığı müddetçe de düzensizlik artarak devâm edecek ve şeytan Dünyâ’da egemenliğini güçlendirerek sürdürmeye devâm edecektir. Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak için düzen-merkezli çalışmalar yapıp şeytan-merkezli düzen(sizlik)i yıkmak ve yerine -aynen göklerde olduğu gibi- yeryüzünde Allah-merkezli bir düzeni hâkim kılmamız gerekir ki insanlar olarak mutlu-huzurlu olalım. Zâten imtihan gereği olarak Dünyâ’nın ve varlığın doğal bir zorluğu vardır. İnsanlar ve imtihan için bu zorluklar yeterlidir. İnsanların yapmış oldukları zorluklar yâni düzensizlikler, rahmetten uzak olduğu için “çekilmez” durumdadır. Bu nedenle de bir-an önce yıkılıp yok edilmeli ve yeni bir düzen kurulmalıdır. Publilius Cyrus: “Değiştirilemeyen bir düzen, kötü bir düzendir” der. Bu düzen değiştirilip yeni düzen kurulmadığında, Dünyâ cennetin bir şûbesi değil, cehennemin ta kendisi olacaktır.

Allah her-şeyi muntazam yaratmıştır. O yüzden bizim de o düzeni bozmamamız gerekir ki zâten bozduğumuzda cezâsını da yine biz çekeriz. O hâlde düzenli olmak zorundayız. Çünkü düzenli olmayanlar başkalarının omuzlarına artı bir yük bindirirler.

Düzenlilik, kişinin iç-düzenliliğinin dışarı yansımasıdır. İçi düzensiz ve karma-karışık olanların, dışının düzenli olması ancak paranın yada şiddetin yaptırım gücüyle olur. Ama esas düzenlilik, kişinin düzenli olması gerektiğini anlaması, düzenliliğin bir emir ve farz olduğunu idrâk etmesidir. Bu idrâk kişide meleke hâline gelince zâten artık düzensiz olması söz-konusu olmaz. Tabi kişinin düzenli olması çocukluktan başlamadıysa ileride baya bir zor olur. Zîrâ düzenli olmanın bir bedeli vardır. Düzenli olmayı meleke edinmiş olanlara bu bedel hem ağır gelmez hem de zâten onlar düzenliliği meleke hâline getirdikleri için düzenli olmaktan zevk alırlar.

Düzenli olmak varken niçin düzensiz olsun?. Bir işi en iyi şekilde yapmak yada yapmayı istemek düzensizlikten daha iyi değil midir yâni?. İlginçtir; asıl sorun  düzensizlerde olmasına rağmen, düzensizler düzenli olanları “hasta” gibi görürler. Bu yüzden de düzenliliğe karşı düzensizliği savunmaya başlarlar. Tabi aşırı titizlik yaparak mükemmelci olmak da yanlıştır. Zîrâ hiç kimse Allah gibi düzenleyemez. O hâlde işi aşırılaştırmak hem hastalıktır hem de şirktir.  

“Düzenlilik” deyince temizlik hastalığı olarak bilinen Obsesif Kompulsif bozukluktan yada Simetri Hastalığı’ndan bahsetmiyoruz. Bunlar da ayrı bir düzensizliktir. Allah’ın yarattığından alınan ilhamlarla oluşturulacak doğal ve normâl bir düzenden bahsediyoruz ki bu düzen, başımızı kaldırdığımızda gökyüzünde her an ve her gün gördüğümüz düzenlilik örneğidir. İşte gökler gibi yeryüzünde de bir düzen kurulmalıdır. Ya göklere baka-baka bir düzen kurmak gerekir, ya mü’min insana baka-baka bir düzen kurmak gerekir, yada Kur’ân’a baka-baka bir düzen kurmak gerekir ki aslında hepsi de aynı şeydir.   

Termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi Kânunu’na göre her-şey zamanla bozulmaya, daha kullanışsız hâle gelmeye yâni düzensizleşmeye doğru gider. İşte bu, imtihan gereği olan doğal bir yasa ve işleyiştir. Bu işleyişi görece yavaşlatmak ya-da etkisini azaltmak için Allah-vahiy-merkezli bir düzenleme yapmak şarttır. Bu doğal kânun, yine doğal olan yâni Allah tarafından yaratılan diğer bir mânevi kânun (Kur’ân) ile eşitlenebilir ve yıkımı durdurulabilir ve böylece bir düzen sağlanabilir ancak.

Bir de “düzenli” insanlar vardır ki başta düzensizler olmak üzere insanların yüklerini sırtlanırlar “düzenli” olsun diye. Zâten bu düzenliler olmasa düzensizlik ayyuka çıkar ve Dünyâ kaosa dönerdi. Allah, insanları, Dünyâ’yı düzenlemekle görevlendirmiştir. Bunu en çok da düzenli olan kişiler anlar. Bu nedenle de her bakımdan “düzenli bir Dünyâ kurmak” hayâlleri vardır hep. Düzeni her zaman düzenliler sağlar-sağlamıştır.

Allah her-şeyi yerli-yerince yarattığı için, bizim de her-şeyi yerli-yerine koymamız gerekir. Zâten ancak bu şekilde adâletli olabiliriz. Zîrâ adâletli olmak “her-şeyi yerli-yerine koymak” demektir. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016















Devamını Oku »

Bilmeyenler ve Yapmayanlar


Genelini müslümanların oluşturduğu dünyâ-mazlumlarının bu perişân, bu mazlum, kötü hâllerinin; farklı bir bakış-açısına göre ise; bu vurdum-duymazlığının, bu umursamazlığının, boş-vermişliğinin, utanç verici hâlinin nedeni, iki şeyden biridir: Bilmemek ya da yapmamak. Bu iki neden farklı gruplarda “bilmemek” ya da “yapmamak” şeklinde bulunuyor. Öyle bir durumda ki, bilmeyenler bilmediklerinin, yapmayanlar da yapmadıklarının farkında değiller ya da farkına varmak istemiyorlar.

Bilmeyenler, insanlık-târihi boyunca müslümanlar olarak Peygamberimizden sonra, “uydurulmuş olan”a, “tahrif edilerek bozulmuş olan”a; “boş-verilmiş olan”a, “eklemlenmiş olan”a inandıklarından ve sarıldıklarından dolayı bilmeme durumlarını sürdürüyorlar. Bu kişilerin bilmemeleri, inanmadıklarından dolayı değildir, bilme yoluna girmediklerindendir. “İnanmadıkları için bilmeyenler” de vardır ve onlar için inanç alanını bilmenin bir önemi olmadığından bu kesim konumuzun dışındadır. İnandıkları hâlde bilmeyenler neyi bilmiyorlar?. İnancın ana-kaynağını oluşturan şeyi bilmiyorlar. Yâni vahyi-Kur’ân’ı bilmiyorlar. Neden bilmiyorlar peki?. Çünkü onu okumuyorlar. Neden okumuyorlar?. Çünkü farklı şeyleri okuyorlar. Hocalarının, şeyhlerinin, efendilerinin yazdıklarını okuyorlar, söylediklerini dinliyorlar ve onlara körü-körüne inandıkları için yazdıkları ve söyledikleri üzerinde bir şüphe duymuyorlar. Eskiden okuma-yazmanın olmadığı zamanlarda bir kişinin, bilgisiyle birilerine din hakkında bilgi vermesiyle bir eğitimin olması normâldi ve eğitim zâten bu şekilde oluyordu. Fakat bu bilme genelde vahiy-merkezli yapılmıyordu ve bu nedenle de “gerçek bir bilme” olmuyordu. İşte şimdiki bilmeyenler de aynı tutumu sürdürdüklerinden, “gerçek bilme” olmuyor. Sâdece hoca-üstad-efendilerinin söylediklerini dinlemekle yetiniyorlar ve onların söylediklerini mutlak olarak doğru kabûl ediyorlar. Böyle olunca da artık bilinecek bir şeyin olmadığını zannediyorlar ve hocalarının söyledikleri onlara yetiyor.

Bilmeyenler, Kur’ân/vahiy-merkezli değil de hoca/üstad/şeyh-merkezli yâni insan-merkezli bilgiye kilitlendiklerinden dolayı artık Kur’ân’ın bir mesajı olduğunu unutmuş durumdadırlar. Kur’ân onlar için sâdece ramazan ayında başından sonuna kadar, anlamadan, bitirmek için zorlaya-zorlaya okudukları (hatim), daha doğrusu seslendirdikleri bir kitaptır. Onu okuyup bitirdikleri yâni hatmettikleri için mutlu oluyorlar. Hocaları da onlara Kur’ân’ın bir mesajı olduğunu söylemiyor. Çünkü ya “dümen”lerinin bozulmasından korkuyorlar ya da kendileri de Kur’ân’ın mesajından bi-haberdirler. Zâten ortalıkta bir-yığın uydurma hadis dolaşmakta ve Kur’ân’ın anlaşılması için 28 bilmem ne kadar ilmin üstâdı olunması gerektiği ve Kur’ân’ın zâten okunsa da anlaşılamayacağı söylendiği için Kur’ân ramazandan-ramazana çıkarılıp teberrüken ve anlamadan okunan (daha doğrusu seslendirilen) bir kitap hâline getirilmiş durumda. Böylece artık İslâm, Kur’ân idrâk etme anlamında bir kenara bırakıldığı için (mehcûr) uydurmaların ve çeşitli dinlerden-akımlardan bulaşmış ve iktibas edilmiş uydurmaların kuşatması altına alınmış durumda. Nelere inanılıyor nelere.. Bu nedenle de hem yeni nesli tatmin etmiyor ve gençlik bir bataklığa saplanıp kalıyor, hem de küresel tağutlar meydanı boş bularak istedikleri oyunları oynuyorlar ve müslümanları Dünyâ’nın nesnesi, kölesi, hasta-adamı, terörü, şedidi, lânetlisi hâline getiriyorlar ve o şekilde îlan ediyorlar. Yâni Dünyâ’yı şeytan-merkezli ve tam da çıkarlarına uygun olarak şekillendiriyorlar. Fakat “bilmeyenler” dediğimiz kesimin umurunda mı?. Onlar bilmemezliğin girdabında, bilmemezliğin orgazmını yaşıyorlar.

Bilmedikleri şey Kur’ân’dır. Bu nedenle câhildirler. Yoksa bildikleri ve ezberledikleri binlerce ıvır-zıvır var. Fakat Allah bu bilmeleri “bilme” olarak kabûl etmiyor ve onları câhil kabûl ediyor. Mekke’nin en âlim kişilerinden olan Amr bin Hişam’a bu nedenle Ebu Cehil diyor. Yâni “cehâletin babası”. Hâlbuki bu adam şirk dîninin en başındaki kişi ve bu dînin âlimi. Bâtıl olanı bilmek, gerçek bir bilme değildir demek ki. Bilmek, “hakkı bilmek”tir ki zâten ancak “hak” olanı bilmek harekete geçiricidir. Ancak “hak” olanı bilenler eleştirir, îtirâz ve isyân eder. Ancak bunun netîcesinde bir “düzeltme” yoluna girilebilir. Bilmediğin bir şeyi düzeltemezsin zîrâ. Bilmeyenler bilmedikleri için “yapmaya” geçemezler. Zâten daha “bilmeye” bile geçemezler ki “yapmaya” yönelsinler.

Bir de “yapmayanlar” vardır. Bildikleri hâlde yapmayanlar. Bunlar işi bilirler. Çünkü sâdece bilinmesi gereken ile meşgûldürler. Fakat onların sorunu, bu bilmenin bir-türlü sonunu getirememeleridir. Bilmeyi bitirip de “yapmaya” başlayamazlar bir-türlü. Bunlar bilinmesi gerekeni (Kur’ân) didikleyip duruyorlar ve bilmeyi çoğaltıyorlar ve böylece tersinden bir “bilmeme” durumuna geliyorlar. Sanki bilmenin sonsuz kaynağının (Kur’ân) dibini bulacaklar ve sonunu getirebileceklermiş gibi. Bir-süre sonra artık bilme işini amaç olarak görmeye başladıkları için yapmayı unutuyorlar ve gündemlerine bile sokmuyorlar akıllarına bile gelmediği için. Öyle ki müslümanların perişân hâllerinin bile yine salt bilmeyle çözüleceğini zannediyorlar. Sâdece bilmeyle Dünyâ’nın düzeleceğini zannediyorlar. Sanki bilmenin öznesi olan Kur’ân sâdece uzman olan kişilere gelmiş gibi. Kur’ân’ı bir bilgi nesnesi hâline getiriyorlar. Bu uğurda okuyorlar.. okuyorlar ve sürekli yorumluyorlar. En sonunda öyle bir duruma geliniyor ki, kendileri özne, bilginin kaynağı olan Kur’ân ise nesneleşmiş oluyor ve farklı bir açıdan ya da tersinden Kur’ân yine teberrüken okunmuş oluyor. Yâni nasıl ki “bilmeyenler”in okuduğu Kur’ân, Kur’ân değil mushaf, yâni “sayfalar” ise; “bilenler”in okuduğu da mushaf, yâni “sayfalar”dır. Çünkü Kur’ân, “harekete geçirici” bir kitaptır. Harekete geçirmeyen şey Kur’ân-vahiy olamaz, “Mushaf”=sâhifeler olabilir ancak ki, o da bâtıl dinler dâhil her dinde var zâten. İbni Haldun, bilmenin de iyi bir şey olmasına rağmen bilmenin hedefinin “yapmak” olduğunu söyler:

“Bilmek ile yapmak (hâl) arasındaki fark, tıpkı konuşmak ile o konuşmanın gereklerini yerine getirip onlarla bezenmek arasındaki fark gibidir. Bunun açıklaması ve örneği şudur: İnsanların çoğu yetime ve zavallılara merhâmet etmenin insanı Allah’a yaklaştıracağını, Allah katında güzel bir davranış olacağını bilir, bunun îtirâf eder ve bunun şer’i delillerini de söyler. Ancak bu kişi, bir yetim veyâ zavallı gördüğünde, onu okşamak, şefkat göstermek ve maddî yardımda bulunmak bir yana, onunla karşı-karşıya gelmekten bile kaçar. İşte bu kişi yetime merhâmet etme husûsunda ‘bilmek’ konumunda olup, ‘hâl’ ve o bilginin gereğiyle ‘bezenmek’ konumundan uzaktır. Bâzıları ise yetime merhâmet etmenin kişiyi Allah’a yaklaştırdığını bilmek ve îtirâf etmek konumunun ötesinde daha yüksek bir konuma sâhiptir ki, o da merhâmet etmenin gereklerini yerine getirmek ve bu hususta meleke kazanmaktır. İşte böyle bir kişi bir yetim veyâ zavallı gördüğünde hemen onun yanına gider, onu okşar ve ona göstereceği şefkatle sevap elde etmeyi umar. Evet, şâyet o bunu yapmaktan men edilse bile, o bundan geri kalamaz. Sonra ona sâhip olduğu imkân ölçüsünde maddî yardımda bulunur. İşte tevhidi bilmekle, tevhidin gereklerini yerine getirip onunla bezenmek de tıpkı böyledir. Bir şeyin gereklerini yerine getirip onunla bezenmiş olmanın sonucunda -zorunlu olarak- elde edilmiş bilgi, o şeyle bezenmeden önce elde edilmiş bilgiden daha sağlam ve güvenilirdir. Bir şeyle bezenmek, sâdece soyut bilgiyle elde edilmez. Aksine o bilginin gereğini yerine getirip bunu sınırsız olarak tekrarlamak gerekir. Böylece bu iş bir meleke olarak yerleşip sağlamlaşır, kişinin bezendiği bir özellik hâline gelir ve sonuçta âhiret için faydalı olan ikinci ilim elde edilir. Uygulamadan soyut olan birinci ilmin faydası azdır. Bu daha çok, sebepleri araştıranların (teorisyenlerin) ilmidir. Esas olan, uygulamadan kaynaklanan hâlî ilimdir.

Bil ki, şâriin kullarına yüklediği her meseledeki kemâl ölçüsü şöyledir: İnanılmasını istediği şeylerdeki kemâl, o şeyin gereklerini yerine getirip o şeyle bezenmekten elde edilen ikinci ilimdir. İbâdet olarak yerine getirilmesini istediği şeylerdeki kemâl ise, o ibâdetlere aralıksız devâm etmek ve bunun kişinin bezendiği bir özellik hâline gelmesidir”.

Bilmeyenlerin ve bilip de yapmayanların bilmemeleri ve yapmamaları mevcut perişân hâlin nedenidir. Bu nedenle bilmeyenler “bilen” hâline, bilenler de “yapan” hâline getirilmelidir. Ancak o zaman bir-şeyler değişebilir ve düzelebilir. Ancak o zaman müslümanların îtibârı yükselir ve çark bu minvâlde dönmeye başlar. Bilme “bilinç”e, bilinç de eyleme yâni yapmaya döner ve Allah’ın vaad ettiği gibi eylem de bir-zaman sonra -inşâallah- devlet ve medeniyete dönüşür ve böylece Dünyâ’da zulümler biter. Ortada ne cehâlet kalır ne de zulüm. Allah bizden bunu bekliyor ve bunu emrediyor:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Bilmemekle ve yapmamakla hem Dünyâ’da hem de âhirette cehennemden (ateş) başka bir yere varılamaz. Allah’ın murâdı, îmandan sonra “bilinçli yapmalar”dır:

“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Evet; Bilme ve yapma ümmetin iki eksiğidir. İkisi bir-arada gayretle yapıldığında Allah’ın yardımı ve nîmeti bizi kuşatacaktır. İslâm söz (bilme) ve amel (yapma) dînidir:

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016




















Devamını Oku »

“Uydurulmuş Din”den Kurtulmak


Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra başlayan adâletsizlik ve çatışmalar, dîni yozlaştırmaya başlamış ve “birilerinin” çıkarına uygun olarak uydurmaların karıştırılmasına mâruz kalmıştır. Zâten din, asıllığını-özünü, adâletin kaybolup zulmün açığa çıkmaya başladığı zamanlarda kaybetmeye başlar. Bir din aslını kaybedince ayrılıklar baş-gösterir ve her kesim dîni kendine göre yorumlamaya başlar ve asla-öze aykırı yeni bir din çıkar ortaya. İşte bahsettiğimiz dönemden sonra başlayan ve Emevi-Abbâsi’lerle devâm eden “hakka uygun olmayan” yönetimler zamânında dîne bin türlü uydurmalar sokulmuş ve din yozlaştırılmıştır. Dînin aslı olan Kur’ân, Allah’ın da vaâd ettiği gibi koruma altındadır. Bu nedenle Kur’ân bir “arttırma” ve “azaltma” anlamında tahrif edilemez. İslâm’ın tahrif edilmesi, uydurulmuş hadis-söz ve rivâyetlerle ve aşırı-aykırı yorumlamalar ile olmuştur-oluyor.

Hz. Ali devrinde başlayan farklı-aşırı yorumlama tarzı, bir-zaman sonra İsmâili’lerin başlattığı aşırı ve farklı yorumla(ma)rla anlam-kaymaları yaşanırken; diğer taraftan ise uydurma hadislerle tahrife ve uydurmaların artmasına katkıda bulunulmuştur. Bu-arada dînin asıl kaynağı ölçü alınmaktan çıkmıştır. Fetihlerin ilerlemesiyle farklı bölgelerin-ülkelerin dinleri ve görüşleri de bu uydurmalara ve tahriflere büyük katkı yapmıştır. Eski yunan-kaynaklarının arapçaya çevrilmesi de buna tuz-biber ekmiştir. Bu uydurmalar aslında Kur’ân’ın “merkez” olmaktan çıkarılmasıyla olmuştur-oluyor. Çünkü Kur’ân’ın belirleyiciliği bırakıldığında bu uydurmalar rağbet kazanıp yer edinir ve işte bahsedilen zamanlarda da böyle olmuştur. Bu uydurmaların kayda geçirilmesiyle ve her kesim kendi yanında olanı övdüğünden ve savunduğundan dolayı bu aykırılıklar kayıt altına da alınarak resmîleştirilmiştir. Kur’ân bu durumu kınıyor ve mü’minleri böyle yapmaktan men ediyor:

“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-am 159).

Bu uydurmalar hâlen devâm ediyor. Birileri hâlen uyduruyor ve dîni tahrif ediyor ve Kur’ân’ı “merkez” olmaktan çıkarıyor. Öyle bir duruma gelinmiş ki, bu uydurmalar artık akâidin konusu olmuş ve bu uydurmalara Kur’ân ile bile karşı çıkınca ve; “bakın kardeşim, uydurma rivâyetler böyle yazıyor ama dînin asıl kaynağında; yâni Muhammed bin Abdullah’ı, “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” yapan Kur’ân’da, bu uydurma rivâyetlerin söylediğinin tam tersi söyleniyor. Bu uydurmaları bırakın da gelin Kur’ân’a uyun” denildiğinde, karşıdaki kişi sizi kâfir-fâsık ve zındık îlan edebiliyor ve ilişkisini bile kesebiliyor. Uydurmaların yazıldığı kaynakların yanında Kur’ân’ın bir değeri olmuyor ve “Buhâri ve Müslim çökerse İslâm çöker” denebiliyor. Hâlbuki dîni asıl çökerten, çoğunlukla uydurmaların yazılı olduğu Kur’ân’a aykırı sözleri ihtivâ eden kaynaklardır. Aslında Kur’ân unutulursa (mehcûr) İslâm (daha doğrusu müslümanlar) çöker. Kur’ân diriltildiğinde ise İslâm şahlanır ve Dünyâ’yı da şahlandırır. Çünkü Peygamberimiz zamânında Kur’ân’dan başka bir şey yoktu ve devlet kurulup İslâm-dîni gücünü kısa-zamanda göstermişti ve hayâta hâkim olmuştu. Yine tam-aksine; Kur’ân’dan kopulduğu ve uydurmaların yazıldığı kaynaklar baş-tâcı edilince İslâm medeniyeti çökmeye başlamıştır. Bu kaynaklarda bahsedilen sözleri mutlak anlamda yok kabûl etmiyoruz ama İslâm’ın ana-kaynağı ve esâsı Kur’ân’dır ve bu nedenle Kur’ân’a göre bir din-anlayışı ve hayat belirlenmelidir.

Peki yazımızın başlığında da belirttiğimiz bu uydurmalardan kurtulmanın yolu nedir?. Birileri yüzyıllardır kemikleşmiş bu uydurmaları ve bu uydurmaların yazılı olduğu kaynakları ve bu kaynaklara sıkı-sıkıya bağlı olanları, yine “sâdece ilim ile, bilgi ile” değiştirebileceğini zannediyorlar. Bu uydurulmuş din sâdece ilim ile değil, siyâsetle de desteklenerek güçlenip yer etmiştir. Bu nedenle, uydurulmuş dinden kurtulmak da sâdece ilim yoluyla olamaz. Kur’ân’i bilgi çok etkilidir, eyvallah, fakat bilgi tek-başına, yâni eyleme dönmedikçe somut etkilere dönüşemez. Sâdece kısmî zihinsel değişiklikler yapabilir. Fakat bu değişiklik toplumsal-küresel bir değişikliğe yol açamaz. Çünkü siz nasıl Kur’ân’ın değerini anlamış biri olarak Kur’ân’a bağlı iseniz; uydurmaların peşinden gidenler de (bağlılık anlamında) aynı-şekilde o uydurmalara bağlıdır ve bu kişilerin sâdece söz ile o uydurmalardan vazgeçmesini sağlayamazsınız.

Yapılması gereken şey, yine Kur’ân’dan yola çıkarak yâni düşüncesini-felsefesini-teorisini Kur’ân’dan alarak bir pratik gerçekleştirmek olmalıdır. Bu da ancak Kur’ân-merkezli oluşturulacak olan bir siyâsetle olur. Çünkü insanlar ne olursa-olsun Dünyâ’ya bedenlerinden bağlıdırlar ve maddiyatı da belirleyen siyâseti tâkip etmek ve ona zoraki de olsa uymak zorundadırlar. Bu nedenle bu uydurmaları yok edecek ve kurtaracak etken siyâsettir ama bu siyâset, “Kur’ân/vahiy-merkezli olan bir siyâset” olmalıdır. Bu zorunludur. Çünkü böyle olmadığında yâni vahiy-merkezli bir siyâset olmadığında bu uydurmalardan bırakın kurtulmayı, zamanla bu uydurmalar çoğalıp daha da sağlamlaşacaktır. Zîrâ bu uydurmalar, Kur’ân-merkezli bir siyâsetten kopulduğunda ortaya çıkmaya başlamış, çoğalıp yaygınlaşmış ve kemikleşmiştir. İşte bu nedenle Kur’ân ve sünnet-merkezli oluşturulacak bir siyâset, bu uydurmaları, gerek söylemlerle dikkat çekerek ve gerekse “zor” kullanarak yok edecek ve insanları bu uydurmalardan kurtaracaktır.

Bakın; çok iyi bir âlim, televizyona çıkıp konuşsa ve dese ki; “şu-şu rivâyetler uydurmadır ve dîne aykırıdır, aslı Kur’ân’da şu şekildedir”, küçük bir kesim dışında onun dediklerini kabûl etmez ve karşı taraftan da bir-çok eleştiri ve îtirâz gelir. Fakat aynı şeyi başbakan ya da cumhurbaşkanı söylese, yada bir darbe-devrim ile başa gelmiş en üst düzeydeki asker söylese, insanlar hem daha kolay inanır, hem de karşı tarafın bir eleştirisi-îtirâzı, başta korku olmak üzere çeşitli nedenlerden dolayı olamayacağı için bu uydurmalardan daha kolay kurtulunabilir. Bu sebeple laik bir devlette bu tür uydurma inanışların bitmesi söz-konusu olamaz. Kurulan siyâset ve siyâsetin başındaki kişi bu uydurmaları “rezil edecek”, “küçümseyecek” ve “aşağılık olarak” îlan edecek olduğunda, artık o uydurmaların değeri düşmeye başlar. Hele ki bu uydurmalar aşağılandığında ve zâten -başından îtibâren- hak olan din en iyi şekilde ortaya konulduğunda, artık o uydurmalar hayâtiyetini yitirecektir. Bunu bir zorbalık olarak görmek yanlıştır. Ne de olsa Peygamberimiz de, Mekke halkının aşırı bağlı olduğu putların tamâmını kırıp parçalamıştı.

Bir yanlışlığı-kötülüğü-çirkefliği “sâdece güzellikle” def edemezsiniz. Vahiy-merkezli bir inşâ, bâtıl-merkezli bir temel üzerine kurulamaz. Zâten etkili bir yanlışın, bir zulmün, küresel çapta bir çirkinliğin güzellikle ve kırıp dökmeden değiştirilip düzeltildiğinin (kısmen Yûnus Kavmi hâriç) insanlık târihinde bir örneği yoktur. Bir şeyi rezil etmekle, “ölçülü zor kullanma”larla, yasaklar belirlemekle ve çeşitli yollarla; Kur’ân-merkezli doğrular yâni hakkın en iyi şekilde ortaya konmasıyla ancak, uydurmalar ve şirk değerini yitirip, “hak olan” değer kazanır ve hayatta görünür olur. Zâten hak olan söylem ancak, bahsettiğimiz bu tarz bir ilmî-siyâsî ortamda dikkatli ve odaklanarak dinlenecektir ki, bunu söyleyecek ve onaylayacak olan kişi, siyâsetin başındaki “karizmatik kişi” olursa, en azından ilk-başta hatır-gönül ile başlayan “uydurmalardan vazgeçiş” ve “hakka yöneliş”, bir-zaman sonra samîmiyete dönebilecektir.

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

Vel hâsıl kelam; uydurulmuş din, hak dînin sâdece söz ile ifâdesiyle değiştirilemez. “Hak” da olsa sâdece söz ile “uydurulmuş din”den kurtulamayız. Fakat sâdece siyâset ile de olmaz bu kurtuluş. Kur’ân gerçek anlamda idrâk edilip, sonra da Kur’ân-merkezli bir siyâsetin kurulması ve bununla birlikte söz ve eylem ile, biraz da zorlanarak ve hakkın ortaya konmasıyla ancak “uydurulmuş olan din” değersiz hâle getirilebilir. “Hak din” güçlü bir şekilde uygulamaya konulduğunda “uydurma din” ya def olup gidecektir, ya da yok olup gidecektir. Aynen asr-ı saadet sürecinde olduğu gibi..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016







Devamını Oku »

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kuşatılmışlık


Dünyâ’nın, Fransız Devrimi ile başlayan seküler değişimi, 20. yy.’da ve özellikle de 2. dünyâ-savaşından sonra hızlandı ve “soğuk savaş”ın bitimiyle birlikte Dünyâ’da tek-merkezli, tek-düşünceli bir anlayış-ideoloji ortaya çıktı ve hâkim oldu. Bu ideoloji(ler) tüm Dünyâ’yı ağır bir kuşatma altına aldı. Fakat insanlar, her yönden kuşatılmışlıklarına rağmen, -bir kesim hâriç-, “nefse nişan almış” olan bu kuşatmaya ve değişime; “hazza alıştırıldığı için” ses çıkar(a)mıyor, îtirâz düşüncesinde olmuyor ve hattâ eleştirmiyor bile bu sistemi. Oysa târihin hiç-bir zamânında insanlar bu oranda bir kuşatılmışlık içinde bulunmamışlardı. Şeytan-merkezli tâğutların kontrôl ettiği bu sistemde, doğumumuzdan ölümümüze kadar “bizi bize bırakmayan bir dünyâ-anlayışı ve düşüncesi” var. Öyle bir kuşatılmışlık ki bu, hangi birine îtirâz ve isyân edeceğini şaşıran insanlar, boş-vermiş bir şekilde bir “yenilmişlik” duygusu içinde yaşıyorlar. Maddeye aşırı kilitlenmiş ve odaklanmış olan insanlar, bu kuşatılmaya ne şekilde îtirâz edilebileceğini bilemiyorlar. Aslında tüm insanlık-târihi boyunca vâr olan eleştiri-îtirâz-isyân kaynağını (vahiy) ise, güçlü vaz-geçiş bedellerini göze alamadıkları için gündeme getir(e)miyorlar. Âdetâ ruhsuz-şuursuz robotlara dönüştürülmüş olan insanların yaşadığı modern-seküler Dünyâ’da, aşağıda bahsettiğimiz alanlardaki kuşatılmışlıklar belirgin şekilde öne çıkıyor..  

Bebeklik Dönemi: İnsanı kendine bırakmayan bu kuşatma ideolojisi, çocuğun hasta-hâne dışında doğmasını neredeyse yasaklamış durumda. İlle de bir hasta-hânede doğmasını şart koşan “baş-kuşatıcı şeytan”ın taşeron kuşatıcıları, çocuğu hemen, belirlemiş oldukları kontrôl sürecine sokarak; kan alma, aşılar, beslenme vs. ile kontrôl-kuşatma altına alıyorlar. Çünkü tâğutlar, insanların, kendi belirledikleri bir yaşam-tarzı, düşünce ve tüketim dışına çıkmasını istemediklerinden, bu kuşatmayı daha doğum ânından îtibâren yapmak zorundalar. Aksi-takdirde ipin ucunu kaçırabilirler ve “sistem” çökme tehlikesine girebilir. Sıkı bir kontrôle tâbi tutulan bir çocuğun onların belirledikleri kontrôl sürecine tâbi tutulması kânunlaştırılmış durumdadır. Kimse bu kânunların dışına çıkmaya kalkamaz. Meselâ çocuğun ana-babası, çok şüpheli olan aşı uygulamasını yaptırmak istemediklerinde hem kânuni hem de toplumsal baskılara mâruz kalabiliyorlar. Yine, çocuğun ne kadar süre annesinin sütünü emeceğini belirliyorlar. Hâlbuki Yaratıcı bunu en iyi belirleyendir:

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).

“Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…” (Bakara 233).

“Biz insana, anne ve babasına iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve güçlükle doğurdu. Onun (hâmilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır..” (Ahkâf 15).

Bu âyetlere rağmen emzirme süresi belirleniyor ve anne-sütü en iyi besin olmasına ve yetmesine rağmen yine de, kendi hazırladıkları ve çocuğun kişiliğine de etki eden katkılı mamaları biraz da zorlayarak “tavsiye”(!) ediyorlar. Bu mamalar çocuğun; tâğutların kendi istedikleri bünyeye, düşünceye ve isteklere sâhip olmasını sağlayabiliyor. Çünkü “insan, yediğidir”. Onun kişiliğini yedikleri de belirler. Anne-babalara çocuğun giysilerini, giysilerin rengini, yatacağı yeri vs. ve ne tarzda büyütüleceğini, kapitâlist-liberâl sistemlerin tam da istediği gibi yapmaları çeşitli kanalla dikte ediliyor. Modernizme alıştırılmış ve alışmış olan ana-babalar da yapılan bu şeyin “iyi” olduğu zannediyorlar ve belirlenmiş olan bu düzene-sisteme tam bir bağlılıkla uyuyorlar. Zâten ana-babaların bu sisteme uyması biraz da mecbûri bırakılıyor. Çünkü modern sistemde “görece” iyi yaşamak için “kadın-erkek berâber çalışmaları gerekir” düşüncesi hâkim olduğundan, ana işe, baba işe, çocuk da kreşe gidiyor ve çocuk karakterini sistem tarafından belirlenmiş olan bu yerlerde kazanıyor. Bu karakter tabî ki de, şeytanın uşakları olan tâğutların oluşturduğu sisteme tam uygun iken; İslâm’a-fıtrata zinhar uygun olmayan karakterdir.

Okul Çağı: Okula ne zaman başlayacağını her çocuk için aynı yaş ile belirleyen sistem, çocukların “ana-okulu” diye adlandırdıkları yerlere gönderilmelerini çeşitli psikolojik dayatmalarla zorluyorlar. En iyi ana-okulu, çocuğun annesinin yanında olduğu evdir. Adı “ana-okulu” olan ama annelerin olmadığı bu yerlerde çocuklar “modernizme göre insan yetiştirme”nin ilk başladığı yerlerdir. Burada çocuklara öğretilen şey şudur: “Sıkıntısız bir hayat hedefiniz olsun”. Bu söylem psikolojik olarak ve çeşitli bilinç-altına yönelik söylemlerle işleniyor çocuğa. Artık bu telkinleri alan çocuk ilk-okula başlamaya hazırdır.  

7 yaşına kadar çocuğun gelişimi ve yetiştirilmesi çok önemlidir. Çünkü çocuğun şahsiyeti 7 yaşına kadar belirlenir. Yahudiler, “çocukları 7 yaşına kadar bize verin, biz eğitelim, ondan sonra nereye isterseniz gönderin” derler. Çünkü, araştırma verilerine göre çocuklar 6-7 yaşlarında karakterini kazanır. Ondan sonra “kendi içinde büyük devrimler yapamazsa” değişemez artık. Fakat daha bu yaşa bile gelmeden kreşlere gitmeye başlayan çocuk, ilk-okulda da aynı sistem-içi kuşatmaya mâruz kalmaya devâm ediyor. Artık çocuk ilk-okul dönemi olan yaklaşık 8-10 yıllık bu dönemi, sistemin kuşatma-merkezli düşünce, tüketim, davranış biçimlerini özümsemiş olarak gençliğe adım atıyor.

Gençlik Dönemi: Gençlik dönemi bir insanın artık kendi düşüncesine göre tüketim yapacağı bir yaş olduğu için, sistem bu yaştaki gençlere özel programlar uyguluyor. Neredeyse her-şey onlar için yapılıyor. Yeme-içme, giyim-kuşam, davranış, eğlence vs. her-şey, sistemin belirledikleri formatta sunuluyor ve gençler de haz-merkezli ve nefse tam uyumlu olan bu sunumların büyük bir keyifle çok sıkı müşterisi oluyorlar. Ana-babalar “geçim derdi”ne sokulduğu için ilgilen(e)medikleri çocuklar; tüketim, düşünce, ilişki biçimleri, alışkanlıklar, karakter ve ahlâk(sızlık)larını, zamanlarının büyük kısmını geçirdikleri okullarda kazanıyor. Artık hayatlarını, burada belirledikleri şekilde sürdürüyorlar. Zihinsel devrimler yapan çocuklar farklılaşıyorsa da bunların sayısı çok az oluyor. Fakat sisteme-kuşatmaya göre davranışa alışan çocukların-gençlerin düşünce şekilleri ve hayat-tarzları tabî ki de tam da “sistem”in istediği şekilde oluyor ve İslâm’a-fıtrata neredeyse taban-tabana zıt oluyor. Zâten sistem de İslâm’a-fıtrata aykırı bir program geliştirmiştir. Aksi-hâlde düzenlerini tutturamazlar ve Dünyâ’ya hükmedecek hâle gelemezlerdi.

Gençlik büyük bir kuşatılmışlık içinde yaşadığı hâlde bunun farkında olamıyor çeşitli nedenlerle. Çünkü gençlerin bulundukları yaşları; nefsin, arzuların, güçlerinin  vs. zirve yaptığı dönemlerdir ve yaptıkları şeyi iyi olduğunu zannederler bu nedenle. Uyarılara da yine bu nedenle kulak asmıyorlar ve kendilerini uyaranlar, kendilerinden yaşça büyük olan başta ana-babalar olmak üzere yaşlı kişiler olduklarından ve gençlere uygulanan program, bu yaşlı kişilerin düşünce ve sözlerine aykırı olduğundan, ayrıca gençler de kendilerine sistem tarafından uygulanan programı yemiş-yutmuş ve hattâ sindirmiş bulunduklarından, onların bu uyarılarını küçük görüp yobazca buluyorlar ve onları hor görüyorlar. Onların zaman-dışı kalmış ve bu nedenle de geri-kafalı olduklarını düşünüyorlar. Çünkü her-şeyden daha değerli olan “öğüt”, sistem dâhilinde hiç-bir işe yaramayan boş bir şey olarak düşünülüyor ve “şerefsiz ama zengin” yada “ünlü” birinin beş-para etmez bir sözü onlara daha câzip geliyor. Yine; elektronik ve sosyâl-medya tarafından kuşatılmışlık ve hattâ köleliğe düşürülmüş olan gençler, bir boşluğun içinde, tam da küresel tâğutların istediği gibi “profesyonel tüketiciler” olarak çıkıyorlar piyasaya.

Askerlik: Tam okul bitmişken, meslek öğrenilmişken, evlenilecekken, araya bir “askerlik” sokuluyor ve kişinin fikri alınmadan ve durumunun uygun olup-olmadığına bakılmadan askere çağırılıyor ve toplumsal olarak kuşatılmış olan halkın da baskısıyla askere gitmeye mecbûr kalıyor ve icâbında hedef gösterdikleri kişileri öldürmeye zorlanıyorlar ve belki de “kâtillik” olan bu eylemi, “kahramanlık” olarak îlan ediyorlar. Üstelik bunu yapmak zorunda olanlar, toplumun alt seviyesinde olan ve bu nedenle askerlikten “para vererek yırtamayanlar”dır. Mecbûren askerliğini yapacaktır, tabi biraz da “vatan-millet Sakarya” gazıyla. Zîrâ ırkçı-milliyetçi ideoloji olan ulus-devlet anlayışı insanları kuşatmıştır ve bunu dayatmaktadır. Aynı vatan içinde yaşadıkları insanlarla mücâdele etmelerini ve birbirlerini öldürmelerini salık veriyorlar ve bu-arada çeşitli kayıpların yaşanmasından doğacak isyanları da “şehitlik” kurgusuyla yumuşatıyorlar. (Vatana yapılan bir saldırıya karşı mücâdele vermek bir görev ve kahramanlıktır. Fakat şehâdet İslâm ile alâkalıdır ki, ancak “Allah yolunda” olduğunda geçerlidir). Böylelikle düşmanlıklar körüklenerek tam da küresel tâğutların istediği doğrultuda bir askerî siyâset ile kuşatılıyor ülke ve insanlar. Askerlik yapmaya zorlanan bu kişilere askerlik yapıp-yapmak istedikleri sorulmuyor ve insanlar hem kânunen hem de kamusal baskı ile bu yola sokuluyor ve “askerî kuşatılmışlık” sürdürülüyor. Hâlbuki zorunlu askerlik Dünyâ’da çok yakın zamâna kadar yoktu. Çok a-normâl olmayan durumlar hâriç profesyonel bir askerlik sistemi vardı.

Evlilik-Eş Seçimi: Evliliğin nasıl olması gerektiğini de şeytanın emrindeki küresel tâğutlar belirliyor. “Çıkma” denilen 3-5 yıllık bir zamandan sonra kişilerin kendi aralarında yaptıkları nişanı, büyük masraflarla yapılan evlilikler tâkip ediyor. İnsanların bu masrafları yapıp-yapamayacağına bakılmıyor ve bu konuda da toplumsal bir baskı kurulmuş durumdadır. İslâm ve fıtrata göre evlilik şu şekilde olur: “3-5 ay süren kısa bir nişanlılık dönemi ve normâl bir mehirle, çok da kalabalık olmayan bir topluluğun katılımıyla yapılan merâsimle olan evlilik”. Oysa modern zamanlarda evlenmenin bedeli en aşağı 20-30.000 lira. Asgarî ücretlinin 1,5-2 yılda kazandığı parayı harca(ya)mayanlar evlenemiyorlar. Bu nedenle de toplumda evlilik-yaşı uzadıkça uzuyor. “Allah’ın emri ve peygamberin kavli (sözü)” ile başlayan süreç, dansözlerin oynatıldığı, içkilerin içildiği ve gösterişin ayyuka çıktığı düğün salonlarında isrâf ile birlikte devâm ediyor. İnsanlar doğum, evlilik ve ölümü çok büyütüyorlar. Çok normâl ve doğal olan bu olaylar modernizmin ve küresel etkilerin dayatmasıyla zorlaştıkça zorlaşıyor ve bu sebeple de toplumun yapısı bozuluyor.

Nasıl bir tipte ve davranışta bir kız yada erkek seçileceğine medya ve modern tarzlar karar veriyor ve aslında hiç de uygun olmayan seçimler yapılıyor, yada uygun olmayan özentiler yayılıyor. Meselâ bir kadın profili çiziliyor. Bu profil yıldan-yıla değişebiliyor. Bu kadın aslında “kadın fıtratına” çok da uygun olmamasına rağmen, “sistemin kararlaştırıldığı iyidir” düşüncesiyle kuşatılmış insanlar, sistemin kendilerine “iyi” olarak gösterdiği tiplere yöneliyorlar. Hoşlanmasalar bile yöneliyorlar. Çünkü “iyi” olarak belirlenen şu-anda odur. Bu tiplere herkes ulaşamadığı için evlilikler erteleniyor yada evlenme düşüncesi yok ediliyor. Tabi bu-arada gayr-i meşrû cinsel ilişkiler yaygınlık kazanıyor. Hattâ yeni “cinsel tercih”ler çıkıyor ortaya.

Bir arkadaşımın anlattığına göre, Afrika’nın bir ülkesinden okumaya gelen bir gençle şöyle bir konuşma yapmışlar: “Senin ülkende evlilik nasıl oluyor?” diye soran arkadaşıma Afrika’lı genç şöyle cevap vermiş: “Meselâ sabah saat 8’de âilenin büyüğüne evlenmek istediğini söylersin. O da bir-kaç kişi ile görüştükten sonra öğleye doğru kız istemeye gidilir, mehir biçilir, öğleden sonra çadır kurulur yada ev düzenlenir, yemekler yenir ve akşama da nikâh kıyılıp gerdeğe girersin” diye cevap vermiş. Bir-kaç dakîkada ayrılmanın kolaylaştırıldığı modern-dünyâda, evlenmeler çok zorlaştırılıyor ve tam tersine; evlenmelerin kolaylaşıp boşanmaların zorlaştırılması gerekirken, tersi yapılarak fıtrata aykırı davranılıyor ve insanlar modern-kapitâlist evlilik süreçleri ile kuşatılıyorlar ve mahrûm bırakılıyorlar.

İş-Ev-Eşyâ-Araba: İş, modern dönemde tabulaştırılmış bir konudur. Yeryüzünde geçinmek için bir-çok yol olmasına rağmen, sistemin belirlemiş olduğu tarzda yaşamak için yine onların öne çıkardığı işlere kilitleniyor insanlar, fakat çoğu bu işlere ulaşamıyorlar doğal olarak. Çok doğal olan ve insanlar tarafından binlerce yıl yapılan, ana-babalarının yaptıkları işlere burun kıvıran insanlar, sistemin kölesi olmak pahasına küresel tâğutların kölesi olacak işlere yönelebiliyorlar. Başlarını sokacak küçük bir evden bile yoksun oldukları hâlde, saray gibi evler hayâl edebiliyorlar ve câhillikle bir-çokları, hayatlarının ilerideki 15-20 yılını küresel tâğutlara-sermâyedarlara ipotek ederek (yâni kredi alarak) hayâlini kurdukları evlerin benzerlerine güyâ ulaşabiliyorlar. İşlerini görebilen ve onları yolda bırakmayan arabalara da burun kıvırıyor ve yine hayatlarını ipotek ederek “toplumdan farklılaşma adına” gelirleriyle hiç de uyumlu olmayan arabalar alıyorlar yada en azında almayı hayâl ediyorlar. Çünkü bir kuşatılmışlık içindeler ve bu kuşatılmışlık “aşağılık komleksi” yada “üstünlük kompleksi” çerçevesinde sürdürülüyor. Çünkü kendi kararları yok. Onlara ne alacaklarını, nasıl yaşayacaklarını “sistem” öğretiyor. Bu nedenle de sistemin kuşatılmışlığı içinde sisteme tam bir kölelik yapılıyor ve “tam itaat” ediliyor. Çünkü aksi-hâlde istedikleri şeylere ulaşamıyorlar. Her-türlü eşyâ için de aynı şey geçerli. Hiç de gerekli olmayan her şeyi almak istiyorlar. Almayı, “iyi yaşamak” zannediyorlar. Oysa aldıkları şeylerin kölesi oluyorlar. Ev eşyâdan geçilmiyor ve kendileri ayakta duruyorken eşyâlar köşe-başlarını tutmuş, oturuyor.

Elektronik: Elektronik cihazlar “modern insanın kelepçesi” olmuş durumda. “Elektronik kelepçe”. Elektronik cihazların çekip sürüklediği yere gitmek zorundalar. Bu cihazlar insanları âdetâ … gibi peşlerinden sürüklüyor. Öyle bir kuşatma ki, içki-kumar-uyuşturucu-sigara bağımlılıkları bu bağımlıklıların yanında artık “ikinci mesele” olarak kalmaya başladı. Hiç-bir şey olmasa, sâdece bu elektronik cihazlar bile insanları istedikleri gibi kuşatmaya ve yönetmeye yetiyor küresel tâğutlara. Kuşatılmışlığın zirvesi belki de bu konuda yaşanıyor.

Elektronik cihazlar olan televizyon ve bilgisayar, gazetelerden sonra medyanın gücünü çok-çok arttırmıştır. Artık insanları medya aracılığı ile istedikleri gibi denetleyebilmekte ve kuşatabilmektedirler. İnsanları istedikleri doğrultuda yönlendirebildiklerinden, onların her konuda en ince ayrıntısına kadar nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğinin belirlemesini yapabiliyorlar. Böylece ortaya sorumsuz, tembel, pısırık, uyuşuk, ahlâksız, nefsinin kölesi olmuş ve sâdece çeşitli tüketimler yapmak isteyen ve kölelik-sistemini ayakta tutarak kuşatılmışlığı büyüten toplumlar oluşturuluyor.

Yeme-içme: İnsanlar aslında ekmek-soğanla bile doyabilirler. Tabî ki insanın farklı besinlere ihtiyâcı vardır. Fakat modern insanın yemek konusundaki istekleri ve israfları  o kadar çoktur ki, bu yüzden dünyâ-insanlarının bir-kesimi aç kalıyor ve açlıktan dolayı ölümler yaşanıyor. Peygamberimiz:

“Biriniz yemek yerken “Bismillah” desin; başta söylemeyi unutursa sonunda “Bismillahi fi evvelini ve âhirihi “Başında da sonunda da Bismillah” desin” (Ebu Davud, Tirmizi); “İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği de dört kişiye yeterlidir” (İbn Mâce) ve “Bir kişilik yemek iki kişiye yeter. İki kişilik yemek dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Tirmizi) der.

Gerçekten de öyledir. İnsanların en çok paylaşmadıkları şey yemekleridir. Öyle ki; çöpe giden yemekler, açlıktan ölümleri yok edebilecek orandadır. Yeme-içme ile kuşatılmış olan insanlar, şeytanın taşeronluğunu yapan küresel tâğut ve sermâyedarların tam istediği gibi tüketmeye devâm ediyorlar.

Sosyâl İlişkiler: Sosyâl ilişkiler rûhunu kaybetmiş durumdadır. Kimse kimseye güvenmiyor. Hattâ en yakın akrabâlar bile birbirlerine güvenmez hâle geldi. İlişkiler “çıkar ilişkisi”ne dönmüş durumda. Bir dost diğerinden bir şey isteyemiyor (yada aldığında istismâr ediyor). Meselâ sıkışık bir durumdayken bir miktar borç para isteyemiyor da bankadan kredi alıyor. Zâten bu, “sistem”i kuran şerefsizlerin bir plânıdır. İnsanlar arasındaki güveni bozacaklardı ki zor durumda kalan insanlar onlara yalvarsınlar ve böylelikle onların dediklerini kabûl etsinler. Samîmiyet kelimesi âdetâ korkulacak bir kelime olmuş durumda. Samîmiyet denildiğinde korkanları biliyorum. Dost olmaktan korkuyorlar. “Acaba benden ne çıkarı olacak?” düşüncesi tüm benliklerini sarmış. Kendilerine yapılan bir iyiliğe anlam veremiyorlar. İnsanlar artık bir-birleriyle konuşamayacak duruma gelmiş. Her sohbetten sonra sohbet ettiği kişiyle ilişkisini koparmayı düşünmek normâlleşti. “Sözde arkadaşlıklar-dostluklar-akrabâlıklar” var artık. Çünkü insanlar büyük bir kuşatılmışlık içinde ve bu kuşatılmışlığın yazdığı senaryoyu oynadıkları için, o senaryo gereği her çeşit güvensizlik, korku, îtimatsızlık, sevgisizlik, merhâmetsizlik, yakınlık kurma korkusu ayyuka çıkmış durumda. Çok kalabalık metropôllerde büyük yalnızlıklar yaşanıyor bu nedenle.

Âile Yapısı: Âile neredeyse çökmüş durumda. İslâm ve fıtrat-merkezli âileler dağılmış ve yerlerine yenileri kurul(a)mamış olduğundan, âileler çökmeye yüz tutmuş. Batı’da zâten çökmüş durumda. “İslâm çimentosu” hâlen tutuculuğunu devâm ettirdiğinden, bu durum müslüman ülkelerde yıkılmamış durumda fakat çatırdamalar başlamış. Adam karısından bir bardak su isteyemiyor rahatlıkla. “Kadın-erkek eşitliği zırvalığı” söylemi özellikle kadının nefsine mıhlandığı için, kadın erkeğe-kocasına hizmet etmeyi zûl görüyor. Hâlbuki iş-yerlerindeki “erkek patronlar”ına hizmet etmekten bir sıkıntı duymuyor ve emrini ânında yerine getiriyor. Çocuklar ana-babalarını ve büyüklerini sevmiyor. Onların sözlerini yerine getirmiyor ve onlarla yan-yana gelmekten bile sakınıyor, utanıyor. Üzerine titreyen ana-babalar çocuklarına olan sevgi ve merhâmetleri nedeniyle bu duruma bir şey demiyorlar fakat “küresel şerefsiz bir kuşatma”nın altında olan modern çocuk ve gençler, sırtlarında taşıması gereken, “öf” bile dememesi gereken ana-babalarından nefret eder hâle gelmişler. Allah bu konuda çok hassas olduğu için şöyle emrediyor:

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge” (İsrâ 23-24).

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).

Bir-gün bir kişi Peygamberimize gelerek; “anne-babanın evlatları boynundaki hakkı nedir?. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlar senin cennet ve cehennemindir”.

Emeklilik: Ne zaman emekli olacağına da kendi karar vermeyen insanlar, emekli olduklarında, “bir kenara atılan faydasız insanlar” gibi algılanıyorlar modern zamanlarda. Sistemin kuşatması altında olan gençler ana-babalarına yada yaşlılara acımıyorlar ve onlara sevgi-merhâmet göstermiyorlar. Hem de bir zaman sonra kendisinin de onlar gibi olacağını bildiği hâlde. Bunun nedeni, küresel kuşatmanın kendilerine sunduğu hazları rahatça yaşama sevgisi ve azmidir. Artık huzur-evlerinin sayıları artıyor, yaşlılar evlerinde değil de, hasta-hânelerde yada huzur-evlerinde yalnız ölüyor. Zâten modern zamanlardan en olumsuz yönde etkilenenler yaşlılardır. Bu nedenle de emekliliklerinde memleketlerine-köylerine gitmek onlar için en iyisi oluyor. Çünkü ancak o yerlerde kendileriyle aynı düşüncede-anlayışta kişiler bulduklarından mutlu-huzurlu olabiliyorlar. Modern kentler yaşlılara-emeklilere zulmediyor.

Ölüm ve Mezar: Artık insanların ne kadar yaşaması gerektiği bile hesaplanmak isteniyor. “Ne kadar yaşarsa ne kadar tüketir”, ona bakılıyor. Zâten artık hem üretim yapamayan hem de tâğutların istediği tüketimi yapamayan yaşlılar değersizleştiriliyor ve onlar için en iyisi “ölmek” oluyor. Öldüklerinde de nereye gömüleceğini kendisi vasiyet edemiyor. Meselâ bahçesine gömülmek isteği yerine getirilemiyor. Kentlerden olabildiğince uzak olan ve ölümü hatırlatması mümkün olmayan bir dağ-başına götürülüp gömülüyor. Hâlbuki eskiden şehirlerin tam orta yerine yapılırdı kabirler. Mezarların baş-uçlarında eski doğal ama buram-buram rûh tüten, canlı ve sıcak, o bölgeden alınan taşlarla değil; buz gibi soğuk ve ruhsuz mermerlerle, estetikten uzak bir şekilde, bâzen de maddî imkânı iyi olanlar tarafından çok abartılı olarak ve yoksul kimseyi bir-kaç yıllık geçindirecek bir meblağ harcanarak çok gösterişli olan yapılarlarla çevreleniyor. Çünkü mezarlıklar, tâğutların belirlediği sistemin kuşatıcılığında ve kapitâlizmin doğrultusunda bir “mermer yatakları” hâline getirilerek tüketim çılgınlığının yaşan(ma)dığı merkezlere çevriliyor. Hiç-bir şeyden haberi olmayan mezar-sâkininin mezarı bile, kendi istediği şekilde olmayabiliyor ve “küresel kuşatmanın altında yatıyor” ölen kişiler.

Sistem tarafından kurgulanan ve doğumla başlayan bir kuşatılmışlık içindeyiz. Çocukluk-gençlik tarafından; okul-eğitim tarafından; yeme-içme-giyme tarafından; âile ve sosyâl ilişkiler tarafından; güvenlik tarafından; iş-eş-aş tarafından; hasta-hâne tarafından; elektronik tarafından; medya tarafından; ideolojiler tarafından; hocaefendiler-lîderler tarafından; kadınlar-erkekler tarafından; gayr-ı meşrû cinsellik tarafından; para-bankalar tarafından; faturalar-vergiler tarafından; teknoloji tarafından; sermâyedarlar-tâğutlar tarafından ve şeytan tarafından ağır bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bu kuşatılmışlıktan ancak; Allah’a sığınarak, Kur’ân’a-sünnete(peygamber) sarılarak ve “vazgeçerek” kurtulabiliriz.

Evet; insanlık-târihinde hiç olmadığı oranda, şeytanın emrindeki tâğutların ve küresel sermâyedarların istediği ve hazırladığı sistem doğrultusunda büyük bir kuşatılmışlık var ve bu kuşatılmışlık insanlığı boğuyor. İnsanlar bu kuşatılmışlığa kolayca müşteri olabiliyor. Üzücü taraf ise, müslümanların da bu kuşatılmışlığa seve-isteye müşteri olması. Bu durum bir zulümdür, utanç verici bir durumdur, haysiyetsizliktir. Bu durumdan bir-an önce kurtulmak elzemdir ve bunun için “hemen şimdi” harekete geçmek gerekir. Bunun için ilk yapılması gereken şey ise, vazgeçiştir.

Güçlü bir “Lâ”; öfkeli bir “Kellâ” ve “kerîm vazgeçiş”ler en büyük yardımcımızdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016




Devamını Oku »

Doğru Teşhis Yanlış Tedâvi


Târih-boyunca insanlar-filozoflar-düşünürler, sürekli mevcut durumun analizini yapmışlar ve kötü durumdan kurtulmanın çâresini düşünüp konuşmuşlar ve yazmışlardır. Bu sebeple de bir-çok düşünce okulları, felsefeler, ideolojiler, yöntemler, siyâsetler geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Fakat ne yazık ki bu düzeltme önermeleri pek bir işe yaramamış ve sürekli güncellenmesine rağmen geçici yararlar sağlayabilmiştir ancak. Üstelik verdiği yararların yanında kısa-vâdede bâzı küçük zararlar, uzun-vâdede ise büyük zararlara yol açmıştır bu düşünceler. Bu aslında doğal ve normâl bir durumdur. Çünkü insanlar sınırlı varlıklardır ve bu nedenle de ancak sınırlı bir düşünüş gerçekleştirebilirler. Evrensel çapta düşünmeye ne ömürleri ne de çapları yetmeyeceği için böyle bir sonuca ulaşılması kaçınılmazdır.

Çeşitli konularda oluşan sıkıntılar ve çözüm önerileri ortaya konmuştur. Bunlar ana-hatları ile şöyledir..
 
Eğitim: İnsanların bir-şey yapmadan önce o şeyi teorik olarak öğrenmeleri gerekir. Çünkü insanlar ancak bu şekilde üretebilirler ve yapabilirler. Zîrâ eğitim almadan yapan-eden varlık sâdece Allah’tır. İnsanlar yapmaları gereken şeyin eğitimini bir şekilde ilk önce almalıdırlar ki o konuda genel bir bilgileri olsun ve bu bilgi kapsamında işlerini en iyi şekilde yapabilsinler. Fakat târih-boyunca eğitimin nasıl olması gerektiği tartışma konusu ola-gelmiştir ve bu uğurda bir-çok fikirler ortaya atılmıştır. Çünkü ortada bir-çok sorun vardır ve insanlar çeşitli nedenlerden dolayı huzursuzdur. Yapılan şeyler iyi değildir çünkü. Daha iyileri yapılmalıdır lâkin “daha iyi yapacak” olanlar da bir eğitimden geçmiş kişiler olmalıdır.

Bu sebeple insanlar çeşitli düşünceler geliştirmişler, yeni fikirler ortaya artmışlar ve bu fikirler düşünceler sâdece kısa-vâdede işe yaradığı için, çâre olarak sürekli yeni fikirlerin ortaya atılacağı ve çözümler üretileceği okullar-merkezler kurmuşlardır. Bu doğru bir uygulamadır fakat bir yapının kurulması, bir düşüncenin açığa çıkması için çok önemli değildir. Dört duvardan oluşan bir okul, doğru düşünce ortaya atılmadığında çok da önemli değildir. Okuldan ziyâde içindeki beyinler önemlidir. Fakat o beyinlerden de ziyâde tasavvurlar önemlidir. İşte bu tasavvur, vahiy-merkezli olarak inkişâf etmediğinde, sürekli geçici kısa-vâdelik fikirler ortaya atılacak ve zamanla yeni fikir üretme yöntemi de eskiyeceği için o toplum yozlaşacak ve çökecektir. Eğitim konusundaki yanlışların tüm zamanlar boyunca iyi bir teşhisi yapılmış olmasına rağmen, tedâvi olarak iyi bir fikir ortaya konamamıştır.

Günümüzde de eğitim konusunda sürekli yeni fikirler ortaya atılıyor ve uygulamalar yapılıyor fakat yenisi bir öncekinden daha kötü oluyor. Dünyâ’da bâzı ülkeler iyi uygulamalar yapıyorlar ama bunlar da şimdilik iyi durumda olsalar da uzun-vâdede çökmeye meyyâl uygulamalardır. O hâlde teşhisten ziyâde tedâvi önemlidir ve bu tedâvinin insan-merkezli olması mümkün değildir.

Sağlık: En çok “doğru teşhis” ve “yanlış tedâvi” şeklinin görüldüğü yer sağlık konusudur. Teknolojik cihazlarla artan görüntüleme teknikleri ve tahlil yöntemleri, hastalığın çok daha iyi bulunmasına, görülmesine ve tespit edilmesine faydalı oluyor ama iş tedâviye gelince ortada somut bir şey yok. Hattâ eskiye göre tedâvi anlamında bir geriye gidiş söz-konusu. Öyle birilerinin; “tıp çok gelişti” demesine bakmayın. Gelişen şey tedâvi noktasında değil, tıp-cihazları ve hasta-hâne konforu noktasındadır. Çünkü özellikle modern tıbbın, tamâmen tedâvi edip iyileştirdiği kronik bir hastalık örneği yoktur. Eskiden görece uzun süren doğal tedâvilerle hastalıklar tamâmen iyileştirilebiliyordu.

Hastalığı aşırı teşhis etmek, yeni hastalıklar ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor. Üstelik kişi için belki de hayâtı boyunca sorun teşkil etmeyecek bir şey için ince teşhisler yapılarak ortaya çıkarılan görece bir sorun, modern kimyâsal ilaçlarla tedâvi sürecine sokuluyor ve o sorun ortadan kalkmadığı gibi, kimyâsal ilaçların yan-etkisinden doğan yeni hastalıklar oluşuyor ve hem de psikolojik bir sorun oluşturuyor teşhisler. Hastalığın aşırı belirlenmesi, iş tedâvi noktasına gelince fiyaskoyla sonuçlanınca hiç-bir yararı olmuyor. Süper cihazlarla tahlil-tetkik yapılıyor, süper konforlu hasta-hânelerde yatılıyor ama hasta-hânelere hasta girilip hasta çıkılıyor. Bâzı âcil müdâhaleler hâriç modern tıp bir yarar sağlamıyor. Hasta-hâneler, “hastalık belirleme merkezleri” olmaktan öteye gidemiyorlar.

İş-Para: İş ve işsizlik konusunda da bir-çok çözümler üretildiği söylenip harekete geçiliyor ama vahiy ve fıtrat-merkezli değil de insan-merkezli çözümlemeler üzerinde iyileştirmeye gidilince; insan-merkezli olan nefs-merkezli de olmak zorunda olunduğundan bir düzelme gerçekleşmiyor. Uzmanlar iş-işsizlik ve para konusundaki sorunları, yanlışları hârika tespit ediyorlar. Zâten sorunlar ve yanlışlar çok da gizli değil, bakanlar için açıkça görülebiliyor. Fakat çeşitli nedenler sebebiyle de iş çözüm noktasına gelince ortaya somut bir şey çıkmıyor. Sürekli yeni fikirler, fikirler. Bu fikirler “oyalama” ve hayâl kurma olarak işe yarıyor sâdece.

Tüm bu çözüm önerilerine yâni tedâvi uygulamalarına rağmen yine de işsizlik artıyor, insanlar fakirleşiyor ve enflasyon, devalüasyon ve çeşitli krizler eksik olmuyor. Demek ki insan-merkezli tedâvi şekilleri işe yaramıyor.

Evlilik-Âile: Sosyâl-yapının en küçük ama en önemli yapısı olan âilenin gidişâtının hiç de iyi olmadığını felsefelerle, kıyaslamalarla ve istatistiklerle gayet iyi ortaya koyan uzmanlar ve fikir adamları, iş çözüm noktasına yâni tedâviye gelince somut ve gerçek bir sonuç elde edemiyorlar ve hattâ uygulamalar zamanla daha da kötüleşiyor. Sosyâl-yapı bozuluyor, insanlar çeşitli psikolojik ve felsefik hastalıklara kapılıyorlar. Âile yapıları bozuluyor. Boşanmalar artıyor. Evlilikler azalıyor ve erteleniyor. Çocuklar iyi yetiştirilemiyor. Sürekli yeni fikirler ortaya konuyor bu alanda ve hattâ bakanlıklar kuruluyor ama bir iyileşme görülmediği gibi, iş zamanla daha da kötüye doğru hızla yol alıyor. Demek ki “mâlûmu îlan etmek” yetmiyor ve bir yarar sağlamıyor. Önemli olan, çözüm ve tedâvi. Fakat insanlar bu çözümü insan-merkezli beklemenin boşuna bir beklemek olduğuna bir türlü iknâ olmuyorlar.

Mekân: Özellikle metropôllerde oluşan modern kent görünümü insanları hem psikolojik olarak hem de fizîki olarak sağlıksızlaştırıyor. Bu yerler güvenlikten, sağlıktan, ahlâktan, huzurdan uzak yerlerdir. Buralarda yaşayan inanların zamanla suratları daha asıklaşıyor, asabileşiyorlar. İnsanlar zamanla bir-birlerine karşı daha merhâmetsiz ve öfkeli oluyor ve düşmanlıklar artıyor. Aslında bunu başta siyâsiler olmak üzere konuyla ilgili olan herkes çok net bir şekilde görebiliyor. Buna çâre olarak alt-yapı ve üst-yapı çözümleri öneriliyor ve uygulanıyor ama değişen bir şey yok. Park-bahçe, yaşam-alanları insanları gerçek olarak tatmin etmiyor. Kent yaşamı ve modern mîmâri şeklinin oluşturduğu sıkıntılar çok net bir şekilde ortaya konabiliyor fakat iş çözüm-tedâvi noktasına gelince bir düzelme olmuyor. Sürekli bir kötüye gidiş var. Termodinamiğin 2. kânunu olan entropinin baskısı çok net hissediliyor. O kadar çözüm önerisine rağmen bozulmalar zamanla artıyor.

Ahlâk: Dünyâ’nın genelinde olduğu gibi ülkemizde de bir ahlâk-krizi bunalımı var. Yeni gelen nesiller bu krize “pik” yaptıracak gibi. Ahlâkın olmadığı yerde her türlü melânet ve çirkeflik ayyuka çıkar. Sosyologlar, filozoflar, siyâsiler, vakıflar, dernekler, çeşitli kuruluşlar ve hattâ diyânet bu noktada araştırmalar yapıyor ve mevcut kötü durumun analizini çok net ve doğru olarak ortaya koyuyorlar, istatistik kurumu bozulmanın oranlarını çok net bir şekilde gösterebiliyor. Artık kimse bir ahlâksızlık yok diyemiyor. Zâten orta yerden bakıldığında açıkça da görülen bir sonuç var. Fakat buna çâre olarak eğitim, etkinlik, söylem ve vaazlarla gündem edilen tedâvi şekilleri bir-şeyi değiştirmiyor. Seküler-merkezli ve kız-erkek karışık okullarda bir çözüm aranıyor. İçki-sigara-kumarın-genel evin devlet eliyle organize ve kontrôlünün yapıldığı bir ülkede bunun insan-merkezli tedâvi şekliyle düzelebileceği saf bir şekle umulabiliyor. “Dindar nesil yetiştireceğiz” söylemleri “lafla olmaz”ın tasdiğini yapıyor. İş tedâvi noktasına gelince diğer konularda olduğu gibi bir düzelme sağlanamıyor. Demek ki teşhis bir işe yaranmıyor ve tedâvi de, insan-merkezli olduğunda düzeltemiyor.

Din: Din aslında insan-merkezli olmaz. Allah-merkezli olur. Fakat insanlar Allah-vahiy merkezli dinden bir-süre sonra uzaklaşıp onu insan-merkezli olarak değiştirince, din de bozuluyor. Dîni insan-merkezli yapmak şu demektir: Kur’ân varken, sünnet varken; hocaların, imamların, şeyhlerin, velilerin, lîderin, gavsların-kutupların kitaplarına ve söylemlerine göre dîni anlayıp yaşamak (ya da yaşamamak) yoluna gidiyorlar. Aslında böyle yapmakla, dîni “yaşamanın” önüne geçiliyor. Bu nedenle vahiy-merkezli olmayan din, seküler oluyor. İnsan-merkezli olan dinler, sekülerdir. Bâtıldır çünkü. Yukarıdaki tartıştığımız konularda görüldüğü gibi; sekülerizm, sorunları tespit etse de tam olarak çözecek bir şey söyleyemez. Zâten Dünyâ’nın perişân hâli ortada, müslümanların hâl-i pür melâli ise zâten çok net. Bunun nedeni, dînin “hak” olarak değil, seküler olarak algılanması ve yaşanmasıdır. Tâbiri câiz ise seküler bir din yürürlüktedir şu-anda Dünyâ’da. Yaşanmayan din “hak din” değildir. Seküler din, yaşanmayan dindir. Din ancak yaşandığında gerçek din olur ve düzeltir. Dünyâ’nın perişân hâli, kimsenin îtirâz edemeyeceği kadar açıktır. Allah’ın peygamberimiz Hz. Muhammed’e gönderdiği vahiy-Kur’ân da ortada. O hâlde Dünyâ niçin bu hâlde?.

Bu soruya cevap verilemez. Çünkü sorunun cevâbı, çözümüdür. Bu soruya cevap, çözümün gerçekleşmesidir. Çünkü bu soruya verilecek sözlü cevap da başka bir sorundur.

Evet; Eğitim, sağlık, iş-para, evlilik-âile, mekân, ahlâk, din.. Bu konulardaki yanlışların, bozuklukların, hatâların teşhisleri bir hârika. Mükemmel cümlelerle dile getirilen teşhisler mevcut. Medyanın da etkisiyle artık herkes biliyor bu sorunları ve teşhisleri. Bu sorunlar-teşhisler insanlık-târihiyle yaşıt sorunlar ve teşhisler. Bu sorunlara insanlar târih boyunca çözüm-önerileri sunmuşlardır ve bu öneriler belki kısa-vâdede geçici yararlar sağlamış olsa da uzun-vâdede bir şeyleri düzeltmemiştir. Çünkü aynı ve benzer sorunlar hâlâ devâm ediyor. Sâdece, Allah’ın insanlar içinden seçtiği kişilere gönderdiği vahiylerin uygulamalarıyla, yâni o vahiyler uygulandığı müddetçe çözümler somut olarak görülebiliyor. Allah sürekli olarak müdâhalelerde bulunarak durumu düzeltiyor. Son olarak kesin çözüm şekli olan Kur’ân’ı göndererek mutlak çözüm yolunu göstermiştir. Kur’ân, okunup uygulandıktan sonra yukarıda bahsedilen kadim sorunların biteceği, asr-ı saadet ve bâzı dönemlere bakıldığında görülebiliyor. Fakat işin ilginç ve üzücü hattâ utanç verici yanı da şudur ki: Kur’ân’ı ellerinden bırakmayanlar da Kur’ân’ı sâdece teşhis aşamasında kullanıyorlar ve bu teşhisleri bir-türlü bitmiyor ve biteceğe de benzemiyor. Kur’ân’ı bir “teşhis kitabı”na dönüştürdüler. Bir-türlü uygulanmasını yâni tedâviyi istemiyorlar-isteyemiyorlar. Peki neden?. Kur’ân, yukarıda bahis konusu ettiğimiz konularda neden uygulanmıyorsa o yüzden. Ömrünü Kur’ân ile geçirmiş olan kişiler bile Kur’ân’ın uygulanmasından korkuyorlar. Yukarıdaki sorunlara vahiy-merkezli değil de insan-merkezli çözümler getirilmesinin nedeni ne ise, Kur’ân’ın uygulanmasını önleyenlerin nedeni de odur. Siyâsi neden, ideolojik, neden, hatır-gönül, çıkar, maddiyat, servet-siyâset ve şehvet-şöhret tutkusu.

Evet; Din ve Kur’ân bir araştırma kitabı olarak kullanılıyor. Zinhar uygulanması düşünülmüyor. Çünkü birileri Kur’ân’ın uygulanmasını istemeyenler ile yan-yana duruyorlar. Böylelikle seküler bir din oluşuyor. Dine karşı seküler din..

Tüm bahsedilen ve teşhisi çok-çok iyi yapılan sorunları tedâvi etmek mi istiyorsunuz?. Bunun tek bir çözümü var.. İnsan-merkezli değil, Allah-Kur’ân-Peygamber/sünnet merkezli bir çözüm-yolu. Çünkü insanın aklı yetmez bu sorunları çözmeye. İnsanlar, çözmeyecekleri sorunlar oluşturabilirler ama bu sorunları çözecek akıldan yoksundurlar. Çünkü yıkımın etkisi daha şiddetlidir. Bu nedenle de Allah-vahiy merkezli çözüm-yollarının uygulanmasından başka çözüm-tedâvi yoktur.

Bir tedâvi yoksa, teşhisin olması ile olmaması arasında fark yoktur. Belki çözümü yapılamayan şeyin teşhisinin yapılması daha kötü olur.

“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiç-bir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır)” (Hûd 56).

“Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O’dur” (Tevbe 129).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016  




Devamını Oku »