Genelini müslümanların
oluşturduğu dünyâ-mazlumlarının bu perişân, bu mazlum, kötü hâllerinin; farklı
bir bakış-açısına göre ise; bu vurdum-duymazlığının, bu umursamazlığının, boş-vermişliğinin,
utanç verici hâlinin nedeni, iki şeyden biridir: Bilmemek ya da yapmamak. Bu
iki neden farklı gruplarda “bilmemek” ya da “yapmamak” şeklinde bulunuyor. Öyle
bir durumda ki, bilmeyenler bilmediklerinin, yapmayanlar da yapmadıklarının
farkında değiller ya da farkına varmak istemiyorlar.
Bilmeyenler, insanlık-târihi
boyunca müslümanlar olarak Peygamberimizden sonra, “uydurulmuş olan”a, “tahrif
edilerek bozulmuş olan”a; “boş-verilmiş olan”a, “eklemlenmiş olan”a
inandıklarından ve sarıldıklarından dolayı bilmeme durumlarını sürdürüyorlar.
Bu kişilerin bilmemeleri, inanmadıklarından dolayı değildir, bilme yoluna
girmediklerindendir. “İnanmadıkları için bilmeyenler” de vardır ve onlar için
inanç alanını bilmenin bir önemi olmadığından bu kesim konumuzun dışındadır.
İnandıkları hâlde bilmeyenler neyi bilmiyorlar?. İnancın ana-kaynağını
oluşturan şeyi bilmiyorlar. Yâni vahyi-Kur’ân’ı bilmiyorlar. Neden bilmiyorlar
peki?. Çünkü onu okumuyorlar. Neden okumuyorlar?. Çünkü farklı şeyleri okuyorlar.
Hocalarının, şeyhlerinin, efendilerinin yazdıklarını okuyorlar, söylediklerini
dinliyorlar ve onlara körü-körüne inandıkları için yazdıkları ve söyledikleri
üzerinde bir şüphe duymuyorlar. Eskiden okuma-yazmanın olmadığı zamanlarda bir
kişinin, bilgisiyle birilerine din hakkında bilgi vermesiyle bir eğitimin olması
normâldi ve eğitim zâten bu şekilde oluyordu. Fakat bu bilme genelde
vahiy-merkezli yapılmıyordu ve bu nedenle de “gerçek bir bilme” olmuyordu. İşte
şimdiki bilmeyenler de aynı tutumu sürdürdüklerinden, “gerçek bilme” olmuyor. Sâdece
hoca-üstad-efendilerinin söylediklerini dinlemekle yetiniyorlar ve onların
söylediklerini mutlak olarak doğru kabûl ediyorlar. Böyle olunca da artık
bilinecek bir şeyin olmadığını zannediyorlar ve hocalarının söyledikleri onlara
yetiyor.
Bilmeyenler, Kur’ân/vahiy-merkezli
değil de hoca/üstad/şeyh-merkezli yâni insan-merkezli bilgiye
kilitlendiklerinden dolayı artık Kur’ân’ın bir mesajı olduğunu unutmuş durumdadırlar.
Kur’ân onlar için sâdece ramazan ayında başından sonuna kadar, anlamadan, bitirmek
için zorlaya-zorlaya okudukları (hatim), daha doğrusu seslendirdikleri bir
kitaptır. Onu okuyup bitirdikleri yâni hatmettikleri için mutlu oluyorlar. Hocaları
da onlara Kur’ân’ın bir mesajı olduğunu söylemiyor. Çünkü ya “dümen”lerinin
bozulmasından korkuyorlar ya da kendileri de Kur’ân’ın mesajından bi-haberdirler.
Zâten ortalıkta bir-yığın uydurma hadis dolaşmakta ve Kur’ân’ın anlaşılması için
28 bilmem ne kadar ilmin üstâdı olunması gerektiği ve Kur’ân’ın zâten okunsa da
anlaşılamayacağı söylendiği için Kur’ân ramazandan-ramazana çıkarılıp
teberrüken ve anlamadan okunan (daha doğrusu seslendirilen) bir kitap hâline
getirilmiş durumda. Böylece artık İslâm, Kur’ân idrâk etme anlamında bir kenara
bırakıldığı için (mehcûr) uydurmaların ve çeşitli dinlerden-akımlardan bulaşmış
ve iktibas edilmiş uydurmaların kuşatması altına alınmış durumda. Nelere
inanılıyor nelere.. Bu nedenle de hem yeni nesli tatmin etmiyor ve gençlik bir
bataklığa saplanıp kalıyor, hem de küresel tağutlar meydanı boş bularak
istedikleri oyunları oynuyorlar ve müslümanları Dünyâ’nın nesnesi, kölesi,
hasta-adamı, terörü, şedidi, lânetlisi hâline getiriyorlar ve o şekilde îlan
ediyorlar. Yâni Dünyâ’yı şeytan-merkezli ve tam da çıkarlarına uygun olarak
şekillendiriyorlar. Fakat “bilmeyenler” dediğimiz kesimin umurunda mı?. Onlar
bilmemezliğin girdabında, bilmemezliğin orgazmını yaşıyorlar.
Bilmedikleri şey Kur’ân’dır.
Bu nedenle câhildirler. Yoksa bildikleri ve ezberledikleri binlerce ıvır-zıvır
var. Fakat Allah bu bilmeleri “bilme” olarak kabûl etmiyor ve onları câhil
kabûl ediyor. Mekke’nin en âlim kişilerinden olan Amr bin Hişam’a bu nedenle
Ebu Cehil diyor. Yâni “cehâletin babası”. Hâlbuki bu adam şirk dîninin en
başındaki kişi ve bu dînin âlimi. Bâtıl olanı bilmek, gerçek bir bilme değildir
demek ki. Bilmek, “hakkı bilmek”tir ki zâten ancak “hak” olanı bilmek
harekete geçiricidir. Ancak “hak” olanı bilenler eleştirir, îtirâz ve isyân
eder. Ancak bunun netîcesinde bir “düzeltme” yoluna girilebilir. Bilmediğin bir
şeyi düzeltemezsin zîrâ. Bilmeyenler bilmedikleri için “yapmaya” geçemezler. Zâten
daha “bilmeye” bile geçemezler ki “yapmaya” yönelsinler.
Bir de “yapmayanlar” vardır.
Bildikleri hâlde yapmayanlar. Bunlar işi bilirler. Çünkü sâdece bilinmesi
gereken ile meşgûldürler. Fakat onların sorunu, bu bilmenin bir-türlü sonunu
getirememeleridir. Bilmeyi bitirip de “yapmaya” başlayamazlar bir-türlü. Bunlar
bilinmesi gerekeni (Kur’ân) didikleyip duruyorlar ve bilmeyi çoğaltıyorlar ve böylece
tersinden bir “bilmeme” durumuna geliyorlar. Sanki bilmenin sonsuz kaynağının (Kur’ân)
dibini bulacaklar ve sonunu getirebileceklermiş gibi. Bir-süre sonra artık
bilme işini amaç olarak görmeye başladıkları için yapmayı unutuyorlar ve
gündemlerine bile sokmuyorlar akıllarına bile gelmediği için. Öyle ki müslümanların
perişân hâllerinin bile yine salt bilmeyle çözüleceğini zannediyorlar. Sâdece bilmeyle
Dünyâ’nın düzeleceğini zannediyorlar. Sanki bilmenin öznesi olan Kur’ân sâdece
uzman olan kişilere gelmiş gibi. Kur’ân’ı bir bilgi nesnesi hâline getiriyorlar.
Bu uğurda okuyorlar.. okuyorlar ve sürekli yorumluyorlar. En sonunda öyle bir duruma
geliniyor ki, kendileri özne, bilginin kaynağı olan Kur’ân ise nesneleşmiş oluyor
ve farklı bir açıdan ya da tersinden Kur’ân yine teberrüken okunmuş oluyor. Yâni
nasıl ki “bilmeyenler”in okuduğu Kur’ân, Kur’ân değil mushaf, yâni “sayfalar” ise;
“bilenler”in okuduğu da mushaf, yâni “sayfalar”dır. Çünkü Kur’ân, “harekete
geçirici” bir kitaptır. Harekete geçirmeyen şey Kur’ân-vahiy olamaz, “Mushaf”=sâhifeler
olabilir ancak ki, o da bâtıl dinler dâhil her dinde var zâten. İbni Haldun,
bilmenin de iyi bir şey olmasına rağmen bilmenin hedefinin “yapmak” olduğunu
söyler:
“Bilmek ile yapmak (hâl) arasındaki
fark, tıpkı konuşmak ile o konuşmanın gereklerini yerine getirip onlarla
bezenmek arasındaki fark gibidir. Bunun açıklaması ve örneği şudur: İnsanların çoğu
yetime ve zavallılara merhâmet etmenin insanı Allah’a yaklaştıracağını, Allah
katında güzel bir davranış olacağını bilir, bunun îtirâf eder ve bunun şer’i
delillerini de söyler. Ancak bu kişi, bir yetim veyâ zavallı gördüğünde, onu okşamak,
şefkat göstermek ve maddî yardımda bulunmak bir yana, onunla karşı-karşıya
gelmekten bile kaçar. İşte bu kişi yetime merhâmet etme husûsunda ‘bilmek’ konumunda
olup, ‘hâl’ ve o bilginin gereğiyle ‘bezenmek’ konumundan uzaktır. Bâzıları ise
yetime merhâmet etmenin kişiyi Allah’a yaklaştırdığını bilmek ve îtirâf etmek
konumunun ötesinde daha yüksek bir konuma sâhiptir ki, o da merhâmet etmenin
gereklerini yerine getirmek ve bu hususta meleke kazanmaktır. İşte böyle bir
kişi bir yetim veyâ zavallı gördüğünde hemen onun yanına gider, onu okşar ve
ona göstereceği şefkatle sevap elde etmeyi umar. Evet, şâyet o bunu yapmaktan
men edilse bile, o bundan geri kalamaz. Sonra ona sâhip olduğu imkân ölçüsünde
maddî yardımda bulunur. İşte tevhidi bilmekle, tevhidin gereklerini yerine
getirip onunla bezenmek de tıpkı böyledir. Bir şeyin gereklerini yerine getirip
onunla bezenmiş olmanın sonucunda -zorunlu olarak- elde edilmiş bilgi, o şeyle
bezenmeden önce elde edilmiş bilgiden daha sağlam ve güvenilirdir. Bir şeyle
bezenmek, sâdece soyut bilgiyle elde edilmez. Aksine o bilginin gereğini yerine
getirip bunu sınırsız olarak tekrarlamak gerekir. Böylece bu iş bir meleke
olarak yerleşip sağlamlaşır, kişinin bezendiği bir özellik hâline gelir ve
sonuçta âhiret için faydalı olan ikinci ilim elde edilir. Uygulamadan soyut
olan birinci ilmin faydası azdır. Bu daha çok, sebepleri araştıranların
(teorisyenlerin) ilmidir. Esas olan, uygulamadan kaynaklanan hâlî ilimdir.
Bil ki, şâriin kullarına yüklediği
her meseledeki kemâl ölçüsü şöyledir: İnanılmasını istediği şeylerdeki kemâl, o
şeyin gereklerini yerine getirip o şeyle bezenmekten elde edilen ikinci
ilimdir. İbâdet olarak yerine getirilmesini istediği şeylerdeki kemâl ise, o
ibâdetlere aralıksız devâm etmek ve bunun kişinin bezendiği bir özellik hâline
gelmesidir”.
Bilmeyenlerin ve bilip de
yapmayanların bilmemeleri ve yapmamaları mevcut perişân hâlin nedenidir. Bu
nedenle bilmeyenler “bilen” hâline, bilenler de “yapan” hâline getirilmelidir. Ancak
o zaman bir-şeyler değişebilir ve düzelebilir. Ancak o zaman müslümanların
îtibârı yükselir ve çark bu minvâlde dönmeye başlar. Bilme “bilinç”e, bilinç de
eyleme yâni yapmaya döner ve Allah’ın vaad ettiği gibi eylem de bir-zaman sonra
-inşâallah- devlet ve medeniyete dönüşür ve böylece Dünyâ’da zulümler biter.
Ortada ne cehâlet kalır ne de zulüm. Allah bizden bunu bekliyor ve bunu
emrediyor:
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve
iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir.
Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim
bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Bilmemekle ve yapmamakla hem
Dünyâ’da hem de âhirette cehennemden (ateş) başka bir yere varılamaz. Allah’ın
murâdı, îmandan sonra “bilinçli yapmalar”dır:
“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik
değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve
peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için)
veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ
gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda
sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve
müttakî olanlar da bunlardır”
(Bakara 177).
Evet; Bilme ve yapma ümmetin
iki eksiğidir. İkisi bir-arada gayretle yapıldığında Allah’ın yardımı ve nîmeti
bizi kuşatacaktır. İslâm söz (bilme) ve amel (yapma) dînidir:
“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır.
Güzel söz O'na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri
tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları
boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder