17 Ekim 2015 Cumartesi

Ölüm Düşüncesi ve Bâtınilik


“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…” (Nîsâ 78).

“Filozofun hayâtı ölüm üzerine düşünmekle geçer. Felsefe yapmak nasıl ölüneceğini öğrenmektir” Çiçero.

Bâtınîlik, öz-hakîki dînin aşırı yorumlanmasıyla bozularak ortaya çıkmasından oluşmuş bir düşüncedir. Bu düşüncenin yâni aşırı yorumlamanın nedeni ise genelde “kötü yönetimler”dir. Kötü yönetimler, öz din yerine ikâme edilen ve halkın bâzılarının işine gelecek şekilde yeniden düzenlenişinden doğan yönetimlerdir. Bu dînin genel kabûlleri dayatmaları nedeniyle, çoğu insanın doğal ve temel nîmetlerden-haklardan mahrum kalması ve bu durumu düzeltmek için kötü yönetimin dayanağı olan dîni, aşırı yorumlamaya tâbi tutmaları, sonuçta da ortaya gerçek dîne uygun olmayan, hattâ aykırı olan bir düşüncenin çıkmasıdır. Nefse aşırı hitâp eden bu düşüncenin tabî ki de doğal olarak tâkipçileri de bir hayli çok olmuştur. Bâtınîliğin târih boyunca ortaya çıkmasının ana nedeni bu olsa da, bir nedeni daha vardır: Ölüm düşüncesi..

Ölüm düşüncesi ve korkusunu doğuran şey esâsen, Peygamberimizin de buyurduğu gibi “vehn”dir. Bu konuda şöyle der:

“Sevban'dan (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:

“Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) bir-birlerini dâvet edecekler”. Birisi: “Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resûlullah (asm), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çör-çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak” buyurdu. Yine bir adam: “Vehn nedir? ya Resûlullah” diye sorunca: “Vehn, Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu” (bk. Ebu Davud, Melahim, 5).

Bâtınîlik yada müslüman diyarlarda tanınan adıyla tasavvuf, dîni kılıf geçirilmiş felsefî bir düşünce sistemidir ve dînin özüne net bir şekilde aykırıdır. Çünkü dînin özü olan Kur’ân’a aykırıdır. Zâten adını da her ne kadar; “suf giyenler”, “suffa da oturanlar” gibi ifâdelerle İslâm’a bağlamak isteseler de, aslında tasavvuf kelimesi Theosophy=teo-sofi kelimesinden gelir ki; “bireyle Allah veya melekler arasında doğrudan bağlantı kurmayı amaçlayan dîni sistem” anlamındadır. “Bâtınîlik-Tasavvuf-Hermetizm denen bu düşünce sistemi, kötü ve bozuk zamanlarda, yönetimlerin siyâsetlerine karşı koymak için dînin sözlerini aşırı yoruma tâbi tutarak ve bu yorumları çoğaltarak bir felsefe oluşmasına neden olmuştur fakat buna neden olan bir de başka bir şey vardır” dedik ve bunun “ölüm düşüncesi” olduğunu söyledik. Peki ölüm düşüncesi tasavvufî düşünceyi nasıl doğuruyor?. Şöyle:

Bâtınîler, gerek eski dinlerinden kopmuş olmanın verdiği kompleksle, gerek diğer dinlerin öğretilerinin etkileri ile, gerek kötü yönetimler yüzünden, gerek kafalarının görece iyi çalışması, gerek yeni fikirler üretebilmeleri ve gerekse îman zaafiyeti nedeniyle kendilerine aşırı önem vermişlerdir. Kendilerine aşırı önem verenler doğal olarak ölümden çok fazla korkarlar. Hayâtın her alanında ölümü sürekli gözlemleyen ve ölüm-ötesi hayat için sağlam bir inancı olmayanlar, ölüm fikrinden ve duygusundan uzaklaşmak için ölümü blôke ve ber-tarâf eden fikirler ortaya koymuşlardır.

Bilindiği gibi bâtınîlikte -genellemeden söylüyorum- Allah’ın “dışarıda” bir varlığı yoktur. Bu nedenle Allah’ın dışında bir varlık da yoktur. Çünkü Allah içeride ise, içerideki hiç-bir şeyin Allah olmaması olmaz, zîrâ o zaman eksiklik olacaktır ki bu Allah’a yakışmaz. Allah, -bir çoklarının da ifâde ettikleri gibi- bizzat kendileridir. Hattâ Panteizm-Vahdet-i Vücut felsefesinin de söylediği gibi, Allah her-şeydir. Böyle olunca yâni kendileri her-şey=Allah olunca ve Allah da bâki olduğundan, geriye “ölecek” kimse kalmıyor ve bu fikir onları kısmen yada tamâmen ölüm gerçeğinden uzaklaştırıyor ve rahatlatıyor. Çünkü Allah hiç-bir zaman ölmeyeceği için kendileri de -hâşâ- Allah oldukları için ölmeleri söz-konusu olmayacaktır, yâni ölümsüz olacaklardır. Böyle olunca da ölümün alttan-alta vicdanlara yaptığı baskıyı hafifleterek yada yok ederek rahatlayacaklardır.

Bâzı bâtınî-tasavvufçular da, dîni inkâr etmeseler de ateistler gibi ölüm-ötesini inkâr ederek ölümden kurtulmak isterler. Fakat insan ister kabûl etsin, ister inkar etsin, kendisi de çok-çok iyi biliyor ki, sürekli ensesinde hissettiği ölüm, kendisini bir-gün mutlakâ bulacaktır ve ona “âciz bir kuldan başka bir şey olmadığını” gösterecektir.

Zâten bâtınîlerin reenkarnasyon inancına sıcak bakmaları da bu yüzdendir. Bir-türlü ölmeyi kabûllenemezler. Bu nedenle tasavvufta ölüme rastlayamazsınız. “Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez” derler. Allah’ta yok olurlar, fenâ-bekâ bulurlar. Yâni bedenleri yok olsa da -hâşâ- “Allah olarak” ebedî yaşama başlarlar.

Yunus Emre’ye göre de; ölüm diye bir şey yoktur. “Allah olan ölmez” der:

“Koğıl (kov gitsin) ölüm endişesin, Âşıklar ölmez bâkidir,
Ölüm âşıkın nesidir, can nûr-u ilâhidir,
Ölümden ne korkarsın, çünkü hakka yararsın,
Bil ki ebedî varsın, ölmek fâsid işidir.
“Âşık öldü deyü salâ verirler,
Ölen hayvandır, âşıklar ölmez”.

Bâtınîler Peygamberin beşer yâni ölümlü olmasını da kabûl edemezler ve derler ki: -hâşâ- “Muhammed cenâb-ı haktır”.

Bâtınîliğin kaynağı yada benzeri olan gnostisizimde “daemon” adında ölümsüz bir üst-benlik vardır. Bu öğretide kişi tanrı olduğunun bilincine varır ki bu, ölümsüzlük demektir. Tasavvuf-bâtınîlik de aynı yönde bir ilerleme öğretisidir. Saadettin Merdin “gnostizim” yazısında:

“Hristiyan gnostiklere göre de tanrı-insan Îsa; “Daemon”u, yâni “ölümsüz benlik”i sembolize eder. Acı çeken ve ölen “eidolon”dur. Daemon ise acı çekmez ve ölmez. Yaşam aslında geçici bir illizyon olup, ölüm; kişinin Daemon olduğunu fark etmesini ve tüm acılardan kurtulması demektir” der.

Yine bâtınîlerin olmazsa-olmaz kavramı rûhtur ve bu rûhun ölümsüzlüğü kabûl edilir. Hâlbuki Kur’ân’da, “O’nun yüzünden başka her-şey yok olucudur” denir:

“Ve Allah ile berâber başka bir ilaha tapma!. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz” (Kasas 88).

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

“Yeryüzünde bulunan her-şey fânidir; Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).

Bâtınîlerde reenkarnasyon inancı olduğu gibi, bâtınîliğin kollarından biri olan alevi-bektâşilerde de “dona girme” denen bir inanç vardır ki bu inanca göre meselâ Hz. Ali, Hacı Bektaş’ın bedenine girmiştir (hulûl). Hacı Bektaş Hz. Ali’nin donudur yâni. Hacı Bektaş Veli bu nedenle: “Biz ölmeyiz, sûret değiştiririz” der.

Ölüm, varlık için en büyük çâresizliktir. Sözde hani “kâinâtı ellerinde tesbih gibi çevirenler”in böyle bir çâresizliğe düşmeleri normâl görülmeyeceği için ve bu kişiler de ölümden çok fazla korktukları için böyle palavralar uydurmuşlardır. Evet; insan ve tüm varlık, ölüm karşısında bir eziktir.

Orhun Âbideleri’nde Türk Bilge Kağan: “İnsan ölmek için yaratılmış. Sonsuzu Tanrı yaşar” denir.

Ölümü kabûllenmemesi gereken insanlara onun yaklaşmakta olduğunu hissettirmeyecek formüller sunmak, cilâlamak ve boyamaktır bâtınîlik. Ateist olsalar ölümü yok edemeyecekler. Çünkü ateistler ölümsüz değillerdir. Bir ateist olan Sigmund Freud: “Hayâtın bütün gâyesi ölümdür” der, biraz da çâresizlik içinde.

Saidî Nursî “Ölümü öldüremezsiniz” der. Evet; ölüm öldürülemez. Çünkü en büyük ve herkes tarafından kabûl edilen ölüm, kesin bir gerçekliktir.

“Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir”. Bu keskin cümleyle sivriltiyor düşüncesini Octavio Paze ve şöyle devâm ediyor: “Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da (anlamdan) yoksun demektir”.

Ramazan Kayan:

“Doğrusu hepimiz ölüme ayarlı bir hayâtın sâhipleriyiz. Çünkü hayat saatimiz ölüme kurulu. Ölüme ayarlı hayatlar anlamlıdır. Emeller eceli bastıramaz. Arzular ölümü susturamaz. Ecel konusunda ne uzatma, ne de unutma söz-konusu değildir. Bir de bakarsınız, henüz siz işinizi bitirmeden, ölüm meleği işinizi bitirmiş bile. Şüphesiz Dünyâ âhiretin tarlası, ölümün arenasıdır. Bu-güne kadar “ölüm”ü öldürme girişimleri hep hüsranla sonuçlandı. Ölümün ilacı da yok, ancak ölümün kendisi bir ilaçtır. Hedonizme, konformizme, sekülerizme ölümden daha etkili bir ilaç düşünemiyorum. O hâlde, şimdi biz susalım “ölüm” konuşsun!” der.

Peygamberimiz: “Lezzetleri kesen şeyi (ölümü) çokça hatırlayınız” der.

Yapılması gereken en iyi şey şu âyetle açıklanmıştır:

“Ve yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).

Tabi bu âyeti de aşırı yoruma tâbi tutmada gecikmeyecektir bâtınîler. Zâten onların “ölümlerinin” belgesi budur. İnsanı diriltecek olan âyetleri aşırı yoruma tâbi tutarak anlamını kaydırmak, “diriltilmekten mahrum olmak” anlamına geleceği için “ölmek” demektir.

Son söz olarak bâtınîlere bir müjde verelim: Ölüm bir yok oluş değil, yeni bir hayâta başlama olayı yada ânıdır. Bu nedenle sâdece tadılacak bir şeydir. Ne var ki bu tad kimine çok acı gelecektir.

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

Tasavvuf bir felsefedir ve filozofların bütün hayâtı ölüm üstüne düşünmekle geçer-geçmiştir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2015


Devamını Oku »

İslâm’da Sünnet Olmak (Hitan) Var Mı


Bir şeyin dinde bulunup-bulunmadığı, o dînin ana-kaynağında o şeyin bulunup-bulunmadığı ile ilgilidir. İslâm’da bir şeyin olup-olmadığını sorgulamak, -İslâm demek Kur’ân demek olacağı için- o şeyin Kur’ân’da olup-olmadığı sorgulanmak demektir ilk başta. İslâm’da sünnet olmanın olup-olmadığı, Kur’ân’da sünnet olmanın olup-olmadığı ile alâkalı bir sorudur. Fakat bu soruda bir farklılık var. Sorulan şey, farz olan bir konunun olup-olmadığı sorusu değildir. Adı üstünde; “sünnetin (hitan) vâr olup-olmadığı” sorusudur buradaki soru.

 

İslâm bir istibdat dîni değildir. Bir şeyin İslâm’da olması, ilk başta o şeyin Kur’ân’da olup-olmadığı konusuyla ilgili olsa da, İslâm’da sünnet de vardır ve sünnet, uygulamanın kaynağıdır. Bu uygulamalardan bir tânesi de sünnet (hitan) olmaktır. Bu nedenle düğünlerle-törenlerle kutlayarak yaptığımız sünnet olma etkinliği, İslâm’da farz olarak değil, fakat sünnet olarak vardır. Çünkü İslâm’da sünnet vardır.  

 

Kur’ân’da sünnet olmayı emreden bir âyet yoktur. Fakat vahye uyan ve bize tâkip etmemiz tavsiye ve emredilen peygamberlerden Hz. İbrâhim’in bir tavrı-uygulaması olarak yahudiler, müslümanlar ve bâzı hristiyanlar bunu devâm ettirmişlerdir ve hâlen de ettiriyorlar. Kutsal Kitap, Tekvin (17:9) bölümüne baktığımızda: “Ve Allah İbrâhim’e dedi: Ve sen ise, sen ve senden sonra zürriyetin, nesillerince ahdimi tutacaksınız. Sizinle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda tutacağınız ahdim şudur: Aranızda her erkek sünnet olunacaktır”.

 

Bir yazıda şöyle bir bilgi aktarılır: “Eskiden erkek çocuklar Tanrıya kurban olarak sunulurdu. İbrâhim’in rüyâsında oğlunu kurban ettiğini görmesi de bu uygulamanın işâreti sayılmaktadır. Zamanla insan kurbanı terk edilmiş, vücûdun tamâmını kurban etmek yerine onu simgeleyen bir parça (sünnet derisi) kesilmeye başlanmıştır.

 

Sünnet kelimesi, “âdet, yol, davranış” anlamlarına gelen arapça kökenli bir sözcüktür. Bu yol Hz. İbrâhim’den çok önce başlamış olmasına rağmen, müslümanlar olarak biz, Hz. İbrâhim’i ve onun oğlu Hz. İsmâil’in soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed’i örnek alarak bu uygulamayı devâm ettiriyoruz. Sünnet olmayanlar dîni açıdan sorumlu tutulmayacaklardır. Çünkü bu, adı üstünde “sünnet”tir. Tabi gelenek ve coğrafya sünnet olma baskısı yapabilir. O ayrı bir konu.

 

Peki sünnet olmak tıbbi olarak yararlı mı zararlı mı?. Bir-kaç örnek vererek konuyu anlamaya çalışalım..

 

Yararları

 

“Aslında tıbben her-hangi bir zorunluluğu yoktur” dense de, yapılan araştırmalar, sünnetin başta idrar-yolları enfeksiyonunun azaltılması olmak üzere bir-çok yarârının bulunduğunu ortaya koyuyor.

 

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Alper Soysal, sünnetin 1 yaşındaki bir çocukta meydana gelebilecek idrar-yolları enfeksiyonunu 10 kat azalttığını söyleyerek şu bilgileri verir:

 

“Genitâl hijyen de sünnet sâyesinde daha kolay sağlanıyor. Sünnet işleminin faydaları çeşitli araştırmalarda belirtilmiştir. Bu faydalardan en önemlisi ise penis kanseri ve cinsel yolla hastalık bulaşma riskini azaltmasıdır.

 

Sünnetsizlerde sünnet derisi ile kamış-başı arasında “smegna” ismi verilen bir salgı birikir. Bu birikim mikropların da işe karışmasıyla çok acı veren iltihaplara yol açabilmektedir. Ayrıca, sünnet olmuş erkeklerin hemen hiç-birinin penis kanserine yakalanmadıkları kanıtlanmıştır. Bâzen de sünnet derilerinde darlık olur. Bu durum, ameliyatla giderilmediği, yâni bildiğimiz “sünnet” ameliyesi gerçekleşmediği takdirde, peniste “fimosiz” dediğimiz bir rahatsızlık ortaya çıkarır. Bu da penis sertleşmesi veya idrar boşalımı esnâsında acı duyulmasına sebep olur.

 

Diğer taraftan, sünnetli erkeklerde penisin kıyâfetlere sürtünmesi sonucunda hassâsiyetinin giderek azaldığı, böylece sünnetin erkeklerin korkulu rüyâsı olan erken boşalma gibi bir problemin de ortadan kalkmasını sağladığı bilinmektedir. Amerikan tıp dergisi New England Journal of Medicine’ın Nîsan ayında açıkladığı, yirmiye yakın doktorun iştirâkiyle hazırlanmış araştırma raporuna göre, kişiye bir-çok fayda verdiği zâten bilinen sünnet, sünnetli erkeğin hanımı için de bir-çok kritik hastalıklara karşı korunum sağlıyor.

 

Dergide yer alan araştırma raporuna göre, rahim kanseri vak’alarının yüzde 99’undan sorumlu tutulan popilmavirus (hpv) sünnetli erkeklerde daha az görülüyor. Çünkü, sünnetsizlerin sünnet derisinin iç kısmına virüs daha kolay yerleşiyor ve smegna’ya bulaşarak bu kısmı zedeliyor.

 

Ayrıca idrar yapmayı engelleyen ve bu yüzden ağrı ve çeşitli sıkıntılar oluşturan “bitik” denilen yapışıklık, sünnetlilerde doğal olarak görülmez”.

 

Zararları

 

Sünnet olmanın zarârından da bahsedenler vardır fakat savundukları tezlerin hayatta bir karşılığı olmadığı için “tez” olarak kalmaya mahkûmdur. Şöyle derler:

 

“4-6 yaş arasındaki erkek çocukları, “psiko-dinamik” olarak özel bir döneme girer. Babalarının kendilerine zarar vereceği, pipilerini keseceği türünde kaygıları vardır. Tam da bu süreçteyken sünnet edilmeleri, ileri yaşlarda cinsel hayatlarını olumsuz etkiler.

 

Kesilen deri miktârına bağlı olarak, sünnet, erkeği penis derisinin %80 kadar veya daha fazlasından(?) mahrum bırakır. Sünnet derisinin uzunluğuna bağlı olarak, onu kesmek, penisi %25 veya daha fazla kısa yapar. Özenli anatomik araştırmalar göstermiştir ki, sünnet bir metreden fazla damar, arter ve kılcal damarları, 80 metreye yakın sinir uzunluğunu ve 20,000'den fazla sinir-ucunu yok eder. Üst-derinin kasları, bezleri, mukoz tabakası ve epitelyal dokusu da bunların yanında tabî ki yok olmuştur.

 

Sünnet, penis derisindeki ve penis başındaki normâl kan dolaşımını bozar. Ana penis arterlerine akmak isteyen kan, yarma noktasındaki yara dokusu ile engellenir, bu da kanın daha ilerdeki diğer kılcal damarları beslemek yerine geri doğru akmasına neden olur. Kandan yoksun olan meatus büzülüp yara oluşturabilir, bu da idrar akışını engeller. Meatal Stenosis denen bu durum, genellikle düzeltici cerrâhi müdâhale gerektirir. Bu hastalık neredeyse tamâmen sünnetli çocuklara özeldir.

 

Sünnet hakkında en yaygın olan efsânelerden biri, sünnetin penisi daha temiz ve bakımı daha kolay yaptığıdır. Bu doğru değildir. Gözkapakları olmadan gözler daha temiz olmaz, penis de üst-deri olmadan daha temiz olmaz. (Tabi hiç kimse penisi açık olarak dolaşmıyor. H.G.) Yapay olarak dış organ hâline getirilen glans (penis başı) ve meatus, kire ve aşınmaya sürekli açık hâldedir, bu da sünnetli penisi daha kirli yapar. Koruyucu üstderinin kaybolması, üriner yolu bakteri ve virâl patojenlere karşı korumasız bırakır”.

 

Temizlik önemlidir ve cinsel organ temizliği de çok önemlidir. Sünnet derisi elbette bakteri, mikrop ve virüslerin yerleşmesi ve yayılması için çok elverişli bir ortam sağlar. Sünnet dersinin altı bunlar için çok uygun bir yaşam-alanıdır. Sünnet derisi, temizliğin iyi yapılmasını engelleyeceğinden dolayı hastalık yapıcı etkenlerin oluşması çok kolay olur. Sünnetsiz penisin temizliği elbette sünnetliye göre çok daha zordur. Sünnetli penis ise kolayca temizlenecek ve hijyenik olacaktır.

 

İşin bir de psikolojik yönünden söz ederek, sünneti karalamak ve kötü göstermek için, sünnet olacak-olan-olmuş çocukların bu yüzden depresyona girdiğinden söz ediliyor. Oysa asıl, sünnet olmayan çocuklar giriyor depresyona, “sen daha sünnet olmadın mı?” sorusundan dolayı. Yine; âilelerin sünnet düğünü yapmak için aldıkları kredileri ve taksitleri öderken girdikleri depresyon bahsediyorlar. Peki âileler bir-tek sünnet düğününde mi depresyona giriyor?. Söz, nişan, düğün ve balayı gibi şeyler için alınan kredileri ödemek depresyona sokmuyor mu?.

 

Açıkçası sünnetli olmayı savunan biri olarak sünnetin zararları konusunda söylenenleri çok iknâ edici bulmuyorum. Çok-çok nâdir vâkâları “yaygın vâkâlar” gibi sunuyorlar. Bâzı psikolojik etkileri olabilir, fakat sünnet olmamanın da psikolojik-toplumsal kötü etkileri-sonuçları vardır ve bu etkiler daha büyük oluyor. Aslında sünnetin geçerli olduğu bir toplumda sünnet olmamak psikolojik bozukluk yapar. Sünnet olan bir toplumda olumsuz psikolojik etkiler ise uzun zaman sürmez.

 

Hristiyanlık târihinde, Petrus’un önderlik ettiği Yahudi-Hristiyanlar’la, Pavlus’un önderlik ettiği, Helenizm’in etkisinde kalmış bir grup arasında çatışma olmuştur. Petrus’un grubu, sünnet edilme ve yasanın diğer uygulamalarına ve âdetlerine sıkıca bağlıyken, Pavlus’un grubu bütün bunları reddediyordu. Çünkü Helenizm ve Roma dîni bunlara geçit vermiyordu. Dolayısı ile “doğu hristiyanları” sünnet olurlar. İlk hristiyanlar sünnet oluyorlardı. Roma, bunu kabûl etmeyince Pavlus’un gereksiz görmesiyle birlikte batı hristiyanlığında sünnet olmak kalktı.

 

Peki Hz. Îsâ sünnet olduğu hâlde, hristiyanların büyük çoğunluğu neden sünnet olmamaktadırlar?. Hz. Îsâ sünnetli olmasına rağmen (çünkü yahudi olarak doğmuştu ve sekiz günlükken sünnet olmuştu) hristiyanların çoğu olmuyor, çünkü onlar Hz. Îsâ’yı değil, eski pagan yeni hristiyan Pavlus’u izliyorlar ve Pavlus, sünnetin olmadığı pagan bir toplumda doğduğu, yetiştiği ve yaşadığı için bunu gereksiz bulmuş ve sünnetsizlik sürüp gitmiş.

 

Aslında sünnet hristiyanlıkta yasak değil ve Coptic hristiyanlarda bu gelenek var ve uygulanıyordu. Îsâ’nın doğumundan sonraki yıllarda sünnet konusunda bir karışıklık çıkmış. MS. 50 yılında yahudi hristiyanları için sünnetin zorunlu olmadığı karârı verilmiş. Saint Paul bu fikrin önde gelen savunucularından biri olmuş. Daha sonra bu hristiyanlık âleminin geri kalanında da yaygın bir olay hâline gelmiş ve sünnet olmamış hristiyanlar.

 

Pavlus ağırlıklı olarak, sünnet geleneğinin olmadığı bir coğrafyada ve kültürde faaliyette bulunmuş, insanlara kendi sunduğu öğretinin önünde sünnetin engel teşkil ettiğini görünce, sünneti tamâmen reddetmemekle birlikte, “kâlbî sünnetin” üzerinde durup, sünnet olmanın şart olmadığı görüşünü dile getirmiştir. Şimdi aşağıda vereceğimiz İncil âyetlerinde, Pavlus’un bu görüşlerini okuyalım:

 

“Romalılara Mektup 2: 25-Kutsal Yasa’yı yerine getirirsen, sünnetin elbet yararı vardır. Ama Yasa’ya karşı gelirsen, sünnetli olmanın hiç-bir anlamı kalmaz. 26-Bu nedenle, sünnetsizler Yasa’nın buyruklarına uyarsa, sünnetli sayılmayacak mı?. 27-Sen Kutsal Yazılar’a ve sünnete sâhip olduğun hâlde Yasa’yı çiğnersen, bedence sünnetli olmayan ama Yasa’ya uyan kişi seni yargılamayacak mı?. 28-Çünkü ne dıştan Yahudi olan gerçek Yahudi’dir, ne de görünüşte, bedensel olan sünnet gerçek sünnettir. 30-Çünkü sünnetlileri îmanları sâyesinde, sünnetsizleri de aynı îmanla aklayacak olan Tanrı tektir.

 

Romalılara Mektup 4: 9-Bu mutluluk yalnız sünnetliler için mi, yoksa aynı zamanda sünnetsizler için midir?. Diyoruz ki, “İbrâhim, îmânı sâyesinde aklanmış sayıldı”. 10-Hangi durumda aklanmış sayıldı?. Sünnet olduktan sonra mı, sünnetsizken mi?. Sünnetliyken değil, sünnetsizken… 11-İbrâhim daha sünnetsizken îmanla aklandığının kanıtı olarak sünnet işâretini aldı. Öyle ki, sünnetsiz oldukları hâlde îman edenlerin hepsinin babası olsun, böylece onlar da aklanmış sayılsın. 12-Böylelikle atamız İbrâhim, yalnız sünnetli olmakla kalmayan, ama kendisi sünnetsizken sâhip olduğu îmânın izinden yürüyen sünnetlilerin de babası oldu.

 

Korintoslulara Mektup 7: 18-Biri sünnetliyken mi çağrıldı, sünnetsiz olmasın. Bir başkası sünnetsizken mi çağrıldı, sünnet olmasın.

 

Galatyalılara Mektup 5: 2-Bakın, ben Pavlus size diyorum ki, sünnet olursanız Mesih’in size hiç yararı olmaz. 6-Mesih Îsa’da ne sünnetliliğin ne de sünnetsizliğin yararı vardır; yararlı olan, sevgiyle etkisini gösteren îmandır.

 

Galatyalılara Mektup 5: 11-Bana gelince, kardeşler, eğer hâlâ sünneti savunuyor olsaydım, bu-güne dek baskı görür müydüm?. Öyle olsaydı, çarmıh engeli ortadan kalkardı. 12-Bedende gösterişe önem verenler, yalnız Mesih’in çarmıhı uğruna zulüm görmemek için sizi sünnet olmaya zorluyorlar.

 

Filipililere Mektup 3: 2-Kötülük yapan o adamlardan, o köpeklerden sakının; o sünnet bağnazlarından sakının!”.

 

Sizlerin de okuduğu gibi, Pavlus Kutsal Yasada yer alan ve devamlı bir yasa olarak ortaya konan sünnetin yalnızca kâlbî boyutu üzerinde durmuş, fizîki sünnetin olmayabileceği karârına varmıştır”.

 

Paulus, Helenleri uydurduğu dîne sokmak için “sünnet olmaya gerek olmadığını” söylemiştir. Zîrâ Yunanistan’lılar sünnet olmak istemiyorlardı. Hristiyanlıktaki sünnetsizliğin sebeplerinden biri de budur. Sünnetsizlik, Paulus’un Helenlere verdiği bir tâviz idi.

 

Bar Kohba İsyânı, Roma İmparatoru Hadrianusun, İslâmın da tevârüs ettiği bir yahudi âdetini yasaklamasıyla başlar. Helenistik kültüre olan hayranlığıyla bilinen Hadrianus, yahudi erkelerin dînî bir vecîbe olarak kabûl ettiği sünnet olmayı insan vücûdudnun bir mutilasyonu (Mutilasyon veyâ sakatlama, bâzen ölüme neden olan, herhangi bir canlı vücûdunun görünümünü veyâ işlevini bozan fiziksel yaralanma eylemidir) olarak görür ve bunun “barbarca bir eylem” olduğu sonucuna varır. Sünnet olmak kadim olan”ın yücelttiği “insan vücûdunun mükemmelliği” ilkesine ters düşer. Yasak, yahudilerin üç yıl boyunca büyük bir isyân hereketi başlatmalarına neden olur.

 

Şimdi; tüm bunlar tartışılabilir ama konu hiç-bir zaman bir nihâyete bağlanamaz. Biz konuyu farklı bir açıdan ele almak istiyoruz…

 

İslâm’a göre yapılan işler 3 maslahat nedeniyle yapılır-istenir. Şâtıbi, dînin amaçlarını, zarûriyyat, haciyyat ve tahsiniyat olarak önem sırasına göre sıralamıştır.

 

1-Zarûriyyat: Mecbûri işler. İster-istemez olan işler. Kaçınılması imkânsız durum. Bunlar, têmin edilmediği takdirde toplumda bozulma ve dağılmalar başlayabilir. Dînin, canın, aklın, neslin ve malın korunması, bunların zâyi olmasına yol açacak şeylerin giderilmesi zarûridir. Sosyâl adâlet, düşünce ve düşünceyi ifâde hakkı, seçme ve seçilme hakkı, haber alma hakkı, barınma ve çalışma hakkı, seyahat etme hakkı gibi haklar zarûriyyata âittir.

 

2-Haciyyat: Zorunluluk derecesi zarûriyyat seviyesinde olmayıp, normâl ihtiyaç seviyesinde korunması hedeflenen maslahatları ifâde eder. Tedbirli olmak haciyyattandır. Haciyyattan kavram olarak ilk defâ bahseden Cüveyni ise haciyyatı, zarûret derecesine ulaşmamış genel ihtiyaçlar diye târif eder. Hâciyyât, dînin, canın, aklın, neslin ve malın korunması için tedbir alınması, zorluğun giderilmesi ve genişliğin têmin edilmesi ile ilgili insanların muhtâç olduğu maslahatlardır. Bu maslahatlar gözetilmediğinde sıkıntıya düşülür veya zarûri maslahatların korunması tehlikeye düşer. Öğrenim, sağlık, trafik gibi gereksinimler de haciyyata dâhil edilebilir.

 

3-Tahsiniyyat: Güzel elbiselerin giyilmesi, nâfile ibâdetlerle, gönüllü yapılan sadaka ve benzeri şeylerle AIIah’a yaklaşılmaya çalışılması gibi şeyler tahsîniyyât türündendir. Beşeri davranışlarda (âdât) yeme ve içme kuralları, pis ve iğrenç şeyleri yeme ve içmeden uzak durma, israf ve pintilikten kaçınma gibi şeyler örnek olarak zikredilebilir. Müzik, tiyatro, resim, sinema gibi plastik ve görsel sanatlar ve tüm estetik değerler de tahsiniyyata dâhil edilebilir.

 

Şimdi; sünnet zarûri bir ihtiyaç mıdır?. Yâni zarûriyattan mıdır?. Kimilerine ve kimi durumlara göre zarûri olsa da genel olarak illâ ki zarûridir diyemeyiz. Peki haciyyattan mıdır?. Sünnet olmak haciyyata daha yakın dursa da haciyyatın kapsamına girdiğini de net olarak söyleyemeyiz. Peki tahsiniyyattan mıdır?. Yâni hasen=güzellik için midir?. İşte bizim konuyu çekmek ve sünnet olunması gerektiği yönündeki inancımızı dayandırdığımız nokta burasıdır: Tahsiniyyat. Yâni güzellik.

 

Basit, sağduyulu, normâl ve tarafsız bir bakışla baktığımızda, sünnetli olan erkek cinsel organının, sünnetsiz olan erkek cinsel organına göre; hem küçük abdesti yapmada daha pratik, hem de cinsellik ve görünüş açısından daha normâl, tahrik edici ve şehvetli durduğu çok nettir. İşte sâdece bu nedenden dolayı bile sünnet savunulabilir ve sünnet olmak tavsiye edilebilir. Çünkü şehvet de bizim hayâtımızın bir parçasıdır ve insanlığın devâm etmesini sağlayan cinsel ilişkinin daha kaliteli olması için (tahsiniyyat), sünnetli erkeklik organı daha uygundur. Hiç şüphe yoktur ki cinsel ilişkide görüntü en önemli etkendir. İşte biraz da bu nedenden dolayı sünnetli olmayı daha iyi ve doğru buluyoruz.

 

Şu da var ki, sünnet derisi sâbit değildir. Bu da onun “geçici” olduğunu düşündürür. Sâbit olsa; “kardeşim niye kesiyorsunuz?” sorusu anlamlı olurdu, ama zâten hareketli ve geriye çekildiğinde “glans” denilen penis-başı ortaya çıkmaktadır. Peki sünnetsiz organın başı ne zaman açığa çıkar?. Çünkü deride bir hareketlilik var ve geriye doğru çekince penis-başı açığa çıkıyor. O-hâlde penis-başının açığa çıkması gereken durumlar var. Bu eğer cinsel ilişki sırasında olacak bir şey ise, en kullanışlı ve işlevsel olanı elbette sünnetli penistir. Sünnetsiz peniste, cinsel ilişki sırasında zâten deri geriye doğru gidiyorsa, o zaman da cinsel ilişki için işlevsel olan şeyin, penis-başının açık olduğu şekil olduğu anlaşılır. Zâten sünnet de, ergenliğe doğru yapılan bir işlemdir ki bu yaş, cinselliğin aktifleşmeye başladığı zamanlardır. Sünnet derisi, bebeklerin ve küçük çocukların çok hassas olan penis-başlarını bir zaman için sürtünme ve tahrişten korumak nedeniyle yaratılmış olabilir. Çünkü sünnet derisinin başka bir işlevi yoktur ve zâten eksikliğinde de bir sorun oluşmamaktadır. Hattâ tam tersine, deri alınıp penis serbest kalınca daha işlevsel olmaktadır.

 

Sünnet işlemi sırasında yada sonrasında bâzı sorunlar yaşanıyor olabilir ama modern tıbbın yaptığı cerrâhi işlemlere oranla bunlar binde-bir bile değildir. Çok gereksiz şeyler için yapılan onca cerrâhi operasyonlar sonucunda ortaya çıkan hatâlar gündem edilmezken, iş sünnete gelince, -Sünnet’i ve dîni çağrıştırdığı için- büyük gürültüler koparılıyor. Peki neden burun, yüz, göğüs, kaş, göz, dudak, diş, kalça, derinin rengi, dövme, piercing (pirsing), hattâ sâdece görünüm için yapılan cinsel organların sünnet dışındaki operasyonları konu edilmiyor?. Peki kürtaja niye bir şey denmiyor?. Şu âyeti, sünnet için kesilen deri için kullanıyorlar: “Ki Allah onu (şeytanı) lânetledi, o da şöyle dedi: Celâlin hakkı için kullarından belirli bir pay alacağım” (Nîsâ 118). Peki şeytan sâdece sünnet için kesilen derilerden mi pay alıyor?, estetik için kesilen derilerden pay almıyor mu?. Estetik için kesilen derilere ses çıkar(a)mıyorlar. Çünkü estetik modernlik için yapılan bir şeydir, sünnet ise büyük oranda dînî bir telâkkiyle yapılıyor. Sünnete laf edenler, hayvanların kısırlaştırılmasına da ses çıkar(a)mıyorlar. Çünkü estetikte modernizme göre hareket eden kalabalık kitlelerden, kısırlaştırmada ise yine kalabalık hayvan-severler insanlardan tepki alacaklarından çok korkmaktadırlar. Dindarlar ise hiç-bir şeye ses çıkar(a)madıkları için herkes dîne yada din ile alâkası olan şeylere laf atıyor. 

 

Sünnet, cinsel organın şeklini bozmak değil, tam aksine ona şekil vermektir. Özellikle kadınlar olmak üzere insanların estetik ameliyatlarla genellikle gereksiz yere vücutlarının çeşitli yerlerini kestirip biçmesine sesini çıkarmayanlar, iş “dînî dayanağı olan sünnet” olmaya gelince başlıyorlar îtirâza. Îtirazlarının ana-nedeni tıbbi kaygılar değil, dîne olan gıcıklıklarıdır. Dînî nedenlerden dolayı burun estetiği yaptırılsa ona da karşı çıkarlardı büyük ihtimâlle. Kadınlar için ise sünnet olmak zarûri hâller dışında gereksizdir. Zâten İslâm’da da buna gerek görülmemiş ve -uygulamayı âdet edinmiş bâzı yöreler hâriç- yapılmamıştır. Fakat şu da var ki, kadınlar estetik nedeniyle vajina ameliyatı da oluyorlar ki o da bir çeşit sünnettir.

  

Allah, kızları “kızlık zarı” ile birlikte yaratmıştır ve bunun ömür-boyunca bozulmadan durmasının yâni delinip yırtılmadan durmasının hiç-bir zararı yoktur. Fakat “bu böyledir” diye cinsel birleşme iptâl mi edilmelidir?. Hem ne de olsa kızlık zarının gerdek gecesinde yırtılması da kadın-kız için bir zorlanma, kanama ve psikolojik bir travma sebebidir. Çünkü bu nedenle hastaneye gitmek zorunda olanlar da oluyor. O-hâlde neslin devâmı için ne yapmak gerekir?. El ile boşaltılmış meniyi bir iğne ile kadının vajinasının içine zerk ederek boşaltmak ve doğumu da kızlık zarının yırtılmaması için “normâl doğum” ile değil de sezaryenle mi yapmak gerekir?. Fakat bu sefer de kızlık zarı yırtılmasın diye çocuğu çıkarmak için bütün kadınların karınlarını kesmek zorunda kalınacaktır. Demek ki ille de bir yerlerin kesilmesi gerekiyor.

 

Bir de derler ki: “Sünnetsiz bir şekilde doğduk, doğal olan bir şeyi niçin keserek şeklini değiştiriyoruz?”. O zaman biz de: “Doğduğumuzda göbek-kordonuyla birlikte doğduk, doğal olan budur. Doğal olan göbek-kordonunu niçin hemen keserek değiştiriyoruz?” diye sorarız. Göbek-kordonunun hemen kesilmesi şart değildir ve kordon, sıkıştırılıp kan akışı kesildiği için kısa zamanda kuruyup düşer. Zâten göbek-kordonun hemen kesilmemesini tavsiye edenler de vardır: “Kordonun geç kesilmesi anemiyi engeller, kanlanmayı arttırdığı için demiri arttırır ve böylece bir-çok hastalığı önler” denir. “Lotus Doğum” (doğumdan sonra bebeğin göbek-bağını kesmemek ve bir süre plâsentaya bağlı kalmasını sağlamak) denilen doğum şeklinde göbek-kordonu belli bir süre plasentaya bağlı olarak kalabiliyor. Böylece kordonun belli bir süre sonra doğal yollarla kuruyup düşmesi beklenir. Bu süreç doğumdan sonra 3 ilâ 10 gün arasında değişir. Evet; göbek-kordonu kendisinin belli bir süreliğine bulunması gerekli olup, zamânı gelince kesilmesi gereken bir parçadır. Zâten kesildiğinde estetik bir görünüme kavuşur. Aynen erkeklik organının ucundaki deri parçasının da, zamânı geldiğinde kesilip estetik bir görünüme kavuşturulmasında olduğu gibi.

 

“Bizim kâlplerimiz kılıflıdır” dediler. Öyle değil! Allah onları kâfirlikleri sebebiyle lânetledi; onun için çok az îmâna gelirler” (Bakara 88). Âyet “kılıflı (sünnetsiz) kâlp”ten söz ediyor. Kâlp kılıflı olunca fıtratına uygun davranamıyor. Bir şey kılıfının içindeyken fıtratına/doğasına tam olarak uygun davranamaz çünkü. Kılıç, kılıfındayken (kın) ne işe yarasın ki?. Kılıfı ile de karşı tarafa bir “darbe” vurulabilir belki ama, etkili ve doğasına uygun kullanmak için onun kılıfından çıkarılması gerekir ki, görevini tam olarak yerine getirsin. 

 

Son söz: Sünnet olmak farz değildir, adı üstünde sünnettir. Zarûriyyattan olmasa da tahsiniyyattandır ve yapılması bir-çok açıdan iyidir. Kur’ân’da sünnet emredilmez ama yasaklanmaz da.

 

Sünnet olmak, İslâm’ın farzı değildir, müslümanın tarzıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2015

 

Devamını Oku »

Atalar Dîni (Ata-izm=Atavizm) ve Animizm


Atalar Dîni

 

Atalar dîni aslen tanrı-tanımaz bir din değildir. Allah’ı bilip ona inanırlar ve en yüce kudretin O olduğuna îtirâz etmezler. Atalar dîni, “Allah’a ya da iyiye ulaşmak için ataların yolundan gitmeyi doğru olarak görmek” demektir. Atalarının taptığı gibi tapmak, onların yaşadığı gibi yaşamak/davranmak genel görüşleridir. Ataların durumu bir tecrübeyi de yansıttığı ve ataların hayâtı geçmiş bir konu olduğu için değerlendirme kolay yapılabilmekte ve ataların yaptıkları iyilik ve kötülüklerin sonuçları günlük hayâta bakınca bile kolayca görülebilen bir durum mevcuttur atalar dîninde.  

 

Atalara uymanın-tapmanın ardındaki neden; “ataların tutum ve davranışlarında bir hikmet gizlidir, çünkü onlar topluluğun bekâsını sağlayacak bilgileri ellerinde tutmaktadırlar” düşüncesidir.

 

Atalar dîni mensupları sâdece müşriklerden oluşmaz. Gizli müşriklerden de oluşur (gizli şirk). Somut putlara tapmadan da atalar dîni takip edilebilir ve insanlık târihinin her döneminde ve şu-anda da atalar dîni mevcuttur ve hattâ halkın geneli bu dindendir.

 

Atalar dîninin gerçekten de bâzı pozitif yönleri vardır. Bir kere çok büyük bir tecrübeye sâhiptir. Bu tecrübenin değerlendirmesi ile hayâta yön verilebilir. Fakat atalar dîni nefsi kontrol altına almada başarılı olamaz. Çünkü insan genelde nefsine göre davranır ve atalar da nefsine göre davranmıştır. Bunu gören ataların izleyicileri de nefs sâhibi oldukları için ve nefse hoş gelen şeyi “iyi” görmeleri sebebiyle ataların bu yanlış tutumlarını kolayca kendi hayatlarına aktarabilirler. Günlük işlerde ataların yaptıkları şeylerde bâzı güzellikler vardır. Meselâ şimdiki zamâna göre de yeme-içme-giyinme-yaşama alanları gibi konularda, atalarının yaşayışlarının bizimkilerden daha iyi ve doğal olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Netîcede onlar bizden daha sağlıklı yaşamışlar, daha düzgün hayatları olmuştur. Genel davranışları, saygıları ve ahlâkları da çok açıktır ki bizden daha üstündür. Hattâ anlayış ve olayları değerlendirme bakımından da bir-çok konuda üstünlükleri vardır. Ata-sözlerini hayranlıkla dinler/okur ve söyleriz.

 

Aslında yasaklanan şey “ataları izlemek” değil, “ataları körü-körüne izlemek”tir. Çünkü atalar körü-körüne izlendiğinde insan olmanın ayırıcı vasfı olan akıl bloke oluyor ve ataların yaptıkları dinleştiriliyor. Kur’ân da zâten ataları izlemeyi değil, onları körü-körüne izlemeyi, onlar gibi şirk içinde yaşamayı yasaklıyor ve kınıyor: “Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104). Ataları körü-körüne izlemek, aklı, düşünceyi ve davranışı yozlaştırıyor, donuklaştırıyor, durağanlaştırıyor ve onların yanlışını sürdürüyor. İyi yönlerini izlemekte tabî ki sorun yok ama, iyi yönleri var diye kötü yönlerini izlemeyi sürdürmek de doğru değildir.

 

Atalar dîni, eğer vahiy/Kur’ân olmasaydı izlenebilecek ve kabûl edilebilecek bir din olabilirdi. Fakat vahyin olması, Kur’ân’ın inmiş olması, atalar dînini şirk hâline getiriyor ve şiddetle yasaklanıyor.

 

Atalar dîni modern anlamda da geçerliliğini sürdürüyor. “Biz babamızdan böyle gördük” derken, görülen şeyler sağduyuya aykırı değilse sorun yok, fakat Allah herkese akıl verdiği için kişinin ciddî konularda aklını kullanarak ve vahyi izleyerek atalarının yolunu bırakmasını ya da onlardan daha iyi yorumlamalar yapabilmesini ister. Modern atalar dîni modern ideolojilerdir de. İdeolojileri körü-körüne tâkip etmek, ataları tâkip etmek anlamına da gelebilir. Hiç sorgulamadan ana-babadan gördüğü gibi mevcut ideolojileri tâkip etmek, atalar dîninin modern çeşididir. Allah, ataları tâkip etmeyi tüm zamanlar için eleştirmiş ve yasaklamıştır. Dinde evrensel değerleri gözeten örfün yeri de vardır. Bu nedenle de ataların yaptığı şeyleri sorgulayarak iyi yönlerini kullanmalı, kötü yönlerini ise eleştirmeli, yasaklamalı ve hattâ yok etmelidir.

 

Animizm

 

Çok acâyibimize gittiğini her zaman konuştuğumuz animizm dîni de modern çağlarda devâm ediyor aslında. Canlıcılık da denen animizmde rüyâlarla iş yapmak, her varlığın bir rûhu olduğunu söylemek gibi düşüncelere sâhip bir ruhçuluktur/gizemciliktir animizm. Meselâ mutfaktaki bir tencereye bile ruh/akıl yükler ve onlara bir-nevi taparlar. Onları kutsallaştırırlar. Tencerenin herhangi bir hareketine ve çıkardığı seslere bile anlamlar yükleyerek bildiğimiz yemek pişirdiğimiz tencereyi kutsallaştırırlar.  

 

Peki günümüzde de benzer şeyler yapılmıyor mu? Tabî ki de yapılıyor. Modern bir hâle bürünmüş bu tapınma şeklinde, rüyâlara çeşitli olur-olmadık yorumlar yaparak ve anlamlar yükleyerek hareket edenler, ruh ile ilgili çeşitli inançları olanlar, rûhun gezdiğini söyleyenler, rûhun hayattan-hayata geçeceğine inananlar vs. modern animistlerdir. Her şeyde mânâyı/kutsalı (Allah’ı) gören animizm, modern çağda tasavvuf/bâtınilik adı altında yaşıyor.

 

Modern zamanlarda en çok yapılan animist tapınmalar ise modern teknolojik cihazlara karşı yapılanlardır. Yeni çıkan cihazlar karşısında âdeta büyülenmiş bir hâlde, o cihazlara aslında onlarda olmayan özellikler yüklemek, onlara anlamlar vermek, onları âdeta taparcasına sevmek ve sâhip olmak gibi davranışlar, modern animist tapınış şekilleridir. Günümüzde aynen animizde olduğu ve animistleri kıskandıracak ölçüde dindar bir animist gibi “eşyâya akıl yüklemek” zirve yapmış durumdadır. Meselâ cep telefonlarına “akıllı” demek, onlarda akıl vehmetmek en başta gelenidir. Hâlbuki cep telefonu insanların ona yükledikleri kadar iş yapabilen şuursuz parçalardan yapılmış yine şuursuz cihazlardır ve yaptıkları şeyleri de kesinlikle şuurlu bir şekilde yapmazlar/yapamazlar. Meselâ en akıllısının, üstüne sıçsan bile bir şey diyemez. Aynı şey bilgisayarlar ve diğer elektronik cihazlar, motorlu taşıtlar, kıyâfetler, evler ve diğer eşyâlar için de geçerlidir. Modern eşyalar üzerinden animizm diriltilmiştir.  

 

“Fakat bu cihazları kullanarak yararlı işler de yapabiliyoruz ve bu sâyede meselâ Allah’ı daha iyi bilebiliyoruz, dolayısı ile O’na daha yakın oluyoruz” diyenler şu âyeti akıllarında tutmalıdırlar: “Haberin olsun; hâlis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”. (Hayâtımızı şekillendiriyoruz). Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidâyete erdirmez” (Zümer 3). Allah bu cihazları kullanmayı değil, insanların o cihazların hakîkati gösterdiğini, onları aşırı ölçüde sevip onsuz yapamayacak duruma gelmelerini eleştiriyor ve bunu istemiyor. O ruhsuz cihazların hayatlarına yön vermesini istemiyor. Çünkü Allah’tan başka neye olursa-olsun sıkı bağlılık gösterenler, en sonunda o bağlandıkları şeyleri ilahlaştırırlar. Aşırı bağlılığı neye gösterirseniz onun kulu olursunuz. Artık (şimdilerde olduğu gibi) onsuz yapamazlar. Ahlâklarını, fikirlerini, düşüncelerini ve nihâyet ibâdetlerini (eylemlerini) o eşyalara göre belirlerler ve şekillendirirler. En sonunda da o şey din olup çıkar. Aynen animizmde olduğu gibi.

 

Saadettin Merdin:

 

“Animizm’i; kısaca “ruhlara tapma inancı” diye niteleyebiliriz. Tevhid dîni olan İslâm’ı en çok bu rûha tapma inancı bozmuştur. Bu-gün uluların, erenlerin ruhlarından medet ve bereket dilemek şeklinde Animizm tekrar hortlamıştır. Evliyâyı aşırı yüceltmenin nedeni de budur. Meselâ bu animistlere göre; Abdulkadir Geylânî’nin rûhu aynı-anda binlerce müridinin yardımına koşabilmektedir(!). Bırakın câhil halk tabakasını, apaçık şirk ve küfür olan bu inanca inanan pek-çok âlim bile vardır. Hattâ ömrü boyunca onun ruhâniyetinden yardım istediğini ve yardım da gördüğünü Sâid Nursi iftiharla söyleyebilmiştir.

 

“Peygamberimizin ruhâniyeti Çanakkale savaşlarında en önde savaşmıştır” derler. Anlaşılan Türkler eski dinleri Animizm’in tesirinden hâlâ kurtulamamışlar.

 

Din denilince Türklerin aklına cin, sihir, büyü, nazar, muska gibi şeyler gelir. Hâlâ halk İslâm’ında cinler, periler çok önemli bir yer işgâl eder. “Ecdâdın ruhları” fikri hâlâ çok canlıdır! Bu Animizm’den geçmiş olan “ataların ruhlarıyla temâsa geçme” inancı en çok şeyh, veli kabûl edilen kimselerin yatırlarını, mezarlarını, onlardan yardım görme ümidiyle ziyâret etmede görülür. Türklerin hâlâ büyük çoğunluğunun Kur’ân’dan haberi yoktur. Onun anlamını merâk etmezler, daha çok ölülerine okurlar. Onu, sihirli güçleri olan kutsal bir kitap olarak görürler.

 

Câhiliye Araplarının inançları; totemizm, animizm merhâlelerinden geçerek putperestliğe dönüşmüştür. Animizm safhasındaki Araplar, kâinatın ruhlarla dolu olduğuna ve bütün doğal hâdiselerin bu ruhların eseri olduğuna inanıyorlardı. Eşyâya can veren ve onlarda bir-takım değişikliklere sebep olan ruhlara hürmet ve itaat etmeye başladılar. Bir-takım âyinlerle ruhlara ibâdet etmeye başladılar. Totemciliğin yerini daha sonra “ruhçuluk” aldı. Onlar ölen bir adamın rûhunun cesedini terk ederek kabirden çıktığına inanıyorlardı. Bu ruhların bir kısmı ervah-ı latîfe, diğerleri ervah-ı hâbise idi. Çöller, vâdiler bu ruhlarla dolu idi. Bu ruhlara Allah’ın ulûhiyetinden hisse verirlerdi.  Câhiliye müşrikleri arasında çok yaygın olan kehânet/kâhinlik işi, işte bu ruhlarla irtibat kurma üzerinedir. Şâirler şiirlerini bu ruhların ilhâmıyla yazarlardı. İlham perileri bu ruhlardı. Peygamberimizi bu yüzden şâirlikle itham ettiler. Mekke müşriklerinde, mâbetler sâdece tapınma yeri değil, aynı-zamanda ruhânî varlıklarla temâsa geçme, gaybten haber alma yeridir. Bizim klâsik eserlerde çok sık geçen “hatiften (Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen) gelen sesleri” kâhin ve falcılar duyuyorlar ve bunları müşriklere aktarıyorlardı.

 

Ayrıca Arapların taştan bir fetişleri vardı. Fetiş bizâtihi mâbud değildi, daha çok bu taptıkları ruhların makarr’ı/içine yerleştiği, bulunduğu yerdi. Bu fetiş/sanem sihirli bir mâhiyete sâhipti. Sefere çıkan, seferden dönen kimse, ilk iş olarak bunu meshediyordu. Daha sonraları bunlar yontularak insan şekline sokulacaktır. Özetle; câhiliyye arapları bu heykelleri makarr edinmiş, ruhlardan istiâne’de bulunuyor, isteklerini, en yüce İlaha iletmesi için onlara arzediyorlardı.

 

Fethullah Gülen; “Benim Küçük Dünyâm” adlı kitabında şöyle der; “Büyük ve mukaddes ruhlar ceset kafesinden kurtuldukları vakit âdetâ bir melek hâline gelirler ve her zaman kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları desteklerler”. Pek Muhterem Hoca Efendimiz, gittim, gördüm, test ettim, onaylıyorum edâsıyla konuşsa da, resmen sunuhat nev’inden konuşuyor” der.

 

“Allah’tan başkasına yalvarıp duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremez ve onların duâlarından/çağırmalarından habersizdirler” (Ahkâf 5).

 

Evet artık animist dinlere gerek yok ve onların ritüellerine şaşmak asıl şaşılması gereken bir şeydir. Çünkü âlâsı şimdi yapılıyor. Klâsik animistler, günümüzde olduğu kadar anlam, akıl, ruh, yükleyip eşyâyı bu derece ilahlaştırmamışlardı. Vahiy-merkezli olmayan hayatlarda eski dinler çığırından çıkacak şekilde yeniden üretilip diriltildiği gibi, Şeytan’ın bile aklına gelmeyeceği derecede yeni tapınış şekilleri ortaya çıkacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2015

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

İslâm'da Kurban Var Mı



“Ey îman edenler, Allah'ın şiarlarına, haram olan ay'a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin” (Mâide 2).

Özellikle son zamanlarda tartışma konusu hâline getirilen “kurban kesme” olayının Kur’ân’da emredilmediği, bu nedenle de İslâm’da “kurban kesme” diye bir şey olmadığı söylenmektedir. Bu kişilerin iddia ettiği şey “kurban” değil, “kurbanlık hayvan kesimi”dir. “Kurban bir yakınlaşmadan ibârettir, hayvan kesme yoktur” diye iddia etmektedirler. Öyle ki; kelimelere attırdıkları taklalar, aslında bir hayvanı değil fakat Kur’ân’ı kurban etmektir. Kur’ân, âyetlerine/kelimelerine olmadık anlamlar yükleyerek kurban ediliyor.  

Bu meselede kelimeleri çok fazla didikleyerek, apaçık “kesme” ile ilgili âyetlere/kelimelere olmadık aşırı zorlama anlamlar vermektedirler. Biz bu konuyu “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde farklı bir âyetle birlikte tefsir ederek tartışmak istiyoruz. Bu âyet Nûr Sûresi 31. âyetteki “humur-hımar kelimesinin geçtiği baş-örtüsü âyetidir.

Bu âyetteki “hımar” kelimesi için ona sâdece “örtü” anlamı vererek, bu örtünün baş-örtüsü olması gerekmediğini, o yüzden bu kelimenin baş-örtüsü anlamında değil, “herhangi bir örtü” anlamında olduğu söylenir. Baş-örtüsü anlamına gelebilmesi için “baş” kelimesinin geçmesi gerektiğini söyleyerek; “baş”, “kafa”, “tepe” anlamına gelen “re’s” kelimesinin humur ile birlikte kullanılması gerektiğini söylerler ve bunun da “humurun ra’s” olarak ifâde edilmesi gerekir ki baş-örtüsü mânâsına gelsin derler. Hâlbuki tüm Dünyâ’da baş için kullanılan nice giysiler=örtüler vardır ki bunlar için ayrıca “baş” kelimesi kullanılmaz. Meselâ şapka, takke, bere vs. gibi kullanılan giysiler için baş kelimesi kullanılarak; “baş şapkası”, “baş beresi”, “baş takkesi” gibi ekler kullanmayız. Bunlara gerek yoktur çünkü. Şapka deyince, onun baş için kullanılan bir örtü olduğu çok açıktır. İşte bunun gibi; hımar kelimesi de baş için kullanılan bir örtüyü ifâde ettiğinden, kimse ona “baş hımarı” demez. O zâten baş için kullanıla-gelen bir giysidir. Zâten “hmr” formundaki kelimeler de başa atıf yaparlar. Meselâ hamr=içki başa atıf yapar. Çünkü içki başı sarhoş ederek etkiler.

İşte bunun gibi; “Nahr” kelimesi için de bir ek kullanılarak “bıçakla kes”, “kurban kes” vs. gibi bir ifâdeye gerek yoktur. Herhangi bir arap, kendisinden nahrın ne demek olduğu sorulduğunda, “bir hayvanın bıçakla boynunun özel bölgesinden kesilerek boğazlanmasıdır” cevâbını verir, bunu anlar çünkü. Yâni “nahr”, “hayvan kesmek”, “hayvanı boğazlamak” demektir. Lûgatta da Nahr: “Boğazlamak”, “bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek”, “boyun”, “boğaz çukuru” anlamlarına gelmektedir. Âyeti aşırı zorlayarak; “zorluklara göğüs germek”, “karşı durmak” gibi anlamlar vermek modernizm karşısındaki kompleksten ve bağlı bulunulan ideoloji/hizip/grup/fikir vs.den kaynaklanır. Bu anlamı vermek istesek bile, ancak yine “kurban kesilmesi temel anlamıyla” bu anlama ulaşabiliriz-ulaşmalıyız. Çünkü âyetin temel anlamı kurban kesimi ile ilgilidir. “Kurban keserek ve etini yoksullarla paylaşarak fakirliğe karşı göğüs germekten” bahsedilebilir, fakat bu anlam, meâlin/tercümenin değil, tefsirin konusudur.

Zâten bahsedilen alamda “göğüs” kelimesi “sadran” olarak Nâhl 106. ve İnşirah 1. âyetlerinde kullanılır. Nahr ise göğüs değil, “göğsün üstü” anlamındadır. Allah, kesilecek ortalama noktayı işâret ederek, bırakın “kurban kesmek var mıdır” tartışmasını, hangi hayvanların kesilebileceğini ve hayvanın neresinden kesileceğini bile söylüyor. Hattâ şu âyetlerle arap toplumunun en çok kurban ettiği hayvan olan devenin hangi irilikteyken, hangi pozisyonda nasıl kesileceğini ve hattâ etinin ne zaman yenileceğini ve en sonunda da kesilen hayvanın etinin kimlerle paylaşılacağını bile belirtiyor:

İri cüsseli develeri size Allah'ın işâretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar bir dizi hâlinde (veya saf tutmuşçasına ayakta durup) boğazlanırken Allah'ın adını anın; yanları üzerine yattıkları zaman da onlardan yiyin, kanaatkâra ve isteyene yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz” (Hac 36).

“Kendileri için bir-takım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun” (Hac 28).

Peki hayvan kesmek ibâdet midir? Kurbanda özellikle paylaşmak için hayvan kesmek tabî ki ibâdettir. Çünkü kurbanda aslolan “paylaşmak”tır ve paylaşmak ibâdettir. Hattâ bu ibâdet, modern zamanlarda müslümanların en çok unuttuğu bir ibâdet olup, hâl-i pür melâllerinin sebebi de bu unutkanlıktır. Şu âyet bunu belirtir:

“Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takvâ ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidâyet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver” (Hac 37).

Bu âyet kurbanı kan akıtmak ve et için değil, Allah’ın bir emrini yerine getirmek ve kesilen hayvandan elde edilen gıdayı yoksullarla paylaşmayı öğretir ve emreder. Zâten Allah bu gibi ibâdetleri kişisel sorumlulukların yerine getirilmesinden sonra (takvâ) insanların bir-birleriyle paylaşmayı öğrenmesini ve bir-araya gelip yakınlaşarak ve sıcak bir ortam oluşturarak bir kardeşlik rûhu têsis etmek ister. Böylece adâlet-eşitlik, hak-hukuk üzre bir toplumun oluşmasını diler. Kurban kesme alanındaki ve anlamındaki bu ibâdet de bu ortamı sağlamak için yapılan faaliyetlerden biridir ve çok da işe yarar. Zâten peygamberimiz de her kurbanda iki tâne hayvan keser, birini dağıtır, diğerini de âilesi için ayırırdı:

Peygamberimiz (s.a.v.) en az iki kurban keser; bir tânesinin kendisi için, diğerinin ise ümmetinden kesemeyenler için olduğunu söylerdi. Kaynaklar Hz. Peygamber'in Vedâ Haccı'nda yüz tâne deve kurban etmesine rağmen bunun yanında, âdeti olduğu üzere, iki tâne de koç kurban ettirdiğini ve kesim paralarını bizzat kendisinin verdiğini ifâde eder.

Yine Hz. Peygamber’in âilesi ve eşleri adına da kurban kestiği nakledilmektedir.

Hz. Peygamber de Medine’de sürekli kurban kesmiş ve hacda ise, muhtemelen altmış üç yıllık ömrünü esas alarak, 63 tâne kurban kesmiştir. İbn Mâce’nin naklettiği hasen derecesinde bir hadis-i şeriflerinde ise: “Kim imkân bulur da kurban kesmezse bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” buyurmuştur.

“Kim mal genişliği (mâli imkân) bulur da kurban kesmezse sakın bizim mescidimize, namazgâhımıza yaklaşmasın” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed).

Ayrıca şu âyet de kurbanın kesilmeden önce namaz kılınarak, dînî bir ibâdet olan kurban kesmeye mânevi olarak hazırlanılmasını sağlar:

“Şu hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser 2).

Tabi bu âyette kurbandan başka atıf yapılan şey, kurban bayramı namazıdır.

Fâruk Beşer:

“Kurbanlarınızın etleri ya da kanları Allah’a ulaşmaz, ama sizin takvânız Allah’a ulaşır” (Hac37). Âyetine göre kurban kesmenin asıl amacının Allah’ın emrini yerine getirmek, böylece takvâlı olduğunu göstermek olduğu anlaşılır. Bunun anlamı; “Allah isterse en değerli malımızı dâhi O’nun yoluna fedâ edebiliriz” demektir. Tıpkı Hz. İbrâhim’in İsmâil’i kurban etmeye karar vermesi gibi, gerekirse bizim de canımızı dâhi kurban edebileceğimizi göstermektir. Bir bakıma da kurban, mal-perestlik duygusunu kırmak, Allah’ın rızâsı karşısında her şeyimizden geçebileceğimizi göstermek anlamına gelir” der.

Kesilen kurbanın yoksullara paylaşılması istendiğine göre, kurban kesmek yoksula değil, durumu müsâit olan için farz olan bir ibâdettir. Bu nedenle de “şartlı farz”dır.

Kurban kesmenin sâdece hacda olacağını net olarak söyleyen bir âyet yoktur. Hacda kılınan namazı da her zaman hac dışında da kılıyoruz, orucu tutuyoruz, tabî ki kurbanı da kesmeliyiz. Zâten kurban âyeti-emri, hac âyetinden-emrinden önce (Mekkî) gelmişti: De ki: “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, (nüsuk) hayâtım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir” (En-âm 162).

Lütfi Bergen:

“Bu, inanan adamın ibâdetiydi, tevhid eylemiydi. Arabistan’a âit bir şey değil; burada yaşayan bana âit, buradaki toprağın üstünde, bizâtihi “ben”im Allah ile kurbiyetim için ve bizâtihi benim elimle yapılası bir cehddi. Benden uzakta olamaz, o hayvana dokunmadan, özündeki adanışa nazar edilmeden yapılamazdı. Bıçak vurulduğunda İbrâhim’in oğlunu boğazladığındaki acıyı hissetmeden kurbiyete varılamazdı.

Dînin sosyâl faaliyeti değil Kurban, bir zikirdi; dînin sosyâl faaliyeti olmamıştı. Onu Dünyâ’ya yaygınlaştırılmış bir infâk ibâdetinin parçası hâlinde görmek; İslâm’ın fakirlere bir hediyesi görmek yanılgıydı. O tıpkı ezan gibi Dünyâ’ya yönelik selâmet bildirisidir. O, bir tevhid ameli olarak, adanmış boyuna çalınmış “Bismillah, Allah u Ekber” tesbihiyle der ki, “ben en sevdiğim, kekikle beslediğim, kınaladığım, el içimin tüm şefkatiyle okşadığım değerlerimin şah-damarına Allah için vurulmuş bir bıçağım”. Bunu hangi para kazanabilir? Hangi ve ne kadar çoklukta bir sikke, fakire, muhtâca, miskine gidince böylesi bir zikir olabilir? Tüm enâniyetimi, kibrimi, Allah’tan gayrı sevdiceğimi veriyorum. Ona bedel aramıyorum, onu parayla tartmıyorum. Onu O’na adıyorum ki, ben benlikten kurtulayım. Bıçağı sevdiğim şeylerin sembolü olana sürüyorum ki bana verilmiş şeylerin; malların, evlatların, kadınların, sevdiğimiz ticâretin bir sâhibi olduğunu ikrâr edeyim.

Onun için uzaklarda, görmediğim yerlerde, benden habersiz bir kurbana tâlip olmuyorum. Parasını vererek kurtulduğumu sandığım bir tevhid söyleminden kendimi mahrum etmiyorum. Burada, gözlerinin içine baktığım, karşısında İbrâhim olduğum bir İsmâil’i (koçu) ellerimle kurban ediyorum.

Beni hristiyan olmaktan kurtaran eylem koyuyorum. Çünkü Îsa (as)’nın insanlığa kurban olduğunu söylemişlerdi. Beni yahudi olmaktan tefrik eden bir amel yapıyorum. Çünkü Yahudiler, “kurban Kudüs Tapınağı’nda yapılabilir” demişlerdi. Ben mü’min adamın vâr olmak aşkıyla çıktığı her yerde vakit geldiğinde zikr-i tevhid eyliyorum. Bütün yer-yüzünde ve bizâtihi benliğimle. Allah da benden bunu istemişti: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes/Fe salli li rabbike venhar” (Kevser 2). O, paranın değil bıçağın eylemiydi. Nihâyet kurban tüm ümmetlere indirilmiş bir farzdı. Tüm ümmetler için topyekûn bir zikir ve şiardı: “Ve Biz, bütün ümmetler için (kurban konusunda aynı) usulleri tâyin ettik ki onlara, (Allah'ın) rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın İsmi'ni zikretsinler (Allah'ın İsmi ile kurbanları kessinler). O hâlde, sizin İlâhınız Tek Bir İlâh'tır. Öyleyse O'na teslim olun! Ve muhbitleri (mütevâzi) müjdele” (Hacc 34). “li yezkurû isme Allâhi” der.

Yine; “kurban aslında Türkler ve Türkî milletlerin ve bâzı diğer milletlerin önem verdiği konudur. Bu nedenle (Şamanizmden kalan da bir etkiyle) Türkiye’de çok kurban kesilir” deniyor. Bu doğrudur fakat “kurban kesmeme” ile ilgili bir konu değildir. Türkiye ve diğer bâzı milletlerin eskiden gelen bir alışkanlık ve gelenekle ya da eski dinlerinin de kurbana çok önem vermesinin de etkisiyle alâkalı bir meseledir sâdece. Bu yorumlarla kurbanı ibâdet olmaktan çıkararak bir “âdet” olarak göstermek yanlıştır. Yine modern zamanlarda hayvanlara insanlardan daha fazla değer veren bâzı “hayvandaş”ların, her kurbanda tekrarladığı terâneler de Şeytan’ın modern fısıldamalarıdır. Yazı-başındaki âyetin de söylediği gibi; müslüman olduğunu söyleyenler kurbana saygısızlık etmemelidirler, saygısızca konuşmamalıdırlar.

Kurbanın kötü görülmesinin nedenlerinden biri,”modern kente” uygun görülmemesinden dolayıdır. Yoksa köy-kasaba yerlerinde kimse kurbanı tartışmaz ve kötü bakmaz.

Lütfi Bergen:

“Kurban, kent adamına “ölümün” hatırlatılması, ölümle ve âhirete geçmekle ilgili de bir kurbiyet kurulması bakımından önemli. Bu nedenle kurban ritüeline kısmen soğuk duranların kendi ölümleri ile ilgili olarak da “erteleme” fikrini canlı tuttuğu düşünülebilir.

Ancak bir husus daha var: Kurbandan başka hiç-bir şey, toplumun kentin dışında bir geçim ve yaşam modeli ile gelişini bu derece belirleyici değildir. Modernlik, kendisi ile hiç bağdaşmayacak sosyâl topluluklar ile bir şekilde ilişki kurmak bakımından kurban ile zorlanmaktadır. Bunu da dînin sosyâl olanı belirlemesine borçluyuz. Kent düşüncesi kendi gelişimini asıl görerek yaşıyor ve kendinden daha ilkel saydığı pre-kapitâlist sosyâl topluluklara karşı tekebbür hissi ile davranıyor. Çoğu kent, kırsal hayâtın içinde tutunan sosyâl öbeklere küçümser bakıyor. İşte sâdece İslâm’ın getirdiği kurban ile kent-dışı iktisâdî yaşam biçimleri kente karşı korunmuş oluyor. Kentli adam kurban-Hacc vakti, kendi içinde barındırmaktan imtinâ ettiği çobanlara muhtaç bırakılıyor. Bunu sağlayan da din oluyor. Aslında din, bu kurban ritüeli üzerinden demek istiyor ki: “bu kentler her hâlde ve ihtimâl ki yıkılacak; sen de bir-gün ilkel dediğin ekonomik süreçlere döneceksin”. Bu nazarla bakıldığında kurban oldukça öğretici bir ibret hâline dönüşüyor. Kurban kentli insanın canını sıkıyor. Bu nedenle kurban ile uğraşmak, eti ile, kanı ile, kemiklerin kırılması ile cebelleşmek zor geliyor insanlara. Parasını infâk ile kurtulmak istiyor kentli. Oysa Allah “venhar” diyor. “Nahr”a, “boğaz çukuru” deniyor. “Venhar” kelimesi “elini boğazına götür” ya da “boğazla, kes” anlamına geliyor. Tekbir al, namaz kıl, boğazla. Kent boynunu uzatıyor” der.

Âyet; “onların ne etleri ne de kanları..” diyor. Yâni kestiğiniz hayvanlar/kurbanlar var ya; onların kanlarına-etlerine takılmayın. Etin-kanın muhabbetini yapmayın. Allah’ın murâdı sizin sorumluluk bilincinizdir, takvânızdır yâni. Kurban üzerinden oluşan sorumluluk bilinci. Tabî ki etlerden yoksula-fakire de yedirin-paylaşın. Kurbanın asıl amacı bir sorumluluk bilinci oluşturmaktır.

Kurban daha ilk insan zamânında başlamıştı. Hz. Âdem’in çocuklarının kıssası olan Hâbil-Kâbil kıssası, bir kurban kıssasıdır: Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: Seni mutlakâ öldüreceğim. (Öbürü de:) Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder” (Mâide 27). Allah bu kıssada anlatıldığı gibi, “saman-ot kurbanını” değil, hayvan kurbanını kabûl etmiştir. İlk cinâyet, “hayvan kurban edeni öldürme cinâyeti”dir. Kâbil’in taraftarları şimdi de hayvan kurbanı sunanları bir anlamda öldürmek istiyorlar ve diyorlar ki: “Kurban cinâyettir”. Böylelikle hayvan kurban etmeyi cinâyet işlemekle eş görenler, hayvan kurban etmeyi cinâyet işleme sebebi olarak gören Kâbil’in tavrını (sünnet) sürdürüyorlar.

Kurban, “kurban etme”yi ve “kurban olma”yı hatırlatır.

Son söz: Kurban cinâyet değil, ibâdettir. Ya kurban kes, ya da kurbân ol!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2015




















Devamını Oku »