15 Ekim 2024 Salı

Şeriatsız Müslümanlık

 

“Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ(istek ve tutku)larına uyma” (Câsiye 18).

 

Şeriat: “Bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak, açık hâle getirmek”. “Şer” kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at kelimeleri “insanların yada hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” mânâlarına gelir.

 

Şeriat, (çoğulu “şerâyi”), Arapça şerea' kökünden bir sözcük olup “yol, mezhep, metot, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol” anlamına gelir ve “hüküm koymak” mânâsında kullanılır. Arapça şr” kökünden gelen şarī’a(t) “hukuki ilkeler sistemi, hukuksallık” sözcüğünden alıntıdır.

 

Tabi bunlar sözlük ve lûgat mânâlarıdır. Sözlük ve lûgat mânâları anlamı daraltır. Şeriat, tüm kâinâtı kapsayan ve kuşatan bir anlama sâhiptir. Çünkü şeriat, tüm kâinâta içkin olan ve sünnetullah denen kânunlar ve yasaların adıdır ve bu şeriat elbette İslâm’ın şeriatıdır. İslâm’ın şeriatı sâdece insanlar arasında değil, Allah’ın kozmik anlamda tüm kâinâtı yönettiği sistemin adıdır. Tüm kâinat materyâlleri İslâm şeriatına göre işleyişini ve döngüsünü yapar ki zâten kâinattaki muhteşem düzen ve nizam, Allah’ın sünnetullah denilen şeriatına mutlak ve kesin bir şekilde kayıtsız-şartsız uymalarının sonucudur. Zîrâ göklerde ve yerde düzen ve nizam ancak Allah’ın şeriatına uyulduğunda sağlanabilir. Bu düzeni ve nizâmı sağlayabilmenin başka bir yolu yoktur.

 

Tüm kâinat kayıtsız-şartsız Allah’ın şeriatına uyar. Buna Dünyâ’daki deverân ve insanın fizîkî bedenin işleyişi de dâhildir. Zâten ancak şeriata uyduğunda ve şeriatın düzeni bozulmadığında, göklerdeki ve yerdeki düzen ve nizam da bozulmaz ve en ideâl şekilde işleyiş devâm edebilir.

 

Kâinatta Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler vs. her-şey tam da Allah’ın onlara yazdığı şeriata göre hareket ederler ki kusursuz düzeni ve nizâmın nedeni zâten budur. Kâinatta Allah’ın şeriatına uymayan tek varlık insandır. İnsan; sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî alanlarda Allah’ın emrettiği şeriata uymadığı için, aynen göklerdeki gibi bir düzen ve nizâm bir türlü kurulamamaktadır.

 

Peki bahsettiğimiz alanlarda insanlar Allah’ın şeriatına yâni kânun ve kurallarına değilse kimin şeriatına yâni kânun ve kurallarına uymaktadırlar?. Çünkü tüm varlık gibi insan da mutlakâ bir şeriata yâni kânun ve kurala uymak zorundadır. İşte Allah’ın kânun ve kurallarına yâni İslâm şeriatına uyulmadığında mecbûren insan/beşer-merkezli bir şeriata yâni kânun ve kurallara uymak zorunda kalacaktır. Çünkü üçüncü bir şık yoktur.

 

Târih boyunca insan bahsedilen alanlarda Allah’ın şeriatından ziyâde insan-merkezli şeriatlara uymuştur. Özellikle modernizm ile birlikte Allah, âhiret, din, îman, vahiy, peygamber, Kur’ân, Sünnet yâni İslâm, göklere, dört duvar arasına, kâlplere, gönüllere, zihinlere vs. hapsedildiği için, İslâm şeriatı da târihte hiç olmadığı oranda hayattan uzaklaşmış bulunmaktadır. Allah’ın şeriatından uzaklaştığı için de modern insan, şeytanın fısıldamalarına, nefsin kışkırtmasına ve tâğutların yönlendirmesine uyarak, insana, akla, maddeye, doğaya, eşyâya, hazza, zevke, konfora, keyfe ve çıkara göre belirlenen şeriatlara uymaktadır. Fakat şeytan insan düşmanı olduğu, nefs sürekli kötülüğü istediği ve tâğutlar da sürekli olarak çıkarlarını düşündüğünden dolayı, üstelik insan aklı yetersiz olduğun için, Dünyâ’da da aynen göklerdeki gibi bir düzen ve nizâm kurulamamakta, mutlu bir azınlığın dışında insanlar maddî yada mânevî-psikolojik anlamda sömürülerek zor durumda kalmaktadır. Modern insanın huzursuzluğunun ve hâl-i pür melâlinin nedeni budur.

 

İslâm, bireysel alanda “akîde ve inanç”, toplumsal alanda ise “din ve şeriat”tır. Bu dînin bir şeriatı (kânun) vardır ve tüm vahiyler bu şeriatı belirlediği gibi, tüm peygamberler bu şeriatı “hayâta hâkim kılmak” için gönderilmişlerdir.

 

Şeriat hakikate dayalıdır. Hakîkatsiz şeriat kuru bir kabuk, şeriatsız hakîkat gizemcilik ve sapıklıktır. Bu nedenle şeriatsız müslümanlık kuru bir zihin fırtınası yapmaktan başka bir işe yaramadığı için yaralara merhem olmadığı gibi soru ve sorunlara da çâre olamamaktadır.

 

“Îman olduktan sonra şeriata gerek yok” sözü belki de insanın söyleyebileceği en boş sözdür. Bu söz belki bâtıl uzak-doğu dinleri için geçerli olabilir ama İslâm için söylenmesi söz-konusu bile olamaz. Zîrâ İslâm, insanın sâdece iç-âlemini değil, dış-âlemi de inşâ ve îmar etmek için vardır ki bunu yapmak için de mutlakâ şeriata ihtiyaç vardır Bu şeriat ancak İslâm şeriatı olursa inşâ ve îmar yapılabilir ve göklerdeki gibi düzen ve nizâm Dünyâ’da da kurulabilir.

 

İslâm, “îman ve amel” demektir. Şeriat, “îmânın ameli” yada “îmâna göre amel” demektir. Şeriat ancak îmâna göre olunca hakka ve hakîkate yönelik değişimler olur ve sonuçta insanlar iki âlemde de kurtuluşa, düzene, iyiliğe, mutluluğa ve huzûra kavuşabilirler.  

 

Ne yazık ki modern müslümanlar sanki İslâm’ın bir şeriatı ve bir hareket metodu yokmuş gibi davranmaktadırlar. Bu-bağlamda namazı, orucu, zekatı, haccı, kurbanı, Sünnet’i hattâ çoğu âyeti bile inkâr edebilmektedirler. Adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, sömürüye, küfre, şirke, zulme bir eleştirisinin, îtirâzının ve isyânının olmadığını zannediyorlar ve yada öyle görmek istiyorlar. Modernist, târihselci, Kur’ân’cı, hadisçi, ırkçı, milliyetçi, mistik, tasavvufçu, partici vs. akımlar ve hizipler ve de diyânet, İslâm’ın şeriatından neredeyse hiç bahsetmiyor ve mevcut sisteme tek bir laf etmedikleri gibi her fırsatta modernizmi överek şeriatsız bir müslümanlığı seslendiriyorlar. Zîrâ modernizm şeriatı istemiyor. Çünkü tüm Dünyâ’da kendi Allahsız şeytânî şeriatını uyguluyor. Modernizm, “dîne karşı din” yada, “şeriata karşı şeriat”tır. Oysa tek meşrû ve yetkin olan şeriat yâni kânun, Şâri’nin koyduğu şeriattır. Şeriatsız müslümanlığı savunanlar ya Allah’ın şeriatına tam olarak bağlansınlar ve şeriat-merkezli bir düşünce, söylem ve eylemde olsunlar, yada def olup çıkıp gitsinler Allah’ın dîninden!.

 

Bir de İslâm şeriatının uygulamasının “dün başka bugün başka” olduğunu yada olabileceğini söylüyorlar ki bunun hiç-bir dayanağı ve delîli yoktur. “Zamâna uygun yeni bir anlayış” ile “yeni bir şeriata ihtiyaç olduğu”, modernizme aşırı bağlanmanın ve ona meftûn, râm ve hayrân olmanın sonucundan başka bir şey değildir. Modern müslümanların düşünceleri, söylemleri ve amel-eylemleri İslâm-merkezli değil de modernizm-merkezli olduğu için, İslâm’ı ve şeriatı da modernizme uygun hâle getirmeye çalışıyorlar ve ancak modernizme uygun hâle getirildiği ölçüde kabûl edebiliyorlar. Zîrâ modernizme aşırı bağlılıkları onlarda îmânın-güvenin ve bağlılığın azalmasına sebep olmuş ve bağlılıklarını neredeyse yok etmiştir. Şeriatlar zamanla ve zeminle değişmez. İslâm şeriatı tüm zamanlarda ve mekânlarda diğer bâtıl şeriatlara üstündür. Târih boyunca beşer-merkezli bâtıl şeriatların kötülüklerini İslâm şeriatı düzelmiştir. Modernizmin ortaya çıkardığı kötülükleri ve pislikleri de yine ancak ve sâdece İslâm şeriatı düzeltebilir ve Dünyâ da ancak İslâm şeriatı ile, aynen  göklerdeki gibi bir düzene ve nizâma kavuşturabilir.

 

Modern müslümanlar da artık şeriatsız bir müslümanlığa râzı olmaya başladılar ve İslâm’ın sâdece mâlûmâtıyla ilgilenmektedirler ve bunu yeterli görmektedirler. Şeriat en arkaya atılmakta ve sâdece özel günlerde gündeme gelmektedir. Tasavvufta sıralama şöyle yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet. Bu sıralamada şeriat en alta konarak ve basıp geçilecek bir basamak gibi görülerek hafifletilmektedir.

 

Gün geçtikçe şeriatsa karşı duyarlılık azalmaktadır. Bir zamanlar şeriata karşı duyarlılık varken zamanla ve modernizmin baskısı ve kuşatması arttıkça bu duyarlılık da azalmıştır. Meselâ Nakşibendi, “şeriatın duvarından bir taş düşerse müridimin virdi düşer” demişti. Şimdi baktığımızda ise, bırakın taşı, ortada duvar kalmamıştır ama vird hâlâ devâm ediyor. Hacı Bektaş Veli’nin makâlatında “temiz şeriat” kelimesi geçer. Ama aleviler şeriattan korkuyorlar.

 

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk-sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın ve töreyi şeriatın önüne geçirsin.

 

Vahyiyle bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan Sünnet’ten uzaklaşınca ve kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar. Bu şeriatlar elbette “modernizme uygun şeriatlar”dır. Müslümanlar İslâm şeriatından kopunca ve şeriatsız müslümanlığı benimseyince, şeriatsız yâni kânun ve kuralsız yapamayacakları için modernitenin şeriatlarına kapılmışlardır ve huşû ile modern şeriatlara uymaktadırlar. Allah’ın tüm kâinât için belirlediği İslâm şeriatı yerine modern şeriatlara uymak elbette bir cezâdır. Bu cezâ Dünyâ’da rezillik olarak açığa çıktığı gibi, âhirette acı azap olarak görünecektir.      

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

Devamını Oku »

Pollyanna’cı Müslümanlık

 

“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır” (Ahkâf 24).

 

Pollyanna İlkesi: “İnsanların hoş öğeleri hoş olmayanlardan daha doğru hatırlama eğilimi” şeklinde târif edilir.

 

Pollyannacılık; “kaybedilen herhangi bir şey için üzülmek yerine, elindekilerle yetinme ve mutlu olma davranışı”dır. Kötü olayların iyi taraflarını görmeye çalışır. En kötü zamanlarında bile babasının kendisine öğrettiği “mutluluk oyunu”nu oynayan küçük bir kızın hikâyesidir. Kişi her olayın iyi tarafını görmeye çalışarak üzücü olayları bastırmaya çalışır. Tabi bunun aşırısı kişinin ruh sağlığını etkileyebilir. Pollyannacılık, “toksik pozitiflik” olarak da yorumlanır. Buna göre kişinin olumsuz tüm duygulardan kaçarak kendini sürekli olumlu düşünmeye zorlama durumudur.

 

Pollyannacılıkta yada mutluluk oyununda her-şeyin olumlu yanını görmeye çalışmak zorunluluk ve şart gibi sunulur. Oysa böyle davranmak bâzen iyi ve olumlu sonuçlar verse de aslında bâriz bir kötülüğün bile iyi tarafını görmeye çalışmaya neden olur ki bu yanlıştır. Zîrâ insandaki haklı eleştiri, îtirâz ve isyân duygusunu ve eylemini blôke edip önler. Çünkü kâinatta, sünnetullah ve imtihan gereğince başa gelen her kötülük, çirkinlik ve musîbette çok küçük de olsa iyi ve olumlu bir yan gözükebilir. Fakat bâriz bir kötülüğün içindeki iyi ve olumlu şeyi görmek ve bunu öne çıkarmak “kötülüğü iptal edip meşrûlaştırmak”la sonuçlanır. Bu durum tasavvufta; “Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler” sözünde ifâdesini bulur ama buradaki sorun, Allah’tan iyilikten başkası gelemeyeceği için Allah’ın yaptıklarının iyi olması ve neylerse güzel eylemesi, lâkin başımıza gelen musîbetler insanların kendi ellerinin işledikleri nedeniyle ortaya çıktığından dolayı, insandan kaynaklanan sorunları da “güzel” görmektir. Tasavvufta bu “lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi yapıp-eden Allah’tır” sözüyle ifâdesini bulur.  

 

Pollyannacılık, kötü, üzücü, negatif, çirkin vs. her olayda; “şikâyet etme, şükret, iyi düşün iyi olsun, iyi tarafından bakmaya çalış, pozitif düşün çok negatifsin, bardağın dolu tarafını gör” gibi sözleri öne çıkararak mevcut kötü durumdan kurtulmaya çalışır fakat bunu yapmakla aslında ortaya çıkan musîbeti yada kötülüğü meşrûlaştırmış, kötülük yapanlara da ses çıkarmamış olarak Dünyâ’daki kötülükleri desteklemiş olur. Kötülükleri ortaya çıkaranlar genelde tâğutlar ve kötü insanlar oldukları için, Pollyannacılığın tâğutların ve kötü kişilerin şeytânî bir plânı ve projesi olduğundan şüphelenmek gerekir.

 

İslâm, insanlar içinden ahlâk-timsâli bir peygamberin seçilmesi ve ona vahyedilmesi ile tebârüz eder. Allah’ın bundan murâdı, hem iç-âlemlerin huzûru ve inkişâfı hem de dış-âlemin aynen göklerdeki gibi bir düzene kavuşturulmasıdır. Dolayısıyla İslâm, Allah’ın Dünyâ’daki adâletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlığa, ahlâksızlığa, kötülüğe, çirkinliğe, şerefsizliklere, şirke, küfre ve zulme râzı olmadığı için îtirâz etmesinin sonucudur. Dolayısı ile İslâm’da bir kötülüğün, çirkinliğin ve zulmün, bâzı küçük iyi taraflarına bakılmaz ve o kötülük bir-an önce bertarâf edilmeye çalışılır. Dolayısıyla İslâm’da Pollyannacılık gibi sapkınlığın yeri yoktur.

 

Apaçık ve bâriz bir kötülüğü, aşırı zorlayarak ve yorumlayarak olumlu yönünü görmeye çalışmak bâtıldır, boştur ve hiç-bri olumlu yanı yoktur. Bu tür bir davranış ancak bunu yapanları gevşetir ve yavşaklaştırır. Gevşek ve yavşak bir tutum takınmanın ise İslâm’da yeri yoktur. Bu-bağlamda Kur’ân meselâ içki ve kumar konusunda şöyle der:

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür (Bakara 219).

 

Görüldüğü gibi içki ve kumarın bâzı yararları olsa da Pollyannacılık yaparak içki ve kumarın olumlu yönüne bakılmadan haram ve günah îlân edilip yasaklanır.

 

Günümüzde Pollyannacılık kurumlaşmış ve yaşam-koçları ve psikologların eline düşmüştür. İnsanlara sürekli olarak “şikâyet etme, şükret, iyi düşün iyi olsun, iyi tarafından bakmaya çalış, pozitif düşün çok negatifsin, bardağın dolu tarafını gör” sözlerini aşılamakta ve onları pasifleştirmektedirler. Dünyâ’daki kötülüklerin, musîbetlerin, belâların ve her türlü şerefsizliğin bu derece artmasının nedeni, insanların bu tür sözlerle ve Pollyannacılıkla pasifleştirilerek eleştiri, îtirâz ve isyân duygularını blôke ederek yok etmeleridir. İslâm ise bunun tam tersini yaptığından hattâ bir kötülüğe, çirkinliğe, ahlâksızlığa ve zulme “dur” dememeyi pasiflik ve zulüm olarak görür. Bu nedenle de icâbında malları ve canları bile ortaya koyarak zulme dur demeyi farza kılar:

 

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: ‘Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder!’ diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

Gazze ve Hizbullah örneğinde de görüldüğü üzere, 50 ülkeden oluşan ve sayıları 2 milyarı bulan müslümanlar, mistik, ezoterik, tasavvuf, hoşgörü, hümanizm, yaşam-koçları, psikologlar vs. gibi akımlar ve bunların etkileri nedeniyle adamakıllı bir şekilde pasifleşmiş, gevşemiş, yavşamış, korkaklaşmış, pısırıklaşmış, haz, zevk, konfor ve keyiflerine tapar hâle gelmiş ve en önemlisi de îmanları ve güvenleri azalıp yok olmaya yüz tutmuş olduğundan dolayı, bırakın bir amel-eylemde bulunup da karşı çıkmayı, bir ses etmeyi bile düşünemeden gününü gün etme derdine düşmüşlerdir. 750 yıl önce Celâleddin Rûmî’nin Moğol işgâli ve zulmüne karşı, “onlara karşı çıkmayın, onlar zamanla içimizde eriyip müslümanlaşacaklar ve bizden olacaklardır” demesi gibi günümüzdeki zulmün içinde de olumlu yönler arayanlar ve bulduğunu sanalar vardır. Oysa Celâleddin Rûmî Pollyannacılık yaparak Moğolların zulmüne ses çıkarmadığı zamanlarda Moğollara karşı canla-başla savaşanlar da vardı. Çünkü onlar sapık tasavvuftan değil, Kur’ân ve Sünnet’ten beslenen ve İslâm’ın gereğini hakkıyla yapmaya çalışan mü’minlerdi.

 

Pollyannacılık, müşriklerin, belâ getirecek bulutu yağmur yağdıracak bulut zannetmeleri gibi hep zanla hareket eder ve sonunda da belâyı bulur. Zîrâ zan, haktan yana hiç-bir şey sağlamaz:

 

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

 

“…Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir” (Necm 23).

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

14 Ekim 2024 Pazartesi

Yoldan Çıkmak

 

“…Şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O’dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O’dur” (Necm  30).

 

İslâm’ın başka-başka yolları yoktur. İslâm’ın tek bir yolu vardır, o da; Kur’ân ve Sünnet yoludur. Kur’ân ve Sünnet yolunun dışındaki tüm yollar, “İslâmî yaşamdan nasıl kurtulabilirim çabası”dırlar. Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din”dir.

 

Tek hak yol, “Hak’kın yolu”dur ve bu yoldan başka tüm yollar kısa sürede tıkanır yada uçurumun kenarına getirir insanları. Hakkın yolu birdir. Tüm peygamberler ve mü’minler o yolu tâkip etmiştir. Fakat modern müslümanlar yoldan sapmaya ve çıkmaya başlamıştır. Sünnetullahın yolu ve yönü başka, müslümanların yolu ve yönü ise bambaşka hâle gelmiştir. Müslümanlar tekrar “sırât-ı müstakîm” olan sünnetullah yoluna girene kadar “değişen” bir şey olmayacak, iyi yönde bir düzelme yaşanmayacaktır. Böyle olmasına rağmen gerçek anlamda “bir arpa-boyu” bile yol almamış olanlar, “uzun ince bir yoldayım” türküsü söylüyorlar.

 

İnsanların savunduğu ve izinde gittiği yollar, “şeytana, nefislerine, psikolojileri, tâğutlara ve yaşadıkları hayâta uygun olan” sapık yollardır. Çünkü gittikleri yollar İslâm’a uygun yollar değildir ki zâten üzerinde oldukları yollar Hak yoldan saparak ve çıkarak düştükleri bâtıl ve sapık yollardır.  İslâm’a uygun olmayan yollar “yol” değildir.

 

Karşınızda îtirâz eden bir kişi yoksa ve “hoop!, yanlış yolda gidiyorsun!” diyen olmazsa, gittiğiniz yolun “doğru” olduğunu zannedersiniz. Hattâ herkes yoldan çıkarak girdiği sapkın yolu “tek doğru yol zannetmeye” başlar.

 

Ancak iki yol vardır: 1-Hak yol, 2-Bâtıl yol. Üçüncü bir şık yoktur. Hak karıştırılmış bâtıl yollar da, hakka paralel yollar da bâtıl yollardır. Hak yol, “Hakkı hâkim kılma” yolu iken, bâtıl yol ise “bâtılı hâkim kılma yolu”dur. Buna göre imtihanınızı kendiniz seçersiniz. Eğer “Allah’ın yolunu Dünyâ’ya hâkim kılma” yolunda olursanız dosdoğru yolda gitmiş olursunuz ve yolun sonu cennete çıkar. Fakat hak yolda olmazsanız, bâtıl yollara sapmaktan kurtulamazsınız da sonu cehenneme çıkan yola düşmüş olursunuz. İnsanı gerçek anlamda mutmain edecek tek şey, Allah yolunda olmaktır.

 

Yoldan sapmanın yada çıkmanın bir sonucu olarak, modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Çünkü batı’nın gittiği yoldan gitmek ve kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir. O-hâlde yoldan çıkmak sapmayı, o da sonunda şerefsizleşmeyi getirir.

 

Yoldan sapanların yada çıkanların dillerine pelesenk ettikleri şey gelenek eleştirisi ve “klâsik hurâflerdir. Hurâfeye; Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, modern seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, “tersinden hurâfe üretmek”tir. “Klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfeler” ortaya çıkar böylece. Modern müslümanların gittiği yön-yol budur.

 

Doğru yolda gidildiğinin delîli, peygamberlere yapılan suçlamaların benzerinin size de yapılmasıdır. Çünkü bu işin raconu budur. Eğer sizi eleştiren yok ise tam-tersine alkışlanıyor ve destekleniyorsanız yada düşünceleriniz çoğunluk tarafından yadırganmıyorsa, siz İslâm yolunda sapmış yada çıkmışsınız demektir. Zîrâ çoğunluk her zaman yoldan çıkmış hâldedir:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).  

 

Yoldan çıkanlar, Kur’ân ve Sünnet-merkezli düşünce, söylem ve eylemden kopup uzaklaştıkları için, üçüncü bir şık olmadığından dolayı mecbûren  beşer-merkezli düşünce, sözlem ve eylemlere yönelirler ki bunlar şeytan, nefs, tâğut, akıl, felsefe, modern-bilim ve teknoloji-merkezli düşünce, söylem ve eylemler olacaktır. Bu sapkın yollara göre; “akıl yeterlidir ve vahye gerek yoktur, çünkü akıl en iyi yolu bulur” deniyor. Ya da vahiy en fazla, sâdece ahlâk ve bâzı “isteğe bağlı ibâdetler”e has kılınır. Fakat şu iyi bilinmelidir ki, târih boyunca vahiy her zaman, beşer-merkezli aklın ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için gelmiştir.

 

Aklı dolayısıyla insanı ilahlaştırıp ona tapanlar zamanla vahye gerek duymaz hâle gelirler. Çünkü aklı ilahlaştırmak ve akıl-merkezli bir düşünce, söylem ve eylem yolunda olmak, kişiyi müstağni yapar yâni o kişi artık Allah dâhil hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayacak hâle gelir. İşte bu, apaçık bir azgınlık ve yoldan çıkmışlıktır:

 

Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir. Engellemekte olanı gördün mü?.. Namaz kıldığı zaman bir kulu. Gördün mü?.. Ya o (kul) doğru yol üzerinde ise, ya da takvâyı emrettiyse. Gördün mü?.. Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise” (Alâk 6-13).

 

Hak yola girmemenin yada hak yoldan çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı, “bâtıl yolu hak zannetmek”tir. Cehennem, işte böyle zanlara sâhip olanlarla dolacaktır:

 

Elbette Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidâyete erdiğini de daha iyi bilendir” (Kalem 7).

İnsanları yoldan çıkaran şeyler, şeytan, nefs ve tâğutlardır. Bunlar bunun için en çok da kadınları kullanırlar. Yoldan çıkanlar kadın-merkezli bir düşünce, söylem ve eylem hâlinde olurlar. Kadınların güdümünde bir Dünyâ’nın ortaya çıkmasının nedeni budur. Oysa Allah reisliği ve yöneticiliği erkeğe vermiştir: (Nîsâ 34). Yoldan çıkanlar bu âyete olan îtirazları ve inkârları ile yoldan sapmaya ve çıkmaya başlarlar. Çünkü yoldan çıkmaya meyledenler yada çıkanlar kadınları putlaştırmakta ve onlara tapmaktadırlar. Eski putperestlik, bâzı kadınları “tanrıça” yapmıştı; modern putperestlik ise, tüm kadınları “tanrıça” yapma yolundadır.

 

Allah sünnetullah ve imtihan nedeniyle insanlara iki yol ve hedef belirlemiştir; hak yol yada bâtıl yol:

 

Biz ona ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi” (Beled 10-11).

 

İşte insanların hak yola değil de bâtıl yola sapmalarının nedeni budur. Çünkü sarp yola tahammül edemiyorlar ve sarp yolun bedelini ödemeye yanaşmıyorlar. İlk başta çay, kahve, bakla, börek işler eğlenceli ve keyifli iken, yolun bir noktasında sarp bir yol ile karşılaşınca iler değişmeye başlar. Çünkü İslâm sürekli düz yol yada bâtıl yollar gibi sürekli yokuş-aşağı yollardan kurulu değildir. İslâm’ın sarp yolları da vardır hattâ öyle yollar vardır ki, tüm malı ve canı o yol uğruna fedâ etmek gerektirebilmektedir. İşte yolun bu aşamasında sarp yol ile karşılaşanlar mâzeretler üretmeye başlarlar ve; “acı çekmek istemiyorum”, “riski göze alamam”, “yumruk yemek istemiyorum”, “terlemek istemiyorum”, “gerek yok”, “Allah bizden böyle bir şey istemiyor ve beklemiyor” vs. diyerek yan çizmeye başlarlar ve yokuş-yukarı yoldan dönüp yokuş-aşağı yola girerler. Oysa yokuş-yukarı olan yol zordur ama yokuş-aşağı olan yol daha tehlikelidir. Niceleri sarp yokuşu göze alamadığı için girdiği yokuş-aşağı yolda yuvarlanmış ve uçuruma düşmüştür. Bu sünnetullah gereğince böyledir. Zîrâ insanların kötü alışkanlıklarından ve yanlışlarından vazgeçmesi ve kendine gelmesi için, “ağır belâlara uğramaları”ndan başka yol yoktur.

 

İşte bu nedenle, sarp yolu göze alabilen mü’minler namaz ve niyazlarında sürekli olarak şu duâyı ederler:

 

“Bizi doğru yola ilet; kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna, gazâba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil” (Fâtiha 6-7).

 

Hak yoldan çıkıp da sapık bir yolda giden kişi, Dünyâ’da rezil olana ya da cehenneme girene kadar, gittiği yolun doğru olduğunu zanneder. Çünkü cehenneme doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmiyor/etmez.

 

İslâm yolunda ölmek, “pisipisine ölmek” demek değildir. İslâm, bir “ölme yolu”dur. Ne zaman ve ne şekilde ölüneceğini sâdece Allah bilir. Müslüman hayâtı boyunca hiç tâviz vermeden ve vazgeçmeden, “İslâm yolunda olan ve ölen” kişidir.

 

Müslümanlar seküler modern yollarda patinaj yapıyorlar. Rezilliklerinin bir nedeni de budur. “Tâğutu inkâr” bağlamında, lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist-demokratik-bireyci-milliyetçi ideolojilere nefret beslemedikleri ve onlara küfretmedikleri için yaptıkları şey patinajdan başka bir şey olmuyor ve yerlerinde sayıyorlar. Yeniden hal yola girmedikleri müddetçe bir arpa-boyu bile yol alamayacaklardır. İşin acı tarafı, modern müslümanlar, Dünyâ’da sanki her-şey yolunda gidiyormuş da sâdece “geleneksel İslâm ve hurâfe sorunu” varmış gibi konuşuyorlar ve davranıyorlar. Hâlbuki geleneğin kızılacak çok tarafı olmakla birlikte, bu durum, şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından ortaya konulan bir oyalama taktiğidir. Böylece hem yapılması gereken şeyi yapmaktan uzak kalıyorlar hem de geleneksel hurâfeler yerine modern hurâfeleri din yapıyorlar.

 

Bir de yoldan çıkmanın bir sonucu olarak “sınırsız özgürlük” düşüncesinin peşine takılıyorlar. Oysa sınırsız özgürlük târih boyunca “ağır bir köleliğe” yol açmıştır. Çünkü sınırsız özgürlük de bir çeşit köleliktir.

 

Yoldan sapmış yada çıkmış olanlar, amel-eylem, yapıp-etme ve uygulama yolundan uzaklaştıkları ve koptukları için, İslâm’ın pratik kısmı olan ve zâten vahyin hayatta uygulanmasının en güzel örnekliği olarak belirlenen (Ahzâb 21) sâdece “Kur’ân’ı anlama” peşinde koşuluyor. Kur’ân okunuyor, okunuyor, okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400 yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılmış olan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Aslında sorun “Kur’ân’ın anlaşılması” falan değildir. Çünkü Kur’ân’ın anlaşılma sorunu yoktur. “Kur’ân’ı modernizme uydurma sorunu” vardır. Uygulanmayan Kur’ân ya anlaşılamaz yada hakkıyla anlaşılamaz.  Sünnet göz-ardı edildiği için Kur’ân anlaşılamıyor. Duyanlar da Kur’ân’ın zor ve anlaşılmaz bir kitap olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki öyle değildir. Kur’ân’ın “yap” dediğini yapmayanlar yada yapmak istemeyenler, aslında “yapmamak için” -sözde- “Kur’ân’ı anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22). Kur’ân’ın gereğini yapmadıkları için yoldan çıkanların Kur’ân’ı idrâk edebilmeleri mümkün değildir. 

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Herkes Kur’ân’ı kendi gittiği yola göre yorumluyor ve o yorum ona “en doğru yorum” olarak gözüküyor. Çünkü herkes Kur’ân’ı, âit olduğu ve izlediği düşünce merkezinde okuyor ve yorumluyor. Sonra da “en doğru yorumun kendi düşüncesine göre olan yorum” olduğunu zannediyor. Fakat yapılan yorumlar arasında birbirine % 100 aykırı olan yorumlar da var. O-hâlde hangisi doğrudur?. Hepsi de yanlıştır. Çünkü Peygamber’i yâni amel-eylemi dolayısı ile İslâmî hareket metodunu hesâba katmamaktadırlar. Hâlbuki Kur’ân’ın en doğru yorumunu Peygamberimiz yaptığı gibi, en doğru eylemini de yine Peygamberimiz göstermiştir. Peygamberler zâten bu nedenle gönderilirler.

 

Yoldan çıkanlar gençlere çok ilgi gösterir ve onları kazanmaya çalışırlar. Bunu da elbette “eğitim” diyerek yaparlar. Zâten nerede eğitimden bahsediliyorsa orada mutlaka bir hinlik de vardır. “Gençleri eğitiyoruz” diyerek aslında onların zihinlerini, düşüncelerini, söylem ve eylemlerini modern sisteme uygun hâle getirirler. Tüm modern eğitim sistemi bilinçli yada bilinçsiz bir şekilde bunun için çalışmaktadır. Gençleri modernizme entegre ederek onları “yetiştirmiş” olmazsınız, onları modernizme adapte etmiş olursunuz. Yoldan çıkmış olan modern müslümanların gittiği yol budur.

 

Yanlış yolda olanlar herkesin her-şeyi yanlış anladığını zanneder. Hâlbuki hak yoldan çıktıkları için kendileri yanlış yoldadırlar. O-hâlde doğru ve hak yolda gitmek için, çoğunluk ne yapıyorsa tam tersini yapmak doğrudur.

 

Doğru yolda gitmek, Allah’ın yolunda gitmek demektir ki bu da Kur’ân ve Sünnet yolunda olmak anlamına gelir:

 

“Bana kulluk edin, doğru yol budur” (Yâsîn 61).

 

Aksi-hâlde son pişmanlık fayda vermeyecektir:

 

O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım” (Furkân 27).

 

Allah insan yolu göstermiştir. Artık yolu seçmesi ona bırakılmıştır:

 

“Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur yada nankör” (İnsan 3).

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »

İslâm’ı Hakîr Görmek

 

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘(Bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır’ diyen” (Kalem 15).

 

Arapça “ḥḳr” kökünden gelen ḥaḳîr “aşağı, aşağılık” sözcüğünden alıntıdır. “Haḳâra”, “hakir, âdî ve îtibarsız olma ve aşağılama ve hakâret” anlamı a gelir.

 

Modernizm; vahye, peygamber örnekliklerine, dîn’e ve İslâm’a olan bir karşıtlık uygulaması ve hareketidir. Modernizmde tüm düşünce, söylem ve uygulamalar dînin düşünce, söylem ve eylemlerinin aksine göre belirlenmiştir-belirlenmektedir. Tabi böyle olunca yeni düşünceler, söylemler ve eylemlere göre eski olan dînî düşünce, söylem ve eylemler hakîr görülmekte ve aşağılanmaktadır. Duyarsız, gevşek ve yavşak müslümanlar bu durum karşısında işi çoğunlukla Allah’a ve âhirete bırakmaktadırlar. İşte hakîr görülmesi ve aşağılanması gereken davranış ve tutum budur.  

 

Materyâlist-pozitivist düşünce, madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırdı. Artık modern insana göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey oldu. Hâlbuki bir ağaca baktığınızda eğer onu “odun” olarak görüyorsanız maddeyi, “hârika bir sanat eseri” olarak görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu mânevî bakış-açısını kaybetti. Bu nedenle madde-dışında ne varsa hakîr görmeye başladı. Hele Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, kitap, din, İslâm vs. sözlerini duyduğunda hemen tepki veriyor ve bunları hakîr görüyor yada inkâr ediyor. Böyle yapanların elbette kendileri hakîr olan bayağı varlıklardır.   

 

İşin acı tarafı, modern müslümanlar da dîni-İslâm’ı hakîr görmeye başladılar. Zîrâ başta modern-bilim ve teknoloji olmak üzere modernitenin ortaya koyduğu her-şeye meftûn, râm ve hayrân olmuş durumdadırlar. Böyle olduğu için artık düşünce, söylem ve eylemlerinin merkezinde İslâm değil, bu şeytânî, nefsî, beşerî ve tâğûtî zırvalıklar vardır. Bunlara karşı bir tek, Allah korkusu ve İslâm dâvâsı güdenler ve bu konuda tâvizsiz olanlar bu câhilleri hakîr görmekte ve İslâm’ı ve İslâm dâvâsını üstün görmekte ve hâkim kılmaya çalışmaktadırlar.

 

Dînin ve İslâm’ın geçerliliğinin olduğu zamanlara göre modernizmi üstün görenler, eski zamanları hakîr görmekte ve bu nedenle de eski olan ne varsa hakir görmekte ve bu-bağlamda geleneksel hurâfelere çatı durmaktadırlar. Hurâfelere çatmakta sorun yok ama sorun, “modern hurâfeler”i es geçerek “sâdece geleneksel hurâfelere çatmak”tır. Modern insan, günümüze, târihin belli bir süre ilerisinden bakmadığı için, yaşadığı zamânı “en modern” ve “en ideâl zaman” olarak görüyor. Oysa bu zan, tüm zamanlardaki uygarlıkların kendileri için düşündükleri şeyin aynısıdır. Oysa günümüze yâni modern zamanlara 500 yada 1.000 yıl ileri bir târihten bakacak olanlar, günümüzü kaba ve bağnaz bulacak, mevcut düşünceleri, söylemleri ve eylemleri ilkel, bağnazca ve hakîr göreceklerdir

 

İnsanların değer-yargıları, Allah katındaki tek hak din ve yol olan İslâm’a göre olmadığında değişip bozulacak ve hakîr gördüğü şeyler tersine dönecektir. Meselâ günümüzde, ulus-devlet adına ölmeyi kahramanlık olarak görenler, din için ölmeyi yobazlık, ilkellik ve cehâlet olarak görüyorlar. Zîrâ gerçek bir ilkellik olan ulusçuluk, ırkçılık ve milliyetçilik yükseltilmekte, İslâm ve İslâm dâvâsı ise hakîr görülmektedir. 

 

Herkes bir şeylere önem veriyor ve onu “olmazsa-olmaz” olarak görerek, kendi düşünce, söylem ve eylemlerine uygun olmayanları hakîr görüyor ki bu-bağlamda en çok da İslâm ve İslâm dâvâsı hakîr görülmektedir. Peki âlemlerin Rabbi olan Allah neye önem veriyor ve neyi olmazsa-olmaz olarak görüyor?. Allah tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda, ilâhî olanın yerine ikâme edilmeye çalışılan şeytan, nefs, beşer ve tâğût-merkezli olanı hakîr görür ve bu nedenle de bunlara karşı insanlar içinden bir peygamber seçer ve ona vahyeder.

 

Modernizmi “insanlığın gelebileceği en ileri seviye” olarak görmek, bir cehâletin sonucu olarak Peygamberimiz’in Medîne’sini ilkel görmek anlamına gelir. Peygamberimiz’in Medîne’sini bilmeyenler Allah’ı, âhireti, vahyi, dîni, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünnet’i hakîr gördükleri için şeytânî, beşerî ve aklî olanı yüceltmektedirler. Oysa Allah hem Peygamberimiz’i ve o’nunla birlikte olanları, hem de yaşanılan zamânı “güzel örneklik” olarak göstermektedir.

 

İslâm’ın ibâdetleri ve ritüelleri hakîr görülmektedir. Bu-bağlamda namaz, oruç, hac, zekat, kurban vs. hakîr görülmekte hattâ inkâr edilmektedir. Kurban kesmek modernizme dayanılarak hakîr görülmekte hattâ inkâr edilmektedir. Fakat hiç kimse çelenklere ses etmemektedir. Çünkü çelenkler, insanların, yapıların ve heykellerin önüne konan kurbanlardır; “ot kurbanları”. Et kurbanı kötü ve hakîr görülürken, ot kurbanı takdir görüyor.

 

Namaz hakîr görülüyor ve onun yerine yoga ve spor üstün tutuluyor. Oruç hakîr görülüyor ve onun yerine çeşitli saçma-sapan perhizler ve diyetler üstün görülüyor.

 

Yine hac hakîr görülmekte ve “Araplara para yedirmek” olarak ifâde edilirken meselâ fârelerin cirit attığı Pâris’e yada Avrupa’nın herhangi pislik bir yerine gitmek çağdaşlık, ilerilik ve övülen bir şey olarak görülmektedir.

 

Çoğu gösteriş için olan okul, opera, bale ve tiyatro binâsı için verilen paralar ve yapılan yardımlar örnek gösterilirken, Allah yolunda yapılan her türlü infâk hakîr görülmektedir.

 

Modern insan, Evrim Teorisi’nin psikolojik dayatması ve modern telakkiler nedeniyle, eski insanları çok ilkel görüyor, yaptıklarını yanlış buluyor ama modern insanın târih boyunca hiç olmadığı oranda yaptığı her türlü pisliği üstün görmüyor.

 

Modern insan ama özellikle gençler, meselâ 5.000 yıllık Sümer tabletlerini değil, yüksek GB’lık bilgisayar tabletlerini önemsiyor ve üstün tutuyor. Bu yüzden de diğerlerini hakîr görüyor. Kur’ân’ı hakîr görmesi de bu nedenledir. Çünkü modern insan “yeni” olan ne varsa ilahlaştırıp üstün gördüğü için, “eski” olan ne varsa nefret derecesinde hakîr görmektedir.

 

İslâm Dîni’ni, dâvâsını ve yönetim-şeklini hakîr görenler, “dinleri dışlayarak ve hakir görerek” şeytana, nefse ve tâğutlara dayanan lâikliği üstün tutmaktadır. Zâten bu yüzden en çok da İslâm hakîr görülüyor. Zîrâ hayâta karışan yâni lâikliğe kafa tutan tek din İslâm’dır. Bir plân ve proje kapsamında, İslâm’ı “dinlerden bir din” olarak göstermek ve böylece diğer dinlerle aynılaştırarak hakîr görmesinin nedeni budur.

 

İslâm emeğe dayanır ve “insan için emeğinden başkası yoktur” (Necm 39) der. Spekülatörler ise, emek ile çalışanı küçük ve hakîr görürler. Çünkü spekülasyonun doğasında bu vardır. Emek mantıksızdır onlara göre, boşuna yorulmaktır, ezikliktir, zavallılıktır. Spekülasyona alışmış olanların spekülasyondan vazgeçip de emeğe dönmesi imkânsız olmasa da çok zordur. Bu durum spekülatörlerin kendilerini akıllı, zekî ve mantıklı görmelerine neden olur. Yaptıklarını doğru ve uyanıklık olarak görürler. Zâten modern insan da bu yüzden onları övmekte ve alkışlayıp durmaktadır. “Helâl olsun, adam al-sat yaparak bir-anda köşeyi döndü, zengin oldu”, “gemisini yürüten kaptan” gibi sözlerle onların yaptıklarını iyi ve üstün bir iş olarak görürler ve onlar da bu tür bir zenginleşmenin hayâlini kurarlar. Fakat Allah iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin gerçek belirleyicisi olduğu için farklı bir şey söyler:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Modern insan, hakkâniyetli davranmayı kerizlik olarak görmektedir. Zîrâ modern insan, çıkarına göre hareket etmemeyi enâyilik olarak görüyor. Bu nedenle de Allah’ın ve İslâm’ın belirlemiş olduğu hayâtı hakîr görürken, şeytanın, nefsin, beşerin ve tâğutların belirlediği hayâta tapmaktadır.

 

Modern olan her-şeye meftûn, râm ve hayrân olan modern insan, İslâm’ı hakîr gördüğü için tüm zamanlarda sesli yada sessiz bir şekilde şöyle demiştir-demektedir:  

 

“Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman; ‘işittik’ dediler. İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsânelerinden başkası değildir” (Enfâl 31).

 

Fakat bu tutum onlara sünnetullah ve imtihan gereğince Dünyâ’da rezillik, âhirette ise acı azaptan başkasını getirmeyeceği için pişmanlık içinde kalacaklardır:

 

(Allah) dedi ki: Az bir süre (bekle), onlar gerçekten pişmân olacaklar” (Mü’minûn 40).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »