26 Ekim 2024 Cumartesi

Zevk-ü Sefâ İçinde Yaşamak


“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının alabildiğine çıkarmak” olduğunu zannediyor. Târih boyunca insanlar hep, “daha zevkli ve sefâ içinde bir hayat yaşamak” için çabalamışlardır. İşte yüklenmeleri gereken yükü yüklenmekten kaçmalarının sonucu olarak Dünyâ’yı yoranlar ve sürekli sorunların çıkmasına neden olanlar böyleleridir.

 

Peki insanlar niçin Dünyâ’da kesintisiz bir haz, keyif, konfor, eğlence ve zevk-ü sefâ içinde yaşama özlemi ve çabası içinde olurlar?. Çünkü hayatlarının merkezinde ya yeterli oranda yada hiç-bir şekilde Allah inancı ve âhiret kaygısı olmadığı için İslâm-merkezli bir yaşam içinde bulunmamaktadırlar.

 

Bilindiği gibi İslâm’a göre Dünyâ’dan, isrâf etmemek ve paylaşmak şartıyla; helâl, temiz ve meşrû yoldan yiyip-içmek, giyip-gezmek vs. şeklinde faydalanmak meşrûdur ve bunda bir sorun yoktur. Hattâ Allah, yarattığı nîmetlerden faydalanılmasını emreder. Lâkin şu da vardır ki Dünyâ esâsen “geçici ve kısa süreli bir imtihan dünyâsı”dır. Ebedî yaşam ise, sonsuz nîmetlerin bulunduğu cennette olacaktır inşâallah. Tabi bunu Dünyâ’da, Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği emir-yasaklara ve peygamber örnekliklerine uyanlar ve de buna göre yaşayanlar hak edecektir, yoksa zevk-ü sefâ içinde yaşama arzusu içinde olanlar ve bunun için çabalayıp duranlar değil.      

 

İnsan haz ile mutluluğu hep karıştırmıştır. Nefsinin hoşuna giden her-şeyi mutluluk zannetmiştir-zannetmektedir. Hâlbuki o, geçici ve kısa süreli hazlardan başkası değildir. Herkes ama özellikle modern insan “mutlu olmak için” Dünyâ’ya geldiğine inanmaktadır. Oysa böyle değildir. Çünkü Dünyâ’nın ve insan hayâtının formatı, -kısa süreli geçici ve mutluluklar yaşanıyor olsa da- insanların sürekli mutlu bir yaşam sürdürmelerine olanak verecek biçimde tasarlanmamıştır. Târih-boyunca mutluluk hep “tadımlık” olmuştur. Çünkü dediğimiz gibi Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve imtihan dünyâsında geçici ve kısa süreli mutlu anlardan başka, sürekli bir mutluluğun olması zâten mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ, mutluluğun sürekli ve kesintisiz yaşanabileceği formatta bir yer olsaydı cennet anlamsızlaşırdı ve boşa çıkarak gereksiz olurdu.

 

İmtihan dünyâsında “imtihan”dan dolayı sürekli bir çabalama ve gayret içinde olmak zorunludur ki bu, zevk-ü sefâ içinde yaşamayı imkânsızlaştırır. İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde, yıllar boyunca imtihandan geçmiş olmanın yorgunluğu ve solgunluğu vardır.

 

Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın ki, biz Dünyâ’ya zevk-ü sefâ içinde yaşamak ve kesintisiz şekilde mutlu olmak için değil, zevk-ü sefâ ve kesintisiz mutluluk içinde yaşanılacak olan cenneti hak etmek ve kazanmak için geldik. Çünkü kesintisiz mutluluk ancak ve ancak cennette olabilir. Zîrâ orada herkes mutlu olacaktır. “Herkesin mutlu olmadığı” yerde gerçek bir mutluluk olamaz.   

 

İnsan tâ gençlik döneminden îtibâren hep mutluluğu yakalaması ve olabildiğince zevk-ü sefâ içinde yaşaması gerektiğini düşünür ve buna inanır. Sonra da bu inanca çok sıkı bir şekilde sarılıp mutluluk peşinden koşmaya başlar. Fakat sonuçta boş umutlar, yıkılmış hayâller ve tatminsizlikten başkasıyla karşılaşmaz. Çünkü Dünyâ “mutluluk ve zevk-ü sefâ diyârı” değil, “geçici ve kısa süreli anlık mutlulukların da yaşandığı ağır bir imtihan dünyâsı”dır.

 

Mutluluğun, zevk-ü sefâ içinde yaşamakla elde edileceğini zannedenler, dünyevî zevk ve lezzetlere, lüks içinde yaşamaya ve sefâ sürmeye çok düşkün olurlar. Epikür; “zevk, mutlu bir yaşamın başlangıcı ve amacıdır” diyordu. Tabi Epikür mutlu bir yaşamın ille de bolluk içinde yaşamakla değil, sınırlı ama yeterli şeylerle de olabileceğini söylüyordu. Fakat ona göre mutlu olmak için “acısız bir yaşam” şarttır. Epikür’e göre insan fiziksel bir acı duymadığı zaman mutludur. Oysa mutlu olmak için acıdan kaçmak düşüncesi yanlıştır. Acının yokluğunda “haz” olsa da “mutluluk” olmaz. Zîrâ mutluluk bir sonuçtur ve bu sonuca bâzen acılardan geçerek de ulaşılabilir ki kanımca mutluluğa bu şekilde ulaşmak çok daha mutluluk vericidir.

 

Günümüzde herkeste bir “acı çekmeden yaşama ve ölme” düşüncesi var. “Öleyim ama acı çekmeyeyim” diye düşünüyorlar. Acı çekmeyi istemedikleri için, potansiyel olarak acı verecek olan işlere girişmiyorlar. Kanımca ateizmin, özellikle deizmin ve agnostisizmin çoğalmasının nedeni budur. Böylelikle ya Allah’a hiç inanmayacak yada Allah’a inanacak ama vahye, peygamberlere ve dîne inanmadıkları için, dînin îcâbında acı veren yükümlülüklerini de yerine getirmeyerek ve bunun sonucunda acıdan kurtularak -güyâ- mutluluğa kavuşacaklardır.

 

Epikürcülük, “mutlu olmak için ne yapmalıyım?” sorusu üzerine kuruludur. Hâlbuki mutluluk bir sonuçtur. Yaptığınız bir şeyin sonucunda mutlu yada mutsuz olursunuz ki bu mutluluk sünnetullah ve imtihan gereğince çok da uzun sürmez. Çünkü Dünyâ’da gerçek mutluluk sürekli değildir, olamaz da. Zîrâ gerçek mutluluk ancak, “herkes mutlu olduğunda” olabilir ki bu da sâdece ve ancak cennete has bir durumdur. Cennet bu nedenle bir “mutluluk diyârı”dır, zîrâ orada mutsuz insan yoktur ve herkes mutludur. Çünkü “herkesin tüm ihtiyaçları” ancak cennette karşılanabilir.

 

Zevk-ü sefâ içinde yaşamanın en önemli noktalarında biri yeme-içme noktasındadır. Televizyon, internet ve belli yerlerde yeme-içme görüntülerinin bu kadar yaygınlaştırılması ve çeşitli ve absürd yiyecek ve içeceklerin insanların gözlerine-gözlerine sokulup durulmasının nedeni budur. Epikür de “her iyi şeyin başlangıcı ve temeli damak-zevkidir” diyordu. Damak-zevki almak elbette yanlış, günah ve haram değildir. Fakat bunu abartmak ve bu merkezde olmak yanlış, günah, haram ve ayıptır hattâ kanımca suç da olmalıdır.

 

İnsanlar ama özellikle modern insan dinden-îmandan uzaklaşınca ve kopunca felsefe ve modern-bilim merkezinde bir düşünceyi ve yaşamayı “hayâtın anlamı” olarak görmeye başladı. Bu da sınırı kaldırdı ve aşılmadık kırmızı çizgi bırakmadı. Artık herkes zevk-ü sefâ içinde yaşamanın hayâlini kurmaya ve özlemini duymaya başladı. İyi ama Dünyâ herkesin zevk-ü sefâ içinde yaşamasına yetecek potansiyele ve imkâna sâhip değil ki!. O-hâlde zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar ve yaşamak isteyenler, şerefsizce, kendileri zevk-ü sefâ içinde yaşarken, büyük çoğunluğun ise sınırlı ve yetersiz bir şekilde yaşamasını mı istiyorlar ve bunu meşrû mu görüyorlar?. Yoksa bu kişiler, bâzı câhil, nâmussuz ve şerefsizlerin dediği gibi; “parası olan yiyip-içecek ve giyip-gezecek ama parası olmayanlar bunu yapamayacak” düşüncesini doğru mu görüyor?. O zaman onlara şöyle demem gerekir: “Ulan it-oğlu itler!. Siz zevk-ü sefâ içinde yaşayacaksınız diye ben sıkıntıya girip zorluk mu çekeceğim?!, şerefsiz köpekler!”. 

 

Dîni değil de beşerî düşünceleri meselâ felsefeyi hayatlarının merkezine alanlar, Epikuros’un dediği gibi, felsefe yapmanın, “bedensel zevkler konusunda kılavuzluk etmek” olduğunu düşünmeye başlarlar ve başladılar da. Niçin?. Çünkü zevk-ü sefâ içinde yaşamak istemektedirler.

 

Zevk-ü sefâ içinde yaşamanın bir sonu olmadığı için zevk-ü sefâ içinde yaşamak arzusunda olanlar yada böyle yaşayanlar bir yerden sonra mecbûren sapkınca şeyler de yapmaya başlayacaklardır. Epikuros’un ortağı Metrodorus’un kardeşi Timokrates, çok fazla yediği için Epikuros’un günde iki kez kusmak zorunda kaldığını söylemişti. Stoacı Diotimus, şehvet dolu elli mektup yayınlayarak, bunların sarhoş ve cinsel olarak uyarılmış hâldeki Epikuros tarafından kaleme alındığını iddiâ etti. Epikür, “mutluluk” zannettiği hazzı ve zevki kesintisiz bir şekilde yaşamak için olsa gerek, yazdığı kitapları sarhoşken ve cinsel olarak uyarılmış hâldeyken yazmış. Zevk için şu yapılana bakar mısınız?. Şunu da söyleyelim ki, hayatta sâdece yemek yemekten zevk alıyorsanız, “psikolojiniz adamakıllı bozulmuş” demektir.

 

Epikuros’un öğretileri çok tutuldu ve destek gördü. Öğretileri özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde çok beğeniliyordu. Ege ve Akdeniz bölgelerinde hâlen böyle bir zihniyet vardır. Herhâlde denizin kıyısı ve yakını olduğundan dolayı olsa gerek, oranın insanları tüm zamanlarda acısız ve zevk-ü sefâ içinde geçecek bir yaşam özlemi içinde olmuştur. Denize yakın yaşayanlar, dünyevî hayâtı ıskalamaktan ve zevkten mahrûm olan bir yaşam düşüncesinden çok korkarlar. Çünkü deniz, insanı gevşetir. Gevşeyen ve yavşayan insan için ise hazdan daha önemli ve gerekli bir arzu olmaz.

 

Modernite ile birlikte Epikür’ün felsefesi değil ama yaşam-biçimi “bolluk içinde mutluluk” şeklinde değiştirilerek tüm Dünyâ’ya yayılmış durumdadır. Bu yüzden de tüm Dünyâ’da insanlar, mutluluğu getireceğini ve zevki, neşeyi, hazzı, konforu, eğlenceyi, keyfi sağlayacağını düşündükleri paranın peşinde birer köpek gibi koşmaktadır. Çünkü onlara göre “mutlu olmak için neye sâhip olmam gerek?” sorusu, eğer ortada para gibi bir sorun yoksa, yanıtlanması hiç de zor olmayan bir sorudur.

 

Epikuros’un felsefesi sonraki 500 yıl boyunca etkinliğini korumuştu ama Roma İmparatorluğu batı’da gerilemeye başladığında ve barbarların ama özellikle Hristiyanlığın etkisiyle yavaş-yavaş ortadan kalktı. Çünkü din hâkimiyeti ele geçirdi ve sınırlar koydu. Zîrâ vahiy-merkezli bir dînin zevk, sefâ, haz, konfor, eğlence ve keyif içinde bir yaşam düşüncesini sınırlandırmaması hattâ ortadan kaldırmaması düşünülemez. Ne yâni?; hem Dünyâ’da hem de sonsuz nîmetler diyârı olan cennette zevk-ü sefâ içinde mi olunacak?. Bu, sünnetullah ve imtihan bilincine aykırıdır ve üstelik Allah’ın murâdını yok saymak demektir.  

 

Peki zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak isteyenler böyle bir çelişki ile karşılaşınca mecbûren âhiret düşünce ve inancından uzaklaşmaya ve en sonunda da vazgeçmeye başlıyorlar. Bunu, aşırı ve sapkın yorumlar yoluyla benimsiyorlar. Epikür’de de âhiret inancı yoktu. Zâten âhiret inancının azlığı yada yokluğu düşüncesi kişiyi mutlakâ “zevk-ü sefâ içinde yaşama” arzusuna yöneltir. Âhiret hayâtının olmayacağı fikri Epikür’ü hazcılığa yönlendirmiştir. Epikür’e göre “tek ve kısa bir ömrü” olan birey, hayâtı boyunca mutluluk ve hazza ulaşmak için çabalamalıdır. Dolayısıyla Tanrı ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır. Kuruntulardan ve ön-yargılardan arınarak buna ulaşılabilir”.

 

Allah’tan ve âhiretten, dolayısı ile cennetten ümîdi kesenler de hayâtı Epikür gibi yaşama düşüncesine bağlandılar ve bağlanıyorlar. Felsefe ile desteklenen “zevk-ü sefâ içinde yaşamak” düşüncesinin yaygınlaşmasının nedeni budur.

 

Dünyâ’da iki tür insan vardır: 1-Vahiy-merkezli olarak onurlu ve orta-hâlli bir hayat yaşamak isteyenler. 2-Allah’tan ve âhiretten kopuk ve uzak şekilde haz, konfor, eğlence, keyif, refah ve zevk-ü sefâ içinde yaşamak isteyenler. Bunun, hem Dünyâ’da hem de âhirette gerçeklemesi mümkün olmadığından dolayı, zevk-ü sefâ içinde yaşamak isteyenler mecbûren başkalarının haklarını çiğneyecek ve sonuçta hem Dünyâ’da “görebilenler” nezdinde rezil bir hayat yaşayacaklar hem de âhirette “kızıl tamu”yu yâni cehennemi boylayacaklardır.  

 

İnsanların çoğu zevk-ü sefâ peşinde koştukça ona ulaşamıyorlar ve zevk-sefâ içinde yaşayamıyorlar ama şeytan tam da bunu yapıyor. Şeytan modern zamanlarda, insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin doğru çıktığını gördükçe zevkten dört köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkararak zevk-ü sefâ içinde yaşıyor. Öyleyse, zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak isteyenler, kendilerinin değil ama (çünkü bu pek de mümkün değildir) şeytanın sürekli şekilde zevk-ü sefâ içinde yaşamasını sağlamış oluyorlar.

  

Sınırlı olmak şartıyla zevkli bir yaşam yâni hayattan zevk almak yanlış değildir elbette ama, zevk-merkezli bir yaşam-şekli kişiyi mutlakâ günaha, harama, ayıba ve suça yönelteceği için kesinlikle yanlıştır. Lâkin zevk uğruna günaha girmek çoğu insan için sorun olmamaktadır. Çünkü günah öyle bir şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir.

 

Zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak isteyenler, böyle bir hayâtı elbette kolayca elde etmek istiyorlar. Fakat aslında kolay elde edilen şey fazla zevk vermez. Zor ve riskli olanlar daha çok tatmin edicidir. Ayrıca değeri de bilinir. Bu da kişiye gerçek bir mutluluk verir.

 

Gerçek mutluluğun nedeni olan anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olmaları mümkün değildir. Hazda, zevkte, konforda “anlam” olmadığı için “mutluluk” da yoktur. Anlamdan kopuk olan haz, zevk ve konfor “mutluluk” değil, ancak bir “kendinden geçme hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getiren tek şeydir. Gerçek mutluluk ise, insanın “kendinden geçmesi” ile değil, “kendine gelmesiyle” ulaşılabilecek bir şeydir.

 

Şu da var ki, zevk-ü sefâ içinde yaşayanlar yada yaşamak isteyenlerin bir yaraya merhem olduklarını, bir sorunu çözdüklerini yada çözmek istediklerini, bir sorumluk aldıklarını ve yüklenilmesi gereken bir yükün altına girdiklerini vs. görmek mümkün değildir. Zâten târih boyunca sorumluluk alanlar, yüklenilmesi gereken yükü yüklenenler ve zulmü kaldırmak isteyenler yâni Dünyâ’yı iyi yönde değiştirmek isteyenler ve değiştirenler hep “derdi olanlar” olmuştur. Bu yüzden Dünyâ’da zevk, neşe ve refah içinde yaşayanların yada yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim yapabilmeleri hattâ bunu düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir. Bu nedenle mü’minler zevk-ü sefâ içinde yaşamak düşüncesinden ve arzusundan çok uzaktırlar. Zîrâ onlar bunun ancak ve sâdece cennette olacağını çok iyi bilirler.

 

Bundan dolayı bir mü’minin, zevk- sefâ içinde yaşamak düşüncesinin hâkim olduğu modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern hayat tarzından zevk alması söz-konusu bile olamaz. Zîrâ tüm zevklerin Dünyâ’da yaşanması, âhirette yaşanacak bir zevkin kalmamasına neden olur:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Bu dünyâ, müslüman için “imtihan dünyâsı”dır. “Zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ cennete olacak inşaallah.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Kendim Ettim Kendim Buldum

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah) çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Âyetlerin gösterdiği gibi, insanın başına gelen hiç-bir kötülük, musîbet, çirkinlik, zulüm vs. insanın kendi yaptıklarının bir sonucu olarak başına gelir. Çoğu insanın yanlış olarak bildiği ve inandığı, yanlış kader inancının sonucu olarak o musîbetler bize Allah’tan gelmez. Zîrâ Allah’tan sâdece iyilik gelir. Tabi Allah, insanların ısrarla yaptıkları yanlışların kötü sonuçlarının, sünnetullah ve imtihan gereğince ortaya çıkmasına izin verir. Fakat çoğunu da affettiği için kötü sonuçlar başımıza gelmez. Dolayısıyla insan ne ederse kendine eder ve sonunda hem Dünyâ’da hem de âhirette “kendim ettim kendim buldum” türküsünü söyleyecektir. 

 

“Deme şu niçin şöyle, yerincedir o öyle, bak sonunu seyreyle, Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler”, sözünde kasıt Allah’ın işledikleriyse, O’ndan bir kötülük, yanlışlık, çirkinlik ve zulüm gelmeyeceğine göre Mevlâ tabi ki hep güzeli eyler ve yaratır, bunda sorun yok. Fakat sözden kasıt, insanların ellerinin işledikleri ve yaptıkları yüzünden ortaya çıkan kötülükler, musîbetler, çirkinlikler ve zulümler ise iş değişir. Çünkü bunları yapıp-eden Allah değil, insandır ve insanlar Allah’ı hesâba katmadan yaptıkları ve kendi ellerinin işlediklerinin sonucunu görmektedirler. Tasavvuf-târikat düşüncesinde “kadere îman” bağlamında her-şeyi yapıp-edenin Allah olduğu düşünüldüğünden ve yanlış olarak buna inanıldığından dolayı, insan başına gelen her kötülüğü ve musîbeti ve ortaya çıkan her şerefsizliği bile Allah’a bağlarlar. Kendi yaptıklarının kötü sonuçlarından, acısından ve pişmanlığından bir nebze olsun kurtulmak için suçu kadere, feleğe yada Allah’a atarlar. Oysa kendileri yapmıştır, kendileri bulmuştur ve bulmaktadırlar.

 

Olan her-şey elbette Allah’ın kânun ve yasalarına uygun olarak ortaya çıkar ki zâten kader denilen şey “Allah’ın yaratmadan önce yazdığı senaryo” değil, “sünnetullah” denilen, Allah’ın kânun ve yasalarıdır. Meselâ kadere göre havadan daha ağır olan cisimler aşağıya düşerler, işte kader budur. Yoksa “şu cisim şu gün şu saatte havadan aşağıya düşsün” diye bir yazı yoktur. Eğer insanların çoğunun zannettikleri gibi, her tezâhür eden ve ortaya çıkan şey Allah’ın yazdığı kaderden dolayı olmuş olsaydı, Mekke müşrikleri şu söylediklerinde haklı olurlardı:

 

Şirk koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç-bir şeyi de haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azâbımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var?. Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle yalan söylersiniz” (En-âm 148).

 

Demek ki insan kendi eder ve kendi bulur.

 

“Allah’ın yazdığı” kaderde Allah’ın emir ve yasaklarına uyduğumuz, sünnetullaha aykırı davranmadığımız  ve aklımızı vahiy-merkezli olarak kullanmadığımız müddetçe başımıza bir musîbet, kötülük, çirkinlik, zorluk ve zulüm gelmez. Fakat bir de şeytanın fısıldaması ve nefsin kışkırtması nedeniyle tâğutların “biçtiği kader” vardır ki bunların hemen her yaptığı bize kötülük, zorluk, çirkinlik, musîbet vs. olarak yansır. Sünnetullah ve imtihan gereğince Dünyâ’da genelde bu olumsuzluklar hâkim olduğu için bize sürekli olarak, “Allah’ın yazdığı kader”e aykırı olarak adâletsiz bir kader biçerler. Biz “Allah’ın yazdığı kader”e tam bir teslîmiyetle teslim olmadığımız için tâğutlar ve onların uşakları “biçilmiş kader” ile bize bir tasma takarlar. Tasma sıkı değildir ve gevşektir ama yine de hareket alanımızı kısıtlar. Taktıkları bu tasmayla bizi istedikleri gibi yönlendirirler ve yönetirler. İnsanlar tasmanın gevşek oluşuna “özgürlük” diye-dursun, bu tasma bizim için “biçilen bir kader” olur. Bu tasmadan ve “biçilmiş kader”den kurtulup “yazılmış kader”e ve sünnetullaha göre yaşamanın çâresi, tam da Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmekle yâni Kur’ân’ı ve Sünnet’i merkeze almakla olur ki bunun başka da bir yolu yoktur. Bunu yapmayanlar ve yapamayanlar “yazılmış kader”e değil, “biçilmiş kader”e göre yaşarlar ve başlarına sürekli olarak  musîbetler ve kötülükler gelir durur.

 

Bu-bağlamda, yanlış kader inancı ve biçilmiş kader düşüncesine uygun olarak şunlar söylenmiştir: “Bizler ne yöne gideceği belli olmayan bir arabaya bağlı köpekler gibiydik. Tasmamız bize bir miktar hareket olanağı sağlayacak kadar uzundu ama her gitmek istediğimiz yere gidebileceğimiz kadar da uzun değildi. Bir köpek bir arabaya bağlandığı zaman, eğer arabanın peşinden gitmek isterse zâten tasması onu çekecek ve köpek arabanın peşinden gidecektir. Burada, köpeğin bu anlık hareketi rastlantısal olarak kaçınılmaz olanla örtüşecektir. Ancak köpek arabanın peşinden gitmek istemezse bile her durumda bunu yapmaya mecbur kalacaktır, insanlar için de durum aynıdır: İsteseler de istemeseler de kaderin kendilerine çizdiği yoldan ilerleyeceklerdir”.

 

Yanlış kader anlayışlında insanların istekleriyle meydana gelen şeyler bâzen örtüşür ki bu, insanların yanlış kader düşünce ve inancına daha çok inanmalarına ve bağlanmalarına neden olur. Bâtıl her zaman “hak ile karıştırılmış bâtıl” olduğu için, bâtıl içindeki hak hemen göze batar ve olanın ve yapılanın iyi bir şey olduğu zannedilir. Oysa bâtılın çok da uzun olmayan bir vâdede  mutlakâ kötü sonuçları ortaya çıkar ve insanlar iyi olduğunu düşündükleri şeyden dolayı zarar görürler. Fakat bunu “yanlış kader” inancı bağlamında Allah’tan bilmeye devâm ederler. Zîrâ çoğunluk dînî bilgi ve inancını İslâm’ın kaynağı olan Kur’ân ve onun hayattaki en güzel örnekliği olan Sünnet’ten değil, gelenekten, âdetlerden ve tâğut denen dînî ve dünyevî kişilerden öğrenmişlerdir.    

 

İslâm, “biçilmiş kader”e karşı “yazılmış kader”i hâkim kılmak için indirilmiş olan vahiyler ve seçilmiş peygamberlerin örnek uygulamalarından oluşan “tek hak din” ve “tek âdil sistem”in adıdır.

 

Evet; insan ne ederse kendi eder, ettiklerinin kötü sonuçları hem kendini hem de başkalarını bulur. Çünkü insanın başına gelen tüm iyilikler-güzellikler Allah’tan gelirken, başına gelen musîbetler-kötülükler ise Allah’tan değil, kendi ellerinin işledikleri yüzünden gelir ve bunu Dünyâ’da olmasa da âhirette mecbûren anladığında “kendim ettim kendim buldum” demeye başlar. Lâkin artık iş işten geçmiştir.

 

Yaptıklarının kötü sonuçları nedeniyle “kendim ettim kendim buldum” türküsünü söylemeye başlayanlar, Dünyâ’da “gül gibi sararıp soldukları” gibi, -maazallah- âhirette de al-kızıla boyanırlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »

25 Ekim 2024 Cuma

Teselliler İle Avunmak

 

“Dediler ki: ‘Sayılı günlerin dışında, ateş aslâ bize değmeyecektir’. De ki: Allah katından bir ahid mi aldınız?. -ki Allah aslâ ahdinden dönmez- Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (Bakara 80).

 

Teselli kelimesi, “selv” kökünden türetilmiştir. Selv, çekilen (yada çekilecek) olan acıyı unutmak, rahata ve selâmete ermek, yeniden mutlu olmak anlamlarına gelir. Arapça “slw” kökünden gelen tasalla veyâ tasalli “unutturma, gönlünü alma” sözcüğünden alıntıdır. Bu  özcük Arapça sala “unuttu, aklından çıkardı” anlamındadır.

 

Teselli, insanların kendilerini yada bir başkalarını, çektiği yada çekeceği potansiyel sıkıntı ve acılara karşı olumlu sözlerle yatıştırması, rahatlatması ve meseleyi unutturması için yapılan iknâdır. Tabi teselli olmak yada etmek, yaşanmış yada yaşanacak olan acının yok olması anlamına gelmez. Kişi bir acı, sıkıntı yada zorluk yaşamışsa onun acısı bir süre daha devâm edecektir. Bir de; yanlış düşünce, konuşma ve davranışlardan dolayı ileride Dünyâ’da yada âhirette yaşanacak olan zorluklar ve sıkıntılar da  olacaktır. Fakat insan başına gelene kadar buna pek de aldırmaz yada bilse ve hissetse bile onu uzak görür de kendisini çeşitli şekillerde teselli eder.       

 

Kendinizi acı ve zorluk çekmemek için ille de teselli etmek isterseniz, teselli edecek çok malzeme ve argüman bulursunuz. Hiç olmadı bunu size şeytan fısıldayacaktır. Şeytan insanları hep kuruntu ve teselliler ile avutur ve oyalar durur. Zâten bunu tâ ilk küstahlık yaptığında söylemişti:

 

“Onları -ne olursa-olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim… (Şeytan) onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vaâdetmez” (Nîsâ 119-120).

 

Bedenen ve psikolojik olarak zayıf bir yaratılışa sâhip olan insanın elbette teselli edilmeye ihtiyâcı vardır. Sorun, her zorluk, kötülük, musîbet ve zulümde teselliye başvurarak sanki sorun yokmuş gibi davranmak ve sorumluluktan ve yapılması gerekeni yapmanın bedelinden kurtulmaya çalışmaktır. Modern insan; “yapacak bir şey”, “hayat devâm ediyor”, “bizim işimiz değil”, “aklını kullansaydı”, yapmasaydı, etmeseydi vs. diyerek mevcut kötü duruma karşı duyarsız kalarak kendini teselli ediyor.

 

Teselli ile avunmak abartılınca insanlar üç maymunu oynamak zorunda kalıyorlar ve çözülmesi gereken bir soruna, zorluğa ve zulme karşı “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyerek güyâ kendilerini teselli edip ve avutuyorlar. Fakat bu sorunu ortadan kaldırmıyor ve sorun orada gün geçtikçe büyüyerek ve fazlalaşarak artıyor. O-hâlde teselli etmenin ve edilmenin de bir sınırı olmalıdır.  

 

Teselli etmenin ve edilmenin bir getirisi de yoktur ve belki sâdece o anlık geçici bir rahatlama sağlar. Aynen piyangodaki teselli ikrâmiyesi ile avunmak gibi. Oysa teselli ikrâmiyesinde sâdece, bilet için verilen para boşa gitmemiş oluyor ama herhangi bir getirisi de olmamış oluyor.

 

Teselli etmek ve edilmek abartılınca ve aşırılaşınca kişi duyarsızlaşmaya başlıyor. “Ne yapabiliriz ki?, elimizden bir şey gelmez, gücümüz yetmez” demek de teselli ile avunmaktır. Adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, şirke, küfre, fitneye, nifâka, kötülüğe, çirkinliğe, yanlışa, musîbete ve zulme karşı en azından kâlben ve zihnen de mi bir karşı olamıyorsunuz ve mevcut sorunun yükünü üzerinizden atmak için boş şeylerle teselli ederek kendinizi avutuyorsunuz?. Çok abartıldığı ve aşırılaştığı için artık iğrenç ve irrite edici hâle gelmiş olan münâfıkça teselli sözleriyle insanın kendini ve ötekini avutması, bir yorum yapmamasından bile daha kötüdür. Kafa, zihin ve beden konforunu bozmamak için kendisini şeytanın fısıldamaları, nefsin ayartması ve tâğutların sloganlarıyla teselli edip avutanlar onların kardeşi ve yandaşı olmuş olurlar. Kendinizi ve diğerlerini teselli edip avutmak yoluna gideceğinize, bir kere olsun, “insan kardeşleriniz” yada “mü’min kardeşleriniz”in acısını en azından kâlben de olsa paylaşsanız ne olur?.     

 

Lâkin insanların büyük çoğunluğu kendine maddî-mânevî-psikolojik bir teselli bulmuş, onunla avunmaktadır. Modern insan için televizyon, bilgisayar, cep telefonu, internet, sosyâl medya, yeme, içme, giyme, gezme, ev, araba, eşyâ, iş, para, kötü ve günah alışkanlıklar vs. iyi tatmin veren ve avutup duran teselliler olmuştur.

 

İslâm’ı kabûl etmiş olmanın sorumluluğu nedeniyle müslümanlar Dünyâ’da meydana gelen tüm sorunlara karşı çok daha duyarlı olmalıdırlar. Fakat gelin görün ki onlar da amel-eylemden uzaklaşıp koptukları için amele-eyleme dönüşmeyen, dolayısıyla bir yaraya merhem olmayan etkinliklerde bulunmakta, çeşitli düşünceler geliştirmekte, okumalar, konuşmalar ve yazmalar yapmakta ve böylece kendilerini teselli edip avutmaktadırlar.

 

Tüm zamanlarda insanların kendilerini teselli edecek çok malzemeleri olmuştur, hele modernizm ile birlikte ortaya çıkan bâtıl ve boş düşünceler ve üretimler, teselli ile avunmak için sınırsız kaynak olmaktadır. 

 

Bilgiyi arttırmak ile teselli bulanlar şunu bilsinler ki, kuru bilginin insan hayâtında sanılandan çok daha küçük bir rôl üstlenir, çünkü bilmekten çok “yapmak” önemlidir ki bilgi ile amel birleştirdiğinde teselliyle avunmaya da ihtiyaç bırakmaz. Zîrâ bir sorunu çözmek “gerçek bir teselli” olur.

 

İnsanlar genelde, yaptıklarıyla değil de yapmadıklarıyla kendisi teselli edip avutur. Hâlbuki yapmamak için bir şey yapmaya gerek yoktur. Bu nedenle de yapılmayan şeyle teselli olmak gerçek bir teselli değildir. İnsanın hem kendisini hem de başkasını gerçek anlamda teselli edecek olan şey, amel-eylem ile yapılan illerdir. Çünkü ancak bir şey yaptığınızda bir sorunu çözebilir ve zorluğu aşabilirsiniz. Bunun yerine boş sözlerle ve oyalayıcı şeylerle kendini teselli edip avutmanın insanın ne kendisine ne de başkasına bir faydası yoktur.

 

Bu-bağlamda bâzı insanların; “ben iyi insanım, kimseye bir kötülüğüm olmadı, din ile çok ilgilenmiyorum ama kimseye zararım yok, bu nedenle de kenarında-kıyısında da olsa cenneti hak ediyorum” diye düşünerek, yapılanlarla değil de yapılmayanlarla kendini teselli edip avutmaya iyi bir örnektir. Böyle bir teselliyi ve avuntuyu yahudiler de yapmıştı da Allah âyette onlara şöyle karşılık vermişti:

 

“Dediler ki: ‘Sayılı günlerin dışında, ateş aslâ bize değmeyecektir’. De ki: Allah katından bir ahid mi aldınız?. -ki Allah aslâ ahdinden dönmez- Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (Bakara 80).

 

Evet; insan maddî ve mânevi şeylerle kendini teselli edip avutmayı çok sever. Kimisi malı-mülkü, parası-serveti, makâmı vs. yâni dünyevî şeylerle kendini avuturken, kimisi de mânevî şeylerle; bilgisiyle, yazdıklarıyla, söyledikleriyle, yaptığı ibâdetlerle vs. kendini teselli edip avutur. Tabi eğer bu yapılanlar ve elde edilen maddî ve mânevî kazançlar kişinin hem kendisine hem de başkasına yarar sağlıyorsa ve en önemlisi de bir zorluğu-sorunu aşıyor ve bir çirkinliği, kötülüğü ve zulmü gideriyorsa iyidir ve kişiyi hem Dünyâ’da hem de âhirette gerçek anlamda teselli eder.

   

Aşkın hakîkatlerden ve yüce hedeflerden yoksun olanlar, günahlarla, haramlarla ve bir yaraya merhem olmayan maddî ve mânevî şeylerle teselli bulurlar. Fakat bunlar ancak Dünyâ’daki boş teselli ve avuntulardan başkası değildir. Âhirette ise insanı kurtaracak ve gerçekten teselli edecek olan şey, vahiy-merkezli olarak yapılan sâlih amel-eylemler ve Allah’ın rızâsı olacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »

22 Ekim 2024 Salı

Ciddîyet Üzerine

 

“Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır” (İsrâ 19).

 

Ciddî kelimesi Arapça “cdd” kökünden gelir ve: “Keskinlik, enerji, gayret, çaba” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcük Arapça cadda; “biçti, dalından meyve kesti, yeniledi, keskin idi, canlı idi” anlamlarındadır. Görüldüğü gibi “ciddî” kelimesi amel-eyleme dönük ve yönelik bir kelimedir ve bu yüzden de bir kişiye “ciddî misin?” diye sorulduğunda, “söylediğini yaptın mı?, yapıyor musun?, yada yapacak mısın?” sorusu sormak anlamına gelir. Çünkü ciddîyet ancak, söylenenin yada iddiâ edilenin yapılıp-yapılmaması ile belli olan bir şeydir.  

 

Ne, çok okuma-yazma, ne, çok ibâdet, ne de çok bilme.. Müslümanın en değerlisi, en ciddî olanıdır. Îmânında ve amelinde ciddî olanlar en önde olanlardır. Îmânın ve amelin sağlamlığı ve ciddîyeti ise, birbirleri ile belli olur. Sağlam ve ciddî bir îman, sağlam ve ciddî amel-eyleme sevk-eder kişiyi. Sağlam ve ciddî yâni sâlih olan amel-eylem ise, îmânın sağlam ve ciddî bir îman olduğunun en bâriz göstergesidir. O-hâlde İslâm’da ciddîyet, “îman etmek ve îmânın gereğini (icâbında gözü-kara bir şekilde) hakkıyla yapmak” demektir. 

 

Allah; kuru-kuruya “îman ettim” demeye de bakmaz (Ankebût 2), içerikten yoksun olarak yapılanlara da bakmaz. Allah değerlendirmesini, samîmiyete, ciddîyete ve gayrete bakarak yapar. Lâyık bulduğu kişilere hem Dünyâ’da hem de âhirette yardım eder ve hesapsız rızıklar bağışlar. Yardım ettikleri ise elbette gâlip gelir.

 

Modern müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. Oysa “dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddîyet hem  ispatlanamaz hem de görünür olmaz. Bu da sözün lafta kalmasına neden olur ki, lafta kalan sözlerin hiç-bir faydası olmaz. Çünkü lafta kalan ve amel-eyleme geçmeyen sözler ciddî sözler değildir ki kanımca zâten ciddî olmadığı için amele-eyleme geçmiyor.   

 

“Müslümanım” (daha doğrusu müslim ve mü’minim) demek çok ciddî bir iddiâdır. Bu nedenle tüm iddiâlar gibi ispât ister. Bu nedenle “müslümanım” diyene “ciddî misin?” diye sormak gerekir.

 

Ciddî olanlar, söylediklerini hayatlarıyla ispatlarlar. Çünkü onların söylemleri ile eylemleri arasında çelişki olmaz. Esâsen İslâm bir söylem-eylem bütünlüğüdür ki Kur’ân’da mü’minlerin îman ve itaatlerini şu şekilde ifâde ettikleri görülür:

 

Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte felâha kavuşanlar bunlardır” (Nûr 51).

 

Bir de münâfıklar vardır ki, onlar ciddî olmadıkları için söylem ve eylemleri birbirini tutmaz:

 

Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazap (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti)” (Saff 2-3).

 

Îman iddiâsında bulunmalarına rağmen yapmayacakları şeyleri söylüyorlar ve sonunda da yapmıyorlar. Çünkü ciddî değiller. Söylemlerinde ciddî değiller ki ciddîyetlerini eylemleriyle ispatlasınlar.

 

Amel-eylemler ve her konudaki davranışlar ne kadar ciddîyse, îman ve inançlar da o kadar sağlam ve ciddî olur. Îman ve amel-eylem birbirlerini destekleyip kuvvetlendirdikleri için, sonuçta ciddî olanlarda güçlü bir îman ve sâlih amel gayreti olur.  Bu gayret de bir şeylerin İslâmî anlamda değişmesinin başlangıcıdır.   

 

Beşer-merkezli olan her-şey mecbûren şeytana, nefse ve tâğutlara dayandığı için söylendiği gibi olmaz. Beşer-merkezlilikte ciddîyetsizlikten dolayı tüm söylemler havada kalır ve bir türlü amel-eyleme dönmez yada olması gerektiği gibi olmaz. Zîrâ beşer-merkezlilikte Allah ve âhiret bilinci ve endişesi olmadığı için hesap verme sorumluluğu ya hiç yoktur yada çok zayıftır ki işte ciddîyetsizliği doğuran ana-neden budur. Bundan dolayı beşer-merkezli düşünce, sistem ve ideolojiler ciddîyetsizdir. Bundan dolayı Sakallı Celâl: “Tanzimat îlân ettik, olmadı. Meşrûtiyet îlân ettik, olmadı. Cumhûriyet îlân ettik, olmadı. Yâhu, biraz da ciddiyet îlân etsek” demiştir.

 

Kur’ân’ı kavrama seviyesi kişinin bilgisiyle, aklıyla ve zekâsıyla değil, ciddîyetiyle alâkalıdır. Ciddîyet kişiyi, Kur’ân’ı okuduktan sonra emir ve yasaklara harfiyen uyarak işin gereğini yapmaya sevk-eder. Zâten Kur’ân amele-eyleme dönük bir “hayat kitabı” olduğu için, ancak hayatla buluştuğunda doğru ve kesin olarak idrâk edilip uygulanabilir. Anlamak uygulamakla tamamlanır. En iyi anlayanlar, en ciddî bir şekilde yapması gerekenleri yapanlardır. Yoksa masa-başında yapılan okuma ve araştırmalar ancak yeni ve farklı düşünceler ve görüşler açığa çıkarır ve fitne üretip ifsâd eder. Müslüman coğrafyanın hâl-i pür melâlinin nedeni budur.

 

Kur’ân’ı anlayarak okumak, elbette onu anladığın dilden okumakla olur. Fakat kişi anladığı dilden okuduğunda anlamıyorsa yada anladığı şeyi uygulamaya koymuyorsa, -Kitap’ta anlaşılmazlık olmadığına göre- okuyan kişi “Kitab’ı ciddî ve istikrarlı olarak okumuyor” demektir.

 

Modern zamanlarda çok fazla kullanılan “yapacak bir şey yok” sözü hem yanlıştır hem de samîmi-ciddî bir söz değildir. Yapacak bir-çok şey var fakat yapacak kişi/adam yok. Zîrâ insanlar İslâm’a ciddî anlamda inanmış, güvenmiş ve sarılmış değildirler. Bu yüzden müslümanların ciddî bir “İslâmlaşma”ya ihtiyâçları vardır.

 

Günümüzde İslâm bâriz bir şekilde îmandan imaja indirgenmiştir. Bunun suçluları ciddîyetsiz müslümanlardır.

 

İslâm, bir insanın hayatında hiç-bir yaptırıma sebep olmuyorsa, o kişinin din ile alâkası azalmış ve kopmuştur. Çünkü İslâm ile ciddî bir şekilde ilgilenmeyen müslümanların îmânı, güveni ve bağlılığı gevşemiş yada kopmuştur. Amel-eylem noktasında bir şey yapılmamasının ve yapmaya gerek olmadığının düşünülmesinin nedeni budur.

 

Özellikle yeni nesil genç kuşak, “ânı yaşa” sözünü fazla ciddîye aldı. Zîrâ hiç-bir şeyin önünü-arkasını düşünmeden konuşuyor ve davranıyor. Bu nedenle sonuçta ciddîyetsiz bir nesil ve toplum ortaya çıkmış bulunuyor.

 

Îman; Allah’a, âhirete, gayba, Kur’ân’a ve Peygamber’e îman ettikten sonra, “tâğutu reddetmeyi de şart koşar. Îman iddiâsı ancak o zaman tamamlanır. Tâğutâ küfretmeden (bit-tâğûti küfri) ciddîyet ispatlanamaz. Olmazsa-olmaz olan tâğutu inkâr hiç söz-konusu edilmeyip de sâdece kuru-kuruya “îman ediyorum” dedikten sonra Dünyâ’da ve âhirette kurtuluşu garanti göstermek büyük bir ciddîyetsizliktir.

 

“Peygamberimiz ve sahabeler nasıl insanlardı da bizim yapamadığımızı yapabildiler?” diye sorulursa cevap şu olur: “Onlar ciddî idi, biz ciddî değiliz”.

 

İslâm demek ciddîyet demektir. İslâm geçici bir heves, zihinlerin orgazm nesnesi, boş zaman eğlencesi ve beyin fırtınası aracı vs. değildir. İslâm sağlam ve ciddî bir îman-güven ve de sâlih bir amel-eylemdir.

 

İslâm’sız bir dünyâ ciddîyetsiz bir dünyâdır ki insanın başına gelen tüm kötülükler ve zorlukların nedeni ciddî olması gerekenlerin lakayt bir yaşam içinde olmasıdır. Eğer ciddîyet yeniden ele alınarak İslâm’ı hayâta hâkim kılma ülküsü yeniden gündeme gelmezse ve bunun için gayret gösterilmezse, insanlık Dünyâ’da rezil olacağı gibi âhirette de acı azapla karşılaşacaktır.   

 

İslâm gün gelip hayâta hâkim kılındığında ise, her tarafa: “İnsanlık, ilâhi sistemden ayrılmanın bir sonucu olarak ciddî bir sapmadan kurtarıldı” diye yazılacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »