“Bedeviler, 'îman ettik' dediler. De ki: 'Siz îman
etmediniz; ancak 'İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize
girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin
amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir” (Hucurât 14).
Mü’min olmakla müslüman
olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman
aynı-zamanda mü’min değildir, olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve onun peygamberlerine,
peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan ya da bunu kabûl eden
kişidir. Aslında “inanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır. İnanmak kâlp
ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile, alışkanlık
ile alâkalıdır. Yâni “kabul eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha uygun
bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile ilişkilidir bu.
Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkar müslümanı”dır. Îman ise; eğer münâfıklık
yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur.
Müslümanlığın tezâhürü
kâlpte her zaman görülmeyebilir fakat îmânın tezâhürü dış âlemde görünmek
zorundadır. Zîrâ îman sâdece kâlpte kalabilecek-durabilecek bir şey değildir. Hattâ
îman, kâlbe hapsedilirse zamanla değeri azalır, samîmiyeti kaybolur. Îmânın ispâtı,
eylem ile olur. Îmânın sağlaması eylem ile yapılır ancak. ‘İman ettiği hâlde
namaz kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek, okumamak, çalışmamak, zekat
vermemek, savaşmamak olmaz, olamaz. Îman, eylemden bağımsız olamaz çünkü.
Kendini illâ ki eylemde göstermek zorundadır. Bu zorunluluk îmânın
potansiyelinde vardır. Eğer îman varsa, mutlakâ eylemin zorlaması da vardır ki
kişi bu zorlamaya çok fazla karşı koyamaz. Hayâtı pahasına da olsa o eylemi
ortaya koyar. Eğer “eylemsiz îman olur” deniliyorsa, buna îman değil, “inanç”
denebilir ancak ki bu da, mevcut ve iktidarda olan inanca psikolojik ve
kültürel bir katılımdır ancak.
Îman kâlp işi olduğu hâlde,
İslâm daha çok îmânın amel olarak dışarıya yansımasını ifâde eder. Normâlde bu
şekilde olması gerekir. Fakat modern zamanlarda, “îman olsun da, İslâm
olmasın”, yâni “îman olsun ama amel olmasa da olur” düşüncesi öne
çıkarılmıştır. Ilımlı-modern-demokratik-liberâl îman dene bu îman düşüncesine
göre; “ben de inanıyorum” deyince sanki iş bitiyor gibi konuşuyorlar. Şu
âyetler buna îtirâz ediyor:
“İnsanlar, (sâdece) 'îman ettik' diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah,
gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir” (Ankebût 2-3).
“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle
dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki
mü'minlerle; 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz
Allah'ın yardımı pek yakındır” (Bakara
214).
“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah'tan ve
Resûlü’nden ve mü'minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya)
çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan
haberdardır” (Tevbe 16).
“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri
belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran
142).
Tabî ki: “Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır”
(Âl-i İmran, 19). İslâm olmak “teslimiyet” anlamında çok önemlidir ve İslâm’ın
bizden beklediği de budur. Teslim olmadan olan kültürel ve çıkar amaçlı müslümanlık
da kötülenecek ve çirkin gösterilecek bir şey değildir. Çünkü bu kişiler İslâm’ın
çıkarını kendi çıkarları bağlamında savunmaktadırlar ve İslâm devleti içinde
yaşadıkları için hükümlerini kabûl etmektedirler. Zâten İslâm, kimseye zorla
îman dayatmaz. Mevcut İslâm’i ortam içinde iken îmânı görmesini, tanımasını ve
îman ile müşerref olmasını arzular. Bu bağlamda bu kişilerin saygınlığını da
korur. Çünkü onlar da İslâm milletindendirler. Ne de olsa İslâm’a göre yaşanan
bir hayat vardır ve insanlar îmânın kuvveti ile değil de İslâm’ın yâni İslâm
devletinin gücüne göre davranışlar sergiliyorlarsa, bunu seviyor ve önemsiyorlarsa,
bu da önemlidir: "Size selâm veya
sulh veren kimseye mü’min değilsin, demeyin" (Nîsâ 94). Burada
herhangi bir kınama değil, bir ayrım yapmaktır amacımız.
Îman ispat ister. Bu ispat
hayâtın tam orta yerinde ispat edilmelidir ki ayrıca bir ispat istemesin. Bu
ispatın zirvesi, mallarla ve canlarla cihad ile olur. Oturup durulan bir yerden
ispat yapılmaz. İspattan bahsetmek ispat değildir çünkü.
Sâdece İslâm devletinin gücü
için değil de îmânın zorlamasıyla kayıtsız-şartsız teslimiyet gösterenler mü’min
ve müslümandırlar. İslâm devletinin gücü için ya da sosyo-kültürel bağlılık
gibi etkenler sebebiyle müslüman olanlar ise, değerli olmalarına rağmen ve
devlet içinde bir ayrıma uğratılmamalarına rağmen Allah tarafından “teslim
olmuş mü’minler” ile bir görülmezler.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında
çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde
hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş
olmazlar” (Nîsâ 65).
“Allah için hareket etmek”tir
îman ve teslimiyet. İçine henüz îman yerleşmemiş kişiler ise kâfir ve münâfık
değillerdir fakat “teslim olmuş mü’minler” de değildirler henüz. Allah,
müslümanlardan, îman etmelerini ve rabbaniler olmalarını istiyor:
“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü
ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin'
deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, 'Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz
Kitaba göre Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir.)” (Âl-i İmran 79).
Allah îman edenlere de îmanlarını
sıkılaştırıp sağlamlaştırmalarını emrediyor:
“Ey îman edenler, Allah'a, elçisine, elçisine
indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. (Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû billâh). Kim
Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse,
şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).
Yeniden kurulacak bir İslâm
devleti ancak, Allah’a kayıtsız-şartsız teslim olmuş ve îmanlarını sağlamlaştırıp
îman içre îman etmiş “kurucu kadro” ile olacaktır şüphesiz. Fakat İslâm devleti
ve medeniyeti, insanların hepsini peygamber gibi yapmayı arzulasa da; “Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların
çoğu îman edecek değildir” (Yûsuf 103) âyeti mucîbince bahsettiğimiz derece
bir îmâna ulaşamayacaktır. Şunu diyoruz ki; İslâm devleti ve medeniyeti zâten,
mensupların %100’ü bu tarz bir îmâna sâhip olanlardan oluşmaz. Fakat kurucu
kadronun peygamber ve sahabe gibi bir îmâna sâhip olması ve bu îmânın ispâtını
ve gereğini hayatlarında ortaya koymaları, devleti-medeniyeti kurmaları için
olmazsa olmaz bir kuraldır. Kurulacak devletin-medeniyetin içindeki kişilerin
bâzılarının îmanları yeterli değilse bile, İslâm’ın kurallarına göre yaşaması
ve buna râzı olması önemlidir ve devlet-medeniyet, hayâtiyetini bu şekilde
devâm ettirebilir. Bu nedenle modern zamanlarda olduğu gibi: “İlk önce
insanları “on numara îmâna” sokalım, daha sonra devlet-medeniyet aşamasına
geçeriz” diye düşünmek yanlıştır. “On numara îmâna” sâhip “kurucu kadro”nun
oluşması yeterlidir. Aksi düşünce, olgunlaşmamış bir îmânın düşüncesidir.
Ahmet Kalkan:
“Mü’min; ilâhî nizâma samîmiyetle
inanan; müslüman ise, “o nizâma teslim olan/uyan kimse” demektir” der.
Medine Sözleşmesi’nin 1.
maddesi şöyledir:
“Bu kitap (yazı), Peygamber
Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesrib’li “mü’minler ve müslümanlar” ve
bunlara tâbi olanlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla berâber cihad
edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)”.
Görüldüğü gibi bu sözleşmede “mü’min ve
“müslüman” ayırımı yapılmıştır.
Hüseyin Alan:
“Sözleşmede “Müslüman” ve “mü’min” kelimelerinin
yan-yana kullanılması, muhâcir ve ensar’dan îman edip müslüman olanlarla,
îman etmedikleri hâlde yönetime tâbi olanları, yâni teslim olanları ayırmak
içindir” der.
İnsan “doğuştan müslüman” olur ama
“doğuştan mü’min” olamaz.
Mü’minlikle müslümanlık aynı
şey değildir. Mü’min inancında samîmi iken, müslümanın dînî samîmiyeti olmayabilir.
Bu nedenle; her ne zaman ki müslüman toplumun içindeki mü’minlerin sayısı ve
samîmiyeti artarsa, işte o zaman İslâm yeni bir “bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet”
sürecini yeniden başlatabilecek kurucu unsuru ortaya çıkarabilecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder