11 Ocak 2016 Pazartesi

Müslüman ve Mü’min



“Bedeviler, 'îman ettik' dediler. De ki: 'Siz îman etmediniz; ancak 'İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

Mü’min olmakla müslüman olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman aynı-zamanda mü’min değildir, olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve onun peygamberlerine, peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan ya da bunu kabûl eden kişidir. Aslında “inanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır. İnanmak kâlp ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile, alışkanlık ile alâkalıdır. Yâni “kabul eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkar müslümanı”dır. Îman ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur.

Müslümanlığın tezâhürü kâlpte her zaman görülmeyebilir fakat îmânın tezâhürü dış âlemde görünmek zorundadır. Zîrâ îman sâdece kâlpte kalabilecek-durabilecek bir şey değildir. Hattâ îman, kâlbe hapsedilirse zamanla değeri azalır, samîmiyeti kaybolur. Îmânın ispâtı, eylem ile olur. Îmânın sağlaması eylem ile yapılır ancak. ‘İman ettiği hâlde namaz kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek, okumamak, çalışmamak, zekat vermemek, savaşmamak olmaz, olamaz. Îman, eylemden bağımsız olamaz çünkü. Kendini illâ ki eylemde göstermek zorundadır. Bu zorunluluk îmânın potansiyelinde vardır. Eğer îman varsa, mutlakâ eylemin zorlaması da vardır ki kişi bu zorlamaya çok fazla karşı koyamaz. Hayâtı pahasına da olsa o eylemi ortaya koyar. Eğer “eylemsiz îman olur” deniliyorsa, buna îman değil, “inanç” denebilir ancak ki bu da, mevcut ve iktidarda olan inanca psikolojik ve kültürel bir katılımdır ancak.

Îman kâlp işi olduğu hâlde, İslâm daha çok îmânın amel olarak dışarıya yansımasını ifâde eder. Normâlde bu şekilde olması gerekir. Fakat modern zamanlarda, “îman olsun da, İslâm olmasın”, yâni “îman olsun ama amel olmasa da olur” düşüncesi öne çıkarılmıştır. Ilımlı-modern-demokratik-liberâl îman dene bu îman düşüncesine göre; “ben de inanıyorum” deyince sanki iş bitiyor gibi konuşuyorlar. Şu âyetler buna îtirâz ediyor:

“İnsanlar, (sâdece) 'îman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir” (Ankebût 2-3).

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü'minlerle; 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah'tan ve Resûlü’nden ve mü'minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).

Tabî ki: “Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır” (Âl-i İmran, 19). İslâm olmak “teslimiyet” anlamında çok önemlidir ve İslâm’ın bizden beklediği de budur. Teslim olmadan olan kültürel ve çıkar amaçlı müslümanlık da kötülenecek ve çirkin gösterilecek bir şey değildir. Çünkü bu kişiler İslâm’ın çıkarını kendi çıkarları bağlamında savunmaktadırlar ve İslâm devleti içinde yaşadıkları için hükümlerini kabûl etmektedirler. Zâten İslâm, kimseye zorla îman dayatmaz. Mevcut İslâm’i ortam içinde iken îmânı görmesini, tanımasını ve îman ile müşerref olmasını arzular. Bu bağlamda bu kişilerin saygınlığını da korur. Çünkü onlar da İslâm milletindendirler. Ne de olsa İslâm’a göre yaşanan bir hayat vardır ve insanlar îmânın kuvveti ile değil de İslâm’ın yâni İslâm devletinin gücüne göre davranışlar sergiliyorlarsa, bunu seviyor ve önemsiyorlarsa, bu da önemlidir: "Size selâm veya sulh veren kimseye mü’min değilsin, demeyin" (Nîsâ 94). Burada herhangi bir kınama değil, bir ayrım yapmaktır amacımız.

Îman ispat ister. Bu ispat hayâtın tam orta yerinde ispat edilmelidir ki ayrıca bir ispat istemesin. Bu ispatın zirvesi, mallarla ve canlarla cihad ile olur. Oturup durulan bir yerden ispat yapılmaz. İspattan bahsetmek ispat değildir çünkü.

Sâdece İslâm devletinin gücü için değil de îmânın zorlamasıyla kayıtsız-şartsız teslimiyet gösterenler mü’min ve müslümandırlar. İslâm devletinin gücü için ya da sosyo-kültürel bağlılık gibi etkenler sebebiyle müslüman olanlar ise, değerli olmalarına rağmen ve devlet içinde bir ayrıma uğratılmamalarına rağmen Allah tarafından “teslim olmuş mü’minler” ile bir görülmezler.

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

“Allah için hareket etmek”tir îman ve teslimiyet. İçine henüz îman yerleşmemiş kişiler ise kâfir ve münâfık değillerdir fakat “teslim olmuş mü’minler” de değildirler henüz. Allah, müslümanlardan, îman etmelerini ve rabbaniler olmalarını istiyor:

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin' deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, 'Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir.)” (Âl-i İmran 79).

Allah îman edenlere de îmanlarını sıkılaştırıp sağlamlaştırmalarını emrediyor:

“Ey îman edenler, Allah'a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. (Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû billâh). Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

Yeniden kurulacak bir İslâm devleti ancak, Allah’a kayıtsız-şartsız teslim olmuş ve îmanlarını sağlamlaştırıp îman içre îman etmiş “kurucu kadro” ile olacaktır şüphesiz. Fakat İslâm devleti ve medeniyeti, insanların hepsini peygamber gibi yapmayı arzulasa da; “Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu îman edecek değildir” (Yûsuf 103) âyeti mucîbince bahsettiğimiz derece bir îmâna ulaşamayacaktır. Şunu diyoruz ki; İslâm devleti ve medeniyeti zâten, mensupların %100’ü bu tarz bir îmâna sâhip olanlardan oluşmaz. Fakat kurucu kadronun peygamber ve sahabe gibi bir îmâna sâhip olması ve bu îmânın ispâtını ve gereğini hayatlarında ortaya koymaları, devleti-medeniyeti kurmaları için olmazsa olmaz bir kuraldır. Kurulacak devletin-medeniyetin içindeki kişilerin bâzılarının îmanları yeterli değilse bile, İslâm’ın kurallarına göre yaşaması ve buna râzı olması önemlidir ve devlet-medeniyet, hayâtiyetini bu şekilde devâm ettirebilir. Bu nedenle modern zamanlarda olduğu gibi: “İlk önce insanları “on numara îmâna” sokalım, daha sonra devlet-medeniyet aşamasına geçeriz” diye düşünmek yanlıştır. “On numara îmâna” sâhip “kurucu kadro”nun oluşması yeterlidir. Aksi düşünce, olgunlaşmamış bir îmânın düşüncesidir.

Ahmet Kalkan:

“Mü’min; ilâhî nizâma samîmiyetle inanan; müslüman ise, “o nizâma teslim olan/uyan kimse” demektir” der.

Medine Sözleşmesi’nin 1. maddesi şöyledir:

“Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesrib’li “mü’minler ve müslümanlar” ve bunlara tâbi olanlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla berâber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)”.

 Görüldüğü gibi bu sözleşmede “mü’min ve “müslüman” ayırımı yapılmıştır.

Hüseyin Alan:

“Sözleşmede “Müslüman” ve “mü’min” kelimelerinin yan-yana kullanılması, muhâcir ve ensar’dan îman edip müslüman olanlarla, îman etmedikleri hâlde yönetime tâbi olanları, yâni teslim olanları ayırmak içindir” der.

İnsan “doğuştan müslüman” olur ama “doğuştan mü’min” olamaz.

Mü’minlikle müslümanlık aynı şey değildir. Mü’min inancında samîmi iken, müslümanın dînî samîmiyeti olmayabilir. Bu nedenle; her ne zaman ki müslüman toplumun içindeki mü’minlerin sayısı ve samîmiyeti artarsa, işte o zaman İslâm yeni bir “bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet” sürecini yeniden başlatabilecek kurucu unsuru ortaya çıkarabilecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder