İslâm’da sağlıklı olmak,
sağlığı korumak dînin bir emri olarak kabûl edilir. Ne de olsa muhteşem bir
fizîki yapı olan vücudumuzu Allah bize emânet olarak vermiştir. Bu emâneti
gereğince korumamak emânete ihânet anlamına gelecektir. Tabî ki Allah bâzılarına
imtihan yada başka sebepler yüzünden bâzı hastalıklar verebilir. Peygamberimiz
Hz. Eyyub (a.s.) bile bir hastalıktan muzdarip olmamış mıydı? Hastalığın tüm
olumsuz yanlarına rağmen müslümanlar bu durumu bile bir eğitim süreci olarak
görürler. Çünkü nice görülemeyecek ve anlaşılamayacak konular sağlığın
yitirildiğinde görülebilir ve anlaşılabilir. Müslümanların sağlık konusuna
felsefî bakışları böyledir.
İslâm’da sağlık sistemi
büyük ölçüde koruyucu hekimlik olarak, yâni daha insanlar hasta olmadan önce “hastalığa
yakalanma olasılığını yok etmeye ve önlem almaya yönelik tedâvi” şeklindedir. Koruyucu hekimlik, Hıfz-ı sıhhâ denen kurumların görevidir. Sağlık sisteminde insan bir bütün olarak incelenir. İlk doğan
çocuk genel bir muâyeneye tâbi tutulduktan sonra, annesi bilgilendirilir ve ona
nasıl davranması gerektiği öğretilir. Belli periyotlarla hekimler çocuğun genel
durumunu kontrol ederler. İslâm’da aşı uygulamasına çok sıcak bakılmaz. Tümden
yabana atılmamasına rağmen başka korunma yolları kullanılır. Zâten Müslümanlar kendi
ürettikleri dışında aşı kullanmazlar. Bu tutum ilaç-gıdâ-tekstil gibi genel
ürünler için de geçerlidir. Tedâvi etmeye-korunmaya yönelik ilaçların %95’i
bitkisel ilaçlardır. Çok doğal yollar da uygulanır. Hastadan kan alma (hacamat),
bağırsaklarını temizleyecek bitkisel ilaçlar kullanma, çeşitli kürlerle tedâvi
etmeye çalışma, bio-enerji yöntemleri vs. gibi yollar hastalığın durumuna göre
uygulanır. Gerçek
tedâvi yöntemleri bunlardır. “Modern-tıp” diye bilinen yöntem ise “alternatif
tıp” olarak kabûl edilir. Müslümanlar kimyâsal ilaçları en son çâre
olarak kullanırlar. Kimyâsal ilaçlar doğal yolların dışında bir yolla
üretildiği için, doğal şeylere alışkın olan vücûda zarar vermesi kaçınılmazdır
çünkü. Bu yüzden ilk önce tüm insanları, “koruyucu hekimlik” uygulamasıyla
hastalıklardan korumaya çalışırlar. Bu önlemin işe yaramadığı bâzı nâdir
durumlarda ise önce bitkisel tedâvi, o da işe yaramazsa kimyâsal ilaçlar
devreye sokulur. İslâm ülkelerinde hekimler ve eczâcılar bitki konusunda çok
uzmanlaşmış olmalıdır. Hattâ denilebilir ki tüm Dünyâ’da bu konuda ilk sırada
olmalıdırlar. Müslümanlar maddî hastalıkların ilacını tabiatta; mânevi
hastalıkların ilacını ise vahiyde ararlar. İkisini bir-birine karıştırmazlar.
Yüksek tıbbi eğitim sisteminin önemli bir bölümü “bitkisel eczâcılık” konusuna
ayrılmıştır. Çünkü tıp konusunda aslolan, teşhis değil tedâvidir.
İslâm’da bir başka
“hastalığı önleyici ve tedâvi edici” unsur, tüm Dünyâ’da çok bol miktarda bulunan
kaplıcalar, çamurlar, şifâlı içme suları vs.’dir. Buralara hasta olsun-olmasın
herkes yılın bir-buçuk aylık izin dönemlerinde bir-kaç günlüğüne de olsa
uğrarlar. Buraların sıcak ve şifâlı suları insanların tüm dolaşım ve sindirim
sistemlerini ideâl bir çalışma şekline sokar. Buralarda iki-üç gün kalanlar
bile tüm yılı ağrısız ve hastalıksız geçirebilir. Buraların masraflarının
tümünü devlet karşılar. Çünkü bu yerler de tedâvinin bir parçasıdır. Zâten çoğu
kişi hekimler tarafından buralara tedâvinin bir parçası olarak yönlendirilirler.
Buralarda yılın tüm yorgunluğu ve sıkıntıları büyük ölçüde giderilebilir.
Şifâ-hânelere baş-vurup
da muâyene olacak ve ilaç alacak olan vatandaşlar hiç-bir ücret ödemezler. İslâm’i
bir ülkede-devlette kayıt-kuyut, ücret, rapor, imzâ vs. gibi işlemler olmadığı
için, vakit kaybına neden olan böyle anlamsız prosedürlerle uğraşılmaz. Hasta
hekime gider, hekim muâyenesini yapar, tahlil-tetkiklerden sonra reçetesini
yazar ve eczâneye giden hasta ilaçlarını hiç-bir kayıt yaptırmadan alabilir. Sâdece
reçetenin bir nüshası eczânede kalır. Tüm müslümanların, kendisini tanıtan bir
kimliği vardır. Bu kimlik tüm işler için yeterlidir. Hasta olan kişiler sâdece
kimlikleriyle tüm işlerini yapabilirler. Bu kimliklerde insanların her konuda
tüm bilgileri mevcuttur. Özellikle şifâ-hânelerde prosedür neredeyse sıfırdır.
Zâten insanlar oraya bir sıkıntısından dolayı gelmiştir. Bir de prosedürlerle
onların sıkıntısına yeni bir sıkıntı katılmamalıdır.
İslâm’da hekimlerin
eğitimlerini tamamlamalarının ardından, göreve başlamadan önce bir yıllık
pratik eğitim ve ahlâk dersleri için şifâ-hânelerde (hasta-hane değil) eğitime
tâbi tutulurlar. Her şeyde olduğu gibi tıp alanında da ahlâk ilk sırada önem
arz eden konudur. İslâm’da şifâ-hâneler kadın ve erkek şifâ-hâneleri olarak
ayrılmışlardır. Muhtarlık düzeyindeki sağlık ocaklarında bu ayrım yapılmaz ama
burada da erkekler erkek hekime, kadınlar da kadın hekime giderler. Zâten
herkes âile hekimlerini bilir ve tanır. Hekimler erkek ise erkek şifâ-hânelerinde,
kadın ise kadın şifâ-hânelerinde çalışırlar. Bu yüzden kadın hekimler kadın
hastalıklarında daha çok uzmanlaşmışken; erkek hekimler de erkek
hastalıklarında daha fazla uzmanlaşmışlardır. Bir kadın doktorun bevliye
konusunda bir erkek hekim kadar rahat hareket etmesi ve dolayısıyla o konuda
erkek hekim kadar uzmanlaşması beklenemez doğal olarak. Aynı şey erkek hekim
için kadın hastalıkları alanında geçerlidir. Zâten bu durum hastalar açısından
da daha iyidir. Böylece daha rahat muâyene gerçekleşebilir. İslâm’da şifâ-hâneler
de ayrılmıştır. Kadın şifâ-hânesi, göz şifâ-hânesi, kulak-burun şifâ-hânesi,
kemik şifâ-hânesi, dâhiliye, hâriciye, bevliye vs. tüm hastalıkların şifâ-hânesi
ya ayrı bir merkezdedir, ya da tüm dalların bir-arada bulunduğu yüksek-eğitim şifâ-hâneleri
ise binâları ayrı olmak üzere aynı alan içinde bulunurlar. Bu, yüksek-eğitim şifâ-hâneleri
için olması gereken bir şeydir.
Müslüman halkın sağlığı
gerçekten çok iyidir, iyi olmalıdır. Bir müslüman on senelik bir zaman zarfında
hastalıktan dolayı belki bir kez sağlık ocağına yada şifâ-hâneye
gider/gitmelidir. Bunu tabî ki koruyucu hekimliğe borçludurlar. Kronik tâbir
edilen hastalara ise, hekimler ve sağlık çalışanları tarafından âdeta nâdide
bir çiçek gibi muâmele edilir. Çok büyük ihtimâlle hayatları boyunca mevcut
hastalıklarıyla yaşayacak olan bu hastalar, hastalıklarının zorluklarından
başka bir de şifâ-hâne zorluklarıyla karşılaşmamalıdırlar. Bu yüzden bu tür
hastalar ve engelliler ilk sıraya alınır ve tedâvileri-kontrolleri hemen
yapılıp işleri bitirilir ve gerekirse evlerine kadar da bırakılır. Zâten bu
kişiler için büyük şifâ-hânelerde ayrı hekimler görevlendirilmiştir. Bu
hekimler sâdece bu kişilerin rutin kontrollerini yapmak ve ilaçlarını
sağlamakla görevlidirler. İslâm’da gerçekten gerekmedikçe yada âcil bir durum
olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz. Hele bir
organın küçük bir sorun var diye ameliyatla alınması görülmemiş bir şeydir. O
organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah o organı
boşuna yaratmamıştır çünkü.
Müslümanlara göre ölüm;
dolaşım, sindirim ve sinir sisteminin durması, sona ermesidir. Beyin-ölümünü
gerçek ve tam bir ölüm olarak görmezler.
İslâm’da bir insan
doğduğu andan îtibaren âile hekimi tarafından belli periyotlarla -ki bu
periyotlar belli bir yaştan sonra altı aylık periyotlardır- sürekli kontrol
edilir, gerekli koruma ilaçları uygulanır, gerekirse de bir üst şifâ-hâneye
gönderilir. Bâzen de hekimin ayağına gelemeyen yaşlı ve engelli kişilerin
ayağına hekim gider ve gereken tedâvi evlerinde yapılır. İslâm ülkelerinde tüm
hekimler aynı-zamanda psikologluk görevi de yaparlar. Ayrıca psikolog yoktur İslâm
ülkelerinde. Müslüman birisi için psikoloğa ihtiyaç da duyulmaz. Bir insan hem müslüman
olacak, hem de psikoloğa ihtiyaç duyacak; bu olacak iş değildir. Bir insan hem
namaz kılacak, hem oruç tutacak yâni Allah’a güvenecek; hem de
psikolog-psikolog gezecek; böyle bir şey düşünülemez müslümanlar için. Müslümanlar
birbirlerinin psikologlarıdır zâten. Ayrıca, mâneviyatta ilerlemiş insanların
telkinleri müslümanları psikolojik olarak çok rahatlattığından dolayı psikolog desteğine
gerek duymazlar. Açıkçası müslümanlar psikoloğa ihtiyaç duyan birini; korkak,
pısırık, uyuşuk, düzensiz, öz-güvensiz, bâzı şeylere aşırı tutku duyan ve genel
bir söz ile söylersek, Allah’a karşı îman-güven problemi yaşayan biri olarak
görürler. Ayrıca psikologların yaptıkları telkin-nasihat vs. sonunda aldıkları
parayı haram kabûl ederler. Çünkü İslâm’a göre nasihat etmek, akıl vermek zâten
bir müslümanın İslâm’i ve insâni vazîfesidir. Fizîki nedene bağlı olan
psikiyatrik vakâlar ise ayrı bir konudur ve tabî ki de bu kişilerin
tedavisi-bakımı psikiyatrların işidir.
Müslümanlar genelde
canlı ve diri görünürler. Bu durumu iç-enerjilerinin canlılığına bağlarlar. İç-enerjisi
tükenmemiş biri hasta dâhi olsa azmini yitirmez ve canla-başla işine-hayâtına devâm
eder; fakat bir kişinin iç-enerjisi tükenmişse istediği kadar sağlıklı olsun
hareket dâhi edemez, iç-enerjisi ise ancak vahiy sâyesinde diri kalır, çünkü
vahiy, insanı diriltecek bir iç-enerjisi sağlar.
Müslümanların özürlü
anlayışları da İslâm ile uyumludur. İslâm’a göre gerçek özürlü; fizikî sorunu
olan değil, kâlbî sorunu olandır. Gerçek kör; gözleri kör olan değil, kâlbi kör
olandır. Nice engelleri olup da çok büyük ilmî eserler vermiş olan insanlar
vardır İslâm’da. Doğuştan yada sonradan böyle bir duruma düşmüş kişi madden hiç-bir
şekilde zor bir durumda bırakılamaz. O kişiler çalışamayacak duruma düştükleri
andan îtibaren sigorta primi ve yaş-sınırı aranmaksızın emekli edilirler. Tüm
kamuda önceliklidirler. Bu kişiler özel eğitim ve telkinlere tabî tutuldukları
ve buralarda İslâm tarafından inşâ edildikleri için “durumlarını” kâbul
etmişlerdir. Bundan dolayı kendileriyle ve çevreleriyle barışıktırlar.
İslâm’da tüm sağlık
giderleri devlet tarafından karşılanır. Diğer dünyâ-ülkeleri gibi ilaç,
ameliyat, cihaz vs. gereksiz masraflar yapılmadığından, çok da mâliyetli bir iş
değildir tıp konusu İslâm’da. Hastalığın teşhis edilmesi önemli olmasına
rağmen, hastalığın tadâvisi daha önemlidir müslümanlara göre. Hastalığın teşhis
edilmesi tedâvi demek değildir çünkü. Hastalığı yapan unsuru çok iyi bir
şekilde tespit etmek, tedâvisi yapılamayacak olduktan sonra ne işe yarar ki?
Eğer kişiyi ölüme götürmesi kaçınılmaz olan bir hastalık varsa ortada, bırakın
da kendisindeki hastalığının nedenini bilmeden yaşasın ve hayâtını bu şekilde
sürdürsün ve tamamlasın, hastalığını yapan unsuru bilse ne olacak ki?. Diğer
ülkelerde bu konuda çok aşırı bir sömürü vardır; Değişik ve gelişmiş! tıbbi
cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz
kalıyorlar. Bir kronik hastalığı bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın
ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden dünyâ-ülkeleri,
vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi
cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de
işe yaramaz. O “süper cihaz”lar(!) aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan
şey hastalık belirlemektir diğer dünyâ-ülkelerinin tıp anlayışında. Oysa
hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek
ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle
bırak! Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey
yaptıkları yoktur diğer dünyâ-ülkelerindeki hekimlerin. İşte müslümanlar bunu
iyi gözlemlemişlerdir. Bu yüzden tüm dikkatlerini koruma hekimliği ve tedâvi
unsuruna yöneltmişlerdir. Hastalık daha başlamadan yada ilerlemeden önlem
almanın çâresi üzerine yoğunlaşılmıştır.
İslâm’da sağlık sistemi
tâbiri câizse tıkır-tıkır işler/işlemelidir. Denetlemeler sağlık müfettişleri
tarafından çok sıkı bir şekilde yapılır. Hekimler şifâ-hânelere hastalardan
daha erken gelmek zorundadırlar. Hasta olan bir kişiyi hiç-bir hekimin
bekletmeye hakkı yoktur. Hekimler bütün müslümanlar gibi aynı süreliğine mesâi
yaparlar. Eğer bir hekimin yada hasta-bakıcının nöbeti yoksa, mesâisi; sabah
mesâi başlama saati olan zamandan onbeş dakika önce yerlerinde olmak kaydıyla,
bir kez verilen on dakikalık bir ara hâriç öğlen namazı saati olan mesâi
bitimine kadar sürer. Görevini kötüye kullanan ve hattâ bu eğilimde olan
hekimler hemen görevden alınırlar. Çünkü bu konu sömürüye çok açık bir konu
olduğu için buna fırsat verilmemelidir. Zâten sağlık sisteminin alt-yapısı da
bu konu düşünülerek hazırlanmıştır. Genel şeriât kuralı burada da yürürlüktedir;
kişiye günah-suç işleyecek ortam bırakılmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi
tabâbet alanında da ahlâki alt-yapıya önem verilmiştir. Çünkü sağlıksız
insanlardan verimli işler beklenemez. Tüm bu nedenler yüzünden sağlık sistemi
çok iyi çalışmak zorundadır İslâm’da.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder