“Yoksa onlar, hiç-bir şey olmaksızın mı yaratıldılar?.
Yoksa yaratıcılar kendileri mi?” (Tûr
35).
Evrim, “rast-gele mutasyona-değişime
uğrayan bireyler arasında, ortama en iyi uyum sağlayanların hayatta kalması”
olarak açıklanır. Evrim Teorisi: “Güçlü olan kazanır” felsefesidir. Bir yazıda
Teori’nin kısa tanımı şu şekilde yapılır: “Doğada canlılar arasında sürekli bir
mücâdele durumu vardır. Hepsi de yemek, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamak
için doğayla ve birbirlerine karşı savaş hâlindedir. Bu savaşta “iyi” olan
kazanır ve bu üstün özellikler kendi soylarına aktarılır. İşte bu farklılıklar
o türün değişim geçirmesine yâni evrimleşmesine sebep olur”. Yâni Evrim
Teorisi; “altta kalanın canı çıksın ve geberip yok olsun gitsin” düşüncesinin
ve bencilliğinin, “ortaya konulduğu târihteki ideolojinin” etkisiyle ortaya
çıkmış olan bir zırvalıktır.
Hiç-bir
bilimsel gelişme ve felsefî tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak
anlaşılamaz. Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı
kitabından etkilenerek Evrim Teorisi’ni ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir
olgudan hareketle üretilmiştir bu Teori. Zâten tüm teoriler,
sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuştur. Öne sürülen
teorilerin çoğu “orijinâl düşünce”ye sâhip teoriler değildir. Zâten vâr olan ön-bilginin
ve ön-kabûlün yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı bilim-insanları
Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John Greene, “doğal
seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde dile getiren
bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den ve aynı
dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile
kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına yansıttığına bu olguyu
delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun
üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme,
kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar dünyâsında, Evrim Teorisi’nde
yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar, kabûlünde
de etkili oldu.
Evrim Teorisi yeni bir görüş değildir. Eski Grekler
de bu görüş üzerinde spekülasyonlar yapmışlardı. Zâten modernizm Greko-Romen
uygarlığın güncellenmiş şeklidir. M.Ö. 6. yüzyıl gibi eski dönemlerde bile
Miletos’lu Anaksimandros insanın ve diğer kara-hayvanlarının denizden
çıktıklarını öne sürmüştü. 2.400 yıl sonra Hooke, Goethe ve Charles Darwin’in
büyükbabası Erasmus Darwin bu fikir üzerinde durdular.
Dedesi Erasmus
Darwin’in kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan
önce de zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş
bir zihin)le gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir.
Evrim Teorisi belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir. Teori 1859
yılında değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki
göster(e)mezdi ve yayıl(a)amazdı. Zîrâ paradigma farklıydı. Aynı şekilde meselâ
Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda yâni 11-12. yüzyıllarda etki gösteremezdi. Bu
teoriler en nihâyetinde “felsefî teoriler”dir. Bilim-târihi aslında “felsefî
tartışmalar târihi”dir. O yüzden ancak “felsefî olarak” her çağda ortaya
atılabilirdi ve sâdece bir “düşünce” olarak kalırdı. Bu teoriler, ortaya
atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve
farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu teorileri, çıkmazlarına tampon
olarak kullandılar. Yapılan şey; “eldeki malzemeye göre ev yapmak”tır. William
Dembski, Darwinci Evrim Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan
pozitivizmle uyuştuğunu belirterek:
“Eğer Darwin olmasaydı
pozitivistler onu îcat etmeliydi” der.
Evet; Dünyâ’nın
ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşler değişir.
En uygun ve isâbetli bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir
nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.
Evrim Teorisi aslında
Lamarck Teorisi’nin genişletilmiş bir şeklidir. İlhâmını Lamarck’tan almıştır. Bir
yazıda bu durum şu şekilde anlatılır:
“Biyolojide, türlerin
değişebileceği görüşünü ilk ortaya atanlar Fransız Buffon (Bufon: 1707-1788) ve Lamarck (Lamark: 1744-1829)’tır. Bu
iki bilim-adamı, çevre etkisiyle canlılarda meydana gelen değişmelerin daha
sonraki nesillere geçebileceğine inanmışlardı. Lamarck ve Buffon’a göre, bitki ve hayvan türleri, çevre
şartlarının etkisiyle değişebilmektedirler. Lamarck, “Zoolojinin Felsefesi”
adlı eserinde, çevrede meydana gelen değişikliğin türleri etkilediğini ve her
türün bu etkiye içten gelen bir değişiklikle cevap verdiğini belirtmektedir.
Lamarck’ın görüşleri iki
noktada toplanmaktadır: Birincisi, canlıların çevre şartları ile sonradan
kazandıkları özellikleri yeni nesillere geçirebileceği; ikincisi ise, “kullanma
ve kullanmama” prensibi idi. Lamarck’a göre, eğer bir vücut parçası çok
kullanılırsa gelişir ve kuvvetlenir. Kullanılmayan kısımlar ise zamanla
zayıflar, küçülür ve hattâ kaybolabilir. Lamarck’ın evrim teorisi,
bu iki fikre dayanıyordu. Yeni çevre etkisiyle meydana gelen değişmeler,
bir-çok döller boyunca yeni özelliklerin kazanılmasına sebep oluyor ve sonunda
yeni türler ortaya çıkıyordu. Her-şeyden önce Lamarck, bir türün çevre
etkisiyle değişebileceğini belirtmiştir. Meselâ Lamarck, zürâfaların
boyunlarının uzun olmasını şu şekilde açıklar: “Oldukça kurak ve otsuz
bölgelerde yaşayan bu hayvanlar, devamlı güç sarf ederek ağaçların uç dallarına
boyunlarını uzatmak zorunda kalmışlardır. Bu mecbûriyet, zürâfa soyunun daha
sonraki nesillerinde de sürdürülmüştür. Böylece uzun yıllar devâm eden bu
olayın sonunda, zürâfaların hem ön bacakları, hem de boyunları uzamıştır”.
Evrim Teorisi insanın ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini
savunur. Oysa insan Âdem-Havva’dan bêri “ilkel insan” değildir. İnsan hiç-bir
zaman ilkel olmamıştır. (belki modern zamanlarda bir ilkellikten
bahsedilebilir) “Doğrusu, biz insanı en güzel bir
biçimde yarattık” (Tîn 4). Batı-anlayışı,
her-şeyin ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini düşündüğünden, insanın da
ilkelden mükemmele doğru bir seyir izlediğine ihtimâl vermiş ve Evrim Teorisi’ne
inanmıştır. Gerçi Evrim Teorisi’nin
yanlışları, çelişkileri ve çıkmazları o kadar çoğaldı ki, evrimciler Teori’ye
(aslında hipotez demek daha uygundur) sürekli yeni anlamlar ve farklı
düşünceler yüklediler. Sürekli eklemeler ve sürekli yeni tâdilatlar yaptılar.
Zamanla Evrim Teorisi o kadar değiştirildi ve farklılaştı ki, artık Teori, Darwin’in
bile tanıyamayacağı ve görse şiddetle îtirâz edeceği bir duruma geldi.
Evrim Teorisi,
vâr olan hiç-bir canlının orijinâl olmadığını savunur. Çünkü Evrim Teorisi’ne
göre, tüm canlılar birbirlerinden evrimleşerek mevcut durumlarına gelmişler ve
şekillerine ulaşmışlardır. Şu-andaki mükemmel hâlleriyle yaratılmamışlar yada
ortaya çıkmamışlardır. Hâlbuki her-şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır. Kâinatta
canlı-cansız, orijinâl olmayan hiç-bir varlık yoktur. Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbirine
tam olarak benzemediği için birbiri ile karıştırılmaz. Karışmaması onların
orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk yaratıldıklarında da
şimdikinin aynısı olduğu anlamına gelir. Zâten bu orijinâllik hâlen de devâm
ediyor. Öyle ki; “cansız” varlıklar arasında meselâ, artı-eksi kutuplar hâlen
bir-birlerini çeker ve aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni
bir tür ortaya çıkmaz, çıksa bile neslini devâm ettiremez. Evet; aynen ilk
yaratıldığında olduğu gibi.
Varlıklar en
uygun durumlarından bir önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de “Allah’ın
bir yaratması” sayılacağından, bu, “Allah’ın çirkin bir şey yarattığını”
söylemek anlamına gelir. Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel
hâlden bir-önceki aşamadaki varlığın yada canlının durumu “işe yaramaz” bir
durumdur. Hiç-bir varlık en uygun durumundan bir önceki hâlinde hiç-bir işe
yaramaz. Görevini yapamaz zâten. Meselâ protein tam olarak oluşmadan önce işe
yaramaz ve herhangi bir avantaj sağlamaz.
Evrimciler madde-ötesini
kabûl etmediği için bilinci de maddî olarak düşünürler. Bilincin aşama-aşama
oluştuğunu düşünebiliyor musunuz?. “Az bilinç”, “biraz bilinç”, “çok bilinç” ve
“on numara bilinç”.
Evrim Teorisi’ni
yıkan en büyük etken, Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe
varlıkların yokluğudur. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya çıkış
sürecinde bir-sürü ara-formun olması gerekir. Fakat bir tâne bile
bulunamamıştır. İzleri bile görülmez. O ucûbeler hiç-bir zaman gözlemlenemez.
Neden?; Çünkü canlılar orijinâl olarak, şu-anda oldukları gibi bir-anda yaratılmıştır.
Her-şey gibi
canlılar da aşama-aşama değil, bir-anda yaratılmıştır. Bu bir-anda yaratılışın
nasıl olduğu bilinemez, anlaşılamaz, idrâk edilemez. Bir-anda olan şeyler
insanın aklını başından alır. O yüzden anlam verilemez. “Bir şey yok iken nasıl
bir-anda olur, bunun örneği var mı” diye sorulursa, felsefî olarak; “Göz
kapatıldığında yokluk, açıldığında da varlık olur” deriz. Her-an bir-anda
yaratılmanın örneğidir bu.
Evrim Teorisi’ne göre, insan ile şempanze ortak bir atadan
ayrılarak, şempanzeler
şempanze olmuşlar, insanlar da insan. Fakat genel evrim anlayışına göre bu “ortak ata” da bir-anda beliriveren bir varlık değildir. O da daha önce
başka bir varlıktan evrimleşmiştir. Bu, geriye doğru ilk canlıya yada o “ilk titreşen şey” her ne ise ona kadar
gider. Öyleyse “o ilk titreşen ilkel şey”e göre şu-andaki insan, daha
kompleks ve “ileri” bir durumdadır. Buna îtiraz
edecek bir durum yoktur. Yâni o ilk titreşen şey evrimleşe-evrimleşe daha düzgün hâle gelmiş ve en
sonunda da mükemmel
bir
görünüm kazanmıştır. Yâni,
kötüden iyiye, kullanışsızdan
kullanışlıya, ilkelden mükemmele
doğru bir süreç izlemiştir.
Fakat işte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor: İki bilimsel olgunun birbiriyle
yüzde-yüz çelişmesiyle karşı-karşıya kalıyoruz: Termodinamiğin 2. yasası olan
Entropi Kânunu’na göre her-şey
zamanla bozulmaya, kötüleşmeye, daha kullanışsız olmaya, âdileşmeye başlarken; Evrim Teorisi’ne göre, tam-aksine; canlılar zamanla iyileşmeye, düzelmeye, daha kullanışlı-işlevsel ve daha
değerli-kaliteli olmaya
doğru gitmiştir. Bu durum, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir ki, Termodinamiğin 2. Yasası olan
Entropi, çıplak gözle bile gözlenebilen kesin bir yasa olması nedeniyle, diğer “sözde
bilimsel” olgu olan Evrim Teorisi’nin yanlışlığı açığa çıkar. Çünkü kâinatta, zamanla daha iyiye,
kullanışlı olmaya doğru giden hiç-bir varlık yoktur. O hâlde kâinatta ve doğada
tekâmül-evrim yoktur.
Evet; “Evrim Teorisi’nin
matematik ve fizik kurallarınca sağlaması yapılamaz” diyenlere şunu söyleyelim:
En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin İkinci Yasası
olan Entropi Kânunu’na göre, başta canlılar olmak üzere her-şey zamanla
bozulmaya, kullanışsız olmaya doğru gider. Fakat Evrim Teorisi’ne göre
düzelmeye ve kullanışlı olmaya doğru gitmiştir.
Bir canlı-türü mevcut iyi
durumdan bir önceki durumunda (ara-tür) eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl
hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa evrimine devâm etmez. En ideâl
olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla
nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla
bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!. Fakat her nasılsa Teori’ye göre zamanla
düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir.
Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır insanı: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde
yarattık” (Tin 4). İşte bu yaratma, aşama-aşama değil, bir-anda olan bir
yaratmadır.
Allah, koyduğu-yarattığı
hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Tabî ki Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız
yapmaz-yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat
Entropi Yasası’na göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden
kötüye doğru bir gidişat olur. Bu nedenle de ara-türler zamanla asıl türlere
yâni en ideâl hâle dönüş(e)mezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki
milyonlarca yıldan sonra- düzelip ideâl hâle gelemez. Entropi Yasası’na
aykırıdır bu durum ve Entropi Yasası’na aykırı olan bir teori çökmeye
mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori Entropi Yasası’yla çelişemez. Entropi Kânunu’na göre her-şey doğal
hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Evrim Teorisi’ne
göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Evet; bu, iki bilimsel(!)
olgunun açıkça çelişmesi demektir.
Arthur Eddington:
“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori,
Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz
olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama Entropi Yasası ile çelişiyorsa
hiç-bir şansı yoktur” der.
Caner Taslaman:
“Bir teori belki diğer tüm teorilerle
hattâ yasalarla bile çelişebilir ama Termodinamiğin İkinci Yasasıyla (entropi)
aslâ çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.
Entropi Yasası
evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da
söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Entropi
Yasası, “en baba yasa” olduğu için, oluşumun “tasarım” ve “plân”la ve “kontrôl
altında” bir süreçle oluştuğu da söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma
aykırıdır zîrâ. Allah çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle
ilk-prototipin, bir mûcize olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir
mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan canlılar ve tüm
varlık, “ilk yaratılış”tan sonra, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm
etmiştir/ediyor.
Şu
söz de moda oldu ve yayılmak isteniyor müslümanlar arasında: “Allah’ın
yaratıcılığı kabûl edildikten sonra, ilk insanın topraktan doğrudan veyâ bir
canlıdan evrilerek dolaylı olarak yaratılmış olmasını kabûlde bizim için bir sakınca
yoktur”. Süleyman Ateş; “Yaratan’ın Allah olduğunu kabûl ettikten sonra evrimi
kabûl etmek insanı dinden çıkarmaz” der ve İbrâhim Hakı’nın Mârifetnâme’sinden
şu örneği verir:
“Erzurumlu
İbrâhim Hakkı, Mârifetnâmesi’nde evrim hakkındaki görüşlerini şöyle
özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var dâima
var, yok da dâima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir hâlden
diğer hâle geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört
unsur (eleman), istihâle (evrim) ile bir-birine karışmış, unsurların
izdivâcından (karışımından) önce mâdenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar
vücûda gelmiş ve hayvan kemâlini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle
bitkiler arasında ara-varlık mercandır; bitkilerle hayvanlar arasında
ara-varlık “hurma”dır; hayvanlarla insanlar arasında ara-varlık maymundur.
Zîrâ cümle âzâsı, kıl ve kuyruktan başka içi-dışı insana benzer”.
Mârifetnâme gibi zırvalıklarla dolu olan bir kitabı kaynak göstermek
doğru bir seçim ve tercih değildir. Öyle ki bu kitapta anlatılan şeyler
her-şeyden destek bulsa bile bir-tek Kur’ân’dan destek bulamaz. Çünkü
saçmalıkların kemâl bulduğu bir kitaptır sözü edilen bu kitap. Herhâlde Süleyman
Ateş Hoca, Kur’ân’dan istediği desteği bulamayınca bu zırvalık ve saçmalık
kitabına baş-vurmuş.
Dindarlara
göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç (tasarım)” olunca Evrim Teorisi doğruluk
kazanıyor. Allah’ın kontrôlünde ya!.. Evrim sürecinin Allah’ın kontrôlünde
olmasıyla o teorilerin meşrû hâle geldiğini düşünüyorlar. Her türlü saçmalık;
“Allah’ın kontrôlünde” sözüyle savunulsa meşrû hâle mi gelecek?. “Allah’ın kontrôlünde” sihirli sözcüğü ile her türlü
pislik ve hattâ kâfirlerin küfrü bile “Allah’ın kontrôlünde” dedikten sonra normâlleşebilir.
Tasavvufta bu, “lâ fâile illallah” ifâdesiyle yapılır meselâ.
Yâni sorun; “tamam, yaratılış bilimin ve evrimcilerin dediği gibi
oldu ve bunda bir sorun yok, fakat bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa
kendi-kendine mi oldu tartışması” mıdır?. Bilim açısından ne fark eder ki!.
Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder?. Oluşum için iki kesim de aynı şeyi
söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp onlar gibi konuştuktan ve
inandıktan sonra; “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır” demenin ne anlamı
olacak?. O zaman onlar da; ”hayır, kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın
bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor, diğeri yaratılış. Netîcede
iki kesime göre de aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç olan şey; nasıl oluyor da
inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç
gözlemleniyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve
değerlendirme anlamında bir farkları olmaz mı?. Ve bu nedenle de inançsızlardan
daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi?. Eğer cevap “hayır” ise,
bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor
mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen
yada tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?. Yada bilim
açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık
bir-şey ifâde etmez.
Evrimsel-aşamalı bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın
kontrôl edip-etmemesinin bir farkı ve önemi yoktur?. Evrimle olunca artık fark
etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim ile, aşama-aşama ile olunca, yaratılışı
Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkar. Bir-anda olan bir yaratılış
ise mecbûren Allah-Yaratıcı ile olmak zorunda. “Bir-anda yaratılma”da başka
alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda
yaratıldım”. Evrende
bir tasarım vardır fakat bu tasarım “aşamayla olgunlaşan bir tasarım” değil,
sonuçları bir-anda görülen bir tasarımdır. Allah için tasarımı yapmakla varlığı
yaratmak aynı şeydir. İkisi de bir-anda olur. Allah yaratıcıdır, müteahhit
değil. Bu nedenle de müteahhitler gibi bir şeyi yapmaya temelden başlamaz.
Bir-anda yaratıverir.
Evrim Teorisi’nde
sıkça komedilere rastlarız. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu
bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar.
En yakın dostları olan Şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece
masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit
olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini
çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli-hatları
belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız!
belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de
kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten
yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklâmını yapıp
cicili-bicili sözlerle câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun
gibi masallarla ve zırvalıklarla doludur.
Yaptıkları
bir-çok sahtekârlıklar da vardır. Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli
sahtekârlıklardan biri “Piltdown adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir.
1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile
Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş âletler
bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin
çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok
benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve
500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını
tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta
ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi.
Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, “eski”
görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tâbi tutuldukları
saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı.
Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı
detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık
ürününün insanları ne kadar kolay yanılttığının bir delîlidir. Sahtekârlık
yapılmasından daha önemli olan şey, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hattâ
destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca bir-çok bilim-insanını
ciddî şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil, “mevcut
seküler ideoloji bağlılığı” uğruna herhangi bir analize tâbi tutulmamış, elde
ciddi bir veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak
belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil
îmâl edilseydi, “hâkim paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın
hemen tespit edileceğini tahmin etmek mümkündür. Piltdown Adamı 40 yıl
boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu
sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır.
Evrim
Teorisi çeşitli uydurmalarla ve yalanlarla zırvalar durur. Oysa gözlem
sonuçları farklı şeyler söyler. Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir olay şu
şekilde anlatılır ki bizce bu olay Evrim Teorisi’ni çarçabuk en yakındaki
kanalizasyona atmak için “tek-başına” yeterlidir:
“
Balıkların titreşimler
sâyesinde karanlıkta yolunu ve yiyeceğini bulabildiğini belirten
bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye çıkartıldıklarında yaşama
şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen Üniversitesinden bilim-adamı
Monty Priede, keşfettikleri bu derin su balıklarının “umulmayacak kadar
şirin olduğunu” da söyler. (Yâni mükemmel
görünümdedirler H.G.) En derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko
açıklarında 8 kilometreden fazla derinlikte bulunan “Abyssobrotula galatheae”
türünün olmuştu. Ancak balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.
Denizin belli derinliğinde yaşayan ve adına
genel olarak “derinlik balıkları” denen canlılar var ve bunlar denizin belli
bir üst-seviyesinde (az derinlikte) yaşayamıyorlar. Yâni bulundukları yerden
biraz üste çıkarıldıklarında yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir
zaman-sürecinde gitmiş olamazlar. Bulundukları yerde “yaratılmış” olmaları
gerekir. Orada evrimle-mutasyonla da oluşamazlar. Çünkü suyun altına belli bir derinlikten sonra
hiç Güneş-ışığı girmez, yâni mutasyonun ana-kaynağı-nedeni ortadan kalkar. Demek
ki bir evrim süreci ve aşamanın söz-konusu edilemeyeceği bu balıklar,
bulundukları yerde bir-anda yaratılmışlardır. Çünkü orijinâldirler. Kâinattaki
tüm varlıklar orijinâldir. Bu orijinâllik aslında, tüm canlıların ve kâinâttaki
her-şeyin de bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının ispâtıdır.
Modern bilim,
“Evrim Teorisi merkezli bilim”dir. Hani nerdeyse “Evrim Teorisi’ni çıkarsanız
geriye bir şey kalmayacak ve modern bilimin tüm önerileri çökecek ve modern
bilim için her-şey alt-üst olacak” desek yeri var. Acaba bu nedenle mi Teori’ye
aşırı derece sâhip çıkıyorlar?. Bu bir ölüm-kalım meselesi mi?. Bu nedenle mi
Evrim Teorisi birileri için “vazgeçilmez olan”dır ve dinleşip inancın konusu
hâline gelmiştir. Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı eserin, bir-gün
yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu, biyoloji alanında
benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün bilimleri
etkileyeceğini söylemişti. Spencer da; “Evrim”in, Güneş Sistemi’nden
Dünyâ’mıza, Dünyâ’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden
sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa olduğunu ileri sürer.
Evrim Teorisi
için olmazsa-olmaz olan şey “zaman”dır. İhtiyâcı olan zamânı ne yapar-eder
bulur. Bu uğurda gerekirse yeni teoriler de uydurabilir ki Big-Bang Teorisi bunun
en meşhûr örneğidir. Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki
dînî-çevrelerin çoğu James Usher’in Dünyâ târihlendirmesini kabûl ediyorlardı
(6.000 yıl). Fakat Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir
atadan ve birbirlerinden değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak “canlıların
yer-yüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok
uzun süre önce vâr olmasıyla” savunabilecekleri kanaatinde ve bilincindeydiler.
İşte; mutlakâ gerekli olan “uzun zaman ihtiyâcı”nı
Big-Bang Teorisi sundu. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim”den
söz-eder aslında. Gerek Evrim Teorisi’nde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli
bir “aşama”dan/evrimden bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden
bahsederken, diğeri makro-seviyede bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi
canlıların tek-bir hücreden geliştiğini söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin
tek bir “nokta”dan, hidrojenden geliştiğini söyler. Big-Bang Teorisi, Evrim
Teorisi’nin evren çapında büyütülmüş şeklidir. Herbert Spencer, Evrim’i;
Güneş Sistemi’nden, canlıların bedenlerinden, toplumsal yapıya kadar her alanda
geçerli bir yasa olarak görmüştür. Evrim
Teorisi’nin gerçek olması için, Big-Bang Teorisi gibi 13-15 milyar yıllık
zaman-dilimini kapsayan bir teoriye ihtiyaç duyulmuştur. Bakın bir
kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:
“Biyolojinin özünde yer alan evrim
düşüncesi ilkin astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların
ilk örneklerini vermekle kalmamış, Dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü
de getirmiştir”. Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir
süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin
kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.
Gerçi artık 15
milyar yıl da yetmiyor, “sonsuz evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman
ihtiyâcı” zihniyet değişmedikçe hiç-bir zaman çözülemez.
Zamanla ve
yavaş-yavaş olmayacağını anlayanlar, süreç içinde bir “zıplamayla” yada
“olağan-üstü bir etken”in, evrimi bir-anda netîceye ulaştırdığını iddiâ etmek
zorunda kalırlar. Meselâ Pisagor, Dünyâ insanını
yaratan varlıkların, “semâvi insanlık” adını
verdiği çok üst düzeydeki ruhlar olduğuna inanıyordu. Pisagor; “hayvanların evriminin sâdece
‘doğal ayıklanma yasası’na bağlı olmadığını, bu
temel yasanın yanı-sıra ‘şok yasası’ adını verdiği bir
ikinci yasanın da yürürlülükte olduğunu” iddiâ ederdi. Pisagor’a göre, “yeryüzünden farklı
yerlerde yaşayan üstün varlıklar, zamânı geldiğinde, evrensel
yasalar uyarınca bâzı hayvan türlerinin yapı-taşlarını
değiştirirler ve yeni bir türün ortaya çıkmasını
sağlarlardı. İşte insan da, bu üstün
varlıkların maymun türü üzerindeki böyle bir
uygulamaları netîcesinde ortaya çıkmıştı”.
Evrim Teorisi, aslında
cansız bir varlıktan canlı bir varlığın meydana gelebileceğini ve geldiğini
söyler. O hâlde aynı şey lâboratuvar ortamında da gerçekleşebilir-gerçekleşmelidir.
Çünkü sosyoloji kuralına göre, bir kere olan bir kere daha olabilir. Fakat bu
daha çok sosyolojik olaylar için geçerlidir. Başta Miller-Urey Deneyi’nde
olduğu gibi, lâboratuvar ortamında yapılan bir-çok deneme hüsranla
sonuçlanmıştır.
Cansızdan canlının meydana
çıktığı en küçük bir örnek ve bir tanım yoktur. Zâten Allah da Kur’ân’da şöyle
der:
“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu
dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için
bir-araya gelseler dâhi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek
onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz,
istenen de” (Hac 73).
Evrimciler, evrimin ilk
kaynağı olan o “ilk şey”e bir isim koyamazlar ve “şudur” diyemezler ama
Big-Bang’de o ilk şey “tekillik” olarak isimlendirilir. Gerçi o “tekillik”
denen şeyin ne olduğu da belli değildir. İnsanın “ilk olan”ı bilmesi ve idrâk
etmesi mümkün değildir. Aklın sınırı oraya kadardır. Ondan sonra devreye “iman”
girmelidir.
“Evrim ile oluşum”un
karşısında, “yaratılışçılık” vardır ki doğru olan da budur. Yaratılışçılık,
“tüm canlıların ve hattâ her-şeyin bir-anda Allah tarafından yaratılması”
görüşü ve gerçeğidir. Doğru açıklamayı “yaratılışçılık” yapabilir ancak. Zîrâ
canlıların ve tüm varlığın yaratılışının açıklamasını “en başından îtibâren”
yapar. Yaratışçılığın “bilimsel” olmadığını söyleyip duran evrimci
bilim-adamları, canlıları ve tüm varlığı en başından îtibâren açıklayamıyor
ki!. Açıklayamazlar da. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Maddenin sınırı
olduğu için, madde-merkezli çalışmak zorunda olan bilimin de bir sınırı olmak
zorundadır. Bu nedenle bilimin konu ettiği bir-çok çalışma da aslında bilimsel
değil, “felsefî”dir. Evrimciler ve bilim-adamları, “İlk baştan” değil de, o
“ilk kımıldanış”, “ilk titreyiş”, “ilk canlı”, “ilk DNA”, “aminoasit” vs. neyse
ondan başlatırlar canlılık-canlanma sürecini. Fakat bu bir açıklama değildir.
Çünkü o şeyin “ilk başta” niye ve nasıl kımıldadığı, titreştiği ve niçin
bir-araya geldiğini açıklayamıyorlar ve sonsuza kadar da açıklayamayacaklar.
Çünkü gelip dayanacakları bir “son nokta” var ama orası “ilk yer” değildir. İlk
yer, canlılığın oluşumun gözlenebileceği bir yer değil zâten. Daha doğrusu,
canlılığın canlanma ânının gözlenmesi mümkün değildir. Zîrâ böyle bir süreç
yoktur. Süreç ile evrim ile alâkası yoktur bu işin. Bilim-adamları,
gelebilecekleri “ilk baştaki yere” yâni maddenin sınırına gelseler de orada da
canlılık oluşumunu göremezler. Çünkü bu iş evrimle-aşamayla ilgili değildir.
Bu nedenle vardıkları yerde yapamadıkları açıklama yerine “raslantı”yı devreye
sokuyorlar. “E işte o anda bir şekilde oluvermiş” diyorlar. Fakat bu bir
açıklama değil. İşte bu nedenle “canlılığın ilk başta nasıl başladığı”
“bilimsel” bir konu değildir. Bilimsel olan, canlılık sürecinin nasıl
işlediğidir.
Hem Evrim Teorisi kör bir
inattır hem de evrimciler kör bir inatçıdırlar. Apaçık hakîkati görseler ve
duysalar bile yine de kabûl etmezler de absürdce laflar söylerler ve bu
söylediklerine inanırlar. Meselâ Darwin bir
mektubunda şöyle absürd bir laf etmişti: “Bir kapı-menteşesinin
insan tarafından yapıldığını iddiâ ettiğimiz gibi, bir midye-kabuğundaki
mafsalın hârikulâde akıl-sâhibi bir varlık tarafından
yapılmış olduğunu iddiâ edemeyiz”.
Evet; tıkandıkları yerde;
“şans”, “bir şekilde”, “bir-takım tepkimeler” vs. gibi mantıksız yada absürd
sözler söylüyorlar ve söylemek zorundalar. Çünkü o noktada söyleyecek başka bir
şey yok ve olamaz da. O noktada doğru olarak söylenecek tek şey şudur:
“Canlılığı (ve hattâ tüm varlığı), âlemlerin rabbi olan Allah, bizim idrâk
edemeyeceğimiz bir şekilde bir-anda yaratmıştır”. Evet; burada kaçınılmaz
olan ve sağ duyunun da kabul ettiği gerçek şudur: Canlılık bir-anda Allah
tarafından yaratıldı. Kur’ân’ın “ilk yaratılış” dediği şeydir bu: “Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra
onu iâde eder” (Rum 11). “Peki,
yaratılışı ilk-defa başlatan (yebdeul halka) ve sonra da onu aralıksız devâm ettirip yenileyen kimdir?” (Neml 64). İşte bilimin çalışabileceği
alan, o “ilk yaratılış ânı” değil (çünkü dediğimiz gibi öyle bir an yok), “ilk
yaratılıştan sonrası”dır. Varlığın-canlılığın hayâtiyetini nasıl devâm
ettirdiğini, gözlemlerle ve deneylerle araştırabilir ve açıklayabilir. “İzin” işte
bu noktadadır. Yâni tüm canlılar için, “ilk varlık”, “ilk prototip”ten sonraki
aşamalar içindir. Zâten aksi-hâlde sonsuza kadar da araştırma yapılsa bir arpa-boyu
yol bile alınamaz. Çünkü araştırma arttıkça araştırılan şey anlamını kaybeder ve
artık araştırılan şey “o” olmaktan çıkar.
“Onların bilgilerinin erişebileceği sınır
budur” (Necm
30). Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken şunları söyler:
“Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında
basittir, istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar
geniş kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve
erdirici görünsün. Kâlbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yer-yüzünün
sınırlarına takılıp kalan insan hiç-bir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstün-körü
bir gözlem bile bu Dünyâ’nın dışında görkemli bir varlık âlemi olduğunu ortaya
koyar.
Bir bilginin gerçek bilgi
olabilmesi için, şu varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve
insan davranışı ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının
mâhiyetinin kavranması gerekir. Bu
bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayâtını yapıcı yönde
etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri, insan psikolojisi
ve insanlar-arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile
ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar
açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir.
Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha
zararlı bir şey olabilir mi?”.
Demek ki insana bilim
yetmiyor. Çünkü insan “ilk başta”yı anlamak istiyor. Bilim ise “en başı” açıklayamıyor-açıklayamaz
da. “İlk başta” için söyledikleri şeyler bir “açıklama” değildir. Zâten
aksi-hâlde açıklama bitmiş olurdu. Buna rağmen bilim-adamları yine de bilimin
aşılmasını ve meta-fiziğe varılmasını istemiyorlar. Kendi bağlı oldukları
ideolojiden kaynaklanan metodolojilerini tâkip etmemizi istiyorlar. Mevcut seküler
paradigma da Evrim’den ve evrimcilerden yana olduğu için evrimciler maça 1-0
önde başlıyor yada başlatılıyor. Evrim aşırı öne çıkarılıyor ve sanki Evrim kesin
bir gerçekmiş gibi lanse ediliyor. Bu nedenle küçük bir eleştirisinin bile yapılmasına
zinhar izin verilmiyor ve katlanılamıyor. Çünkü seküler paradigma evrimi
dayatmaktadır. Böylece Evrim “ideoloji” hâline getiriliyor ve ideoloji olarak dayatılıyor.
Bu dayatılma eğitim alanında çok net bir şekilde görülebiliyor. Evrimin zıddı
olan “yaratılış” düşüncesinin ortaya konulması engellendiği gibi, onu
savunanlar da “zavallı”, “ezik”, “gerici”, “yobaz”, “câhil” vs. görülüyor-gösteriliyor.
Yakında evrim karşıtları “terörist” olarak bile görülebilir-gösterilebilir.
Peki zamânın mevcut paradigması İslâmî yada İslâm-merkezli olsa aynı tavrı
gösterebilecekler midir?. Şu bir gerçek ki, hâkim paradigmaya göre bir bilim
telâkkisi oluyor. Hangi ideoloji yürürlükte ise o ideolojinin paradigmasına
göre bilim belirleniyor. Bilimin en tutarlı şekilde çalışabileceği ve en doğru bilimsel
sonuca ulaştıracak paradigma ise, İslâm’ın hâkimiyetinde olur.
Evrim
Teorisi, sanki bilim-adamlarını tümü tarafından kabûl edilmiş bir Teori gibi
gösterilmeye çalışılıyor ve “insanlar neden kabûl etmiyor ki” gibi biraz da
tiyatrâl bir şaşkınlık gösterisiyle Teori’nin kabûl edilmemesi anlamsız gösterilmek
isteniyor. Oysa Evrim Teorisi’ni kabûl etmeyen bir-çok bilim-adamı da vardır. Sanki iki kere ikinin dört ettiği kadar kesin bir
şeymiş gibi bahsediyorlar Evrim’den. Hâlbuki ortada delil olabilecek “sıfır”
şey vardır. Yâni hiç-bir şey yoktur. Kuru laftan başka somut olarak
gösterebilecekleri hiç-bir şey yoktur.
Yahudi ve Hristiyan merkezli
olan Evrim Teorisi’ne aynı onlar gibi inanmadıkça, onlar gibi evrimci olmadıkça
onların iknâ olacağı yoktur. Yâni bu işe yıllarınızı harcayarak Evrim’e râm olursanız
iknâ olurlar ancak. Zâten Allah da Kur’ân’da: “Sen onların dinlerine (düşüncelerine, kabûllerine, ideolojilerine) uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden
kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği)
yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve
arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir
yardımcı” (Bakara 120) der.
Modern paradigma, Evrim
Teorisi’ni herkesin koşulsuz “kabûl etmesini” istiyor. Çünkü bu Teori aslında “bilimsel”
bile değildir ve bilimsel net bir delil sunulamadığı için, “batı paradigması”na
uygun olarak koşulsuz “kabûl” edilmesi bekleniyor. Richard Dawkins, “Kör
Saatçi” adlı kitabında şöyle der:
“Okuru sâdece Darwinci dünyâ-görüşünün doğru olduğuna
değil, aynı-zamanda onun varlığımızın sırrını prensipte çözebilecek, bilinen
tek teorem olduğuna da iknâ etmek istiyorum”.
Âdem Tatlı, “Evrim Teorisin
Dinleştirmek” adlı yazısında özetle şunları söyler:
“Bu bir teori midir?. Felsefî bir düşünce tarzı mı,
yoksa bir inanç şekli midir?. Bilimsel değeri nedir?. Yâni bu Teori’nin ileriye
sürdüğü değerlendirmelerin doğru veyâ yanlışlığının, bir-takım bilimsel
metotlarla test edilip-edilmediği mi dikkate alınacak, yoksa bu Teori’nin iddia
ettiği her mesele kânun şeklinde kabûl mü edilecek?. Teori olarak ileriye
sürülen bilgiler test edilerek doğrulanması hâlinde o, teori olmaktan çıkar,
kânun şeklini alır. Evrim Teorisi bir-takım ön-kabûllere ve inanca
dayanmaktadır. Hunter’a göre, Evrim Teorisi’nde esaslı, ama gizli bir dinsel
etki vardır. Ona göre, hem Darwin ve hem de günümüzün modern evrimcileri
metafizik önermelere baş-vurmaktadırlar. Evrim Teorisi ön-kabûllere dayanır.
Evrimin eldeki en iyi açıklama olduğu sıkça ileri sürülür. Böyle bir iddia ise,
bilimsel olmayan bir hükümdür. Evrimin doğruluğunu başta kabûl edip, onu
destekleyecek deliller aramak, bilimsel olmayan maksatlı bir davranıştır.
Bilim târihçisi Neal; “Darwin'in görüşü temelde
deneysel bir çıkarımdan ziyâde felsefî bir doktrin olduğu için, onun başarısı,
delilden ziyâde düşünceler savaşını kazanmaya bağlıdır” der. Kanadalı evrimci
ve biyoloji felsefecisi Michael Ruse, evrimin bir “din” hâline getirilmesinden
yakınmakta ve şöyle demektedir: “Eğer insanlar evrimi bir din yapmak
istiyorlarsa, bu onların işidir. Fakat onlar, gerçek bilimin ötesine geçip
ahlâkî ve sosyâl düşüncelerin alanına girmekte ve teoremlerini ‘her-şeyi
kuşatan bir dünyâ-şeması’ olarak görmekte ve böylece bilimden kayış
sergilemektedirler”. Phillip Johnson, Darwinizm’i “sahte bilim” olarak
nitelemekte, Darwinizm’in Amerika’daki gücünü, bilimden değil, otoriter
kültürden aldığını, bunu kaybettikleri an yıkılacağını ileri sürmekte ve şöyle
demektedir: “Darwinistlerin otoriteleri kültürel güce dayanmaktadır.
Taraftarları bu güç desteğini bir kez kaybettiklerinde, Darwinizm de Leninizm
gibi birden ıskartaya çıkacaktır”.
Nature Dergisi baş-yazarı Henry Gee; “Ata ve
soy-çizgileri şeklindeki hâli-hazırdaki insan evrimi şeması, sonra yapılmış,
tamâmen bir insan îcâdıdır ve insanın ön-yargılarına göre şekillendirilmiştir. Bir
fosil dizisini alıp onun bir nesli temsil ettiğini savunmak, test edilebilir
bir bilimsel hipotez değil, çocukları uyutmak için anlatılan masallarla aynı
geçerliliğe sâhip bir değerlendirmedir. Eğlendirici, hattâ öğretici
olabilir, ama bilimsel değildir” der.
Bernard Russell; “Evrimcilik, şu yada bu biçim altında çağımızın ağır
basan bir inanç-şeklidir. Evrimcilik, gerek metoduyla gerekse ele aldığı
problemlerle, gerçek bir bilim değildir” der. Cornelius; “Evrime yönelik
eleştirinin daha iyi bir bilimsel açıklama sunmasına gerek yoktur. Çünkü evrim
daha başta bilimsel değildir. Evrim, bilim-dışı ön-görülere yaslanan
düzenleyici bir fikirdir. Evrim, çeşitli bilim disiplinlerine baş-vurmaktadır
ama, kendisi bilimsel değildir. Bu bakımdan daha iyi bir bilimsel açıklama
sunması beklenmemelidir” der.
Caner
Taslaman:
“Bir teorinin geçerli olması için, yeni olguların
eleştirisine sunularak doğrulanmasına ve uygun bilimsel değişiklikler
geçirmesine gerek duyulur. Bu yüzden hiç-bir teoriye kesin gözüyle bakılmaz”
der.
Evrim’e ılımlı yaklaşan bâzı
hocalarımız da, “bir-anda olma”ya karşı, “kun fe yekûn” ifâdesindeki “yekûn”un “muzâri
fiil” olduğunu, muzâri fiilin ise “gelecek zamânı” ifâde ettiğini söylüyorlar.
Fakat muzâri fiil gelecekten ziyâde “geniş zamânı” ifâde eder. Zâten “yekûn”
da, “tamâmı” anlamındadır. Yâni “ol der ve her-şey (olması gerekenlerin tamâmı)
oluverir” anlamındadır. Mustafa Öztürk:
“Klasik dönemlerde Câbir Hayyân, Nazzâm, Câhiz, Birûnî,
İbn Miskeveyh, İhvân-ı Safâ, İbn Tufeyl, İbn Hâldun, Mevlâna Celâleddîn Rûmî,
Kınalızâde Ali Efendi, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi bir-çok İslâm âlimi ve
mütefekkirinin evrim veya tekâmül nazariyesine sıcak baktıkları ve yaratılışı
bu eksende açıklamaya çalıştıkları mâlûmdur. Ancak bütün bu âlimler konuyu
doğrudan-doğruya Kur’ân ekseninde değil, fikrî ve felsefî zeminde ele
almışlardır.
Açıkça söylemek gerekir ki yaptıkları yorumların
hiç-birinde doğruluk payı mevcut değildir. Çünkü Kur’ân insanoğlunun ne
şekilde yaratıldığı hakkında herhangi bir felsefî veya modern bilimsel teoriye
temel teşkil edecek nitelikte bilgi vermemekte, dolayısıyla yaratılış
bağlamında evrimi de konu edinmemektedir. (Çünkü “ilk yaratılış” bilimsel değil, “mûcizevî”dir H.G.) Bilâkis
yaratılışla ilgili âyetler, daha önce bir-kaç kez açıkça belirtildiği gibi,
yaratmanın keyfiyetiyle ilgili bilgileri nüzûl dönemindeki arap-toplumunun
bilgi ve kültür kodlarına uygun bir şekilde vermektedir.
Kur’ân yaratılış konusunda ilk
muhâtapların bilmediği hemen hiç-bir şeyden de söz etmemiştir. Nitekim Mevdûdi de, ölümden sonraki dirilişten derin şüphe duyanlara;
“Biz sizi topraktan, sonra nutfeden yarattık” meâlindeki hitaplarda bulunan Hac
22/5. âyeti îzah ederken; “Burada çocuğun anne karnında geçirdiği evrelere
işâret edilmektedir. Bu tasvir bilimsel araştırmaya değil, gözleme
dayanmaktadır ve buradaki zikrediliş amacı için böyle bir bilimsel temele de
gerek yoktur. Çünkü o zaman bir bedevi bile bu safhaların keyfiyetini
biliyordu. Dolayısıyla bu âyetleri bilimsel ifâdelerin içinde, ayrıntıyla
anlamak için çaba sarf etmek anlamsızdır” demek sûretiyle aynı noktaya
vurgu yapmaktadır.
Bu konuda yapılabilecek en büyük yanlış, modern
bilimsel teorileri Kur’ân’la irtibatlandırmak ve Kur’ân’dan modern bilimsel sonuçlar
çıkarmaya çalışmaktır. Kur’ân Allah’ın şeriksiz olduğunu, biz insanların da
O’na şükran borcumuz bulunduğunu anlatmak gibi çok kısa, açık ve özlü bir mesaj
vermekte, ama insanlar Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasından dolayı, onun
söylediği bu kısa ve özlü mesajı gereksiz bilgiler ve têvillerle asıl
mecrâsından saptırıp sözü kalabalıklaştırmaktalar. Ancak sonuçta kaş yapalım
derken gözü çıkarmakta, bilgi verelim derken berrak ilâhi mesajı
bulanıklaştırmaktalar” der.
Hayvanlar doğaya mükemmel
uyumlu olmasına rağmen, niçin evrim geçirip de “çıplak hâliyle doğada
yaşayamayacak olan” insana dönüşmüş olsun?. Çünkü bu olumlu bir özellik olmaz.
Yine; insan C Vitamini’ni ve bâzı amino-asitleri vücûdunda sentezleyemez ve
dışarıdan almak zorundadır, hâlbuki inekler sâdece ot yiyerek her ikisini de vücutlarında
sentezleyebilirler. Hayvanlar yedikleriyle en iyi şekilde beslenebilirlerken,
insanın uygun şekilde beslenebilmesi için bir-çok şeye ihtiyâcı vardır. O hâlde
hayvanların insana dönüşmesi zararlı ve kötü olmuştur. Fakat bu Evrim
Teorisi’ne aykırıdır. Çünkü Evrim Teorisi’ne göre evrimleşme mükemmelleşmeye
doğru gider.
Peki Evrim Teorisi yâni
“zayıf, güçsüz, hasta ve çürük olanların yok olması ve güçlülerin hayâta devâm
etmesi ve de bir sonraki nesle genini aktarması” olayı, sâdece hayvanlar için
mi geçerli olmuştur?. Bitkiler için de geçerli değil midir bu?. Çünkü onlar da
canlıdır ve onların da Evrim ile birlikte “mükemmel bitkiler” olmaları gerekir.
Meselâ patates, biber, domates, patlıcan vs. gibi sebzelerin, Evrim’den dolayı
mükemmel olmaları yâni iri, sağlam ve sağlıklı olmaları gerekir. Yabâni
bitkilerin de böyle olmaları gerekir. Fakat bakıldığında bitkilerin yâni meyve
ve sebzelerin neredeyse yarısının çürük, zayıf ve ezik olduklarını görürüz.
Üstelik irili-ufaklıdırlar ve tatları da aynı değildir. Peki neden böyledir?.
Evrim’e göre milyonlarca yıldır en ideâl hâllerine ulaşmış olmaları gerekmez
miydi?. Yaban armutları en ideâl şekilde olmaları gerekmez miydi?.
“İnsan düşünen hayvandır”
diyorlar. İnsan da bir tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları
(aynen günümüzdeki gibi) yesin dursun. Sadece güçlü insanlar yaşasın ve
zayıflar ölüp gitsin. Doğaya ve evrime niçin müdâhale ediyorsunuz ki?. Buna
niçin karşı çıkalım. Çünkü bu, doğal ve dolayısı ile doğrudur(!).
Evrim Teorisi, pozitif modern-bilime de aykırıdır.
Modern pozitif bilim, “deneyimlenemeyecek olan”ı kabûl etmez. Comte, ‘bilimsel
teorilerin ancak olgular ile uyumlu oldukları takdirde bilimsel açıdan değerli
olacaklarını ve teorilerde yer alan hipotezleri gözlemlerimizle sınamamız
gerektiğini’ belirtir; buna bağlı olarak da Olasılık Teorisi veyâ Evrim Teorisi
gibi uygulamalı çalışma yapılamayacak olan alanları ‘bilimin metafizik yanı’
olarak görür ve reddeder”.
Evrim Teorisi’ne nereden
bakarsanız bakın tutarsızdır. Yâni “nerden baksanız tutarsızlık, nerden
baksanız ahmakça” bir hipotez görürsünüz. Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin
bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:
“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak,
şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama
bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor,
ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun
yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel
gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır”.
Bir de Sosyâl Darwinizm’in
de ne zulümlere ve çirkinliklere yol açtığından bahsetmek gerekir fakat, bunun
tespiti bu yazının çapını kat-kat aşar.
Sonuç
olarak, aslında bu Teori, bu hâliyle kendi bilimsel platformundan çıkarılarak
ateist düşünce ve pozitivist felsefeye âlet edilmektedir. İşin en garibi,
pozitivist felsefeye dayanan bu ateist düşünce, bilimsel bilgi olarak takdim
edilmekte, alternatif delil ileri sürmek ise, meta-fizik düşünceye sâhip
bağnazlık ve bilim-dışılıkla itham edilmektedir. Kısaca ifâde etmek gerekirse,
bu Teori bilim kıstaslarına uymamaktadır. Aslında bu sıradan bir teori de
değildir. Bir dünyâ-görüşü, hayat-tarzı ve inanç-şeklidir. Bilimsel bilgi
değil, felsefî bir düşünce tarzıdır. Bir başka ifâde ile, biyolojinin
seküler dîni ve felsefesidir. Fakat felsefî düşüncenin doğruluk ve
yanlışlığından söz edilmez”. Wittgenstein şöyle
demektedir:
“Örnek olarak Darwin Teorisi hakkında
yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve “tabî ki” diyen çevreler
vardır, bir de “tabî ki hayır” diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla “tabî ki”
denilebilir? Tek-hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara
dönüştükleri ve memeli-hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi
savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı?. Hayır. Peki, bu
süreci şu-anda kimse gözlemliyor mu?. Hayır. Yapılan gözlemler bir-damla
suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu Teori’nin
“akla en yatkın çözüm olduğu” yazmaktadır. İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen
bu Teori’nin doğruluğundan emin. “Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha
fazla güçlendirilmesi gerekir” gibi bir tutum savunulamaz mıydı?. Bu, nasıl
her-hangi bir şeye iknâ olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan
sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ böyle olduğuna kanaât
getiriyorlar”.
“O hâlde
yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı
fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur.
Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)
Âyetin
de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir
değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle
ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve
şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru
gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı
olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir.
Gerek insanın, gerekse kâinâtın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o
ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le
ve başkalaşmalarla yâni evrimle düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle;
bir “değişim süreci” olan Evrim Teorisi yanlıştır.
İnsan ile hayvan arasındaki farkı kaldıran Evrim Teorisi’ni ciddiye alıp da tartışmaya
bile gerek yoktur. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir Evrim’in olmadığını
haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder