İslâm’da adâlet, hem
insanlık hem de diğer bütün mahlûkat için olmazsa-olmaz şartlardan biri olarak
görülür. Zâten kâinât adâlet ile ayakta dururAslında tüm kâinat adâlet üzere
ayakta durur. Adâlet bozulduğu anda kaos başlar. Gayr-i müslim ülkelerinde
söylem olarak aynı şey dile getirilmesine rağmen, pratikte hiç de dile
getirdikleri gibi olmaz. Adâlet, “Yegâne Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara
atılarak “birileri” tarafından düzenlendiği için her zaman bir adâletsizlik
vardır oralarda. Aslında o ülkelerde adâletin sağlanması için çıkarılan
kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ sürmek” için düzenlenir. Yaptıkları kânunlar
masa-başında üretilmiş kânunlar oldukları için pratikte hep sorun yaşanır ve
hayâta tam-mânâsıyla aktarılamaz. Meselâ bir meselede mağdur olan kişi mağdûriyetinin
nedeninin, söz-konusu kânunun yanlışlığından dolayı olduğunu en mantıklı ve
akla-yatkın bir şekilde anlatsa bile, “orada o kânun durduğu müddetçe” mağdur
kişinin lafı yine de boşta kalır. Yâni mağdur olan kişi haklıdır ama, maalesef
orada “o kânun”! vardır. Böyle sorunların çıkmasının nedeni, çıkarılan
kânunların hayattan uzak ve kopuk bir düşünceyle yada birilerinin çıkarları
doğrultusunda çıkarılmış olmasıdır. Buralarda birileri hep mağdurdur, hep
haksızlığa uğramaktadır. İslâm’da ise böyle sorunlar yok denecek kadar azdır.
Zâten böyle bir durumda İmam başkanlığında toplanan istişâre heyeti bu konuda âcil
olarak önlem alır ve gereken düzenleme yada değiştirme hızlı bir şekilde
yapılır.
İslâm’da kânun/kural değişikliği
yada düzenlemesi her-hangi bir kişinin, önerisini, mahâlle sorumlusuna, mahâlle
sorumlusu muhtara, muhtar kâim-makama, kâim-makam vâliye, vâli bölge vâlisine,
bölge vâlisi o konuyla ilgili vekile iletir. Vekil de konuyu İstişâre
Meclisi’ne götürür. Kimsenin isteği ve önerisi dikkate alınmamazlık edilemez.
Öneri en kısa-zamanda görüşülür ve sonuç öneri sâhibine bildirilir. Tabi
yapılan bu önerinin İstişâre Meclisi’ne götürülecek kadar önem içermesi
gerekir. Sâdece bir-kaç kişiyi ilgilendiren bir konuysa zâten bu en fazla
kâim-makam aşamasında çözülür.
İslâm’da devlet başkanının (imam) ve
yüce şûrânın “yargı ve yürütme yetkisi” vardır fakat “yasama yetkisi” yoktur.
Bu yetki Kur’ân’a âittir zîra. Dolayısıyla değişen şey aslında sâdece
“yürütme”de gerçekleşir. Bu da ilâve bir yorum ile olur. Yoksa anayasa
değişemez.
Daha önce de dediğimiz
gibi; hukuk İslâm’dan neşet eder. Tüm kânunlar İslâm dîninin ana-kaynağı olan Kur’ân’dan
mülhemle yapılır. Bu işte Peygamberin sünneti ve daha önce yaşanmış, başta
asr-ı saadet dönemi olmak üzere, müslümanların hâkim zamanlarında yaptıkları
yerinde ve güzel işler de dikkate alınır. Gerçi adâlet nereden gelirse-gelsin
bir dinden neşet etmesi kaçınılmaz olduğu için gayri-müslimlerin yaptığı iyi
işler de dikkate alınır.
İslâm’da İslâm Hukûku (şeriat)
yürürlüktedir. İslâm hukûkunun en önemli kurallarından birisi kısasa-kısastır. Kur’ân
bunu: “Kısasta hayat vardır” diyerek
dile getirir. Bu hükme göre, kendisine yapılan her ne tür; haksızlık, zulüm,
şiddet, vs. olumsuz davranış olursa-olsun, mağdur olan kişinin şikâyet edip
hakkını almak istemesi üzerine kendisine yapılanın aynısı haksızlığı yapan
kişiye uygulanır. İşte bu yüzden bir kötülük düşünen kişi, aynı kötü duruma
kendisinin de mâruz kalacağını düşünerek o kötülüğü yapması/yapmaması gerekir.
Bir kimse birini öldürmeyi; sonunda kendisinin de öldürüleceğinin kaçınılmaz
olduğunu bilerek yapması gerekir ki bu kolay-kolay kimsenin göze alamayacağı
bir iştir. Bu yüzden bu kânun, caydırıcılığı çok güçlü bir kânundur. Ayrıca;
“kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!” sözü, İslâm ülkesinin bir-çok
yerine göze batacak şekilde yazılıp asılır ki, olası bir kötü niyetin önü daha
başlamadan alınmış olsun. İslâm hukûkunda uzmanlaşmış kişilerden oluşan
hâkimler bu işleri çok iyi bilirler ve uygularlar. Yine örnek olarak,
hırsızlığın cezâsı “elin kesilmesi”dir. Ama bu “kesim” işi analitik olarak
uygulanır. Yâni bir ekmek çaldı diye bir kişinin eli hemen kesilmez. Bu kesilme
analitik olarak; çeşitli öğütlerle o kişinin “o işten elinin uzak tutulması”
anlamında elinin kesilmesi; canını yakacak ve kanatacak bir şekilde eline çizik
atılması; parmaklarının kesilip koparılması; bilek hizasından elinin komple
kesilmesi; dirsek hizasından elinin kesilmesi olarak belirlenir. Yüklü miktarda
kamu malının çalınması ise kolunun komple kesilmesine neden olabilir. İslâm,
hızsızın elinin kesilmesi kânununu, mâsum insanların kafaları kesilmesin diye
koymuştur. Ayrıca bu el-kesme hükmü kabaca uygulanacak bir hüküm de
değildir. Bu hüküm, hırsızlığın ancak son aşamasında uygulanabilir. Zâten Kur’ân’da
bu el-kesme cezâsı son gelen âyetlerde konu edilir. El-kesme cezâsı Mâide
Sûresi’nde geçer. Mâide Sûresi Asr-ı Saadet Devri’nin başladığı zaman inmiştir.
Herkes âdil bir ortamda yaşamaktadır ve artık hırsızlığın gerekçesi kalkmıştır.
Bu yüzden de “el-kesme cezâsı” tâvizsizdir.
Zîna yapanın hükmü gene Kur’ân
ve sünnet uygulamalarıyla bellidir. Bu uygulamalar cezânın oranına göre
değişebilir. Yâni kısaca tüm cezâ kânunu İslâm cezâ kânunundan yada İslâm’dan
mülhemle çıkarılmış kânunlardır. Tüm cezâlar, keyfe göre belirlenmiş cezâlar
değil, suçu işleyenlerin işlediği suçun tam karşılığı olarak belirlenen ve
uygulanan cezâlardır. Bu cezâlar aynı-zamanda suçlunun bir daha o işe
karışmaması için düzenlenen uygun cezâlardır. İslâm’da cezâ, hem suçluyu hem de
suça mâruz kalanı teskin etmek için düzenlenmiştir. Yönetimde/hükümlerde sâdece
yasaları değil, vicdanlar da hesâba katılır. İbâdetlerde farzlar ve nâfileler olduğu gibi yönetimde de
farzlar ve nâfileler vardır. Verilen cezâlar mağdur olmuş kişiler tarafından
değil, devlet tarafından verilmelidir. Bu şekilde suçlunun yada suçlu
yakınlarının mağdur kişiye karşı kin gütmesi ve intikam hissi duyması önlenir.
Yâni, cezâyı verenin sonradan cezâ görmesi engellenir.
İşte burada çok önemli
bir konudan bahsetmenin zamânı geldi; İslâm’da uygulanan İslâm cezâ kânununa
göre, cezâların verilmesi ve uygulanması için bir şart vardır ki, bu şart
yaşana-gelen hayatta tezâhür etmemişse, o suç için suçluya cezâ verilmesi bir
yana, cezâ, suçun ortaya çıkmasına neden olanlara kesilir. Yâni İslâm adâletine
ve kânunlarına göre, ilk başta, insanları suça itecek herhangi bir ortam,
herhangi bir durum olmamalıdır. Meselâ İslâm, zîna cezâsını vermeden önce bekâr
erkeklerin evlendirilmelerini; erkeğin evlenecek durumda olmaması üzerine
yakınlarının ve diğer müslümanların ona maddi yardım yapmalarını; bu da olmazsa
ona uygun biriyle yâni ondan çok şey istemeyecek biriyle evlendirilmesini ve o
kişiye yapılabilecek tüm imkanların hazırlanmasını devlete ve müslümanlara
emreder. O kişi ne yapıp-edilmeli, bir şekilde baş-göz edilmelidir. Yine de
izdivaç hiç-bir şekilde mümkün olmamışsa, Peygamberimizin önerisiyle o kişi
belli bir zamana kadar yâni Allah ona bir kapı açana kadar nefsini oruç tutarak
terbiye etmeli ve dizginlemelidir. Bu durum yalnızca kısa süreliğine alınacak
bir tedbirdir. Tabî ki saygın kişiler tarafından bâzı telkinler de yapılır.
İşte tüm bu şartlar yerine getirilmesine rağmen o kişi yine de zînaya baş-vurursa
İslâm cezâ sistemi devreye girer. İslâm’da da uygulanan İslâm cezâ sisteminin
olmazsa-olmaz şartı budur. Bu şartlar yerine getirilmemişse hiç-bir cezâ
uygulanamaz. Şöyle ki; suç işlemiş kişi eğitim kampına sokularak telkin
yoluyla, yaptığını bir daha yapmamak üzere eğitilir ve şartlandırılır. Yine meselâ
yanında çalışan birinin açlık nedeniyle yiyecek bir şeyler çalmasının asıl
suçlusu, o kişinin iş-verenidir. Hiç kimse yanında çalışan birinin muhtaç bir
duruma gelmesine göz yumamaz. Alt-yapısı hazırlanmadan işlenen suçun sorumlusu
aslında başta devlet olmak üzere tüm ülkedir.
İslâm’ın hukuk ve adâlet
sistemi Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk ve farklı
değildir. Olamaz da. Çünkü Mâide Sûresi 48. ve 49. âyetlerinde: “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet”
emri varken başka milletlerin şeytâni kânunlarına dönüp bakılamaz. Çünkü
müslümanlara yedi-kat göklerden gönderilen ve yaratılan bütün her şeyle
yüzde-yüz uyumlu olan kânunları ve hükümleri kudreti sonsuz Allah (c.c.)
indirmiştir. O kânunlar Allah’ın “görüşüyle” indirilmiştir. Tabî ki de en iyisi
O’nun görüşünün sonucu olan hükümler olacaktır. Müslümanlar bu bilinçte
oldukları için O’nun kânunlarını göz-ardı edemezler. Tabî ki müslümanlar Kur’ân’dan,
sünnetten ve Asr-ı Saadet denilen “model dönem”den ilhamla çıkardıkları ve
uyguladıkları kuralları, kendi zamanlarına, kendi coğrafya ve çevre
koşullarına, kendi geleneksel, ekonomik, kültürel vs. genel durumlarına göre
aşırıya kaçmayacak ve fitneye sebep olmayacak şekilde yorumlarlar ve kânun
yaparken dikkate alırlar. Zâten Kur’ân bu esnekliği insanlara tanımıştır. Çünkü
Kur’ân tüm zamanlar, tüm şartlar, tüm kültürler, tüm coğrafyalar vs. için
gönderilmiştir. Kur’ân’da “tek-tip”çilik yoktur. İslâm’ın kânunları denilen
şeriât kânunları, “esneme payı kadar”, ifrat ve tefrit yönünde esnetilebilir.
İslâm’da direkt olarak
insanların uygulayabilecekleri cezâ sayısı 4’tür. Öldürme, çalma, zîna, iftirâ.
Bunlara dolaylı yoldan eklenen bir-kaç cezâ daha vardır. Meselâ bunlardan biri
içki içme cezâsıdır ki bu da iftirâ cezâsı ile aynı karşılıkta bir cezâdır.
Çünkü bir kişinin sarhoşken ne dediğini kontrol edemeyeceğinden dolayı iftirâ
atması çok olasıdır. Gerisi âhirette Allah’ın cezâlandırmasına bırakılır. Bu
yüzden yeni cezâlar ortaya koyulmaz fakat bâzı yasaklamalara gidilebilir.
Bunlar genelde günlük, kamusal alanda uygulana-gelen yasaklardır.
Evet; İslâm’ın
ana-yasalarından, cezâ kânunlarından, medeni kânunlarından vs. genel hukuktan
bahsetmek, “İslâm şeriâti”nden bahsetmektir, Kur’ân’dan bahsetmektir. Zîrâ
ana-yasa Kur’ân’dır. Müslümanlar İslâm şeriât kânunlarını uygularlar ve varsa
eksiklerini de gene İslâm şeriâtına göre tamamlarlar ve düzenlerler.
İslâm’da aslında
mahkemelere ve hâkimlere çok iş düşmez. Bu nedenle her vilâyette sâdece bir tek
adliye sarayı vardır ve içinde de sâdece 8-10 kişilik bir hâkim kadrosu
bulunur. Zâten İslâm ülkesinde hapis-hâne bulunmaz. Yaşanan hırsızlık gibi
suçlar yılda belki de sâdece “1”dir. O da, “elin o işten kesilmesi” oranında
yapılan bir hırsızlık olayı olabilir. Bir-çok suç uzun yıllar boyunca hiç
yaşanmaz. İslâm’da görülen en büyük suç, kamu (zimmete geçirme) suçudur. İslâm’ın
önerdiği gibi, İslâm cezâ kânununda en büyük suçlardan biri, kamu hakkına tecâvüzdür.
Bir İslâm ülkesinde herkes eşit olmasına rağmen fıkhın belli
kişiler için belirlediği bâzı farklar vardır. Meselâ yönetenlerin ve yönetilenlerin,
İslâm hukuku karşısında, önemli bir fark sayılmasa da bâzı farklılıkları
vardır. Yönetene ve yönetilene uygulanacak fıkıh bellidir. Bu durum eşitliği
bozmaz, aksine eşitliği têmin eder.
İslâm’ın anayasası
Kur’ân’dan neşet etmiş bir anayasadır. Anayasa öyle bir şekilde düzenlenmiştir
ki hiç-bir “açıklık” bırakılmamıştır. Bu yasaya uymak, fıtrata uymak gibi
olduğundan kimseye zor gelmez. Anayasa İslâm anayasası olduğu için, herkes anayasanın
gereğini yapmayı İslâm’ın gereğini yapmak olarak algılar ve bunu bir sorumluluk
bilinciyle yerine getirirler.
İslâm’daki kânunlar
sâdece suç işleyeni cezâlandırmak için değildir, suç işlemeyi önlemek içindir
daha çok.
Allah’ın rızası müslümanlar
için en önemli hedeftir. Cennete de sevdâlıdırlar. Tabî ki İslâm Ülkesi -her ne
kadar cennetten bir şûbe gibi görünse de- cennet değildir. Kimse cenneti
Dünyâ’da kurmak gibi bir câhilliği düşünmez çünkü. Cenneti Dünyâ’da kurmak
cinnettir. Öte-yandan; “Bu-ikisinin ötesinde iki cennet
daha var” (cennet
içinde cennet) (Rahman 62). “Biz,
İbrâhim'e İshak'ı ve Yâkub'u armağan ettik. Onun soyu içine peygamberliği ve
Kitap'ı yerleştirdik ve onun ödülünü Dünyâ’da verdik. Âhirette de o,
elbetteki iyilik ve barış sevenler arasında olacaktır” (Ankebût 27).
âyetleri mucîbince; “cennet bu Dünyâ’dan başlamalıdır. Mükâfat nasıl ki bu
Dünyâ’da başlayıp âhirette devâm ediyorsa, cennet de bu Dünyâ’da başlayıp,
âhirette devâm etmelidir. Fakat ülkeyi cennet yapmaya değil, “cennet gibi”
yapmaya çalışmak esastır. Çünkü müslümanlar şu âyeti sürekli hatırda tutarlar: “Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı,
gerçekten yer-yüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O,
kullarından haberi olandır, görendir” (Şûra 27). Müslümanların
ülkelerini cennetin bir şûbesi gibi îmar etmelerinin nedeni, cennet özlemini
canlı tutmak içindir. Buna rağmen cennette değil, Dünyâ’da var olan bir yerdir İslâm
ülkesi ve Sünnetullah gereği Dünyâ’nın bâzı kuralları vardır. Bu kurallar
bâzen, bâzı uyumsuz kişiler için bir son demektir. Çünkü Dünyâ’da bir insan
kendini ateşe atarsa yanar. Doğal olan budur. Sünnetullah budur.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder