Genel İzâfiyet Teorisi
“Einstein’ın izâfiyet
teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile
bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat
insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir
süre olduğunu apriori olarak biliyor.
Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü
gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden
durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada
madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin
(mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ,
post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur.
Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını
ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir
düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var
olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden
bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle
zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın
bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden
etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın
parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu
her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen
parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak”
yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman,
maddenin içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri
maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir
iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir.
Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz.
Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.
Ali Şeriati:
“Zaman, mekândan îbârettir” der.
Evrenin çeşitli yerlerindeki
materyâllerin genel
durumları (kütle, dönüş-hızı vs.) oradaki zamânın özelliğini ve durumunu belirler. Orada zaman daha
yavaş ya da daha hızlı olabilir.
Hâki Demir:
“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum
fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan
(kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran
(veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.
Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır.
Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır.
Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir)
ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de
harekette mahfuzdur” der.
Evet; her şey anlamını “hareket” ile
bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin
hareket etmesidir.
Ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik
durumu olduğundan, artık ölen kişi için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin
hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık. Zâten
diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme
gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür.
Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.
Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin
merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük
kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük
kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine
baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat; Newton’dan
yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton kuramını
büyük ölçüde yıkıp(!) kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre;
kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim
gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu
söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli
maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için,
daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Bu iki teori de mutlak
olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.
Biz ise kütle-çekimin (gravitasyon) şu
şekilde oluştuğunu söylüyoruz:
Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir.
Yâni her-şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda
olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında
çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat
materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde
ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü
döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir
alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim
denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Kütle-çekim, maddelerin
hareketlerinin sonucunda oluşan “çekim-alanı”dır. Hareketi-döngüsü yavaş olan,
dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük
olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından
çekilecektir.
Einsteinin kütle-çekim teorisi,
kütle-çekimin aslında bir “kuvvet” olmadığını gösterir. Fizikçi Michio
Kaku: Kütle-çekim “bir ‘kuvvet’ değil, uzay-zamandaki çarpılmanın
bir yan ürünüdür. Bir bakıma, kütle-çekimi diye bir şey yoktur; gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren
şey, uzayın ve zamânın,
distorsiyona (yamulma) uğramasıdır” der.
Kütle-çekim denilen şey budur ve bir
parçacığın kütle-çekime neden olduğunu sanmak yanılsamadır ve yanlıştır. Evet;
kütle-çekim bir sonuçtur; maddenin hareketinden/döngüsünden kaynaklanan bir
sonuç. Bu nedenle bunu açıkladığını zanneden Newton’un kütle-çekim teorisi ve Einstein’in
Genel İzâfiyet Teorisi yanlıştır.
Özel İzâfiyet Teorisi
Enerji hiç-bir zaman maddeye
dönüşmemiştir/dönüşemez. Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle
maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu nedenle
de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde
hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez,
sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar
ayrışır.
Tersi bir durumda, yâni enerjinin hızını
yavaşlattığınızda, meselâ soğuttuğunuzda ise enerji maddeye dönüşmez, yâni
madde olmaz. Zâten enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Çünkü daha enerjinin
ne olduğu da bilinen bir-şey değildir. Ondaki güç nedir ve nereden gelir?. Bu
henüz bilinmiyor. Bilim maddeyi madde-ötesine,
enerjiye kısmen dönüştürebildi. Buna karşın henüz (ve hiç-bir zaman) madde-ötesine,
yâni enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâli olan madde hâline
dönüştürmeyi başaramadı.
Enerjinin maddeye
dönüşmesi için “imkânsızdır” dense yeridir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Enerjinin maddeye dönüşmesi olgusuna gelindiğinde, gene
E=mc2 denklemine başvurup, bunda m’in değerini bulduğumuzda; m = E /c2 eşitliğini elde ederiz.
Bundan
anlaşılan, enerjiyi ışık-hızının karesi kadar ufaltırsak, başka bir deyişle
enerjiyi ışık-hızının karesi kadar yuğunlaştırırsak (teksif edersek) maddeye
çevirebileceğimizdir. (Tabi bu ancak
matematik bir sonuçtur ki, matematik sonuçların çoğu somutlaştırılamaz.
H.G.)
Bu-günkü
günde çevremizde bu tür bir eyleme rastlamıyoruz. Bunun nedeni belki böyle bir
sürecin yollarının henüz bulunamamış olmasıdır!… Ancak burada akla hemen “Uzay Yolu” filminde
gösterilen “ışınlanma” tekniği
akla geliyor. Çünkü, bir fiction olarak, bu teknikle maddenin bir yolla
enerjiye dönüştürülüp, sonra uzak bir mekânda bu enerjinin tekrar madde hâline
getirildiği anlatılmaktadır. (Yâni ancak
filmlerde olur. H.G.).
Filmde fiction olarak verilen bu olay üzerinde çalışan
günümüz bilim-adamları vardır. Bunlardan biri de Malezya, Penang
doğumlu Dr. Ping Koy Lam’ dır.
17
Haziran 2002’de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian National
University-ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi, bir laser
ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka bir noktada
tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Böylece günümüzde büyük cisimlerin
değil, hele biyolojik varlıkların hiç değil, ama atomların ışınlanabileceği
gösterilmiş oldu. (Atom zâten bir enerjidir.
Somut bir madde değildir ki. H.G.).
Ancak Dr. Ping Koy Lam, verdiği bir konferansta, insanların
ışınlanması konusunda daha ışık-yılı ölçüsüyle pek çok geride olduğumuzu
söyledi.
Çevremizde doğal bir olay olarak da enerjinin maddeye
dönüşebildiğini gözlemleme olanağımız yok. Çünkü böyle bir süreç yok!…
Ama doğada bir tek kez
enerji maddeye dönüşmüştür. O da herkesin “Big Bang=Büyük Patlama” diye bildiği, evrenin oluşumu
sırasında gerçekleşmiştir. (Big-Bang
denen bir olay hiç-bir zaman gerçekleşmemiştir.
Olmamış olan bir olay ile, olmayacak olan şey açıklanamaz. http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html H.G.).
Gerçekleşecek olan şey sâdece, maddeye
yapılacak bir müdâhalede maddedeki enerji açığa çıkar. Yâni enerji maddenin
özünden ayrılır. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor
zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün bir şey değildir. Böyle
bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Farklı bir madde,
aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması
netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz
anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.
Yanılsamalarla dolu olan
bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2
de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye
dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı
olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da
bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye
dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek
ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma”
olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer
şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde
yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron
gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom
parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde
yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye
dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve
enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir.
Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla
netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin
delîlidir.
İnsanlar da besinlerin
enerjilerini alırlar, posalarını bırakırlar. O posanın tamâmı hiç-bir zaman ve
hiç-bir şekilde enerjiye dönemez. Yâni insanlar için besinleri tümden enerjiye
çevirip de tuvaletin iptâl olması söz-konusu değildir.
Demir hiç-bir
zaman altına çevrilemez. Çünkü bu onun orijinâl özelliğidir. Allah tarafından
oluşturulan bu özelliği hiç kimse değiştiremez. Hiç-bir şey başka bir şeye
dönüşemez.
Maddenin
“öz”ü, orijinâldir ve değişmez-dönüşmez. Bir maddenin sâdece varyasyonları
olabilir. Meselâ elma hiç-bir zaman armuda dönüşemez ama, elmanın yeşil elma,
yaz elması, ekşi elma gibi çeşitleri vardır. Fakat aslında bunlar bile
orijinâldir.
Maddenin
enerjiye döndüğünün bir delîli belki de sâdece, ölen varlıkların bedenlerinin
toprak olmasıdır. Fakat bu da gerçek bir dönüşüm değil. Zîrâ biz zâten
topraktan gelip toprağa dönmüş oluruz.
Su, (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. Fakat 2 hidrojen ve 1 oksijen laboratuvarda birleştiğinde su oluşmuyor.
Çünkü su da orijinâl olarak yaratılmış bir varlıktır ve onu çözüp başka şeye
dönüştürmek yada parçalarından onu yeniden oluşturmak mümkün değildir. O sâdece
kendi özel şartlarında ortaya çıkar. (H2O) ise, sâdece suyun yapısını teorik olarak anlatmaktan ibârettir. Fakat
suyun rûhu ve büyüsünü ortaya koyan bir anlatım-şekli değildir bu.
Evet; her
varlık Allah tarafından tasarımlanmış ve -küçük esnemeler dışında- bozulamayacak
ve başka şeylere dönüşemeyecek yapılara sâhiptir.
Ernst Mach, Maddenin atomik yapılardan oluştuğuna
ve izâfiyet teorisinin tamâmen yanlış ve dogma olduğunu söyler. Aynı şekilde Ernest Rutherford, O da nükleer
enerjinin ulaşılmaz olduğunu düşünüyordu ve izâfiyet teorisine de asla
inanmıyordu. Nükleer enerji, maddedeki enerjiyi sonuna kadar açığa çıkarma
işidir.
İbn-i Sîna; Astroloji ve simyâya îtibâr
etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup-olmadığını yapmış olduğu deneylerle
araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sînâ'ya göre, her
element sâdece kendisine özgü niteliklere sâhiptir ve dolayısıyla daha değersiz
metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün
değildir.
E=mc2, modern bir düşünce
değildir ve bir yunan düşüncesi olan, yeni-eflâtunculuktan ilham alır. Bu
formül yeni-eflâtunculukta şu şekilde açıklanır: “Özdek tin’in ürünüdür ve
fenomenler özsel olarak tinseldirler”. Yâni; “madde rûhun ürünüdür ve
görünenler (madde) öz olarak rûhturlar (enerji). Tabi yeni-eflâtunculukta
enerji yerine tin=rûh deniliyor.
Netîcede Einstein’in E=mc2 diye formüle ettiği Özel
İzâfiyet Teorisi de yanlıştır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder