16 Ocak 2016 Cumartesi

Modern Küresel Kast Sistemi


Kast sistemi sanıldığı gibi Hindistan ile başlamamıştır. Belki Hindistan, kast sistemini dîne (reenkarnasyon) dayandırmada öncülük etmiştir. Kast sistemi:

 

“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ demişti” (Bakara 30) hitâbıyla ve: “Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hâriç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu” (Bakara 34) âyeti ile şeytanın emre uymaması ile başlayan ve şeytanın, bu emre uymamasının nedeni olarak: “(Allah) dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’raf 129) sözü ile karşılık vermesiyle başlamıştır. Şeytan, Âdem ve Havva’nın da: “Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (mulkin lâ yeblâ) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120) sözü ile bir ayrıcalıktan bahsederek akıllarını çelmiştir. Fakat Âdem ve Havvâ, şeytan’a uydukları anda, heveslendikleri bu ayrıcalığın ne kadar “ayıp” olduğunu gördüler: “Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı” (Tâ-hâ 121) ve bundan dolayı af dilediler: “Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabûl etti ve doğru yola iletti” (Tâ-hâ 122). Daha sonra Hâbil-Kâbil mücâdelesiyle devâm etmiştir bu süreç. Kâbil, bir ayrıcalık elde etmek için kardeşi Hâbil’i öldürmüş ve bu iş böylece süre-gelmiştir.

 

Plâton’un “Devlet”inde de görülen kast sistemi, doğuştan bâzılarının daha ayrıcalıklı olmasını söyleyen sûni bir sistemdir. Sûnidir, çünkü insanlar tarafından ortaya atılmıştır. Allah ve vahiy-merkezli değildir. İnsanların bir kısmına ayrıcalık ve imkân tanımak ve bu imkânı ve ayrıcalığı sonsuza kadar korumak için ortaya atılmış ve bâtıl dînî inançlarla desteklenmiş bir zulüm sistemidir. Bu sistem her zamanda, her mekânda ve coğrafyada devâm ede-gelir. Modern zamanlarda da geçerli olan bir sistemdir. Bir yazıda şöyle denir:

 

Doğuştan bâzılarının daha şanslı olması, onlara doğrudan sermâye ve/veyâ en iyi okullarda okuyup kendilerini geliştirip diploma sâhibi olmalarına imkân sağlarken, kimi insanların en doğal insânî haklarını bile elde edemiyor olması ve kendi gelecekleri ve hattâ çocuklarının gelecekleri hakkında umutlarının tükenmesi, aslında ders kitaplarında görüp de sâdece Hindistan’da olduğunu zannettiğimiz kast sisteminin, modernize edilmiş bir hâli içinde yaşadığımızın resmini gözlerimizin önüne sermiyor mu?”.

 

Ana-merkezi Hindistan olan bu kast sisteminde gruplar şu şekilde ayrılır:

 

Brahmanlar:  Entelektüel bir tabakadır. Kutsal yazıları (Veda) yorumlayan kişilerdir. Bilginler ve râhipler bu tabakada yer alır.

Kshatriyalar: Askerler, prensler ve üst-düzey mêmurların oluşturduğu bir tabakadır.

Vaişyala:      Tüccarlar, toprak-sâhipleri ve çiftçiler)

Şudralar:       İşçiler ve köleler

 

Persler üç büyük ateş-tapınağına sâhiptirler ve bu tapınakların her biri toplumun farklı sınıflarına âittir. Fars bölgesindeki bir tapınak râhiplerin, bir tapınak şahların (dolayısıyla ona bağlı savaşçıların) ve bir tapınak da çiftçilerin dinsel ihtiyaçlarına hasredilmiştir. Toplumdaki bu üçlü tabakalaşmaya pek-çok metinde ve özellikle Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’da da değinilmiştir. Ünlü Fransız dilbilimci Georges Dumezil, toplumun üç sınıfa bölünmesi geleneğinin bütün Hint-Avrupalı topluluklarda görüldüğünü bildirmektedir. Ona göre, Orta-Çağ Avrupa toplumlarındaki tabakalaşma (ruhban, soylular ve üreticiler) ile Hintlilerdeki kast sistemi de aynı anlayış çerçevesinde yapılandırılmıştır. Dinler târihinde şöyle denir:

 

“Kast anlayışının kaynağı ile ilgili olarak, onun Hindistan’ın etnik yapısından kaynaklanan bir zarûret olduğu ve Arilerin bu bölgeyi istilâsından sonra ortaya çıkan basit ‘toplumsal işbölümü’ anlayışından kaynaklandığı şeklinde değişik görüşler ileri sürülmekle birlikte, Hindulara göre kast sistemi dînî bir inançtır ve Rigveda’ya dayanır. Bu inanca göre kastlar, Tanrı Brahma’nın insan şeklinde tasavvur edilen vücûdunun çeşitli yerlerinden yaratılmıştır. Buna göre brahminler Brahma’nın ağzından, kşatriyalar kollarından, vaisyalar mîdesinden, sudralar da ayaklarından yaratılmışlardır. ‘Brahminler onun (Purusa’nın) ağzından, rajanya (idâreciler) kollarından, vaisya (esnafüretici) uyluklarından, sudra ise bacaklarından yaratılmıştır"’ (Rigveda, X, xc, 12). (Tabi insanın aklına: ‘insan olarak bile görülmeyen paryalar acaba Brahman’ın neresinden yaratıldı?’ sorusu geliyor ki, bu sorunun cevâbı herhâlde: “Brahman’ın kıç tarafından” şeklinde olacaktır. H.G.)

 

İnsanlar muhtemelen bu kaynak farklılığından dolayı gerek psikolojik bakımdan gerekse karakterleri bakımından farklı işleri yapmaya mütemâyildir. Bundan dolayı herkesin öncelikle, kendi kastının gereklerini yerine getirmesi gerekir. Bireyin şu-andaki hayâtında çalışarak kastını değiştirme imkânı yoktur. Daha üst kastlardan birine mensup olarak yeniden Dünyâ’ya gelmek ise ancak şu-anda içinde yaşadığımız kastın gereklerinin eksiksiz yerine getirilmesine bağlı olarak ölümden sonra gerçekleşebilir”.

 

Ömer Yıldırım, Anthony Giddens’den derlediği yazısında şöyle der:  

 

Her-şeyden önce genel bir kanı olarak Hindistan’la berâber düşünülmektedir. Buna karşın ‘kast’ teriminin kendisi, Hintçe bir terim değil; Portekizcede ‘ırk’ yada ‘saf soy’ anlamına gelen ‘casta’ sözcüğünden gelmektedir

 

Hintliler, kast sistemini bir bütün olarak anlatmak için tek bir terimi değil, sistemin farklı yönlerine de göndermede bulunan ‘varna’ ile ‘jati’ gibi değişik sözcükler kullanmaktadırlar. Varna; her birisi toplumsal onur bakımından farklılaşan dört kategoriden oluşmaktadır. Bu dört kategorinin en altında ‘dokunulmazlar’ yer alır. Jatiler ise kast sıralarının örgütlendiği toplumsal gruplardır. Yalnızca kast içinde geçişler mevcuttur ve bir üst sınıfa ulaşabilmek mümkün değildir. Hattâ kastlar arasında evlilik dâhil, hiç-bir ilişkiye müsâde edilmemektedir. Her kast üyesi, yalnızca kendi kastından bir başkasıyla evlenebilmektedir. Yâni kast sistemi, bütün geçişlere karşı korumalıdır. Kast sistemi, kendi içinde oluşturduğu bu ‘geçirmemezlik’ duruşunun korunmasını, Hindu inancındaki ‘reenkarnasyon’ düşüncesine borçludur”.

 

Kast, endogami (iç-evlilik) ile karakterize edilen sosyâl tabakalaşmanın bir formudur. UNICEF ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün verilerine göre dünyâ-çapında 250 milyon insan kast ayrımcılığından etkilenmektedir. “Kast” terimi, Portekizce ve İspanyolcada “casta” ırk, soy; Latincede ise “castus” saf-soy anlamına gelmektedir. Hindistan’ın ve Afrika’nın bâzı bölgelerinde günümüzde de uygulanan bir sistemdir. Sınıf ayrılıklarına dayanır. Günümüzde Çin’de uygulanan “Hukou Sistemi” de kast sistemi olarak kabûl edilmektedir. Kast sistemindeki sınıflandırma öncelikle evlilik ve iş-bölümüyle ilgilidir. Bu terim, aynı-zamanda argo dilinde geçmekte ve sosyolojik bir terim olarak da kullanılmaktadır. Hattâ modern toplumlarda yer alan bir terimdir. Hindistan, Sri Lanka, Nepâl, Bali, Afrika (Nijerya, Kamerun ve Orta Afrika’nın bâzı bölgelerinde), Doğu Asya’da (en bilindiği Kuzey Kore’deki “Songbun sistemi”) Yemen’de ve Yezidilerde ve Kuzey Kore’de kast sistemi uygulandığı belirtilir.

 

Günümüzde yâni modern zamanlarda da kast sitemi Dünyâ’nın her yerinde modern biçimde geçerlidir. Bu sistem sâdece reenkarnasyon ile değil, yeni dinsiz ideolojilerle de normâlleştirilmeye ve haklılaştırılmaya çalışılmaktadır. Küreselleşme, kapitâlizm, liberâlizm, demokrasi, serbest piyasa, reel-politik denilen çıkar politikası, individüalizm denen bireycilik gibi modern pozitivist ideolojiler-düşünceler de kast sistemini destekleyen düşünce sistemleridir. Ülkeler arasındaki mevcut yapıyı koruyan ve sürdüren uluslar-arası kast sistemi de vardır. Mete Gündoğan, kast sisteminin ülkeler arasında da olduğunu şu şekilde anlatır:

 

“Aslında, ondokuzuncu yüzyılda başlayan küreselleşme süreci 1929 Dünyâ ekonomik krizi ve dünyâ-savaşları ile sekteye uğramıştır. İkinci Dünyâ-savaşı sonrasında başlayan kalkınmacı ekonomi arayışlarında, batı’lı sanâyileşmiş ülkeler sanâyileşmekte olan batı-dışı toplumlara mukâyeseli üstünlük teorisine uygun sanâyileşme modelleri sunmuşlardır. Dünyâ Bankası ve diğer uluslar-arası kuruluşlarca da desteklenen mukâyeseli üstünlük teorisi statik çözümleme modeli olarak bilinmektedir. Ülkelerin içinde bulunduğu makro ekonomik sistemi veri olarak kabûl eden bu model, dünyâ-ticâretinin küresel elitlerin aleyhine gelişmemesini temin etmektedir. Dünyâ ekonomik sistemini merkez (metropôl), yarı-çevre ve çevre (periferi) olarak belirleyip bu üç katmandaki ülkelerin konumlarının sâbitliğini têmin eden bir modeldir. Ülkelerin bir konumdan diğerine geçmeleri, modelin işleyişi gereği imkânsız kılınmıştır. Periferideki bir ülke ham-madde ihrâcatçısı konumunu koruyarak metropôl ülke ile olan ticâri ilişkilerini yeniden düzenleyebilmektedir. Yeniden düzenleme aşamasında metropôl ülke sermâye yoğun mallarda uzmanlaşırken, çevre ülkeden emek yoğun üretim modeli ile mukâyeseli üstünlüğünü ortaya koyması beklenmektedir. Bu durum ise emek yoğun sömürüyü berâberinde getirmektedir” der.

 

Bu inanışta reenkarnasyon öğretisinin etkisi çok büyüktür. Reenkarnasyon öğretisine göre; ruhlar daha önceki yaşamlarından dolayı ya ödüllendirilecekler yada cezâlandırılacaklardır. Kast sistemini en çok savunanlar bu nedenle, durumu “keko” olanlardır. Bunlar önceki yaşamlarında sözde “iyi insanlar” oldukları için bu yaşamlarında ödüllendirilmişler ve iyi bir konumda (kastta) yaratılmışlardır. Bunlardan hiç-biri; “ben önceki hayâtımda şerefsizin biriydim” demez. Mevcut iyi durumunun kıskanılmaması ve bu nedenle zarâra uğramamak için bu düşünceyi savunurlar.

 

Hint kaynaklı bir yapıt olan Kelile ve Dimne, sınıf ayrımları çok sıkı korunmazsa felâket ve kargaşa çıkacağını ileri sürer. 11. yüzyıl devlet-adamı Nizâmü’l Mülk’ün Siyâsetnâme’sinde de, “hükümet kargaşayı, ancak her kişinin resmî defterlerde yazılı olduğu sınıfında kalmasıyla önleyebilirdi” denir. Nizâmü’l Mülk, bu düşünceyi, hem Hindistan-merkezli bir düşünceyle, hem de Selçuklular’ın daha henüz İslâm’ı tam anlamıyla idrâk edip teslim olmamalarından kaynaklanan bir zihniyetle söylemiş olmalıdır. Zîrâ İslâm, insanlar arasında eşitlikten bahseder ve üstünlüğün sâdece takvâda olduğunu söyler. Hattâ İslâm’daki bu eşitlik, rızk konusunda “mutlak bir eşitlik” şeklindedir. 

 

Kast sistemi “mutlak kadercilik”tir. Zîrâ kast sistemine göre insan doğduğu durumu korumalı ve onu değiştirmeye kalkmamalıdır. Tabi bu durum eleştiri, îtirâz ve isyânı blôke eder ve unutturur. Çünkü bir eleştiri-îtirâz-isyân süreciyle yâni bir devrim ile mevcut durum çok kolay değişebilir ve hattâ alttakiler üste, üsttekiler de alta geçebilir. Fakat İslâm’a göre bu da, “kast sistemini tersine çevirmek” demek olacağından, İslâm’a göre; alttakiler üste, üsttekiler de alta geçtikten ve -ibret için- kısa bir süreliğine böyle devâm ettikten bir-süre sonra terâzi hemen-hemen orta yerde karar bulmalıdır. Yâni kast=eşitsizlik ortadan kalkmalıdır.

 

Kast sisteminde bir de Parya’lar vardır ki kast sistemine dâhil bile edilmezler. Onlarla karşılaşmak bile rezâlettir onlara göre. “Dokunulmazlar” olarak adlandırılırlar. İnsanlığın en aşağı tabakasında yer alırlar. Modern dünyâda da işsizler, evsizler, kör-topal ve hastalar böyle görülüyor.  

 

İslâm’da ise doğal ve normâl olan sınırlı ve küçük farlılıklar hâricinde böyle ayrıcalıklara yer yoktur ve bu farklar bir ömür-boyu böyle gitmek zorunda değildir. Kişinin gayretine göre yetenek kazanması, farklı ve iyi bir yere gelmesine müsâittir. Müslümanlar içindeki mevcut aşırı farklılıkların “kader” söylemiyle üstünü örtmek yanlıştır. Allah her insanın Rabbidir ve Allah kimseye zulm etmez. İnsanlar farklı yetenekte yaratılmışlardır ama bu farklılıklar ayrıcalıklara sebep olamaz. İslâm’daki kader inancı “üst-sınıfın işine gelen kader anlayışı” gibi değildir. İslâm zâten böyle bir sistemi yıkmak için gönderilmiş bir dindir. Müslümanlar böyle bir sistemi yıkmak için mücâdele etmişlerdir ve Kur’ân da bir-çok âyetinde bu durumun yanlışlığı ifâde edilir ve bu sistemin değişmesini emreder:

 

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 4-6).

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; (fakat) üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele (Tevbe 34).

 

Fakat İslâm’ın ve Kur’ân’ın sözüne uymayanlar, kendilerinde bulunan mevcut ayrıcalıkların bozulmasını istemiyorlar ve bu durumun sürmesi için ellerinden gelen her-şeyi yapabiliyorlar. Bu uğurda; anasından süt emen çocuğun bombalanarak ölmesine, insanların aç-susuz kalmasına, her türlü çirkefliğin ve şerefsizliğin ayyuka çıkmasına bile ses çıkarmıyorlar ve bu sistemin işleyişine destek oluyorlar. Bu kişilerin her alanda ayrıcalıkları mevcut; evleri, işleri, yedikleri-içtikleri-giydikleri, konumları.. Pasaportları bile özel. Hukukta da ayrıcalıkları var. Bir suçu gariban işlediğinde hapse giriyor ama ayrıcalıklı olanlar işlediğinde girmeyebiliyor. Ülkede-mecliste sâdece onlar hüküm-sâhibi oluyor. Çünkü o konuma gelebilmek için bile bir “ayrıcalık”, bir sermâye gerekiyor. Bu ayrıcalıklar insanların sayısı kadar çoktur.

 

İşte bu adâletsiz sisteme “dur!” diyebilecek olan tek adâlet sistemi İslâm’dır. İslâm Dîni’dir. Bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreci ancak, bu mevcut durumu alaşağı edip değiştirebilir. Aynen; Hz. Yûsuf, Mûsa, Dâvud, Süleyman ve Hz. Muhammed zamanlarında olduğu gibi. Bu mevcut zulüm sistemlerini (kast) yıkmak, Kur’ân’ın emri olduğu gibi, aynı zamanda peygamberlerin de sünnetidir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder