1839 Tanzimat Fermânında; "Bundan gayrı mülk-i
osmâni dâhilinde gâvura gâvur denmeyecek" diye yorumlanan söz ile birlikte,
artık müslüman olanların ayrıcalığı kalkıyor ve tüm Osmanlı sınırları içindeki
gayr-i müslimlere, müslümanlarla aynı haklar veriliyordu. Yâni artık gayr-i müslimler
de her alanda mêmur ve âmir olabilecekler, her türlü haklardan müslümanlar gibi
yararlanabilecekler ve hattâ kânun koymada ve hüküm vermede söz-sâhibi
olabileceklerdi. Bu fermânla birlikte, “millet sistemi” kaldırılmış, bütün din
topluluklarına eşit vatandaşlık hakları verilmiş, müslüman ve gayr-i müslim
Osmanlı tebâası arasında tam bir “eşitlik” sağlanmıştır. Böylece Millet-î Rûm
hâricinde gayr-i müslimlere de devlet kademelerine mêmur olma yolu açılmıştır. Buna,
“gayr-i müslimlere devlete sızma hakkı verilmiştir” de denebilir. Zâten
dış-güçlerin bastırmasıyla hazırlatılan fermânın amacı da bu idi. Böylece
Osmanlı’da çok önemli olan “kadro”lar, bir-süre sonra aşama-aşama tasfiye olmuş
ve yerlerine gayr-i müslimler geçirilmiştir. Görünüşte gayr-i müslimlere eşit
hak verilmesi durumu “görece” adâletli gibi dursa da, bu vaziyet İslâm’ın
ana-kaynağı olan Kur’ân’a aykırıdır:
“Ey îman
edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine
de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün.
Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç
bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).
İslâm, müslüman olmayanların yönetici olmalarına izin
vermiyor. İslâm siyâset târihinde hiç-bir fâkih, kâfirin yöneticiliğini
tartışmamıştır. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde
velâyet hakkı yoktur:
“Allah
kâfirlere mü’minler üzerinde aslâ velâyet hakkı (yol) tanımamıştır” (Nîsâ141).
Bizden, yâni mü’minlerden olan emir-sâhiplerine itaat
esastır İslâm’da ve müslüman olmayanlar emir-sâhibi olamazlar. Âyetin de
söylediği gibi bir îman umdesidir bu. Emir-sâhibi olabilmesi için bizim inandığımız
gibi inanmasını şart koşmuştur Kur’ân:
“Şâyet
onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş
olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık
içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir,
bilendir” (Bakara 137).
“Gevşemeyin,
üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139)
“Öyleyse,
müslümanları suçlu-günahkâr olanlar gibi (eşit) kılar mıyız?. Size ne oluyor?.
Nasıl hüküm veriyorsunuz?”
(Kalem 35-36).
Aslında bu fermanla birlikte gayr-i müslimlere hak
tanınmakla kalınmıyor, müslümanların da ayrıcalıklı hakları kaldırılıyordu.
Müslüman olanların “seviyesi” düşürülüyordu. Emre Gül:
“Tanzimat Fermânı Avrupa kamu-oyunda olumlu etkiler
yapmasına karşın, ferman halk arasında farklı yorumlara neden olmuş ve her
kesim bu değişimi kendi açısından değerlendirmiştir. Müslüman tebaa, gayr-i
müslimlerin yeni statüsünden hoşlanmamıştır. O sırada yaşananlara bizzat şâhit
olan C. Hamlin: “Hatt’ın îlânı
memlekette büyük bir hayret ve şaşkınlıkla karşılandı. Müslümanlar, Hatt’ı lânetle
anıyorlardı. Şeriatın çiğnendiğini, müslümanların gâvurlarla aynı seviyeye
indirildiğini iddiâ ediyorlardı. Hristiyan tebaa ise, (ilk-başta temkinli
olmakla birlikte) Hatt’a yeni bir
çağın başlangıcı gözüyle baktılar. Hatt’ın îlânı İngiliz siyâsetinin bir
zaferi idi. Hatt’ın gerçek değerini, halk arasında yarattığı etkide
aramalıdır” diyerek bu duruma
dikkat çekmekteydi. Böylece Tanzimat Fermânı, başta devlet ricâli olmak üzere
ıslahat taraftarları ve muhâfazakâr kesimler arasında bir tartışma ve mücâdeleye
sebebiyet vermiştir. C.Hamlin’in de tespitinde belirttiği üzere hristiyan tebaa
Hatt’a yeni bir çağın başlangıcı gözüyle bakarken, hristiyan cemaat-reisleri imtiyazlarına
hâlel geleceği endişesiyle olumsuz bakmışlardır. Müslümanlar da eşitlik
keyfiyeti sebebiyle yeni durumdan memnun olmamışlardır. Tabi bu durum
İmparatorluğun idâresi altında yaşayan bütün ulusları “ittihad-ı anasır”
düşüncesiyle birleştirmeyi amaçlayan Babıâli için bir sorun teşkil etmiştir”
der.
Batı âşığı Mustafa Reşit Paşa’nın “ihânet”inin
bir netîcesi olan ferman, Osmanlı’nın yıkılışının en önemli nedenlerinden
biridir. Artık Avrupa’nın eline Osmanlı’yı yıkmak için çeşitli fırsatlar geçmek
üzeredir.
Evet; Gâvura gâvur denmenin
yasaklandığı târih, Osmanlı’nın gerçek çöküşünün başladığı târihtir. Bu durum
aynen; kâfire “kâfir” denmekten vazgeçilmesi gibidir. Kâfire “kâfir” denmekten
vazgeçildiğinde, münâfığa da “münâfık” denmekten; şerefsize “şerefsiz”
denmekten de vazgeçilmiştir. Böylece artık bu kişiler kâfirliklerini,
münâfıklıklarını ve şerefsizliklerini istedikleri gibi yapacak bir ortama ve
şansa kavuşmuşlardır. Çünkü kâfire kâfir denmekten vazgeçildiğinde, o kişi
artık kâfir olarak anılamayacağı için, doğal olarak kâfir olmayan kişilerle
aynı hakları isteyecek ve kânun koyma makâmına, vezirliğe, ordu komutanlığına
vs. gelebilecektir. Fakat o kişiye kâfir denmekten vazgeçilmesi o kişinin kâfir
olduğu gerçeğini değiştirmemiştir ki!. O hâlde o kişinin İslâm/îman adına bir
iş yapmasını nasıl bekleyebiliriz?. Tam-aksine; gayr-i İslâm’i, gayr-i îmâni
işler yaparak düşmanlara alan açabilecektir ve açmışlardır da. Osmanlı’nın çökmesinde
en önemli etken olan “borçlanma”, kâfir îlan edilmeyen kâfirlerin onayı ile
başlamıştır. Çünkü artık kimse onlara gâvur-kâfir dememektedir ve böylece o
kişiler gâvur-kâfir olarak görülmemektedir. Böylece halk da onlara eleştirel
bir gözle bakmaktan vazgeçmiştir.
Aslında kâfire kâfir, gâvura gâvur,
münâfığa münâfık, günahkâra günahkâr, şerefsize şerefsiz denmemeye başlandığında;
kâfir olmayana kâfir, münâfık olmayana münâfık, şerefsiz olmayana şerefsiz
denmeye başlanacaktır ve İslâm-târihi bunun örnekleriyle doludur ve hattâ
İslâm-târihinde büyük bir yaraya sebep olan “tekfir” konusu bu nedenle
çıkmıştır ortaya. Gerçek kâfirlere kâfir deme cesâretini gösteremeyenler,
samîmi mü’minlere kâfir demeye başlamışlardı. Şuranın altını çok önemle
çiziyorum: İslâm târihinde çok yanlış ve günah olarak görülen “tekfir”, kâfir
olmayanı küfür ile suçlamaktır. Kâfir olanı küfür ile suçlamak tekfir değildir.
Fakat tekfir konusu öyle bir duruma sokulmuş ve öyle bir hâle gelmiştir ki;
tekfire düşmemek için kâfir olanı da kâfir olarak îlan etmekten vazgeçilmiştir.
Tekfir doğru olarak yapılmadığında, yanlış olarak yapılmaya başlanır. Yâni kâfire
“kâfir” denmediğinde, müslümana-mü’mine kâfir demeye başlarsınız ki İslâm-târihinde
bunu mebzul miktarda görüyoruz. Hattâ mezhep-meşrep-târikat savaşları ve
düşmanlıklarının ana-nedeni budur. Kâfir olmayanı küfürle suçlamak çok
yanlış, suç ve günahtır, hattâ ayıptır da. Zâten birini küfür ile suçlayan
kişi, eğer suçladığı kişi kâfir değilse, kendisi kâfir olur. Peygamberimiz: “Kim kardeşine kâfir
derse, ikisinden biri mutlakâ kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse,
küfür, ithâm edene döner" der. Fakat kâfir olanı küfür
ile, gâvur olanı gâvurlukla, münâfık olanı münâfıklık ile suçlamamak ve o
şekilde îlan etmemek de günahtır. Çünkü mü’min-kâfir ayrımı; hak-bâtıl ayrımı;
İslâm-câhiliye ayrımı ortadan kaldırılmış oluyor ve bu ayrım yapılmadığında zamanla
fitne ayyuka çıkmaya başlıyor. İnsanlar samîmi müslümana-mü’mine “kâfir” demeye
başlarken, hâin kâfire mü’min gözüyle bakmaya başlıyorlar. Böylece toplumda
birlik, dirlik ve düzen bozuluyor ve düşmanlar bu fırsattan dibine kadar yararlanıyorlar.
Yerinde tekfir yapmamak, yersiz tekfir yapmaya sebep oluyor ve bu da tefrikaya
yol açıyor. Kur’ân bu konuda bizi uyarıyor:
“Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp
yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir”
(Enfâl 46).
“Ey îman
edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli
araştırmayı yapın ve size (İslâm geleneğine göre) selâm verene, dünyâ-hayâtının
geçiciliğine istekli çıkarak: “Sen mü’min değilsin” demeyin…” (Nîsâ 94).
Günümüzde de artık insanlar mü’min-kâfir-münâfık
ayrımı yapmıyorlar. Sempatik-karizmatik buldukları kişileri, her türlü şerefsizliği
yapsalar bile eleştirmiyor, kınamıyorlar. Seçim zamanlarında seçtikleri
kişilerin gerçekten samîmi bir mü’min olup-olmadıklarına bakmıyor, onlara körü-körüne
olan bağlılıkları nedeniyle o kişinin kâfirliğine, münâfıklığına,
adâletsizliğine göz yumabiliyorlar. Bir-kez körü-körüne bağlandığında ve
desteklediğinde yada sevdiğinde artık ona toz bile kondurmuyor, onun her dediğini
kabûl ediyor, onu eleştirmiyor, uyarmıyor ve ona karşı zinhar bir isyâna kalkıp
onu yerinden etmiyor. Yâni belki de her gece okuduğu ve söz verdiği gibi
yapmıyor: “Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk”. “Allah’ım!; sana isyân eden,
fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz, makamlarından al-aşağı edip indiririz ve
onlara yardım etmeyerek kendi hâllerine bırakırız”.
İnsanlar başta tekfir
(kâfirliği îlan etmek) olmak üzere; münâfıkça davranışları (oportünist),
adâletsizliği, gâvurluğu, yanlışlığı, çirkinliği ve şerefsizliği, bu suçlamaları
gerçekten hak edenlere karşı göstermiyorlar. Çünkü tersini yaparak;
temiz-dürüst-mümin/müslüman-ehliyet ve liyâkat sâhibi, gayretli, akıllı
kişilere bahsedilen suçlamaları yapıyorlar. İş tersine dönmüş, çünkü şeytan
onlara yaptıklarını süslü ve güzel gösteriyor.
Evet; tekfir, kâfir
olanın küfrünü îlan etmektir ve bunda bir yanlışlık yoktur ve bunu zâten
çeşitli âyetlerinde Kur’ân yapıyor:
“Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır”.
“Diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu”.
“Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlar ise
orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler”.
“Öyle değil,
kâfirlikleri sebebiyle Allah
onları lânetledi, onun için az, pek az îmâna gelirler”.
“Allah’ın
lâneti kâfirlerin boynuna..”.
Bunlar gibi yüzlerce âyet vardır. Zâten Kur’ân, kâfirlere
karşı gönderilmiş bir eleştiri kitabıdır. Fakat İslâm medeniyetinin
yıkılmasında baş-etkenlerden biri olan “tekfir etmek” meselesi, kâfir olanı
tekfir etmekle değil, kâfir olmayanı; yâni müslüman-mü’min olanı tekfir etmekle
ilgilidir. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, artık herkes “kendisinden olmayan”ı tekfir
edilebilmektedir. Hâlbuki bu konu çok hassastır ve Peygamberimiz döneminde vukû
bulmuş şöyle bir örnek vardır:
Resûlullah (sav) düşman üzerine gönderdiği bir grup sahabi içinde
Zeyd, çatışma esnâsında kapıştığı hasmını
tam öldürecekken,
adam kelime-i şahâdet getirerek müslümanlara selam veriyor. Üsâme bu kişinin
korkusundan, canını kurtarmak için şahâdet getirdiğine hükmederek adamı
öldürüyor, sürüsüne el koyuyor. Sefer dönüşü, olay Resûlullah’a haber verilince
Peygamberimiz çok üzülüyor, hiddetleniyor ve “kâlbini yarıp baktınız da mı
korkudan olduğunu anladınız!” diye Zeyd’e çıkışıyor. “Üsâme, demek sen Rabbim Allah
diyen birini öldürdün ha?” diyerek ha bire kınıyor. Üsâme, Resûlullah’n bu
ısrarlı kınayışları karşısında ne denli sıkıldığını şu sözlerle dile getiriyor:
“Resûlullah bu sözü o kadar tekrarladı ki, kendi-kendime; keşke bu olaydan
sonra müslüman olsaydım” dedim.
Yâni karşıdaki kişi müslüman
olduğunu dilinin ucuyla bile söylese onu tekfir etmemek gerekiyor. Fakat,
kişinin söylemleriyle eylemleri de bir-birini tutmalıdır. Yaptıklarıyla,
davranışlarıyla kâfir-münâfık-zâlim olduğu bâriz olan birini de; “aman tekfir
etmeyelim” korkusuyla tekfir etmemek de yanlıştır ve bu tutum, kısa-uzun vâdede
mutlakâ bir soruna yol açacaktır. “Gerçekten kâfir olan”ı “tedbir” yada bâzı
menfaatler nedeniyle tekfir etmemek; “gerçekten mü’min olan”ı tekfir etmek
gibidir. Kâfirleri tekfir etmeyenler, mü’minleri tekfir etmeye başlarlar. İkisi
bir-birinin neden-sonucudur çünkü.
“Ey îman edenler!. Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi
anlayıp dinleyin, size selam verene, dünyâ-hayâtının geçici menfaatine göz
dikerek “Sen mü'min değilsin"”demeyin. Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız
ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o hâlde
iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır" (Nîsâ 94).
Kâfire kâfir dememek, kâfir ile mü’min arasındaki
ayırımı kaldırır. Bu daha sonra haram-helâl arasındaki ayrımın da kalkmasına
neden olur. “Öteki” algısı kaybolur. Ortada kırmızı çizgiler kalmaz. “Ne olsa
gider” bir İslâm algısı çıkar ortaya. Mâsumlar ve mazlumlar “yeryüzünün
lânetlisi” îlân edilirken, şerefsizler ve tâğut yalakaları toplumun nâdide
insanları (!) olarak kabûl edilir ve onlara saygı duyulmaya başlanır.
Tekfir etmenin kötü görülmesi herhâlde 1839’da
Tanzimat Fermânı’yla birlikte başladı. Tanzimatla birlikte artık “gevura gevur
denmeyecek”ti. Oysa tekfiri Allah yapıyor ve Peygamberine kâfirleri tekfir
etmesini emrediyor: “Kul yâ eyyuhel kâfirûn”=“De ki: Ey kâfirler!”..
(Kâfirûn 1). Âyet bize; “kâfirlere de ki, ‘ey kâfirler!, ben sizin
taptıklarınıza tapmam” deyin diyor. Şimdi bu âyeti es mi geçeceğiz ve yok mu
sayacağız?. Zîrâ âyet, kâfirlere “kâfir” denmesini emrediyor. Şunu da not etmek
gerekiyor ki, Kâfirûn Sûresi Mekkî bir sûredir ve daha ortada bir İslâm Devleti
de yokken vahyolunmuştur. Yâni tekfir etmek ille de bir devletin görevi
sayılmaz. İşte bu nedenle her-gün namazlarımızda sürekli bu Kâfirûn Sûresi’ni
okuyoruz ve tekfir yapıyoruz. Kâfirleri (müslümanları değil) tekfir ediyoruz.
Tekfiri Kur’ân’dan öğreniyoruz.
Son sözümüz tebliğimiz olsun:
Mü’min-mü’mindir, müslüman
müslümandır, âdil kişi de âdildir ve bunları tekfir etmek, tekfir edeni kâfir
yapar. Lâkin; kâfir kâfirdir, münâfık münâfıktır, zâlim zâlimdir, günahkâr günahkârdır,
şerefsiz de şerefsizdir ve bunları bu nitelikleriyle nitelememek, gün gelir
kişiyi onlar gibi; kâfir-münâfık-zâlim-günahkâr ve şerefsiz yapar. Târih bunun
örnekleriyle doludur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder