11 Ocak 2016 Pazartesi

İslâm ve Servet


“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

İnfâk, “azîmetli amel” anlamında yapılandır. İnfâk, bedelle alâkalıdır. Zorlayıcı bir etkiye sâhiptir. Kişi infâk ettikten sonra mâli olarak biraz zorlanmalıdır. İnfâk, biraz acıtacak derecede olmalıdır. İşte bu seviyede yapılan infâk Dünyâ’da aç bırakmaz. İslâm bir infâk dînidir.

 

“Malınızı-mülkünüzü heder edin” demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, “kırkta bir”e denk gelmez. Sahabenin de dediği gibi bu, zekat-ı bâhil=cimrinin zekatıdır. “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).

 

1/40 Kur’ân’dan çıkarılmış bir oran değildir. Mekke müşrikleri de zâten aynı ölçüyü (1/40) kullanıyorlardı. Kur’ân’dan çıkan ölçü nedir peki? 1/12 bir Kur’ân ölçüsüdür. 12 ay da bir oruç tutarız meselâ. 12 ay boyunca yerken, bir ay boyunca (1/12) yemeyiz. Bu bir ölçü/orandır. 12’de 1’ini vermektir. 40’da 1’i falan geçin. Vermenin hesâbı yapılmaz.

 

İnfâk gece-gündüz, açık-gizli olarak olarak vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah infâk edenleri korkularından arındırır: “Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 274).

 

Ey insanlar!: “Yoksa âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).

 

İslâm-dünyâ’sının hâli- pür melâlinin nedeni bu konudur. İnfâk. Ümmetin âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır. Her konuda ahlâklı olmayı hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince aslandan kaçan yaban eşeklerine dönüyorlar.

 

Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek Şeytan çarpmışa dönerler. 

 

Şeytan, Hz. Âdem’i mülk ile kandırmıştı:

 

“Derken Şeytan Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik ağacını, yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la yebla)” (Tâhâ 120). Bu âyet el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaadine kapılan-kapılana.

 

Zenginlik, yanında cimriliği de getirir: “Onlara kendi bol ihsânından verince ise, onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir” (Tevbe 76).

Peygamberimiz de hadislerinde mülk konusunda uyarılarda bulunmuştur:

 

“Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır” (Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2337).

 

“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu malım-malım der. Hâlbuki Âdem-oğlunun yiyip-tükettiği, giyip-eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır. Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sâdece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir)” (Müslim, Zühd 3, 4; Hadis no: 2958; Nesâî, Vesâyâ 1; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir Tekâsür, Hadis no: 3351; Ahmed bin Hanbel, 4/24).

 

“Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?” Ashâb: “Ey Allah'ın Resûlü, içimizde herkes, kendi malını vârisinin malından daha çok sever” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı, hayâtında gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da vârislerinin malıdır” (Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1).

 

“Bir sürüye salınan (dadanan) iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dîne verdiği zarardan daha fazla değildir” (Tirmizî, Zühd 43, Hadis no: 2377).

 

“Âdem-oğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdem-oğlunun iç-boşluğunu (karnını) ancak toprak doldurur (gözünü toprak doyurur). Allah tevbe edenleri affeder” (Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338).

 

“Sizden birine, Dünyâ’lık olarak bir hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal toplaması yeterlidir” (Tirmizî, Zühd 19, Hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119; İbn Mâce, Zühd 1, Hadis no: 4103).

 

“Kim bize mêmur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin. Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır” (Ebû Dâvud, Harac 10, h. no: 2945).

 

“Ey Âdem-oğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yâni veren), alttaki elden (yâni alandan) daha hayırlıdır” (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344). 

 

“Yoksulluk neredeyse (az kalsın) küfür olacaktı” (Ebu Nuaym; Beyhâkî, Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 542 (6199).

 

“Dünyâ sevgisi her hatânın başıdır. Bir şeyi sevmen, seni kör yapar, sağır eder” (Ebu Davud, Beyhakî).

 

“İki kurdun bir bahçeye gelip yemesi ve orayı bozması; mal ve makam sevgisinin, müslüman kişinin dînine verdiği zarardan daha zararlı değildir” (İbn Ömer (R.a.) Bezzâr).

 

“Zengine alçak gönüllülük gösterenin dîninin üçte bir gider”.

 

Şunu da hatırlatalım ki; Kur’ân sınırı aşan zenginliğin karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır.

 

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı kullarının” üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek ister” diyoruz. 

 

İslâm, alt-yapısını hazırlamadığı ve yürürlüğe sokmadığı hiç-bir şey için cezâ öngörmez. Ayrıca cezâyı, başkaları yüzünden suç işlemeye mecbur kalanlara değil, kişiye o suçu işlemek zorunda bırakanlara keser. Raşid Gannûşi bu konuda şunları söyler:

 

“Hırsızlık suçunun şer’i cezâsı, zayıf ve yoksullara uygulamak değil, halkın sermâyesi üzerinde oturan, kazanmak için gayret sarfetmeyen suçlu tabakayı kontrôl etmektir. Eğer ortada toplumsal bir şartın zorunlu olarak berâberinde getirdiği kıtlık yaşanıyorsa, insanlar ihtiyaçlarını buldukları yerden karşılıyorlarsa, İslâm'ın bu insanlardan alacağı bir intikâmı yoktur ve onları zor durumda bırakmaz. Ömer Bin Hattab’ın kıtlık yılında hırsızlık cezâsını uygulamamasında şaşılacak bir durum yoktur. Aksine, toprak-sâhibi bir ağa, kendisine devesini çalıp kesen ve yiyen hizmetçilerini şikâyete geldiğinde, Ömer Bin Hattab olaya el koymuş ve araştırmıştır. Araştırma netîcesinde bu ağanın hizmetçilerin parasını ödemediği için hizmetçilerin böyle bir işe giriştiklerini görünce şeriatı gerçek olarak uyguladı ve ağaya hizmetçilerini hırsızlıkla suçladığı için iftirâ atmak suçuyla had uyguladı. Hizmetçiler ağa taráfından sömürülüyor ve bu da yetmiyormuş gibi ağa onlara hırsızlık haddinin uygulanmasını istiyordu. Cezâlandırılması gereken, mülk-sâhibiydi ve Ömer ona şöyle dedi: “Eğer hizmetçilerin, ikinci kez kendilerine haklarınca yeterince ödemediğin veya hiç ödemediğin için hırsızlık yaparlar ve bana gelirlerse, senin elini keseceğim”.

 

İbn-i Teymiye ve İbni Hazm gibi büyük akılıcılar, bu türden olayları esas almışlardır. İbn-i Hazm, buna dayanarak: “Aç kalan bir insanın, açlığını fırsat bulduğu yerde karşılaması hakkı olduğu bir görevidir” der. “Eğer engellenirse mücâdele verir. Bu mücâdele sonucunda engelleyen ölürse, Allah’ın lânetine gitmiş olur” demektedir. Aç insana hiç-bir cezâ verilmez.

 

Şâtibi'nin belirttiği gibi; şeriatın gâyesi nefsi korumak, dîni korumaktan hemen sonra gelir. Malı korumak ise, nefsi korumadan sonra gelir. Bunun içindir ki, nefisleri korumak uğruna mallar fedâ edilir. Bir şahsın aç olduğunu, hasta olduğunu ve çâresini bulamadığını gören kimse, bu şahsın derdine devâ için mal harcamazsa, hukûken suçlu sayılır. Aynı şekilde İslâm devleti, toplumda servet-sâhipleri dururken, o toplumda giyecek bulamayan bir çıplak, barınak, gıdâ ve ilaç bulamayan bir insan bulunduğu sürece hukûken suçlu sayılır. Tüm mallar, kişinin barınak, sağlık ve eğitim hizmetleri için harcanır.

 

Bu-gün bir tavuk çalan veya aslî ihtiyâcını gidermek için bir malı alan kişi hapse atılır. Ve bu-günkü hapis-hânelerin yoksul ve zayıf insanlarla dolap taştığını görüyoruz. Ama devletin ve fakirlerin malını çarçur edip zimmetine geçiren büyük suçlular, hükûmette, yargıda ve çeşitli düzeydeki makamlarda oturuyorlar. İşte zulmün en büyüğü budur”.

 

İhsan Eliaçık şöyle der:

 

“Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakr-u zarûret içindeydiler, ama şimdi öyle değil” diyorsanız fenâ hâlde yanılıyorsunuz. Tam-tersi; fırsat ellerine geçtiği hâlde bile-isteye böyle yaşadılar. Çünkü eşyâ ile ilişkileri, var-oluşsal duruşları farklıydı. Dünyâ’nın tam içindeydiler evet, hattâ üzerine-üzerine yürüdüler ama ona bam-başka bir yerden bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve îmânına sâhiptiler. Allah’a güvenleri muazzam, âhirete îmanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla, mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar “düşmüş” değildiler. Şu kapitâlist çağın insanları ve hattâ müslümanları olarak onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi?. Müslümanların düştüğü yer burasıdır; yâni mülk ile olan ilişkileridir. Kalkış da buradan olacaktır”.

 

Allah şatafatlı yapıları ve şatafatlı yaşamı sevmez. Çünkü bu tür bir hayat, azgınlığı ve fesadı peşinden getirir: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sâhibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vâdilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar (ehramlar) sâhibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azab kamçısı çarpıverdi. Çünkü Rabbin, gerçekten gözetlemededir” (Fecr 6-14).

 

Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun) ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi yönetiyorlar. Uzlaşmacı kapitâlizmi hesâba katmayan Marx yanıldı. Kapitâlizm Dünyâ’ya “hâkim” oldu. İnsanlar bu sisteme kul-köle olmuş olmalarına rağmen hiç-bir îtirazları yok. Uzlaşmacı kapitâlizm îtirazın önünü kesti çünkü.

 

Malcom X:

 

“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim” der.

 

Bertolt Brecht:

 

“Kapitâlizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar; danayı kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara benzer. Danayı yemek isterler ama kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan önce ellerini yıkarsa tatmin olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk ilişkilerine karşı değillerdir, yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler, hem de bunu, aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı, ancak kasapların eti tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar.

 

Bir banka kurmanın yanında, bir banka soymak nedir ki?” der.

 

Bakunin:

 

“Banka soymak değil, banka kurmak suçtur” der. 

 

Hz. Ali şöyle demişti:

 

“Şimdi bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını sıkmayı ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.

 

Daha ilk inen âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği, dolayısı ile azacağı söylenir: “Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; mal ve mülk edinerek azmak mânâsındadır.

 

Servet-sâhibinin, üstelik bir de muktedir ise kafası şu şekilde çalışır: “Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?. Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf 51-53).

 

Peygamberler mücâdelelerini hep zenginlerle/mülk-sâhipleriyle yapmışlardır. “(Yûsuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf 55). Hz. Yûsuf hazîne-bakanı olmayı istiyor. Çünkü perişanlığın/sefâletin nedeni ve merkezi burası ve bir peygamberin buna râzı olması düşünülemez. Adâleti sağlamak ve korumak kaçınılmazdır bir peygamber için. Onu bir ölçüye göre paylaştırmak elzemdir. Çünkü Allah bir ölçüye göre indirmiştir: “Hiç bir şey yoktur ki, hazîneleri katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz” (Hicr 21). Bu sebeple bu ölçüyü sağlamak için bâzen zenginden alıp fakire vermek gerekir. Zâten: “Onların (zenginlerin) mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19). “Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için” (Meâric 24-25).

 

Peygamberlerin en büyük düşmanları zenginler, servet-sâhipleridir. Halkı îmandan engellerler ve kendi sistemlerine/tanrılarına uymalarını dayatırlar: “Nûh: Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. ''Ve büyük-büyük hîleli-düzenler kurdular. ''Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i” (Nûh 21-24).

 

Mal toplayıp yığmak cehenneme girmeye neden olur: “Doğrusu o (cehennem), cayır-cayır yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup-soyar. Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur. (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst-üste) yığmakta olanı” (Meâric 15-18). Hâbil-Kâbil ile başlayan servet yarışı/savaşı hâlen sürüyor ve kıyâmete kadar da süreceğe benziyor.

 

Fakirlerle yoksullarla paylaşılmayan her türlü devlet-geliri zenginlerin elinde devlete döner: “Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah'a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır. (Haşr 7).

 

Hüseyin Alan:

 

“BM insânî gelişmişlik raporuna göre en tepedeki 358 kişilik küresel milyarderin toplam serveti, 2.3 milyar insanın bir yıllık toplam gelirine eşit. Küresel servetin %22’si, dünyâ-nüfusunun %80’inini oluşturan, gelişmekte olan ülkelere âit. Gerisi küresel bir avuç seçkinlerin. Yapılan bir hesâba göre, en tepedekiler 5.000 kişi. Piramit aşağıya doğru genişleyerek açılıyor. Benzer bir örnek Asya Kaplanları palavrasıdır. Bu kaplanlar kendi ülke nüfuslarının sâdece %1’ni oluşturuyor.

 

Türkiye’de bankalarda 1 milyon dolar veyâ karşılığı TL ve üzeri mevduata sâhip olanların sayısı 75 bin kişi. Bir o kadar da diğer varlıklarıyla zengin olanları varsayalım. 1 milyar dolar ve üzeri servete sâhip olanların sayısı 35 kişi. Türkiye’nin nüfûsu 77 milyon kişi. Kişi-başına düşen millî gelir 10 bin dolar civârı. Hangi kişiymiş bu, gören-bilen var mı?. Asgari ücret aylık 350, yıllık 4.000 dolar diyelim, 10.000 doların gerisi kimin cebinde?. Ülkede 19 milyon insan yoksulluk sınırında. Yâni günlük 4 dolar gelire sâhip. 6 milyon civârı insan asgari ücretle çalışıyor. Bu çalışanı eşi ve çocuklarıyla birlikte nüfus olarak toplasak, en az 15 milyon kişi yapar. Bu eve bir tek asgari ücret giriyor. Bunlar iş bulup da çalışabilenler sâdece. Nasıl geçiniyorlar?. Kadını da iş-hayatına kazandırmak gerek. Başbakan söylemiyor mu, “kadın konusunda cinsiyet ayırımını kaldıracağız, eğitim ve sosyâl hayâta katılma bakımından kadını teşvik edeceğiz!”. Yukarılarda bir yerlerde demiştik; “hükûmetler çoğu-zaman ne yaptıklarını bilmezler dâhi” diye. Başbakanın söylediği bu reform ne mânâya geliyor, siz düşünün!” der.

 

“Birleşmiş Milletler (BM) Dünyâda açlık sorunu yaşayan insan sayısının 1 milyarı geçtiğini açıkladı. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile Dünyâ Gıda Programı’na (WFP) yayınladıkları ortak raporda, Dünyâ’da açlıkla mücâdele eden insan sayısının, 2009 yılında 100 milyon artarak, 1 milyar 20 milyona ulaştığını bildirdi. Raporda, bu sayının son 40 yıldaki en yüksek aç sayısı olduğu ifâde edildi. FAO Genel Sekreteri Jacques Diouf rapor açıklanırken, “Aç insanların sayısındaki artış tahammül edilemez noktada” dedi. Diouf, “Açlık sorununun yok edilmesi için ekonomik ve teknik olanaklarımız var, ancak açlığı sonsuza kadar yok etmek için eksik olan siyâsi irâdedir” der.

 

Görüldüğü gibi 1 milyar insan yer-yüzünün sokaklarında aç dolaşıyor. İhsan Eliaçık bu nedenle “bir milyar insan hangi suçundan dolayı aç?” diye sorar.

 

Sınırsız zengin olmanın önünde İslâm’i bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem Kârun olabilir miyim? Kârun gibi olmama engel bir şey var mı? “Evet, olunabilir” denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “Hayır, olamazsın” deniyorsa, o zaman şunu sormamız gerekir: Sınır nedir? Hangi sınırda durmam gerekir? Maalesef bu soruya da tatmin edici bir cevap veremezler. Çünkü söyleyeceği her-hangi bir sınırda durmama neden olacak sebep yok. O gösterdiği sınırda neden durayım ki? Çünkü bir-önceki sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye durayım? Hattâ daha sonraki sınırlarda niye durayım? Diyelim ki tüm Dünyâ benim; neden yetineyim? “Ay’a, Mars’a, diğer gezegenlere ve hattâ Güneş’e gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta dikmeye başlarım. Bütün kâinât benim olsun isterim. İsteğimi niçin sınırlandırayım ki? Çünkü: “bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü Şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya düşürür, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.

 

 Atasoy Müftüoğlu:

 

“Konformist bir kültür/toplum, her durumda hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için de statü tezâhürü hâline gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu olmaktan çok bir patoloji konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir hayat-tarzı, “servete tapmak” demektir” der.

 

“Aç sabahlayıp da kılıcını çekmeyene şaşarım” der Hz. Ebuzer. İslâm’da aç kalan fakir, bir zenginin malını çalarsa, cezâ fakire değil zengine kesilir. Onun aç kalmasına neden olduğu için. Aç kalan ve yoksulluğu ayyuka çıkan kişiler zorla da olsa varlıklı kişilerin mallarına el koyabilir.

 

İngiltere’de Tim Jones adlı bir papaz, verdiği bir vaazında yoksul insanların, küçük âile-işletmeleri hâriç, büyük zincir mağazalardan olmak koşulu ile ihtiyaçları kadar mal çalmalarının mâkûl karşılanabileceğini söyler.

 

İhsan Eliaçık bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

 

“Bir beldede aç insanlar varsa, o beldeye Muhammed’in getirdiği İslâm girmemiştir. Burada açlık sorunuyla karşı-karşıya olan insanlar değil, üzerinde fazladan mal bulunduran zenginler suç işlemektedir. Açlıkla boğuşan insanın zenginin malını çalması günah mıdır değil midir? değildir”.

 

Hz. Ali der ki:

 

“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır”.

 

Hz. Ali, mal/servet konusunda şunları söyler:

 

“Mal-çokluğu kâlpleri bozar, günahları doğurur.

 

Mü’min, kardeşi açken doyasıya yiyemez.

 

Nerede bir bolluk görsem onun yanı-başında mutlaka “çiğnenmiş bir hak” görmüşümdür.

 

Servet tutkusu bir çeşit şehvettir”.

 

Seyyid Kutup ise şöyle der:

 

“Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi”.

 

“Hz. Ömer’in öldürülmesinin nedeni buydu” diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki niye? Çünkü “zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” dedi. Bu söz zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i. Aslında bu, Hz. Ömer’den ziyâde İslâm’ın şehit edilmesi demekti.

 

Hz. Ali, devletin başına geçer-geçmez yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek aylıkları denkleştirip önemli politikacılardan Osman bin Hanife'ye ayda üç dirhem verirken, aynı yerde eşinin özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem maaş alıyordu.

 

Hz. Mûsa Tevrat’ta şöyle der: “Her yedi yılda bir toprakları yeniden paylaştırmak gerekir”.

 

Eyüp peygamber kitabında “Dula, öksüze, çıplağa, aç ve kimsesize yardım etmezsem, omuzum kürek kemiğinden düşsün, kolum bilek kemiğinden kırılsın” denmiştir.

 

..”Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

 

Âyette, geçen infak; (nafaka vermek) “sınıflar arasındaki sosyâl çukuru kapatmak” mânâsına gelir. Nifak, “çukur” demek. İnfak ise “çukuru doldurmak” demektir.

 

Hz. Ali bu âyetlerin, 4.000 dirhemden fazla olan malı Allah yolunda harcamayarak biriktirenler hakkında indiğini, Muâviye ise bu âyetlerle Ehl-i kitabın kastedildiğini ileri sürmekteydi.

 

Altın yasaktır. Fakat haram değildir. Aşırı cezp ediciliği nedeniyle böyle bir yasak uygulanmıştır. Servete köle olunmasın diye. Bu uygulamada altın herkese yasaktır. Fakat bâzı uyanıklar, bu yasağı sâdece erkeklere yasak olarak anlamak istediler ve kadınlara serbest bırakarak servetlerini kadınların üzerine gizlediler.

 

“Altın erkeklere haram ama kadınlara serbesttir” diyorlar. Aslında Tevbe 34 gereğince altını biriktirmek herkese haramdır. Ama ne yaptılar? “Sâdece erkeğe haramdır”a çevirdiler ve ellerindeki altınları kadınlarının kollarına dizdiler. Sonra bir de “altın erkeğe haramdır, kadına helâldir” diye bir hadis uydurdular. Süs olarak kullanacakları altınları-gümüşleri olabilir tabî ki, fakat bir amaç için olmayan birikmiş altın-gümüş herkese haramdır ve üç gün içinde elden çıkarılması gerekir.

 

Gandi:

 

“Altın prangalar demir olanlarından çok daha kötüdür” der.

 

Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar? Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  yaklaşık 18.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 6.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 6. 000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz? Neyden mahrum kalırlar? Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek tüketebilir.

 

“Yoksa insana 'her dileyip arzu ettiği' şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

Sokrates bir gün pazarda dolaşırken satılan şeylere bakıp: “Ne kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş. İnsanları gereksiz şeyleri almaya alıştırdılar. İnsanların sıkıntısı biraz da bu nedenledir. Çünkü gereksiz ihtiyaçlara para yetmiyor ve hiç-bir zaman da yetmez.

 

“Laissez-faire, laissez-passer”; “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi İslâm’da geçersizdir. Çünkü mülk Allah’ındır (lehülmülk) ve mülk, Allah nasıl emretmiş ise o şekilde kullanılmalıdır.

 

Bir de servet, zenginler söz-konusu olunca ihtiyaç, fakire söz-konusu olunca lüks oluyor. İslâm hukûkunda ihtiyaç genel olsun-özel olsun, zarûret sayılır.

 

Lüks mal haramdır, çünkü lüks, bölücüdür. Kime göre lüks? Bir şeyin lüks olması için birinde olması, binlerce kişide ise olmaması gerekir. Lüks isteyen kişi, o lüksün sâdece kendisinde ya da kendi gibi bir kesim insanın elinde olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip olmamasını, böylece ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın böyle bir şerefsizliği kabûl etmesi düşünülemez.

 

Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, büyüyen lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıdâ masrafı 30 milyar dolar. Her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor.

 

Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar.

 

Malcom X:

 

“Eğer bir şey başkalarına helâl ama size haram ise bilin ki o din Allâh'ın dîni değil, düşmanlarınızın dînidir” der.

 

Hugo Chavez:

 

“Dünyâ hepimizin ama küçük bir azınlık, Îsâ’yı çarmıha gerenlerin torunları, Dünyâ’nın tüm zenginliğini ele geçirdi” der.

 

Biriktirilmiş para “ölü” bir paradır. “Kenz”dir çünkü. Kenz hazîne ile aynı köktendir. Hazîne ise cenâze ile aynı köktendir. “Gömü” ile alâkalıdır. Kenz eden yâni gömüyü çıkaran artık cenâze ile meşgûl olur. Yine; hazînenin bir başka versiyonu olan “defîne” de aynıdır. Defîne, “defnolunmuş” olan, gömülmüş olan, ölmüş olan anlamındadır. Anlaşılıyor ki kenz, hazîne, defîne, cenâze, defn, gömü, ölü aynı şeydir. İhtiyaçtan fazla olan para, çürümüş kemikleri barındıran mezar gibidir. Mezar “ölüler”le alâkalıdır. Bir hayır gelmez. Sakınmak lâzım.

 

Zerkeş de “altın taşıyıcı” anlamındadır. Yâni işi, yaşamı boyunca sâdece altın toplamak olan, nerede altın ve para olsa oraya çekilen ya da nerede altın kokusunu alsa oraya ulaşmanın, onu çekmenin çaba ve heyecânı içinde olan bir adam, ya da hak ve bâtıl ölçüsü, değer tartısı altın olan veya sâdece altın taşıyan bir hamal olan bir adam...

 

Âyetin söylediği gibi mal (kenz), eşkiyâya/günahkâra yakışır, mü’mine değil. Mezarlarla uğraşanlar eşkiyâlardır. Kenz ile, yâni hazîne (cenâze), defîne (defn, gömü, ölü) ile ancak mezar soyguncuları olan “nebbaş”lar ilgilenir.

 

“Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler O’nundur. Şu-hâlde Rabbinizin hangi nîmetlerini yalanlayabilirsiniz?” (Rahmân  24-25).

 

Gemiler bilindiği gibi insanların çeşitli malzemeler kullanarak yaptığı araçlardır. Yâni doğal olarak Dünyâ’da hazır bulunana şeyler değildir. Buna rağmen Allah insanların yaptığı gemilerin bile Kendisi’nin olduğunu söylüyor ve “insanlar kendi yaptıkları şeylere bile mutlak olarak sâhip olamazlar” demeye getiriyor. Zîrâ ne de olsa hammadde O’nundur Belli sınırdan fazla olan her-şey insanı yoldan çıkarır. Nîmet, belli bir sınırdan fazla olduğunda “nîmet” olmaktan çıkar ve külfete döner. Bu nedenle Allah, insanlara ölçülü olarak bahşeder nîmetlerini. Allah insanlara serveti yâni malı-mülkü neden bol-bol vermediğini şu âyetle anlatır:

 

Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir” (Şûrâ 27).

 

Son-söz:

 

İslâm’ın servet hakkındaki hükmü “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir: 

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele (Tevbe 34).

 

“Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

 

Hârûn’a câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder