STK denilen Sivil Toplum
Kuruluşları, “küresel efendilerin” toplumları kontrôl etmek için oluşturdukları
bir yapılanma modelidir. Böylelikle hem düşüncelerini kilit bir toplum
üzerinden halka aktaracak, hem de bu konuda olası bir eleştiriye mâruz kalmadan
aracı bir kurum vâsıtasıyla Dünyâ’ya ihrâç edebileceklerdir. Bunun için
öncelikle, kendi seçtikleri ve onayladıkları kişileri ülkelerde iş-başına
getirirler. Bu kişilere bağlı olan toplumların STK’lar kurmalarını önerirler ve
bunun için ön-ayak olurlar. Bu kuruluşlara her türlü maddî yardımdan başka,
gerekli olan, kendi açılarından doğrulanmış ve kabûl edilmiş her bilgiyi
aktarırlar ve onlar da kendi toplumlarına bu doğrultuda aktarımlar yaparlar.
Böylelikle küresel güçler, kültürlerini, paradigmalarını, bakış-açılarını o ülkelerin
insanlarına bir îtiraz olmadan aktarıp kabûl ettirmiş olurlar.
Bu toplumların üyeleri
“sivil”dir. Sivillerden oluşur. Yâni asker olmayan, bir özelliği olmayan, toplumun
üniformalısı olmayan kişilerden oluşur. Fakat bu kuruluşlarda alınan kararlar kişilerin
salt kendi düşünceleri ve fikirleri değildir. Bu nedenle de eylemleri de
kendilerine has eylemler olmaz. Hâkim Dünyâ’nın, kültürün, ülkenin, ideolojinin
paradigmasını o ülkenin diline, anlayışına adapte etmek için kurulmuş olan
yerlerdir buralar. Bu kuruluşlar bu nedenle bir tür trafo görevi yaparlar. Zâten
mevcut paradigmaya aykırı davranmaları yasaktır. Bu nedenle böyle bir girişimde
bulunmazlar. Kendilerine usûlüne göre belletilmiş fikirlerin üretimini ve
seslendirmesini yaparlar sâdece. Aykırı görüşleri kabûl etmezler ve zâten
oralarda barındırmazlar. Dünyâ’da kurulmuş -STK anlamında- STK’ların tamâmı
aslında küresel güçlere hizmet ederler. Böylelikle tağutlar aracılığı ile
şeytana uyulmuş olur. Buraların paradigmalarını Dünyâ’daki
arzularına-beklentilerine-çıkarlarına-düşüncelerine aykırı görmeyenler bu
kuruluşlar için canla-başla çalışabilirler. Çünkü onların amaçları STK’ların
amaçlarıyla aynıdır: Çıkar.
Fakat müslümanlar için durum
böyle değildir, olmamalıdır. Çünkü müslümanların hiç-bir bozulmaya uğramamış
kitapları vardır ve 1.400 yıllık bir toplumsal yapılanma şekilleri vardır. Bu
yapılanmalar STK’lardan daha üstün ve etkilidirler. Bu nedenle müslümanların bu
tarz yapılanmalara ihtiyâcı yoktur, olmaz. Müslümanları bu yola iten sebep, oy
vererek destekleri siyâsi lîderler ya da bu siyâsi lîderleri destekleyen hoca-efendiler,
şeyler vs. dir. Câmi-merkezli cemaat yapılanması varken, müslümanların batıdan
ithâl bu tarz kuruluşlar kurmaları ve buralarda eylemlerde bulunmaları hem
anlaşılacak gibi değildir, hem de utanç vericidir. Çünkü buraların felsefesi ve
paradigması, Kur’ân’a aykırıdır. Buradaki düşünüş şekli ve felsefe, STK’ların
öne çıkardığı ideoloji ve düşünüş şekillerine çok çabuk uyum sağlıyor ve açıkça
aykırı olan Kur’ân âyetlerine aykırı yorumlarla farklı sonuçlara varıyorlar ve
toplumun anlayışlarını, disiplinlerini ve dolayısı ile ahlâklarını bozuyorlar.
Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’i iddialarla kurulan vakıflar, dernekler, sivil
toplum örgütleri, bu-gün canla-başla muhâfazakâr yapılara hizmet ediyor. Her
İslâm’i eğilim/cemaat/hizip Kur’ân-ı Kerim’e kendi istediğini söyletiyor. İslâm
bireyselleştiği için, İslâm’i otoritenin yerini keyfilikler aldığı için, temel
İslâm’i ilkeler zaman-dışı ilkeler hâline geliyor. İslâm’i ilkelerin zaman-dışı
ilkeler hâline getirildiği bir toplumda, müslümanlar, İslâm medeniyeti
tasavvuru etrâfında sınırsız güzellemeler yapabiliyor” der.
Bu kuruluşlar aynı-zamanda
İslâm’ı demokratikleştirme, ılımlılaştırma, protestanlaştırma ve “layt”laştırma
vazîfesini de üstlenmişlerdir. Başta eleştiri olmak üzere isyân ve savaş
düşüncesini bloke etmek için kâfirâne yorumlar üretilir ve yapılır buralarda.
“Eylemsiz bir din anlayışı” oluşturmak ana hedefleridir. Enes Günaslan:
“Artık sekülerizmin bütün kavram ve kurumlarıyla
bütünleşmiş bir kavramla karşı-karşıyayız. STK kavramı bizde çok yeni bir
kavram. Liberâl dünyâdan ithal ettiğimiz, liberâl içerikler üretmek zorunda
olan, totaliter yapıyı liberâlize eden bir yapılanma modeli. Batı, kaba bir
ifâdeyle ‘Sivil Toplum’u bir çeşit organizasyon kâbiliyeti olarak tanımlıyor.
Kavramı sosyolojik ya da akademik açıdan tartışmaktan ziyâde, müslüman toplum
için bu kavramın veya modelin ne anlam ifâde ettiği cihetinde bir yaklaşım
ortaya koymaya çalışalım:
Sivil toplum, insâni ve İslâm’i
talepleri, liberâl insan hakları kavramının sınırları içerisinde kalarak gündem
etmek durumundadır. İslâm’i bütüne yönelik bir talep liberâl akıl tarafından
reddedilmek durumundadır. İslâm’i mülâhazalarla hareket eden STK’lar bile
taleplerini liberâl aklın sınırları içerisinde sunmak zorunda kalıyorlar. STK’lar
sistemin bir-takım hususlarda restorasyona gitmesini talep edebilirler fakat
mevcut sistemin yapısal olarak değişimini talep edemezler. Devlet eliyle yürütülen projeler konusunda toplumu rehabilite edebilme
adına önemli bir pozisyon icrâ ederler. Meselâ çok yakın bir örneklik olarak
Abant platformları ve etkileri bu hususta irdelenmesi gereken bir madde olarak
zikredilebilir.
Fonksiyonel özellikleri üzerinden bir-kaç madde daha
sıralamakta fayda var. “STK’lar dînin tanımladığı kavramların referans
kaynaklarını sarsıcı etkiler yapabilir. Meselâ İslâm’ın ahlâk olarak
tanımladığı bir şeyi STK ‘etik’ olarak tanımlar. Akîdevi olarak nitelendirilmesi
gereken bir-takım meseleler içtihâdi meseleler olarak değerlendirilebilir.
Günah ve sevap gibi kavramları reel politik sınırlarla tanımlanabilir. Oysa
müslüman için Kur’ân’ın tanımladığı terminolojik sınırlar içinde hareket etme
söz-konusudur. Atomik bir yaklaşımla dîni yorum bütünden uzaklaştırılabilir.
Bireysel sorumluluklar, kurumsal yapılar üzerinden ikâme edilmeye
çalışılabilir. “İnsanlara gitmek” sorumluluğu rahatlatılmış olur. Artık
insanların size gelmesi durumu söz-konusudur.
Gelinen noktada sivil toplumlaşmayla birlikte
“muhâfazakâr” kimliğine sâhip bir sınıf oluştu. Bu-gün bu sınıf, İslâm’ın
özellikle siyâsal alanda inşâsına yönelik herhangi bir çabayı, mücâdeleyi bir
ütopya gibi görüyor. İslâm’ın siyâsal ve hukuksal alana yönelik herhangi bir
talebini hastalıklı bir talep olarak yorumlayabiliyorlar. Bu sınıf, statükonun
bu hâkim yaklaşımı karşısında risk almak ve karşı söylem üretmek yerine, bir
lâle-devri rahatlığı sergiliyor. STK’ların ekseriyetinin inşâ ettiği bu
niceliksel sınıfın kendi sistematiği içerisinde herhangi bir mücâdeleye,
îtirâza ve dava bilincine ihtiyaç hissedilmiyor. Bu tarzın, kamusal alanın
İslâm’i temeller noktasında dönüştürülmesine yönelik kaygıları her geçen gün
tükenmektedir” der.
Bir yazıda şunlar söylenir:
“Demokrasi
kuramında her düşünce ve görüş kendisini bir sivil toplum kuruluşu çatısı
altında ifâde edebilecek ve o grubun taleplerinin iktidar tarafından kabûl
görmesini sağlamak için mücâdele edecektir. Doğal olarak bu talepler sistem-içi
diyebileceğimiz hâl-i hazırda yürürlükte olan anayasaların öngördüğü hak ve
yükümlülükler çerçevesinde oluşmalıdır. Bunun ötesine geçecek türdeki
taleplerin sâhipleri, sistemin nezdinde derhâl sivil toplum kuruluşu olmaktan
çıkıp yasa-dışı terör örgütlerine dönüşmektedir. Dolayısıyla da kendilerine hiç-bir
hayat-hakkı tanınmamaktadır.
Demokratik
sistemlerde eşcinseller kendi aralarında evlenebilmek için dernek ve benzeri
sivil toplum kuruluşları altında birleşerek, iktidar sâhiplerini de oylarının
gücü ile tehdit ederek hak arayabilirler. Ama Allah’ın hükmüyle hükmedilmesi ve
anayasa ve yasaların ancak Allah’ın vahyine uygunluk içerisinde olması
gerektiğini savunan hiç-bir grup bu tür bir hakka kavuşamaz. Zîrâ bu tür
talepler demokrasinin temelleri ile çelişir. Demokratik yapının sâhiplerinin de
böylesi bir talebe geçit vermesi söz-konusu değildir ve olamaz da.
Madem öyle,
bir-takım müslümanların gerek Türkiye ve gerekse başka bâzı “halkı müslüman”
yönetimi “tâğut rejimler”den oluşan ülkelerde nasıl olup da sivil toplum
kuruluşları aracılığı ile hak taleplerini dile getirebileceklerine inanmalarını
anlamak mümkün değildir. Buna hiç-bir sistem müsaade etmez. Yâni müslümanlar
sistem içinde kalarak mı mücâdele etmeli yoksa dışına mı çıkmalı sorusunun cevâbı
bir tercih meselesi değildir. Çünkü sistem-içi araçlar ile mücâdele etmeyi
tercih ettiğinizde zâten İslâmî taleplerinizden vazgeçmiş oluyorsunuz. Bir başka
ifâdeyle, biz müslümanlar istesek de bu sistem-içi araçları kullanarak amacımıza
yürüyemeyiz. Bu ne İslâmî açıdan meşrûdur, ne de pratik açıdan mümkündür”.
STK’lar, cemaat bilincinden
uzak olduklarından, saçma-sapan düşünce ve eylemlerde de bulunurlar. Mücâhid
Gültekin:
“İslâm’i STK’lar hem alkôl, uyuşturucu, zinâ, LGBT (lezbiyen, gey, bi-seksüel ve transgender ), fuhuş vb. ahlâksızlıklardan
şikâyet ediyor, hem de bu sorunları vâr eden ve pekiştiren insan hakları,
demokrasi, liberâl özgürlükler, AB değerleri gibi kavramlara yaslanarak
kendilerini tanımlıyorlar. Hem âilenin çözülmesinden şikâyet ediyor, hem de
âileyi çözen toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının kavramlarıyla kadını
ve erkeği tanımlayabiliyor. Yada bu politikaların bu sorunlarla ilişkisini
göremiyor. Yine bir taraftan LGBT kurumlardan şikâyet ediyor ama onları
yasallaştıran ve hattâ eleştirilmesini bile şiddet ve cinsel ayrımcılık olarak
kodlayan İstanbul Sözleşmesi’ni muhâfazakâr iktidarların imzâladığını
bilmiyorlar” der..
Bu kuruluşların yapıları
İslâm’ın yapılanmasına aykırıdır. Buralarda Kur’ân ve sünnet ile uyumlu
fikirler ve düşüncelerin oluşması çok zordur. Çünkü buralardaki ana-felsefe ve
düşünce “yeni” olana bağlıdır. Sürekli yeni yorumlar yapılır ve bu yorumlar İslâm’ın
1.400 yıllık süreci tamâmen göz-ardı edilerek yapılan yorumlardır, sünnet göz-ardı
edilerek yapılan yorumlardır. Dediğimiz gibi; eyleme karşıdır zîrâ. Çünkü “modern
zamandayız” anlayışıyla eylemden %100
kopuk olan yorumlar yapılır buralarda ve topluma bir şekilde aktarılan
bu yorumlar, insanların İslâm-merkezli düşünmelerini olumsuz olarak etkiler.
Hani bir laf vardır ya: “İmam osurursa cemaat sıçar” diye, işte buralardan
çıkan yorumlar, halka geldiğinde daha da bozulmaya uygun olan yorumlardır.
Bünyamin Zeran:
“Sivil-toplum esâsında yalnızca otoriter devlete karşı
mücâdele için vârolmamıştır. Avrupa toplumunda başlangıçta kilise ile
mücâdelede de sivil-toplum oluşmuştu. Şimdilerde ise kilise yada diyânet gibi
kurumlar sivil-toplum kategorisinde iş görmektedir.
Sivil-toplum her şeyden önce bütün beşerî
ilişkilerimizi dînin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir
kurguya sâhiptir. Gündelik hayâtın gayba ve Allah’ın rızâsına ilişkin boyutunu
ihmâl etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayâtın her zaman
inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli
îmâ eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sâbiteleri
olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil-toplum
tahayyülü, gayb ile müşâhede alanının, zâhir ile bâtının, siyâsal ile
sivil-toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile
tabiatın, uygarlık ile barbarlığın birbirlerinden ayrıştırılması temeline
dayanır” der.
Sivil-toplum ahlâk-merkezli
değil, etik-merkezlidir. Etik, toplumdan çok kişisel olduğundan, sivil-toplumun
katılımcıları, her ne kadar sık-sık bir-araya gelseler de ayrılık içindedirler.
Gerçek bir birlik ve berâberlikten uzaktırlar. Zîrâ kurumsaldırlar.
“Vay hâline şu namaz kılanların!. Namazlarından
gaflet içindedir onlar. Gösteriş yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı da
engellemektedirler”(Mâûn 4-7).
“Vay o namaz kılanların
hâline ki namazlarından gâfildirler. Çünkü namaz kılarlar ama, namazın-salâtın
bilinçlendirmesi-yöneltmesiyle yapmaları gereken en ufak bir yardımı bile
esirgerler” diyor âyet. İşte bunun gibi; “Vay o STK’lar kuranlara ki, yaptıklarından
gâfildirler. Çünkü en ufak olumlu ve İslâm’i bir eyleme bile geçmezler ve onu
hayâta aktarmayı ve onu hayâta hâkim kılmayı düşünmezler”. Çünkü buralar artık
İslâm’i cemaatler değildirler. Devletin arka-bahçesi olmuş ve devlete
perçemlerinden bağlı topluluklardır bunlar. Bu nedenle, bırakın böyle bir eylem
ortaya koymayı, eylemsel bir şey yapmayı düşünmekten bile dehşete düşüp korkuya
kapılırlar. Cemaat yerine sivil-toplum kuruluşu olan bu topluluklar elbette
iktidârın güdümünde-yedeğinde olacaklardır.
İsmâil Kara bu kuruluşlar
için şunları söyler:
“Türkiye'de sivil-toplum kuruluşu yoktur. Sivil-toplum
kuruluşu gibi gözükenler ya Ankara'nın yâhut başka siyâsi merkezlerin
gölgesinde ve tahakkümündedir. “Yarı-resmî kuruluşlar” demek daha doğru bence.
Bizdeki üniversitelere, belediyelere, sendikalara, vakıflara, derneklere bakın,
sonra da ne kadar sivil olduklarına karar verin. Cemaatlerin derin bir
sistem tasavvurları, devlet fikirleri ve tenkitleri yoktur. Bu da Türkiye'ye
müdâhalenin aracı olarak kullanılabilirlik ihtimâllerini artırıyor. Cemaat
ve târikatların da siyâsî merkeze ve devlete karşı konumları, düşünceleri ve
davranış biçimleri çok taraflıdır. Önce zihniyet-dünyâları îtibâriyle devletçi
ve merkeziyetçi olduklarını söyleyebiliriz. Türkiye'de bu aynı-zamanda
askerlere yakın olmak demek. Bu noktada milliyetçi ve muhâfazakâr çevrelere
hayli yakınlaşırlar. “Devlet bizimdir ama başkalarının, yabancıların elindedir,
bizim elimize geçerse mesele hallolacak” diye düşünürler. İslâm rejim düşmanlığı
yapan veya sert siyâsi söylemleri ve tenkitleri benimseyen radikâl
İslâm’cılardan hoşlanmazlar. Dinle siyâset arasındaki gerilimin artmasını
değil, hafiflemesini isterler. Cemaat dayanışması içinde kendi
eksikliklerini görmüyorlar, kendilerine güvenlerinin arkasının boş olduğunu
fark etmiyorlar, tenkide açık değiller, bunlar da kullanılabilirlik
ihtimâllerini yükseltiyor”.
Abdurrahman
Arslan:
“Sivil toplum olma hâlinden önce gelen ve meselenin
esâsını oluşturan “sivilite” mücâdelesi; her-şeyden önce “birey olma” hikâyesi,
aynı-zamanda bir özgürlük ve özgürleşme sürecidir. Eşit ve özgür vatandaş
olmak, yâni sivil bir kimliğe ulaşarak modernitenin öngördüğü kendi-kendine
yeterli, totâl bir varlık olmak; aynı-zamanda İslâm’ın öngördüğü “âlem
tasavvuru” sunan cemaate âit olma hâlinin terk edilme hikâyesi sayılır.
Sivil toplum her-şeyden önce bütün beşerî
ilişkilerimizi dînin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir
kurguya sâhiptir. Gündelik hayâtın gayba ve Allah’ın rızâsına ilişkin boyutunu
ihmâl etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayâtın her zaman
inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli
îmâ eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sâbiteleri
olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil toplum
tahayyülü; gayb ile müşâhede alanının, zâhir ile bâtının, siyâsal ile sivil
toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile tabiatın,
uygarlık ile barbarlığın bir-birinden ayrıştırılması temeline dayanır.
İslam sivilitenin “birey” olarak kavramsallaştırılmış
insan anlayışına îtirâz ederek, kendisi için “mü’min/kul”; toplum veya “sivil
toplum” kavramsallaştırılmasının yerine de “cemaat”i öngörmektedir” “Modern
hayat biçiminin bizzat kendisi ilerlemeye göre ve ilerleme tarafından
kurumsallaştırılmıştır. İnsan ilerlemenin kurumsallığı içinde ondan gelen
beklentilere göre sâdece bir idrak biçimi değil, aynı-zamanda bir “huy”
kazanmış hâldedir. Dolayısı ile bu çabayı gösterenler İslâm’ın hakîkatini, kendi
geleneği içindeki anlaşılma ve tecrübe edilme biçiminden kopartarak/yalıtarak,
onu salt aklın nesnesi durumuna düşürmek gibi, hedefi İslâm’ın dışında
tanımlanmış bir gayretin içindedirler” der.
Sivil Toplum
Kuruluşları, fitne-merkezleri olan think-tank’lerin
izdüşümleridir. Onların küresel projelerinin yerel uygulayıcısıdırlar.
Bizim evlerimiz var, câmilerimiz
var, vakıflarımız var. Bu yapılar büyük bir medeniyet kurdu ve bu medeniyeti
çoğalttı, korudu. STK’lar gibi yapılara ihtiyâcımız yok. Allah’ın bize
toplanmak için gösterdiği ilk yer, evlerimizdir ki en uygun yerlerdir buralar:
“Biz de Mûsa ve kardeşine, “Şehirde
kavminiz için bâzı evleri sığınak, karargâh ve merkez edinin, o evlerinizi de
mescide dönüştürün, oralarda namazınıza devamlı ve kararlı olun ve sen ey Mûsa!
İnananları Allah'ın yardımıyla müjdele” (Yûnus 87).
“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh
edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de
süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve
elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve
çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister” (Ahzab 33).
Dâr-ûl Erkam varken, Dâr-un
Nedve’ye gerek yok ve zâten İslâm’â karşı kararların alındığı yerdir Dâr-un
Nedve. İşte STK’lar da modern Dâr-un Nedve’lerdir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder