“Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her âyeti
(delîli) getirsen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine
uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine (bile) uymaz. Andolsun,
eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak
olursan, o zaman gerçekten zâlimlerden olursun” (Bakara 145).
Medya, bir “gündem belirleme”
aracıdır. Medyanın sâhipleri ise, belirledikleri gündem üzerinden, hem maddî
çıkarlar elde etmek, hem de Dünyâ’nın yönetimine katılmak isterler ki bu konuda
hemen her zaman da başarılı olurlar. Gündemi belirleyenler, gündeme göre
hareket eden insanları arkalarına almışlar demektir çünkü. İnsanlar ise gündeme
göre hareket ederler. Çünkü insanların çoğunluğu, “gündem belirleyecek”
kapasitede değildirler ve zâten buna dirâyetleri ve güçleri de yoktur. Bu
nedenle de belirlenen gündemlerin oyuncağı olurlar ve deverân böylece sürüp
gider.
Gündemi belirleyenler,
Dünyâ’nın siyâsetini, ekonomisini, hâl ve hareketini belirliyorlar ve halk da
buna göre hareket ediyor. Aslında tâğut-merkezli insanların gündem belirlemesi,
bir nevî “kader belirleme” oluyor ki, bu belirleme, %99.99 gündemi
belirleyenlerin çıkarına göre olduğu için, halkın aleyhinedir. Fakat gündemi
belirleyenler her zaman “kurnazlardan” oluştuğu için, bu kurnazlar, halkı da
küstürmeyecek ve bir isyâna sürüklemeyecek oranda belirler gündemi ve siyâseti
(kânunları). Fakat bu durum, halkın ne kadar tüketeceği, ne kadar üreteceği, ne
zaman okula gideceği, ne kadar okuyabileceği (çünkü asgâri ücretlinin çocuğunun
-eğer cins bir kafaya sâhip değilse- nereye kadar okuyabileceği bellidir), ne
zaman evleneceği, kaç çocuk yapacağı (hattâ eşiyle ne kadar sürede bir ilişkiye
gireceği), ne yiyeceği, ne içeceği, ne giyeceği vs. belirlemeyi değiştirmez.
Gündem bu nedenle nitelik olarak değişmez ve nicelik olarak hep aynı kalır.
Aslında gündem oluşturmak, “siyâset
oluşturmak” demektir ve oluşturulan insan-merkezli bu siyâset, alınan kararların
toplumda nasıl yankı bulacağını ölçmek ve siyâseti-kânunları ona göre
belirleyerek Dünyâ’yı yönetenlerin, insanların tepkilerini kontrôl altında
tutmak için yaptıkları bir çeşit yozlaştırma şeklidir. Halkın genelini
yozlaştırırlar ki kendi çıkar ve haz-merkezli hayatları sürüp gitsin. Bu kontrôl
altında tutma şekli her dönemde farklı olmuştur. İletişim çağı denilen modern zamanlarda
ise bu kontrôl seviyesi çok artmış ve insanların kontrôl edilmedikleri bir
yanları kalmamıştır. Hattâ öyle bir duruma gelinmiştir ki, (a)sosyâl-medya ile birlikte
insanlar her-şeylerini isteyerek ve severek açıkladıkları ve her yerde
paylaştıkları için, baştakilerin, insanları kontrôl etmeleri için özel bir çaba
sarf-etmelerine gerek kalmamıştır. Ne ilginçtir ki modern insan, ahtapot gibi
kollarla kontrôl edilmekten hoşlanmaktadır, haz almaktadır, orgazm olmaktadır
ve sosyâl-medya denilen ortamlarda “tâkipçi” denilen kişiler tarafından tâkibinin
yapılması bir üstünlük, bir gurur-kaynağı sayılmaktadır. Sosyâl-medya fenomeni
olmak bir ayrıcalık olarak görülmektedir ve insanlar, kişilerin değerini
“tâkipçileri” oranında ölçmektedirler. Yâni ne kadar tâkipçin varsa, o kadar
değerin oluyor ve o derece “sanal tatmin”e ulaşabiliyorsun. Sanal gündemin
ölçüsü budur. Artık yönetenlerin bu şekilde kolayca kontrôl edebildikleri
insanlar için gündem belirlemesi işten bile değildir. Artık, kendi çıkarlarına,
halkın ise aleyhine olan istedikleri gündemi bağıra-bağıra, göstere-göstere
belirleyebilmektedirler. İnsanlar ise buna ses çıkar(a)mamaktadır. Çünkü
belirlenen gündemler kendi isteklerine ve zevklerine göre çıkarıldığı için istekleriyle
ve alışkanlıklarıyla uyumludur.
Eskiden baştakiler,
çıkarılacak kânunları-yasaları, çığırtkanların davul çalarak ve yüksek sesle
yaptıkları duyurularla halka bildirirlerdi. Bu şekilde gündemi belirlerlerdi. Böylece bu duyurular halk arasında dilden-dile
aktarılıp duyurulur ve mecbûren halk tarafından değerlendirmeye tâbi tutulurdu.
Halk bunu mecbûren konuşup değerlendirirdi ve hoşnut kalmadıkları yönler açığa
çıkardı. Bu bir çeşit eleştiri idi. Yöneticiler de çoğu-zaman bu eleştiriyi
göz-önüne almak mecbûriyetinde kalırlardı. Tabi bu durum istedikleri kânunları
çıkararak istedikleri gündemi belirlemek isteyen yöneticiler için istenmeyen
bir durumdu ve bu nedenle de “sıkıntı” oluyordu.
Fakat artık gündemler medya
aracılığı kolayca belirleniyor ve insanlar sosyâl-medya aracılığı ile her isteklerini-özlemlerini-arzularını-açıklarını
neredeyse hiç-bir gizlilik kalmaksızın açıklayınca, yöneticiler de insanların
bu genel isteklerine ve durumlarına bakarak ve çözümleme yaparak siyâset ve
gündem belirliyorlar. Tabi birileri de buna göre üretim yapıyor. Yâni artık
yöneticilik yapmak kolay hâle geldi. “Halk sorunu” ortadan kalktı. Çünkü gündem
artık, halkın genel durumuna göre belirleniyor ama bu gündem yine halkın
isteyerek medya aracılığı ile bile-isteye ve seve-seve açıkladıklarıyla
netleşiyor. Bir, “sebep-sonuç ve sonuç sebep” durumu çıkıyor ortaya. İnsanlar
birilerinin yaptığına ürettiğine göre düşünüyor ve ihtiyaç duyuyor ve ihtiyaç duyduğu
şey bir-şekilde üretiliyor. İnsanlar böylece hem belirleyen hem de
belirlenen oluyor ki, demokrasi denen melânet aslında budur.
Teknoloji insanların durumlarını
belirlemede en büyük araç. Küresel sermâyedarlar Dünyâ tüketimini hem
özendiriyorlar, hem belirliyorlar hem de insanlara belirletiyorlar. Yâni
insanlar gündemin hem belirleyicisi (öznesi) hem de nesnesi oluyorlar. Fakat,
bu belirleme sonuçta insanların faydasına değil, sermâyedarların faydasına olan
bir belirlemedir.
Tüm belirlenimler açıkça
ortada artık. Birileri de bu belirtilere göre hem siyâseti hem de üretimi-tüketimi
belirliyorlar. Tüketimi üretime göre, üretimi de tüketime göre
düzenleyebiliyorlar. Ve böylece “üretim-tüketim”i belirliyorlar. Neyin tüketileceğini
ve ne kadar tüketileceğini belirliyorlar. Bunu teknolojilerle ve insanları
tutsak ettikleri bankaların “çıktılarıyla (dekont) kolayca kontrôl edebiliyorlar.
Ergün Diler:
“Bir çift gözle Dünyâ’yı gözleyen adamlar, yâni
Baronlar, kim nereye, ne harcar, ne kadar harcar, ne kadar elektrik yakar, ne
kadar su içer, ne kadar doğalgaz kullanır, arabasıyla ne kadar kilometre yapar,
çocuklarına nereden alış-veriş yapar, nereden yedirir-içirir, özel zevkleri
nelerdir, sevgilisine ne alır, doğum günlerini nasıl kutlar gibi onlarca sorunun
cevabını VİSA ve MAESTRO ile bulurlar! Yâni kredi-kartları Dünyâ’da hiç-bir
istihbarat şirketinin ulaşamayacağı, erişemeyeceği ve toplayamayacağı bilgileri
bir araya getirir ve biriktirir! (Hattâ kredi-kartlarının dokümanlarına
bakarak karı-koca arasındaki ilişki sayısını bile kontrol edebiliyorlar kondom
kullanımına bakarak. Kişinin ana-babasının bile bilmediği harcamaları
biliyorlar. H.G.)
Dünyâ’nın en güzel arşividir!. İstediğiniz kadar
geriye gidersiniz. Türkler dedelerinin dedesini bilmezken, bu adamlar attığımız
her adımı ve şeceremizi bilirler. Kimin paraya ne kadar ihtiyâcı olduğu
bilgisi bunlar için ayrıca önemlidir, para ile açarlar her kapıyı...
Herkesin gizli bilançoları bunların elindedir. Her ülkede, daha doğrusu önem
verdikleri yerlerde, patronlar yaratırlar. Bizde de vardır”der.
Tek-dünyâlı olan, yâni âhireti
hesâba katmayan dünyâ-insanlarının nefs-merkezli hazza oynamalarını
anlayabiliriz. Onlar Dünyâ’yı cennet gibi yaşamak isterler ve bunu hedeflerler.
Bu nedenle tüm bu anlattıklarımız onlar için anlamsız ve önemsiz olabilir
(Gerçi onlar da fıtratlarına aykırı davrandıklarından sorumludurlar ve
müslümanlar buna duyarsız kalamazlar). Peki müslümanlara ne oluyor?. Onlar da
mı şeytanın emrindeki tâğutların gündemine göre hareket edecekler?. O zaman müslümanlığın
ne ayrıcalığı olacak ve farkı kalacak?. Tabi modern zamanlarda olduğu gibi,
dîni vicdanlara hapsedip “sâdece zihinde yaşamak” düşüncesi benimsenirse (lâiklik)
böyle olması normâldir.
Müslümanlar tâğutların
belirlediği gündemleri sıkı-sıkıya tâkip ediyor. İslâm’a ters olarak ne zaman
okula başlayacağından tutun, ne zaman çalışmaya başlayacağına, askerliği ne
zaman ne kadar süre yapacağına, ne zaman evleneceğine, kaç çocuk yapacağına, ne
zaman emekli olacağına, ne yiyeceğine, ne içeceğine, ne giyeceğine, neyi
konuşacağına, nasıl davranacağına, insan ilişkilerine, evlerine, işlerine,
tavırlarına, âile ilişkilerine, eğlencesine, eş seçimine, zevklerine, vaktini
nasıl geçireceğine ve hattâ mâneviyatını nasıl, ne kadar, hangi doğrultuda belirleyeceğine
tâğutlar karar veriyor. Onlar, gündemi belirleyerek yapıyor bunları. Bu nedenle
de gündemi belirliyor ve dolayısı ile Dünyâ’yı da onlar kontrôl ediyor.
Müslümanların gündemini ve hayâtını Kur’ân ve sünnet belirleyeceğine, tâğutlar
belirliyor. Yâni nefs belirliyor, şeytan belirliyor. Müslümanların bu
gündemlere hiç-bir îtirazları yok, îtirâz edecek çapları, dirâyetleri ve
donanımları da yok. Tam bir kontrôl altındalar zîrâ. Ahtapot gibi sarılıp
kuşatılmışlar ve hattâ bu belirlenimden ve kuşatmadan zevk almaya başlamışlardır.
Tecâvüzcüsüne aşık olan kadın gibi olmuşlar (Stockholm Sendromu). İsyân edip
savaş açmaları gereken mercileri-ürünleri-düşünceleri baş-tâcı etmişler ve
ayakta alkışlıyorlar, sımsıkı sarılmışlar tâğutların belirlemelerine.
Tapıyorlar âdeta. Domuz gibi hiç-bir şeyini ayırmadan kabûl ediyorlar ve
tüketip sindiriyorlar. Atasoy Müftüoğlu:
“Şunun bilinmesi gerekiyor: Biz
şu-anda kendi yolumuzda değil, kolonyalistlerin bizim için açtıkları yollarda
yürüyoruz” der.
Oysa Allah Kur’ân’da şöyle
der:
“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş
edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir
sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından
dışa vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size âyetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz” (Âl-i İmran 118).
Halbuki müslümanların
gündemini Kur’ân belirler. Teorisini Kur’ân’ın belirlediği gündemin eylemini ve
hareket metodunu da yine teorik olarak Kur’ân belirlerken, pratik olarak da “sünnet”
belirler. Sünnet, Kur’ân’ın pratiğidir çünkü. Kur’ân bir “belirleme kitabı”dır,
“gündem kitabı”dır. Mü’min, Kur’ân’ın gündemine göre hareket eden kişidir.
Müslüman, tâğutun gündemine karşı İslâm’ın gündemine uyan kişidir. Kur’ân kendi
gündeminden başka gündemlere kapılmalara karşı uyarır inananları ve bir-çok
yerde nasıl davranmaları gerektiğini gösterir:
“Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara
az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtında
kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı
bulamazdın” (İsrâ 74-75).
“Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu
ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. Şunların hiç-birine
itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz
getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip
sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, zorba-saygısız, sonra da kulağı
kesik; mal (servet) ve çocuklar sâhibi oldu diye, ona âyetlerimiz
okunduğu zaman: '(bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır' diyen” (Kalem 9-15).
“De ki: Ey kâfirler!. Ben sizin taptıklarınıza
tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza
tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz
size, benim dînim bana” (Kâfirûn
Sûresi).
Kur’ân ne zaman yiyip-içmeyi
bırakacağımız ve neleri yiyip içeceğimizi belirler:
“Ramazan ayı... İnsanlar için hidâyet olan ve doğru
yolu ve (hak ile bâtılı bir-birinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’ân
onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şâhid olursa (erişirse) artık onu
tutsun. Kim hasta yada yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer
günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık)
sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidâyete) ulaştırmasına karşılık
Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz” (Bakara 185).
“De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını
okuyayım: O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin,
yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -sizin de, onların da
rızıklarını biz vermekteyiz-. Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına
yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı
kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl
erdirirsiniz” (En-âm 151).
Ne yapmamız gerektiğini
söyler:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a îman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette
kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden îman edenler vardır, fakat çoğunluğu
fıska sapanlardır” (Âl-i İmran 110).
Davranışlarımızı, hâl-hareketlerimizi
belirler:
“Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, ma’rufu emret,
münkerden sakındır ve sana isâbet eden (musîbetler)e karşı sabret. Çünkü
bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir. İnsanlara yanağını çevirip
(büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp
böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek
perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir” (Lokman 17-19).
Ramazan Yılmaz:
“Beşerî, küfür sistemlerinin belirlediği kurallara
uymak, onların gündemine göre hareket etmektir. Çünkü kânunları, yasaları ve
kuralları onlar denetleyecek, insanların bu kurallara göre hareket
edip-etmediklerini kontrôl edeceklerdir. Bu durumda, onların yasalarına göre
hareket edenler ister-istemez göz-önünde bulundurarak davranışlarını onlara
göre düzenleyeceklerdir.
Beşerî-tâğûti sistemlerin kurallarına göre hareket
etmek hem zillettir hem de sünnetullahtaki dâvet metodunu terk etmektir ki bu
sapıklık ve yüce Allah’a isyândır. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devâm eden
tevhid-şirk mücâdelesinde tüm risâlet önderleri ve onları tâkip eden tevhid
erleri, kendi dönemlerinde kendi gündemlerini belirlemiş, müşrikleri ve
azgınlığı yol edinen zorbalar onların gündemine göre hareket etmişlerdir.
Tevhîdi mücâdelede gündemi mutlakâ mü’minler
belirlemeli, muhâtapları mü’minlerin belirledikleri gündem içerisinde
kendilerine konum belirlemelidirler. Gündemi müşriklerin belirlediği bir
ortamda tevhîdi esaslara dâvetin başarılı olması ve insanlara ulaştırılması
mümkün değildir, bu nedenle Hz. Muhammed müşriklerin tekliflerine sıcak
bakmamış ve ânında ret etmiştir” der.
Evet; Kur’ân bir gündem kitabıdır
ve gündemi tüm zamanlar ve mekânlar için belirlenmiştir. Müslümanlar-mü’minler
buna uymakla mükelleftirler. Kur’ân’a uymadıkları en küçük bir noktada bile
şeytanın-tâğutların direktiflerine uymaya başlarlar. Peygamberimiz müşriklerin
belirleyeceği hiç-bir gündemi kabûl etmemiş ve hiç-bir gündeme uymamıştır. Çok
câzip gibi duran teklifleri bile tersleyerek bakın nasıl geri çevirmiştir:
Müşrikler
Peygamberimiz (s.a.v)’e şu teklifi yapıyorlar; “Ya Muhammed! Seni Arap Yarımadası’nın reisi yapalım, Kâbe’nin
anahtarlarını sana verelim, seni en zenginimiz yapalım, kızlarımızın en güzelini
sana verelim, sen yine peygamberliğini yap ama bizim ilahlarımıza, putlarımıza
laf deme, sâdece biraz tâviz ver”. Peygamberimiz (s.a.v)
başkanlığı, gücü, zenginliği, akraba bağlarını elimde bulundurursam birazcık
tâviz versek de İslâmiyet’i daha çabuk yayarız, işlerimizi daha rahat hâllederiz
demedi. “Bir elime Güneş’i bir elime Ay’ı verseniz de, aslâ dâvamdan vazgeçmem,
tâviz vermem” buyurdu.
Yine müslümanların bir kısmı;
şeyhlerini, efendilerini rableştirerek onların tam da dediği gibi hareket
ediyorlar. Onların belirlediği gündemlere göre yaşıyorlar ki bu tutum İslâm’a
aykırıdır. Allah’ı-Kur’ân’ı-Peygamberi değil de şeyhleri, efendileri, hocaları,
tâğutları dinlemek ve onların istediği gibi hareket etmek yâni yaşamak, onları “veli
edinmek” demektir:
“Onlar, Allah’ın berisinden
bilginlerini ve din-adamlarını, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa
ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiç-bir
ilah yoktur; O, onların ortak koştukları her-şeyden münezzehtir” (Tevbe 31).
Bu âyeti duyan Adiy ibni
Hatem îtirâz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı
Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah
şöyle buyurdu: Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram
kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?. Adiy ibni Hatem
“evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.
Rab; “hüküm koyucu”
demektir. Hüküm yalnız Yüce Allah’ındır, Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette,
rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını
kabûl etmez.
“Allah'ın dışında başka veliler (belirleyiciler, gündem oluşturanlar) edinenlerin örneği, kendine ev edinen
örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek
evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).
Son söz: Gündem belirleyen,
gündemi belirlenenden üstündür. Gündem belirleyenlerin en hayırlısı ise
Allah’tır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder