Müslümanların değer-ölçüleri,
Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısından sonra değişmeye başlamıştır. Çünkü
artık refah seviyesinde bir artış olmuş fakat bu refah âdil bir paylaşıma tâbi
tutulmamaya başlamıştı. Bu nedenle de başta Ebu Zerr olmak üzere gidişattan
hoşlanmayanlar eleştiri, îtiraz ve isyân sözlerini seslendiriyorlardı. Zîrâ Kur’ân-sünnet-sevgi-merhâmet
merkezli düşünme, inanma ve yaşam-tarzı değişmiş, halk arasında maddî anlamda
bâriz farklar oluşmaya başlamıştı. Oysa Hz. Ömer bu farkı önlemek için zengin
kesim ile ters düşmüş ve bu farkı zor kullanarak da olsa değiştireceğini ve adâleti
sağlayacağını söylediği ve bu uğurda adımlar da attığı için suikasta uğrayıp
şehit edilmişti. Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali de aynı yönde bir tutum takınınca,
Hz. Ömer’in başına gelen şey daha genişletilmiş bir şekilde onun da başına
gelmişti. Çünkü artık müslümanların, fetihler nedeniyle sınırları ve refahları
artmış, madden zenginleşmişlerdi. Madden zenginleşen müslümanlar, maddî
gelişmeyle birlikte mânevi olarak da inkişâf etmeyince, terâzinin ayarı bozulmaya
başlamıştı. Fetihler (yada bâzı yerler için işgâller) sonunda farklı yaşam-tarzlarıyla
karşılaşmışlar, bu yaşam-tarzlarından vahye ters bir şekilde etkilenmişlerdi.
Bu negatif etkileşim, maddî gelişimin yanında, “mânevi gerileyiş”tir. Artık
müslümanların ana-gündemleri ve değer-ölçüleri, başta yöneticiler olmak üzere büyük
kesim için, vahiy-sünnet-adâlet merkezli değil; refah-hırs-ihtiras merkezli olmaya
başlamıştı.
Bu durum, Emeviler devrinde
Ömer bin Abdulaziz dönemi ve ondan sonra da bir-kaç sene süren bir dönem için
geçerli olmasa bile, ayyuka çıkmıştı. Bu devirde “tekrar adâlete dönme”
çabaları çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Emeviler’den sonra bir “umut” olarak
görülen Abbâsiler de, siyâsi anlamda bâzı iyi yönde farklı davranışlarda
bulunsalar da, iş paraya-maddiyata gelince, çok da değişen bir şey olmadığı
kısa zamanda görüldü. Böylelikle anlaşıldı ki, müslümanların “yumuşak karnı”
para ve refah yâni Peygamberimizin en çok korktuğu şey idi:
“Hakkınızda en çok korktuğum
şeylerden birisi de, benden sonra size Dünyâ nîmet ve ziynetlerinin açılması
(sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır)” (Buhâri, Müslim).
Artık müslümanların dînî bağlılıkları
gevşemiş ve mutlak anlamda olmasa da ayrılıklar baş göstermeye başlamıştı.
Müslümanlar, Kur’ân ve sünnet değer-ölçüsü olmaktan çıkınca farklı değer-ölçülerine
bağlanmışlardı. Meselâ Emeviler adâlet eksenli değil de ırkçı-milliyetçi
değerlere bağlı kalarak “Arapçılık” yapmaya başlamışlar ve hakkı göz-ardı
etmişlerdi. Bunun sonucunda yeni fethedilen yerlerdeki insanları İslâmî anlamda
değil, ekonomik anlamda kullanmak istediler ve bu da o milletlerin Emeviler’e
ve zâten çok büyük ölçüde üstü örtülmüş (mehcûr) olan Kur’ân-sünnet merkezli
anlayışa düşman olmasalar bile şüpheyle bakmaya ve saygı duymamaya başlamasına
neden olmuştu. Artık fetihler salt siyâsi amaçlarla yapılmaya başlanmış ve “gönüllerin
fethi”, “çıkarların azalacağı endişesiyle” es geçilmiştir çok büyük ölçüde.
İşte tam da bu zamanda bu
kötü siyâsi ortamı kullanan fethedilmiş bölge insanları, eski inançlarını İslâm
ile karıştırarak sanki “İslâm’dan” gibi göstermişler ve müslümanları
disiplinden koparacak anlayışlar geliştirerek dünyevileşmenin üstüne tüy
dikmişlerdir. Böylece yeni değer-ölçüleri çıkmıştır ortaya. Bu dönemde Kur’ân’a
ve sünnete neredeyse taban-tabana zıt fikirler ve düşünceler türemiştir. Bâtıni-tasavvufî
aşırı ve bâtıl anlayışlar zâten her zaman sünnetullah gereği, siyâsi ortamın bozulduğu,
adâletin azaldığı yada bittiği zamanlarda ortaya çıkarlar. Çünkü insanlar böyle
zamanlarda ve dönemlerde zulme karşı, hakka dayalı olmayan yorumlamalar ve
anlayışlar da geliştirebilirler ve bu yapılan şey insanlara ters gelmez böyle
ortamlarda. Bu düşünceler-inançlar zamanla da akide hâline gelir. Meselâ bu
konuya güzel bir örnek olarak Türkler, Emeviler’in ve daha sonra da
Abbasiler’in yanlış siyâsetleri nedeniyle, dîni, Kur’ân-sünnet merkezli
kaynaklardan değil de, bâtıni dâilerden ve çok sıkı-fıkı oldukları acemlerden
öğrenmişler, o bölgelerde uzun yıllardır hâkim olmuş bâtıl ve aşırı şii-bâtıni-tasavvufi
inançları kendi eski dinleriyle sentezleyerek bir din-anlayışı oluşturmuşlar ve
artık değer-ölçülerini de bu inançların belirlemiş olduğu tasavvurlarına göre
yönlendirmişlerdir.
Abbasiler
döneminde çevirileri yapılmaya başlanan Eski Yunan kaynaklarının ve yeni fethedilen
ülkelerin inançlarıyla oluşan dînî sentez de yeni değer-ölçüleri belirlemiştir
ve Kur’ân ve sünnetten uzaklaşma artmıştır. Temeli çok sağlam atılan İslâm-dîni
vesîlesiyle, yeni fikirler-inançlar sebebiyle sarsılan müslümanlar, yıpransalar
da bu fikrî dalgayı atlaşmışlar ve medeniyetlerini -biraz sarsıntıya uğrasa da-
sürdürebilmişlerdir. Fakat bu bâtıl inançlar da alttan-alta akmaya devâm etmiştir.
Bu inançlar için kısaca, “dünyevileşmenin felsefesi” diyebiliriz.
12. yüzyıla gelindiğinde ise müslümanlar hem alttan-alta
akmış ve yayılmış olan bu bâtıl düşünceler-inançlar nedeniyle dirâyetlerini
kaybetmişler, hem de dünyevileşmeleri artmıştır. Değer-ölçüsü mânevi olandan
maddî olana dönmüş ve “ölçü”yü kaçırmışlardır. Bu bâtıl anlayışların
yönlendirmesiyle oluşan yanlış siyâsetler sebebiyle ve de “içtihad kapısının
kapanmasıyla” da artık her-şey “Allah’tan” görülmeye başlanarak, “her ne olursa
iyidir” anlayışı hâkim olmuş ve müslümanlar “dik-duruş”larını büyük ölçüde
yitirmişlerdir. İşte sünnetullah gereğince bunun cezâsı Moğollar aracılığı ile
doğu’dan gelirken, Haçlılar aracılığı ile de batı’dan gelmiştir. Aslında bu iki
büyük dalganın nedeni çok büyük ölçüde “dünyevî olan”la alâkalıdır. Çünkü bu
dalgaların sebebi dünyevîdir. Batı’dan gelen ilk dalga biraz zorlanarak bir-süre
sonra atlatılsa da ikinci büyük dalga olan Moğol akınları, müslümanları çok
yıpratmış, bir-zaman sonra da medeniyetlerini büyük oranda dağıtmıştır. Doğal
olarak böyle ortamlarda insanların değer-ölçülerinde büyük kırılmalar ve değişmeler
olur. Bu ikinci dalga, medeniyeti dağıtmış ve devletleri yıkmış ise de bir-zaman
sonra tekrar bir toparlanma olmuş ve eski inancını, anlayışını ve ölçüsünü
artık büyük ölçüde kaybetse de, müslümanlar ve görece İslâm, uzun bir süre daha
Dünyâ’da hâkim olmaya devâm edebilmiştir. Burada önemli olan şudur: Dünyevileşmenin
getirdiği pasiflik-ihtiras-hırs nedeniyle oluşan dirâyetsizlik, (zaman-zaman
toparlanmalar olsa da) müslümanlar içinde değer-ölçüsü olarak yer etmiştir. Bu
yanlış değer-ölçüsünün, müslümanları tamâmen dağıtmasını önleyen şey ise,
Endülüs’te devâm eden kültür-medeniyet ve Anadolu’da ortaya çıkan cihangir
devlet olan Osmanlı’dır. Fakat artık değer-ölçüsü Kur’ân-sünnet-adâlet merkezli
değil, bâtıl bâtıni-tasavvuf merkezli pasif inançlardır.
İkinci dalgayı da bu şekilde atlatan müslümanların,
son büyük dalga olan “üçüncü dalga”yla berâber dirençleri kırılmış ve artık “kılıçlar
işe yaramaz hâle geldiğinden” yeni dalgaya karşılık veremez duruma
düşmüşlerdir. Bu üçüncü dalga; Rönesans-aydınlanma-devrim-sanâyileşme-modernleşme
denilen batı uygarlığının oluşturduğu seküler uygarlık dalgasıdır. Askeri ve
siyâsi olarak hâlen güçlü dursa da, Kur’ân mehcûr (pasif) bırakıldığı için, ilim-kültür-medeniyet
olarak Kur’ân-sünnet değerinden ve ölçüsünden büyük ölçüde kopmuş olan
müslümanlar, bâtıni-tasavvufi pasif inançlarıyla, yeni gelişen bu dalgaya ilmî-kültürel
ve hattâ ahlâki olarak karşı koyamamışlardır. Çünkü zâten hem yıpranmış hem de
kendini geliştirememişlerdi. Zîrâ vahiy-merkezli olmayan bâtıni değer-ölçüsünün
buna karşı koyacak potansiyeli ve gücü yoktur.
İşte “Fransız Devrimi” ile ayyuka çıkan bu yeni
dalga, bir-süre sonra, hem son cihangir devlet Osmanlı’yı yıkmış, hem de ümmeti
dağıtmıştır ve batı uygarlığının ortaya çıkardığı ve İslâm ile bire-bir zıt
olan milliyetçilik ile insanlara yeni bir değer-ölçüsü sunmuş ve “ayrılıkları”
sevdirmiştir. Artık her parça (devletçik) kendi milliyeti ile övünmeye başlamış
ve bir-süre önce “can-kardeş” olduğu müslüman devletlerle “can düşman” olmuştur.
Artık “yeni bir heyecan” başlayana kadar, ümmetin bir-araya gelemeyeceği bir
duruma düşülmüştür. Üstelik bu yeni durum onları parçalayıp güçsüzleştiriyorken.
Bilindiği gibi milliyetçilik-ırkçılık maddî olanla ilgili olduğu için dünyevîdir.
Dünyevileşme hırsının zirveleştiği zamanların bir
sonucu olan 1. dünyâ-savaşından sonra 1950’ye kadar bâzı müslümanlar bir direnç
göstermişlerdir ve bu uğurda çalışmalar-gayretler sergilemişlerdir fakat 2.
dünyâ-savaşı ile başlayan “soğuk-savaş siyâseti”, bu gayretleri baltalamış ve
etkisini azaltmıştır. Nihâyet 1990’lara gelindiğinde sosyâlizmin çöküşü ve
kapitâlizmin zaferiyle çift-kutuplu Dünyâ-düzeni değişmiş ve kapitâlist-liberâl
merkezli tek-kutuplu ve tek-merkezli dünyâ-anlayışı ve siyâseti yerleşmiştir.
İşte; genelde tüm insanların, özelde ise konu ettiğimiz müslümanların
kişiliksizleşmesi, korkaklaşması, tembelleşmesi, pısırıklaşması ve kısaca “yozlaşması”
başlamıştır. Çünkü artık değer-ölçüleri gerçek anlamda Kur’ân ve sünnet olmaktan
neredeyse tamâmen çıkmıştır. Dünyevileşme din hâline gelmiştir.
Lâik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/modernist/konformist/demokratik/ılımlı/emperyâl/kürel/serbet
piyasa düşünceleri ve ideolojileri ile oluşmuş değer-ölçüleri, müslümanların da
aklını başından alarak onların da değer-ölçüsü olmuştur. 2.000’li yılların
başından îtibâren bu değer-ölçüsü insanlara dünyevî hazlardan başka bir değer
vermediği hâlde insanların yegâne değer-ölçüsü hâline gelmiştir. İnsanların
değer-ölçüsü, artık “çokluk”la ilgilidir. Hâlbuki Allah bu konuda insanları ve müslümanları
Kur’ân’da uyarmıştır-uyarıyor:
“(Mal, mülk
ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle
ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
En üzücü olan ise, dünyevileşmeye bir alternatif olan
ve hak-hakîkat-adâlet merkezli değer-ölçüsünü Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak
hayâta hâkim kılmakla yükümlü olan müslümanların da bu dünyevileşme dalgasına
kapılmalarıdır. Öyle ki, müslümanlar da, tâğutların tüm ülkeler gibi İslâm
ülkelerine de gönderdiği ve iş-başına getirdiği kişiler aracılığı ile
yerleştirilmiş olan modern değer-ölçülerini, dünyevileşmeye kapılarak
benimsemişlerdir. Hattâ ellerinden Kur’ân’ı düşürmeyen ve haftada 1 yada 2 kere
toplanıp Kur’ân okuyanlar ve Kur’ân dersleri yapanlar da bu rüzgâra-furyaya
kapılmışlar ve savrulmaktadırlar. Ellerinde Kur’ân var ama eylemleri Kur’ân’a
aykırı. Ellerinde Kur’ân varken, şeytan’ın fısıldamalarıyla Dünyâ’yı
yöneten ve yönlendiren tâğutların emirlerine göre hareket ediyorlar. Ellerinden
Kur’ân’ı bıraktıkları anda yada ders yapılan yerdeki kapıdan dışarıya adımlarını
attıkları anda, modern değer-ölçüsü olan dünyevileşmeye göre hareket etmeye başlıyorlar
ve tabi bu nedenle de müslümanların perişân hâllerinde bir değişme-düzelme
olmuyor ve Dünyâ’nın kötü durumu her geçen gün müslümanları daha az
ilgilendiriyor. Kur’ân’ı bir, “salt ahlâk kitabı” gibi, bir, “salt ders kitabı”
gibi okudukları için, hayâta döndüklerinde Kur’ân’a göre hareket etmiyorlar-edemiyorlar.
Müslümanlar, önlerinde diz çöktükleri ve bir-nevî taptıkları şeyhlerine; oy
verdikleri ve böylece onları eleştiriden muaf tuttukları siyâsi lîderlerine; âşık
oldukları ideolojilere ve böylece nihâyet tâğutlara ve şeytana kulluk etmiş
oluyorlar. Sünnetullah gereği de perişanlıkları ayyuka çıkıyor.
Müslümanlar yeniden; Kur’ân-sünnet-adâlet merkezli
düşünmeye ve eyleme dönmediklerinde, çok da uzun olmayan bir süreçte, bu yeni
modern-dünyevi değer-ölçüsü, ilk başta “öncelikli sorumlu olan müslümanları”,
sonra da tüm dünyâ-insanlarını -mâzallah- mahvedecek ve yok edecektir. Tâ ki, “yeni
bir değer ölçüsü, heyecan ve değişim” başlayana kadar..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder