Kast sistemi sanıldığı gibi
Hindistan ile başlamamıştır. Belki Hindistan, kast sistemini dîne
(reenkarnasyon) dayandırmada öncülük etmiştir. Kast sistemi:
“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir
halife vâr edeceğim’ demişti” (Bakara
30) hitâbıyla ve: “Ve meleklere: ‘Âdem’e
secde edin’ dedik. İblis hâriç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve
kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu” (Bakara 34) âyeti ile şeytanın emre
uymaması ile başlayan ve şeytanın, bu emre uymamasının nedeni olarak: “(Allah) dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni
secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni
ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’raf 129) sözü ile karşılık
vermesiyle başlamıştır. Şeytan, Âdem ve Havva’nın da: “Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok
olmayacak bir mülkü (mulkin lâ yeblâ)
haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120) sözü ile bir ayrıcalıktan bahsederek
akıllarını çelmiştir. Fakat Âdem ve Havvâ, şeytan’a uydukları anda,
heveslendikleri bu ayrıcalığın ne kadar “ayıp” olduğunu gördüler: “Böylece ikisi ondan yediler, hemen
ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından
yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı”
(Tâ-hâ 121) ve bundan dolayı af dilediler: “Sonra
Rabbi onu seçti, tevbesini kabûl etti ve doğru yola iletti” (Tâ-hâ 122).
Daha sonra Hâbil-Kâbil mücâdelesiyle devâm etmiştir bu süreç. Kâbil, bir ayrıcalık
elde etmek için kardeşi Hâbil’i öldürmüş ve bu iş böylece süre-gelmiştir.
Plâton’un “Devlet”inde de
görülen kast sistemi, doğuştan bâzılarının daha ayrıcalıklı olmasını söyleyen
sûni bir sistemdir. Sûnidir, çünkü insanlar tarafından ortaya atılmıştır. Allah
ve vahiy-merkezli değildir. İnsanların bir kısmına ayrıcalık ve imkân tanımak
ve bu imkânı ve ayrıcalığı sonsuza kadar korumak için ortaya atılmış ve bâtıl
dînî inançlarla desteklenmiş bir zulüm sistemidir. Bu sistem her zamanda, her
mekânda ve coğrafyada devâm ede-gelir. Modern zamanlarda da geçerli olan bir
sistemdir. Bir yazıda şöyle denir:
“Doğuştan bâzılarının
daha şanslı olması, onlara doğrudan sermâye ve/veyâ en iyi okullarda okuyup kendilerini
geliştirip diploma sâhibi olmalarına imkân sağlarken, kimi insanların en doğal
insânî haklarını bile elde edemiyor olması ve kendi gelecekleri ve hattâ
çocuklarının gelecekleri hakkında umutlarının tükenmesi, aslında ders
kitaplarında görüp de sâdece Hindistan’da olduğunu zannettiğimiz kast sisteminin,
modernize edilmiş bir hâli içinde yaşadığımızın resmini gözlerimizin önüne
sermiyor mu?”.
Ana-merkezi
Hindistan olan bu kast sisteminde gruplar şu şekilde ayrılır:
Brahmanlar: Entelektüel bir tabakadır. Kutsal yazıları
(Veda) yorumlayan kişilerdir. Bilginler ve râhipler bu tabakada yer alır.
Kshatriyalar:
Askerler, prensler ve üst-düzey mêmurların oluşturduğu bir tabakadır.
Vaişyala: Tüccarlar,
toprak-sâhipleri ve çiftçiler)
Şudralar: İşçiler
ve köleler
Persler üç büyük
ateş-tapınağına sâhiptirler ve bu tapınakların her biri toplumun farklı
sınıflarına âittir. Fars bölgesindeki bir tapınak râhiplerin, bir tapınak
şahların (dolayısıyla ona bağlı savaşçıların) ve bir tapınak da çiftçilerin
dinsel ihtiyaçlarına hasredilmiştir. Toplumdaki bu üçlü tabakalaşmaya pek-çok
metinde ve özellikle Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’da da değinilmiştir.
Ünlü Fransız dilbilimci Georges Dumezil, toplumun üç sınıfa bölünmesi
geleneğinin bütün Hint-Avrupalı topluluklarda görüldüğünü bildirmektedir. Ona
göre, Orta-Çağ Avrupa toplumlarındaki tabakalaşma (ruhban, soylular ve
üreticiler) ile Hintlilerdeki kast sistemi de aynı anlayış çerçevesinde yapılandırılmıştır. Dinler târihinde şöyle denir:
“Kast anlayışının kaynağı ile ilgili
olarak, onun Hindistan’ın etnik yapısından kaynaklanan bir zarûret olduğu ve
Arilerin bu bölgeyi istilâsından sonra ortaya çıkan basit ‘toplumsal işbölümü’
anlayışından kaynaklandığı şeklinde değişik görüşler ileri sürülmekle birlikte,
Hindulara göre kast sistemi dînî bir inançtır ve Rigveda’ya dayanır. Bu inanca
göre kastlar, Tanrı Brahma’nın insan şeklinde tasavvur edilen vücûdunun çeşitli
yerlerinden yaratılmıştır. Buna göre brahminler Brahma’nın ağzından,
kşatriyalar kollarından, vaisyalar mîdesinden, sudralar da ayaklarından
yaratılmışlardır. ‘Brahminler onun (Purusa’nın) ağzından, rajanya (idâreciler)
kollarından, vaisya (esnafüretici) uyluklarından, sudra ise bacaklarından
yaratılmıştır"’ (Rigveda, X, xc, 12). (Tabi insanın aklına: ‘insan olarak bile görülmeyen
paryalar acaba Brahman’ın neresinden yaratıldı?’ sorusu geliyor ki, bu sorunun
cevâbı herhâlde: “Brahman’ın kıç tarafından” şeklinde olacaktır. H.G.)
İnsanlar muhtemelen bu kaynak
farklılığından dolayı gerek psikolojik bakımdan gerekse karakterleri bakımından
farklı işleri yapmaya mütemâyildir. Bundan dolayı herkesin öncelikle, kendi
kastının gereklerini yerine getirmesi gerekir. Bireyin şu-andaki hayâtında
çalışarak kastını değiştirme imkânı yoktur. Daha üst kastlardan birine mensup
olarak yeniden Dünyâ’ya gelmek ise ancak şu-anda içinde yaşadığımız kastın
gereklerinin eksiksiz yerine getirilmesine bağlı olarak ölümden sonra
gerçekleşebilir”.
Ömer Yıldırım,
Anthony Giddens’den derlediği yazısında şöyle der:
“Her-şeyden önce genel bir kanı olarak Hindistan’la berâber
düşünülmektedir. Buna karşın ‘kast’ teriminin kendisi, Hintçe bir terim değil;
Portekizcede ‘ırk’ yada ‘saf soy’ anlamına gelen ‘casta’ sözcüğünden
gelmektedir
Hintliler,
kast sistemini bir bütün olarak anlatmak için tek bir terimi değil, sistemin
farklı yönlerine de göndermede bulunan ‘varna’ ile ‘jati’ gibi değişik
sözcükler kullanmaktadırlar. Varna; her birisi toplumsal onur bakımından
farklılaşan dört kategoriden oluşmaktadır. Bu dört kategorinin en altında ‘dokunulmazlar’
yer alır. Jatiler ise kast sıralarının örgütlendiği toplumsal gruplardır. Yalnızca
kast içinde geçişler mevcuttur ve bir üst sınıfa ulaşabilmek mümkün değildir.
Hattâ kastlar arasında evlilik dâhil, hiç-bir ilişkiye müsâde edilmemektedir.
Her kast üyesi, yalnızca kendi kastından bir başkasıyla evlenebilmektedir. Yâni
kast sistemi, bütün geçişlere karşı korumalıdır. Kast sistemi, kendi içinde
oluşturduğu bu ‘geçirmemezlik’ duruşunun korunmasını, Hindu inancındaki ‘reenkarnasyon’
düşüncesine borçludur”.
Kast, endogami (iç-evlilik)
ile karakterize edilen sosyâl tabakalaşmanın bir formudur. UNICEF ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
verilerine göre dünyâ-çapında 250 milyon insan kast ayrımcılığından
etkilenmektedir. “Kast” terimi, Portekizce ve İspanyolcada “casta” ırk, soy;
Latincede ise “castus” saf-soy anlamına gelmektedir. Hindistan’ın
ve Afrika’nın
bâzı bölgelerinde günümüzde de uygulanan bir sistemdir. Sınıf ayrılıklarına
dayanır. Günümüzde Çin’de uygulanan
“Hukou Sistemi” de kast sistemi olarak kabûl edilmektedir. Kast sistemindeki sınıflandırma
öncelikle evlilik ve iş-bölümüyle ilgilidir. Bu terim, aynı-zamanda argo dilinde geçmekte ve sosyolojik bir terim olarak da kullanılmaktadır.
Hattâ modern toplumlarda yer alan bir terimdir. Hindistan, Sri Lanka, Nepâl, Bali, Afrika (Nijerya, Kamerun ve Orta Afrika’nın
bâzı bölgelerinde), Doğu Asya’da
(en bilindiği Kuzey Kore’deki
“Songbun sistemi”) Yemen’de ve Yezidilerde ve Kuzey Kore’de kast sistemi
uygulandığı belirtilir.
Günümüzde yâni modern zamanlarda da kast
sitemi Dünyâ’nın her yerinde modern biçimde geçerlidir. Bu sistem sâdece
reenkarnasyon ile değil, yeni dinsiz ideolojilerle de normâlleştirilmeye ve
haklılaştırılmaya çalışılmaktadır. Küreselleşme, kapitâlizm, liberâlizm, demokrasi,
serbest piyasa, reel-politik denilen çıkar politikası, individüalizm denen bireycilik gibi modern
pozitivist ideolojiler-düşünceler de kast sistemini destekleyen düşünce
sistemleridir. Ülkeler arasındaki mevcut yapıyı koruyan ve sürdüren uluslar-arası
kast sistemi de vardır. Mete Gündoğan, kast sisteminin ülkeler arasında da
olduğunu şu şekilde anlatır:
“Aslında, ondokuzuncu yüzyılda başlayan küreselleşme süreci 1929 Dünyâ
ekonomik krizi ve dünyâ-savaşları ile sekteye uğramıştır. İkinci Dünyâ-savaşı
sonrasında başlayan kalkınmacı ekonomi arayışlarında, batı’lı sanâyileşmiş ülkeler
sanâyileşmekte olan batı-dışı toplumlara mukâyeseli üstünlük teorisine uygun
sanâyileşme modelleri sunmuşlardır. Dünyâ Bankası ve diğer uluslar-arası kuruluşlarca
da desteklenen mukâyeseli üstünlük teorisi statik çözümleme modeli olarak
bilinmektedir. Ülkelerin içinde bulunduğu makro ekonomik sistemi veri olarak
kabûl eden bu model, dünyâ-ticâretinin küresel elitlerin aleyhine gelişmemesini
temin etmektedir. Dünyâ ekonomik sistemini merkez (metropôl), yarı-çevre ve
çevre (periferi) olarak belirleyip bu üç katmandaki ülkelerin konumlarının
sâbitliğini têmin eden bir modeldir. Ülkelerin bir konumdan diğerine geçmeleri,
modelin işleyişi gereği imkânsız kılınmıştır. Periferideki bir ülke ham-madde
ihrâcatçısı konumunu koruyarak metropôl ülke ile olan ticâri ilişkilerini
yeniden düzenleyebilmektedir. Yeniden düzenleme aşamasında metropôl ülke sermâye
yoğun mallarda uzmanlaşırken, çevre ülkeden emek yoğun üretim modeli ile mukâyeseli
üstünlüğünü ortaya koyması beklenmektedir. Bu durum ise emek yoğun sömürüyü
berâberinde getirmektedir” der.
Bu inanışta reenkarnasyon öğretisinin
etkisi çok büyüktür. Reenkarnasyon öğretisine göre; ruhlar daha önceki
yaşamlarından dolayı ya ödüllendirilecekler yada cezâlandırılacaklardır. Kast sistemini en çok savunanlar bu nedenle, durumu “keko”
olanlardır. Bunlar önceki yaşamlarında sözde “iyi insanlar” oldukları için bu
yaşamlarında ödüllendirilmişler ve iyi bir konumda (kastta) yaratılmışlardır.
Bunlardan hiç-biri; “ben önceki hayâtımda şerefsizin biriydim” demez. Mevcut
iyi durumunun kıskanılmaması ve bu nedenle zarâra uğramamak için bu düşünceyi
savunurlar.
Hint kaynaklı bir yapıt olan Kelile ve Dimne, sınıf ayrımları çok sıkı korunmazsa felâket ve
kargaşa çıkacağını ileri sürer. 11. yüzyıl devlet-adamı Nizâmü’l Mülk’ün Siyâsetnâme’sinde de, “hükümet
kargaşayı, ancak her kişinin resmî defterlerde yazılı olduğu sınıfında
kalmasıyla önleyebilirdi” denir. Nizâmü’l Mülk, bu düşünceyi, hem
Hindistan-merkezli bir düşünceyle, hem de Selçuklular’ın daha henüz İslâm’ı tam
anlamıyla idrâk edip teslim olmamalarından kaynaklanan bir zihniyetle söylemiş
olmalıdır. Zîrâ İslâm, insanlar arasında eşitlikten bahseder ve üstünlüğün
sâdece takvâda olduğunu söyler. Hattâ İslâm’daki bu eşitlik, rızk konusunda
“mutlak bir eşitlik” şeklindedir.
Kast sistemi “mutlak
kadercilik”tir. Zîrâ kast sistemine göre insan doğduğu durumu korumalı ve onu
değiştirmeye kalkmamalıdır. Tabi bu durum eleştiri, îtirâz ve isyânı blôke eder
ve unutturur. Çünkü bir eleştiri-îtirâz-isyân süreciyle yâni bir devrim ile
mevcut durum çok kolay değişebilir ve hattâ alttakiler üste, üsttekiler de alta
geçebilir. Fakat İslâm’a göre bu da, “kast sistemini tersine çevirmek” demek
olacağından, İslâm’a göre; alttakiler üste, üsttekiler de alta geçtikten ve -ibret
için- kısa bir süreliğine böyle devâm ettikten bir-süre sonra terâzi hemen-hemen
orta yerde karar bulmalıdır. Yâni kast=eşitsizlik ortadan kalkmalıdır.
Kast sisteminde bir de Parya’lar
vardır ki kast sistemine dâhil bile edilmezler. Onlarla karşılaşmak bile
rezâlettir onlara göre. “Dokunulmazlar” olarak adlandırılırlar. İnsanlığın en
aşağı tabakasında yer alırlar. Modern dünyâda da işsizler, evsizler, kör-topal
ve hastalar böyle görülüyor.
İslâm’da ise doğal ve normâl olan sınırlı ve küçük
farlılıklar hâricinde böyle ayrıcalıklara yer yoktur ve bu farklar bir ömür-boyu
böyle gitmek zorunda değildir. Kişinin gayretine göre yetenek kazanması, farklı
ve iyi bir yere gelmesine müsâittir. Müslümanlar içindeki mevcut aşırı farklılıkların
“kader” söylemiyle üstünü örtmek yanlıştır. Allah her insanın Rabbidir ve Allah
kimseye zulm etmez. İnsanlar farklı yetenekte yaratılmışlardır ama bu
farklılıklar ayrıcalıklara sebep olamaz. İslâm’daki kader inancı “üst-sınıfın
işine gelen kader anlayışı” gibi değildir. İslâm zâten böyle bir sistemi yıkmak
için gönderilmiş bir dindir. Müslümanlar böyle bir sistemi yıkmak için mücâdele
etmişlerdir ve Kur’ân da bir-çok âyetinde bu durumun yanlışlığı ifâde edilir ve
bu sistemin değişmesini emreder:
“Gerçek şu
ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım
fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek
çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.
Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler
yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde
iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine,
onlardan sakındıkları şeyi gösterelim”
(Kasas 4-6).
“Orada
(yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve
isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde
takdir etti” (Fussilet 10).
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; (fakat)
üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak
şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı
ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi)
bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını
haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü
biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).
Fakat İslâm’ın ve Kur’ân’ın
sözüne uymayanlar, kendilerinde bulunan mevcut ayrıcalıkların bozulmasını
istemiyorlar ve bu durumun sürmesi için ellerinden gelen her-şeyi
yapabiliyorlar. Bu uğurda; anasından süt emen çocuğun bombalanarak ölmesine,
insanların aç-susuz kalmasına, her türlü çirkefliğin ve şerefsizliğin ayyuka çıkmasına
bile ses çıkarmıyorlar ve bu sistemin işleyişine destek oluyorlar. Bu kişilerin
her alanda ayrıcalıkları mevcut; evleri, işleri, yedikleri-içtikleri-giydikleri,
konumları.. Pasaportları bile özel. Hukukta da ayrıcalıkları var. Bir suçu
gariban işlediğinde hapse giriyor ama ayrıcalıklı olanlar işlediğinde girmeyebiliyor.
Ülkede-mecliste sâdece onlar hüküm-sâhibi oluyor. Çünkü o konuma gelebilmek
için bile bir “ayrıcalık”, bir sermâye gerekiyor. Bu ayrıcalıklar insanların
sayısı kadar çoktur.
İşte bu adâletsiz sisteme “dur!”
diyebilecek olan tek adâlet sistemi İslâm’dır. İslâm Dîni’dir.
Bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreci ancak, bu mevcut durumu alaşağı edip
değiştirebilir. Aynen; Hz. Yûsuf, Mûsa, Dâvud, Süleyman ve Hz. Muhammed
zamanlarında olduğu gibi. Bu mevcut zulüm sistemlerini (kast) yıkmak, Kur’ân’ın
emri olduğu gibi, aynı zamanda peygamberlerin de sünnetidir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder