İslâm, ekonomi konusunda
diğer sistemlerden, ekonomiye “sâhip olmak”la ayrılır. Diğer sistemlerde
“ekonomi tüm ülkeye sâhipken”, İslâm’da “halk ekonomiye sâhiptir”. Diğer
ülkelerde “halk ekonomiye sâhip değil, âittir”. Bu, ekonomiye kul olmamak
anlamına gelir.
İslâm’a göre bir ülkede
ahlâk ve adâlet varsa o ülkenin ekonomisinin kötü olması söz-konusu olamaz. Eğer
bir ülkede tarım, sanâyi, ticâret vs. üretimleri sistemli ve düzenli bir
çalışma sonucu devâm ediyorsa, ülkenin ekonomisinin ilerlemesinin önüne
geçilemez. Böyle bir durumda ekonomi doğal olarak devamlı gelişir. Buna rağmen
ekonomide gerileme oluyorsa, orada ekonomik değil, ahlâki bir sorun vardır.
Şöyle düşünelim; bir
ülkede eğer çiftçi işin gereğine göre toprağını işlemiş, hayvanlarına bakmışsa
ve Allah oraya yeterli miktarda yağmur yağdırmışsa, bu ülkede tarım sektörü
nasıl olur da gelişmez ve ilerleme sağlayamaz? Aynı şekilde; bir ülkede
sistemli ve disiplinli bir çalışma yapıldığında sanâyi sektörü neden ilerlemeyecek?
Bir iş için emek verilen bir ülkede, eğer bir savaş hâli yada anormâl bir durum
(salgın hastalık, büyük doğa olayları vb.) olmadığı taktirde, o yerde nasıl
olur da maddî gelişme yaşanmaz? Sünnetullaha göre, verilen emeğin karşılığı
olarak bir gelişme yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu sebeplerden dolayı İslâm’a
göre refah, ekonomiyle değil, ahlâkla alâkalıdır. Bir ülkede, İslâm kânunlarına
göre insan yetiştiriliyorsa, İslâm kânunlarına bağlı olarak her-hangi bir
yolsuzluk yapılmıyorsa ve her-hangi bir hâinlik söz-konusu değilse, yâni
dediğimiz gibi, her-hangi bir anormâl durum yoksa, zamanla o ülkenin gelişip
büyümesi gâyet doğal bir şey olur. Normâl olan da budur zâten. “Herkese
kendi çalışmasının karşılığı vardır” âyetiyle de sâbit olan kânuna göre, kim
daha fazla çalışırsa o kesim rahmete nâil olacak ve gelişecektir. İslâm’da bu
anlayış zirve yaptığından dolayı ülke devâmlı bir şekilde gelişir ve büyür. Bu
büyümenin sonuçları halka “doğru bir oranla” yansıtılır tabî ki.
Tarım, hayvancılık,
sanatkârlık, ticâret vs. her iş en iyi şekilde yapılmaya çalışılır. Hırs
neredeyse yok denecek kadar az olur İslâm’ın yaşandığı yerlerde. Bu nedenlerden
dolayı ekonomik krizler yaşanmaz. Bunun genel nedenlerini konu başında
açıklamıştık. Fâiz ve fâizden beslenen bankalar/bankacılık yoktur İslâm’da. Dünyâ’daki
bütün ekonomik krizler aslında fâiz ve bankacılık sisteminin bir sonucudur.
Fâiz sisteminde müthiş bir hırs vardır. Bu hırs insanlara, bir “insana”(!)
yakışmayacak işler yaptırır. “Hırs ile hırs-ızlık kardeştir”. Bu yüzden de fâizcilik
hırsızlık gibidir. Fâiz sisteminde herkes birbirinin başına basarak yükselmeye
çalışır. Bu, altta kalanın canını çıkarır tabi. Fâiz sistemi “piramit modeli”
denilen bir model ortaya koyar. En yükseğe çıkmak için bütün diğer katmanların
üzerine “basmanız” gerekir piramit modelinde. İslâm’da ise “saf modeli” vardır.
İlk sıradaki saf uzar gider. Bu-arada kimsenin canı yanmaz. Hiç kimse
başkasının yükünü omuzlamak zorunda kalmaz. Kimse kimseye bir kin de duymaz.
Çünkü herkes aynı saftadır. Bundan dolayı kimse kimseyle rekâbet içine girmez,
girmeyi de düşünmez. Fâizin en küçüğüne bile rastlanmaz İslâm’da. İş-bilir
yöneticilerle bu iş sorunsuz devâm eder. İslâm’a göre ekonomik krizler, ahlâksal
krizlerin bir sonucudur. Âhiret bilinci ile hareket eden devlet kurumları ve
özel kuruluşlar doğal ve dürüst davranışlarının bereketini fazlasıyla görürler İslâm
sisteminde.
İslâm’da mêmur ve işçi
sınıf için belirlenmiş belli bir gelir olur. Bu gelir insanların ve âilelerinin
geçimi için yeterli olduğu gibi, diğer Dünyâ mazlum ve müslümanlarından ihtiyaç
sâhiplerine pay çıkacak düzeydedir. Aylık maaşla çalışan kesim içinde, âmir-mêmur,
işçi-ustabaşı, hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında aldıkları ücret yönünden
en fazla %10’luk bir fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa,
usta-başı ancak 1.100 lira alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa
hekim 1.100 lira alabilir. Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına
rağmen 1.500 lirayı geçmeyecek bir gelir söz-konusudur. Değişik meslek grupları
arasında da ücret farkları %10’u geçemez. Usta, ameleden en fazla % 10 fazla
ücret alabilir. Usta zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada
“ustalık farkı” için yeter/yetmelidir. Tekstil sektöründe çalışan bir amir
1.100 lira alıyorsa, sağlık sektöründe çalışan bir hekim-amir de en fazla 1.210
lira alabilir. Bu rakamlar 4 kişilik âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla
olan her birey için belli bir artış olur. İsteyenler ücretlerini aylık olarak
alabildikleri gibi, haftalık olarak da alabilirler. Eğer maaşlara zam
yapılacaksa, herkese aynı oranda/eşit bir para maaşlara ilâve edilir. Maaşın
yüzdeliğine göre zam yapılmaz. Çünkü bu tutum bir süre sonra maaş farklarında
uçuruma neden olur. Bu sistem “mutlak komünizm”e benzetilmemelidir. İslâm’da
bu, “herkes eşit olsun diye” değil, herkesin “emeğine göre olsun” diye bu
şekilde belirlenmiştir. Öyle ya; Güneş’in altında ağır şartlarda çalışan bir
kişi ile hekim arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark olsun ki? Hekimin
yazın serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için bir ödüldür.
Yâni hekimin ödülü, rahat bir ortamda çalışmasıdır İslâm’a göre. Mâdenler gibi
çok ağır ve çöpçülük gibi pis işlerde çalışanların ücreti aynıdır ama onların
da ödülü ve ayrıcalığı günde iki saat az çalışmalarıdır. (Zâten İslâm’ın
yaşandığı yerlerde gereksiz tüketimler olmadığı ve doğal olmayan üretim
yapılmadığı için fazla da çöp çıkmaz). Bir hekim ya da yönetici zâten bedenen
yorulmadığı rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacak ki?
İlle de bir fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat olması yetmelidir amir
kesim için. Tabi bu durum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de
geçer. İslâm’da, çok fakir ve de çok zengin kesim bulunmaz. Herkes hemen-hemen
aynı şeyleri alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar
yoktur. Bu yüzden perişân duruma düşmüş ya da dilencilik yapan bir insana
rastlanmaz. İslâm’i ülkede en yüksek kazancı üretim yapan işletme sâhipleri
kazanır ki, onların geliri de 4-5.000 lirayı geçemez. Çünkü onlara sınırsız
büyüme imkânı tanınmaz. Ülkenin başı olan İmam’ın ise ücret olarak, ülkenin en
yüksek gelir seviyesine sâhip bir mêmurun aldığı ücretin ancak %50 fazlasını
alabilir. Vekiller ise en yüksek mêmurun %40 fazlasını. Yâni İslâm’da meselâ
aylık ücret taban 1.000 lirayken, tavan 5.000 liradır. Bu, beş kat fazlalık
demektir. Bu oranlar bir kural olarak belirlenmelidir. Eline bu miktardan fazla
para geçen biri o parayı dolaylı-dolaysız bir şekilde en geç üç gün içinde
elinden çıkarmalıdır. Bu kural zâten Hz. Muhammed’in hadisi/sünnetidir. Emekli
maaşlar ise herkes için aynı orandadır. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit
hâle gelmiştir. İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar
emeklilikle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu-arada tüm maaşlar elden verilir/alınır.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı İslâm’i ülkede hiç-bir zaman grev gibi şeytanca
işler yapılmaz. Şeytan diyoruz; çünkü grev, “şeytanlara” karşı düzenlenmiş
şeytanca işlerdir. Evet; Kur’ânî iki kavram olan “adâlet” (eşitlemek) ve
“kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla uygulanmalıdır. Tâ ki; kimseye
haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin elinde toplanmasın”.
Sosyâl alanda ise bâzı eşitsizlikler vardır ve
bunlar fıtrîdir. Tabî ki insanlar arasında “doğal olan bir eşitsizlik” mutlakâ
olacaktır. Mutlak bir eşitlik zâten
olamaz, yaratılışa aykırıdır. Meselâ kadın-erkek arasında, yaşlı-çocuk arasında, hasta-sağlıklı
arasında vs. Bu durumlarda eşitsizlik öne çıkar. Zâten modernizm bunları
eşitleyince maddîyatı eşitsizleştirmiştir ve insanlara zulmetmiştir. Mutlak
eşitsizlik maddî alanda değil, sosyâl alanda olmalıdır. Eşitlikler de
mutlak-eşitlik değildir. Tek-tipleştiricilik olamaz İslâm’da.
Ürünler üreticinin yada
satıcının keyfine göre istediği fiyata değil, ekonomiden sorumlu vekil ve
yardımcılarının üreticiyle, halkla ve tüccarla danışarak kararlaştırdığı, mâliyetin
üstüne en fazla %35 bir kâr konarak yapılan satışlardır. Bu fark malın
kalitesine göre belirlenmiştir. Bu kânun ihrâcat ürünlerinde bile böyledir.
Buna sâdece %5’lik bir yol masrafı eklenebilir. Öyle ya; “kendin için
yapılmasını istemediğin şeyi başkası için düşünme” sözü tezâhür etmelidir.
Tüccarlar kazançlarının
%10’unu vergi olarak öderler. Tüm tüccarlar gelirlerinin yalnızca %10’unu vergi
olarak verirler. Zâten ülkede tek vergi bu %10’luk vergidir. Ayrıca en asgarisi
%2,5’e tekabül eden zekatı tüm herkes devlete vermek zorundadır. Gerçi
mü’minler bu zekat miktârına sahabeler gibi “zekat-ı bâhil” yâni “cimrinin
zekatı” derler ve bu oranla yetinmeyip ellerinden geleni verirler. Namazın sünneti olduğu gibi, zekatın
da sünneti olmalıdır, bu “zekatın şükrü”dür. Her ibâdet için bu şekilde
düşünmek İslâm’da ahlâk hâline gelmiştir. Devlet
zekat gelirini diğer müslüman ve mazlum memleketlerdeki ihtiyaç sâhibi insanlara
gönderir. Zekat gelirinin neredeyse tamâmı gayr-i müslimlere gider, çünkü İslâm’ın
yaşandığı yerlerde zekata muhtaç kimse kalmamalıdır. Zîra İslâm devleti, hiç
çalışamayanı bile erken emekli eder ve ufak bir kesinti yapılan maaşını ona
düzenli olarak öder. Ayrıca dînî vecibe olan zekattan başka, fitreler de
toplanır ve devlet kanalıyla gitmesi gereken yere gider.
İslâm ülkesinde enflasyon olmaz. Zâten halk
böyle bir kelimeden habersizdir. Hem neden olsun ki? Fiyatlar ülke kurulduğundan
beri hemen-hemen aynıdır. Enflasyon değeri ya sıfır, yada 0,2 olur. Evet; İslâm’da
hırsızlık yoktur, vergi kaçırma yoktur, yolsuzluk yoktur, israf yoktur, lüks
yoktur, yoktur..yoktur.. Bu yüzden de ekonomik kriz, enflasyon, devalüasyon
gibi şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler de yoktur. Tabağı-tencereyi
alıp da “açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, hattâ gelir düzeyindeki
uyum sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar
görülmez İslâm ülkelerinde. Hiç-bir şeyin fiyatı %35 kârdan yüksek olamaz. Tüm
ölçüler ilâhi ölçülerdir zîrâ. Mihenk-taşı İslâm’dır.
İslâm’da vâdeli satışlar
pek sevilmez ve yapılmaz. Yasak değildir fakat genelde peşin satış hâkimdir
alış-verişlerde.
İslâm ülkelerinde kâğıt
ve değersiz metâllerden mâmûl paralar kullanılmaz. Çünkü İslâm’a göre bu tür
paraların %90’ı sûni değer taşır. Meselâ
100 liralık bir kâğıt paranın “gerçek değeri” en fazla 10 lira olabilir. Bu 10
lira ise sâdece kâğıdın bedelidir. Kâğıt parasıdır yâni. Geri kalan 90 lira ise
sûnî bir değer taşır. Yâni 100 liralık kâğıt paranın gerçek karşılığı 100 lira
değil, en fazla 10 liradır. Yine 1 liralık bir metâl paranın ancak 10-20 kuruş
değeri olabilir. Çünkü 1 lirayı oluşturan metâlin fiyatı ancak 10-20 kuruş
eder. Geri kalanı ise sûnîdir. Bu gerçek-dışı “değer”(!) birike-birike en
sonunda patlak verir ve enflasyon oluşturur. Böylece para, “pul” olur. Aynı-zamanda
bu tür sûnî paralar, tağutların parayla istedikleri gibi oynamasına sebep olur.
Zâten paraların bu şekle sokulmasının nedeni, tağutların paraya istedikleri
gibi yön verme istekleridir. Böylece paranın dizginlerini ellerinde
tutacaklardır çünkü. İşte bu nedenlerden dolayı müslümanlar, kullandıkları
paraları gerçek değerleri olan altın ve gümüş paralardan yapmışlardır. Bu
paraların kendileri zâten özünde bir değer taşır. Para tedâvülden kalkamaz
böylece. Şekil değişikliği sebebiyle tedâvülden kalksa bile yine de değerini
korur. Yansa, yıkansa, pisliğe düşse bile yine de değerinden bir şey eksilmez.
Her zaman değerini korur bu paralar. “Eskiden paranın değeri vardı” gibi boş
laflar edilmez bu nedenle. Altın ve gümüş paraların değerleri inceliklerine
göre belirlenmiştir. Herkes bu paralarla alış-veriş yapmaya alışmıştır. Tamâmı
bir değer taşır ellerindeki paraların. Ne sebepten olursa-olsun değerinden bir
şey kaybolmaz bu “gerçek paralar”ın. Bu yüzden de, enflasyon, devalüasyon vs.
gibi “kriz”ler çıkmaz.
Müslümanlar ekonomik
gelişmeyi yegâne hedef olarak görmezler/göremezler. Onlar için önemli olan
ahlâkın gelişmesidir. Bu gelişme sağlandıktan sonra diğerleri doğal olarak
gelişecektir zâten. Fakat; “diğerleri istediği kadar gelişsin, eğer ahlâk
gelişmemişse, o maddî gelişimin ömrü uzun olmayacaktır” düşüncesi hâkimdir.
İşte! benzerini asr-ı
saadet döneminde gördüğümüz İslâm’ın ekonomi anlayışı yaklaşık olarak bu
şekildedir.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder