11 Ocak 2016 Pazartesi

İslâm’ın Ekonomi Anlayışı



İslâm, ekonomi konusunda diğer sistemlerden, ekonomiye “sâhip olmak”la ayrılır. Diğer sistemlerde “ekonomi tüm ülkeye sâhipken”, İslâm’da “halk ekonomiye sâhiptir”. Diğer ülkelerde “halk ekonomiye sâhip değil, âittir”. Bu, ekonomiye kul olmamak anlamına gelir.

İslâm’a göre bir ülkede ahlâk ve adâlet varsa o ülkenin ekonomisinin kötü olması söz-konusu olamaz. Eğer bir ülkede tarım, sanâyi, ticâret vs. üretimleri sistemli ve düzenli bir çalışma sonucu devâm ediyorsa, ülkenin ekonomisinin ilerlemesinin önüne geçilemez. Böyle bir durumda ekonomi doğal olarak devamlı gelişir. Buna rağmen ekonomide gerileme oluyorsa, orada ekonomik değil, ahlâki bir sorun vardır.

Şöyle düşünelim; bir ülkede eğer çiftçi işin gereğine göre toprağını işlemiş, hayvanlarına bakmışsa ve Allah oraya yeterli miktarda yağmur yağdırmışsa, bu ülkede tarım sektörü nasıl olur da gelişmez ve ilerleme sağlayamaz? Aynı şekilde; bir ülkede sistemli ve disiplinli bir çalışma yapıldığında sanâyi sektörü neden ilerlemeyecek? Bir iş için emek verilen bir ülkede, eğer bir savaş hâli yada anormâl bir durum (salgın hastalık, büyük doğa olayları vb.) olmadığı taktirde, o yerde nasıl olur da maddî gelişme yaşanmaz? Sünnetullaha göre, verilen emeğin karşılığı olarak bir gelişme yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu sebeplerden dolayı İslâm’a göre refah, ekonomiyle değil, ahlâkla alâkalıdır. Bir ülkede, İslâm kânunlarına göre insan yetiştiriliyorsa, İslâm kânunlarına bağlı olarak her-hangi bir yolsuzluk yapılmıyorsa ve her-hangi bir hâinlik söz-konusu değilse, yâni dediğimiz gibi, her-hangi bir anormâl durum yoksa, zamanla o ülkenin gelişip büyümesi gâyet doğal bir şey olur. Normâl olan da budur zâten. Herkese kendi çalışmasının karşılığı vardır” âyetiyle de sâbit olan kânuna göre, kim daha fazla çalışırsa o kesim rahmete nâil olacak ve gelişecektir. İslâm’da bu anlayış zirve yaptığından dolayı ülke devâmlı bir şekilde gelişir ve büyür. Bu büyümenin sonuçları halka “doğru bir oranla” yansıtılır tabî ki. 

Tarım, hayvancılık, sanatkârlık, ticâret vs. her iş en iyi şekilde yapılmaya çalışılır. Hırs neredeyse yok denecek kadar az olur İslâm’ın yaşandığı yerlerde. Bu nedenlerden dolayı ekonomik krizler yaşanmaz. Bunun genel nedenlerini konu başında açıklamıştık. Fâiz ve fâizden beslenen bankalar/bankacılık yoktur İslâm’da. Dünyâ’daki bütün ekonomik krizler aslında fâiz ve bankacılık sisteminin bir sonucudur. Fâiz sisteminde müthiş bir hırs vardır. Bu hırs insanlara, bir “insana”(!) yakışmayacak işler yaptırır. “Hırs ile hırs-ızlık kardeştir”. Bu yüzden de fâizcilik hırsızlık gibidir. Fâiz sisteminde herkes birbirinin başına basarak yükselmeye çalışır. Bu, altta kalanın canını çıkarır tabi. Fâiz sistemi “piramit modeli” denilen bir model ortaya koyar. En yükseğe çıkmak için bütün diğer katmanların üzerine “basmanız” gerekir piramit modelinde. İslâm’da ise “saf modeli” vardır. İlk sıradaki saf uzar gider. Bu-arada kimsenin canı yanmaz. Hiç kimse başkasının yükünü omuzlamak zorunda kalmaz. Kimse kimseye bir kin de duymaz. Çünkü herkes aynı saftadır. Bundan dolayı kimse kimseyle rekâbet içine girmez, girmeyi de düşünmez. Fâizin en küçüğüne bile rastlanmaz İslâm’da. İş-bilir yöneticilerle bu iş sorunsuz devâm eder. İslâm’a göre ekonomik krizler, ahlâksal krizlerin bir sonucudur. Âhiret bilinci ile hareket eden devlet kurumları ve özel kuruluşlar doğal ve dürüst davranışlarının bereketini fazlasıyla görürler İslâm sisteminde.

İslâm’da mêmur ve işçi sınıf için belirlenmiş belli bir gelir olur. Bu gelir insanların ve âilelerinin geçimi için yeterli olduğu gibi, diğer Dünyâ mazlum ve müslümanlarından ihtiyaç sâhiplerine pay çıkacak düzeydedir. Aylık maaşla çalışan kesim içinde, âmir-mêmur, işçi-ustabaşı, hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında aldıkları ücret yönünden en fazla %10’luk bir fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa, usta-başı ancak 1.100 lira alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa hekim 1.100 lira alabilir. Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına rağmen 1.500 lirayı geçmeyecek bir gelir söz-konusudur. Değişik meslek grupları arasında da ücret farkları %10’u geçemez. Usta, ameleden en fazla % 10 fazla ücret alabilir. Usta zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada “ustalık farkı” için yeter/yetmelidir. Tekstil sektöründe çalışan bir amir 1.100 lira alıyorsa, sağlık sektöründe çalışan bir hekim-amir de en fazla 1.210 lira alabilir. Bu rakamlar 4 kişilik âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla olan her birey için belli bir artış olur. İsteyenler ücretlerini aylık olarak alabildikleri gibi, haftalık olarak da alabilirler. Eğer maaşlara zam yapılacaksa, herkese aynı oranda/eşit bir para maaşlara ilâve edilir. Maaşın yüzdeliğine göre zam yapılmaz. Çünkü bu tutum bir süre sonra maaş farklarında uçuruma neden olur. Bu sistem “mutlak komünizm”e benzetilmemelidir. İslâm’da bu, “herkes eşit olsun diye” değil, herkesin “emeğine göre olsun” diye bu şekilde belirlenmiştir. Öyle ya; Güneş’in altında ağır şartlarda çalışan bir kişi ile hekim arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark olsun ki? Hekimin yazın serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için bir ödüldür. Yâni hekimin ödülü, rahat bir ortamda çalışmasıdır İslâm’a göre. Mâdenler gibi çok ağır ve çöpçülük gibi pis işlerde çalışanların ücreti aynıdır ama onların da ödülü ve ayrıcalığı günde iki saat az çalışmalarıdır. (Zâten İslâm’ın yaşandığı yerlerde gereksiz tüketimler olmadığı ve doğal olmayan üretim yapılmadığı için fazla da çöp çıkmaz). Bir hekim ya da yönetici zâten bedenen yorulmadığı rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacak ki? İlle de bir fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat olması yetmelidir amir kesim için. Tabi bu durum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de geçer. İslâm’da, çok fakir ve de çok zengin kesim bulunmaz. Herkes hemen-hemen aynı şeyleri alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar yoktur. Bu yüzden perişân duruma düşmüş ya da dilencilik yapan bir insana rastlanmaz. İslâm’i ülkede en yüksek kazancı üretim yapan işletme sâhipleri kazanır ki, onların geliri de 4-5.000 lirayı geçemez. Çünkü onlara sınırsız büyüme imkânı tanınmaz. Ülkenin başı olan İmam’ın ise ücret olarak, ülkenin en yüksek gelir seviyesine sâhip bir mêmurun aldığı ücretin ancak %50 fazlasını alabilir. Vekiller ise en yüksek mêmurun %40 fazlasını. Yâni İslâm’da meselâ aylık ücret taban 1.000 lirayken, tavan 5.000 liradır. Bu, beş kat fazlalık demektir. Bu oranlar bir kural olarak belirlenmelidir. Eline bu miktardan fazla para geçen biri o parayı dolaylı-dolaysız bir şekilde en geç üç gün içinde elinden çıkarmalıdır. Bu kural zâten Hz. Muhammed’in hadisi/sünnetidir. Emekli maaşlar ise herkes için aynı orandadır. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit hâle gelmiştir. İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar emeklilikle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu-arada tüm maaşlar elden verilir/alınır. İşte tüm bu sebeplerden dolayı İslâm’i ülkede hiç-bir zaman grev gibi şeytanca işler yapılmaz. Şeytan diyoruz; çünkü grev, “şeytanlara” karşı düzenlenmiş şeytanca işlerdir. Evet; Kur’ânî iki kavram olan “adâlet” (eşitlemek) ve “kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla uygulanmalıdır. Tâ ki; kimseye haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin elinde toplanmasın”.

Sosyâl alanda ise bâzı eşitsizlikler vardır ve bunlar fıtrîdir. Tabî ki insanlar arasında doğal olan bir eşitsizlik” mutlakâ olacaktır. Mutlak bir eşitlik zâten olamaz, yaratılışa aykırıdır. Meselâ kadın-erkek arasında, yaşlı-çocuk arasında, hasta-sağlıklı arasında vs. Bu durumlarda eşitsizlik öne çıkar. Zâten modernizm bunları eşitleyince maddîyatı eşitsizleştirmiştir ve insanlara zulmetmiştir. Mutlak eşitsizlik maddî alanda değil, sosyâl alanda olmalıdır. Eşitlikler de mutlak-eşitlik değildir. Tek-tipleştiricilik olamaz İslâm’da.

Ürünler üreticinin yada satıcının keyfine göre istediği fiyata değil, ekonomiden sorumlu vekil ve yardımcılarının üreticiyle, halkla ve tüccarla danışarak kararlaştırdığı, mâliyetin üstüne en fazla %35 bir kâr konarak yapılan satışlardır. Bu fark malın kalitesine göre belirlenmiştir. Bu kânun ihrâcat ürünlerinde bile böyledir. Buna sâdece %5’lik bir yol masrafı eklenebilir. Öyle ya; “kendin için yapılmasını istemediğin şeyi başkası için düşünme” sözü tezâhür etmelidir.

Tüccarlar kazançlarının %10’unu vergi olarak öderler. Tüm tüccarlar gelirlerinin yalnızca %10’unu vergi olarak verirler. Zâten ülkede tek vergi bu %10’luk vergidir. Ayrıca en asgarisi %2,5’e tekabül eden zekatı tüm herkes devlete vermek zorundadır. Gerçi mü’minler bu zekat miktârına sahabeler gibi “zekat-ı bâhil” yâni “cimrinin zekatı” derler ve bu oranla yetinmeyip ellerinden geleni verirler. Namazın sünneti olduğu gibi, zekatın da sünneti olmalıdır, bu “zekatın şükrü”dür. Her ibâdet için bu şekilde düşünmek İslâm’da ahlâk hâline gelmiştir. Devlet zekat gelirini diğer müslüman ve mazlum memleketlerdeki ihtiyaç sâhibi insanlara gönderir. Zekat gelirinin neredeyse tamâmı gayr-i müslimlere gider, çünkü İslâm’ın yaşandığı yerlerde zekata muhtaç kimse kalmamalıdır. Zîra İslâm devleti, hiç çalışamayanı bile erken emekli eder ve ufak bir kesinti yapılan maaşını ona düzenli olarak öder. Ayrıca dînî vecibe olan zekattan başka, fitreler de toplanır ve devlet kanalıyla gitmesi gereken yere gider.

 İslâm ülkesinde enflasyon olmaz. Zâten halk böyle bir kelimeden habersizdir. Hem neden olsun ki? Fiyatlar ülke kurulduğundan beri hemen-hemen aynıdır. Enflasyon değeri ya sıfır, yada 0,2 olur. Evet; İslâm’da hırsızlık yoktur, vergi kaçırma yoktur, yolsuzluk yoktur, israf yoktur, lüks yoktur, yoktur..yoktur.. Bu yüzden de ekonomik kriz, enflasyon, devalüasyon gibi şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler de yoktur. Tabağı-tencereyi alıp da “açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, hattâ gelir düzeyindeki uyum sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar görülmez İslâm ülkelerinde. Hiç-bir şeyin fiyatı %35 kârdan yüksek olamaz. Tüm ölçüler ilâhi ölçülerdir zîrâ. Mihenk-taşı İslâm’dır.

İslâm’da vâdeli satışlar pek sevilmez ve yapılmaz. Yasak değildir fakat genelde peşin satış hâkimdir alış-verişlerde.

İslâm ülkelerinde kâğıt ve değersiz metâllerden mâmûl paralar kullanılmaz. Çünkü İslâm’a göre bu tür paraların  %90’ı sûni değer taşır. Meselâ 100 liralık bir kâğıt paranın “gerçek değeri” en fazla 10 lira olabilir. Bu 10 lira ise sâdece kâğıdın bedelidir. Kâğıt parasıdır yâni. Geri kalan 90 lira ise sûnî bir değer taşır. Yâni 100 liralık kâğıt paranın gerçek karşılığı 100 lira değil, en fazla 10 liradır. Yine 1 liralık bir metâl paranın ancak 10-20 kuruş değeri olabilir. Çünkü 1 lirayı oluşturan metâlin fiyatı ancak 10-20 kuruş eder. Geri kalanı ise sûnîdir. Bu gerçek-dışı “değer”(!) birike-birike en sonunda patlak verir ve enflasyon oluşturur. Böylece para, “pul” olur. Aynı-zamanda bu tür sûnî paralar, tağutların parayla istedikleri gibi oynamasına sebep olur. Zâten paraların bu şekle sokulmasının nedeni, tağutların paraya istedikleri gibi yön verme istekleridir. Böylece paranın dizginlerini ellerinde tutacaklardır çünkü. İşte bu nedenlerden dolayı müslümanlar, kullandıkları paraları gerçek değerleri olan altın ve gümüş paralardan yapmışlardır. Bu paraların kendileri zâten özünde bir değer taşır. Para tedâvülden kalkamaz böylece. Şekil değişikliği sebebiyle tedâvülden kalksa bile yine de değerini korur. Yansa, yıkansa, pisliğe düşse bile yine de değerinden bir şey eksilmez. Her zaman değerini korur bu paralar. “Eskiden paranın değeri vardı” gibi boş laflar edilmez bu nedenle. Altın ve gümüş paraların değerleri inceliklerine göre belirlenmiştir. Herkes bu paralarla alış-veriş yapmaya alışmıştır. Tamâmı bir değer taşır ellerindeki paraların. Ne sebepten olursa-olsun değerinden bir şey kaybolmaz bu “gerçek paralar”ın. Bu yüzden de, enflasyon, devalüasyon vs. gibi “kriz”ler çıkmaz.

Müslümanlar ekonomik gelişmeyi yegâne hedef olarak görmezler/göremezler. Onlar için önemli olan ahlâkın gelişmesidir. Bu gelişme sağlandıktan sonra diğerleri doğal olarak gelişecektir zâten. Fakat; “diğerleri istediği kadar gelişsin, eğer ahlâk gelişmemişse, o maddî gelişimin ömrü uzun olmayacaktır” düşüncesi hâkimdir.

İşte! benzerini asr-ı saadet döneminde gördüğümüz İslâm’ın ekonomi anlayışı yaklaşık olarak bu şekildedir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder