Genelde 2. Dünyâ savaşından sonra; Özellikle Îran
devriminden sonra; Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinden sonra; Dünyâ’da
ise 11 Eylül olayından sonra yoğunluk kazanan “küresel ılımlı/hoşgörülü/demokratik
İslâm” projesi var. Aslında bu bir “protestan müslümanlık” şeklidir. Yeni Dünyâ
Düzeni’nin tezâhürüdür bu. “Modernist müslüman” anlayışıdır. Batının, domuz
gibi tüketmeye yetmeyen kaynaklarından açığa çıkan ekonomik krizlerini aşmak
için geliştirmiş olduğu bir proje. Mevcut pazarlarla kapatılamayacak bir açık
var. Batı-insanı bu sorunu, “tüketmeyi yavaşlatarak” aşmayı istemiyor. Çıtayı
düşürmek istemiyor. Bu nedenle de hükûmetlerine sürekli baskı yapıyor. “Domuz-başları”nın,
servetlerini katlama hırsları da buna eklenince batı hükümetleri ürünlerini
pazarlayarak kâr elde edecekleri yeni pazarlar bulmak ve açmak zorunda
kalıyorlar çâre olarak. Bu nedenle de gözlerini orta-doğuya ve orta-Asya’ya
diktiler. Buraların yer-altı ve yer-üstü kaynakları iştahlarını kabartıyor.
Özellikle orta-doğu ilk sırada.
Fakat bir sorun var.. Buralarda istedikleri pazarları
açamıyorlar. Çünkü pazarlayacakları ürünlere rağbet yok buralarda. Kültür
farklı zîrâ. Alışkanlıklar farklı. Dînî ve millî kimliklerinden gelen
kültürleri batının ürünlerine ilgisiz bırakıyor onları. O hâlde batılıların ilk
önce kendi kültürlerini buralarda yerleştirmeleri gerekir. Bunun için de ilk
yapmaları gereken şey kültürlerini resmî/ideolojik olarak kabûl ettirmektir.
Bunun da ilk aşaması, şeytani bir ideoloji olan demokrasiyi o ülkeye
yerleştirmektir. Fakat demokrasiyi yerleştirmek için de İslâm’ı zayıflatmaları
gerekiyor. Çünkü İslâm ile demokrasinin uyuşması söz-konusu bile değil. Tabi bâzı
aşırı-şişman ve toplu ve de demokrasiden geçinen demokrasi aşığı “âlim!”
kişilerin iddialarını saymazsak. Peki İslâm’ı nasıl zayıflatacaklar?. İşte
zurnanın “zırt” dediği yer burası.. “Korunmuş Kur’ân”dan bir şeyler
azaltamazlar. İlâve de yapamazlar. O zaman geriye tek-seçenek olarak mevcut
âyetleri aşırı yoruma tâbi tutmak kalıyor. Aşırı yoruma tâbi tutarak anlam
kaymaları yapmak ve insanları “demokrasiye karşı gel(e)mez” bir hâle getirmek.
Yapılan aşırı yorumlar demokratik/neo-liberâl/kapitâlist/seküler/modernist/konformist/laik
yorumlar çünkü. Tağutların bu tarz yorumları gündemde tutmak, desteklemek ve bu
tür yorumlarda bulunanları ön-plâna çıkarmak başlıca öncelikleri. İşte bizim
sözde gayretli yorumcular bunların tuzağına düşerek aşırı yorum zırvalığına
yöneliyorlar ve bir zamanlar Yahudi ve Hristiyanların Persler ve Roma’lıların
baskılarıyla yaptıkları aşırı yorumlama tuzağına düşüyorlar ve Kur’ân’ın
metnini olmasa da yorumunu tam da tağutların istediği şekle sokuyorlar. Böylece
İslâm’ı ılımlılaştırmış oluyorlar. Evet; batı, Kur’ân’ı bile “oyalama”nın nesnesi
hâline getiriyor. Müslümanların doğru-dürüst Kur’ân’ı meâlden/tefsirden okuma
çalışması bile yapmadığı bir toplumda insanlar gündemdeki yorumları din
zannediyorlar. Sonuçta İslâm-ülkeleri demokrasiyi ülkelerinde kurmakla aslında
batıya pazar kurmuş oluyorlar. Ve böylece tağutlar domuzluklarına domuzluk
katarlarken, garibanlar da garipliklerine gariplik katıyorlar. Parmaklarına
çalınan bir damla bal ile ömürlerini geçiriyorlar.
Küresel güçler, İslâm âlemine yaymak istedikleri bu
projeyi Türkiye Devleti örneği üzerinden yapmak istiyorlar. Ubeydullah Toprak bu
konuyla ilgili yazısında şunları söyler:
“Rand Corporation’un ılımlı İslâm raporunda şunlar söylenir: ABD Savunma
Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluştan, “Türkiye’de
İslâm’i Radikâlizmin Geleceği” konulu bir rapor istemiştir. Bunun üzerine Rand
Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir
ekip kurmuş ve hazırlıklara başlamıştır. Ekipte bâzı Türk uzmanların yanı-sıra
CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbâratçılar da yer almıştır.
Hazırlanan 79 sâhifelik raporun son bölümünde şu ifâdelere yer verilmiştir: “Türkiye’de
İslâm’ın yükselmesi olgusuna dikkatli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak,
ihtiyatlı ve alçak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet mümkündür.
İslâm’ın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin
çıkarlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını formüle ederken
hem Türkiye’de laik modeli destekleyen, hem de İslâm’i güçlerle açık bir
çatışmadan kaçınan nâzik bir denge yakalamak durumundadır. Türkiye’ye Nato
çerçevesinde daha fazla yükümlülükler verilmeli, Nato stratejileri konusunda
Türk resmî makamlarına daha fazla danışılmalıdır. Diğer taraftan ABD’nin
laik-seküler hareketleri desteklemesi, bu-arada Türkiye’deki Amerikan
menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar geliştirmeye çalışması
gerekir. Ayrıca İslâm’i hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayr-i resmî
temasların kurulması ve yeni dünyâ-düzenine uygun dînî yorumların
yayılmasının sağlanması gerekir.
1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslâm’ı özleştiren
yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslâm Devleti” olarak
tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu
Projesine bağlı “Ilımlı İslâm” fikriyâtının ne zaman şekillenmeye başladığının
açık bir işâretidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, müslüman
kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediği mesaj şudur: “Müslüman bir
halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek:
Türkiye.
Bu bağlamda, 2003 târihinde “RAND Corporation” kuruluşu tarafından “Sivil
Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık
kapsamlı rapor George W.Bush yönetimine sunuldu. “İslâm ve müslümanlar, Batı
demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hâle getirilemezse,
medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola çıkılan bu
raporda; İslâm coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dâir bir strateji
önerilmektedir. Dünyâ-müslümanları; kökten-dinci/radikâl müslümanlar,
muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan cemaatler, modernist/ılımlı
müslümanlar ve laikler olmak üzere dörtlü tasnife tâbi tutulmuştur. Bu
grupların bakış-açıları analiz edilerek şu sonuçlara varılmıştı (özetle):
1-Kökten-dinci/radikâl müslümanlar: İslâm’ın şiddetten kaçınmayan,
yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve
Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye düşmanlık hisleri
beslemektedirler. Geçici taktik düşünceler hâriç, bu grubu desteklemek bir
seçenek olamaz.
2-Muhâfazakâr/geleneksel müslümanlar: İslâm dîninin kurallarına
sadâkatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler.
Radikâl müslümanlara kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri
ve batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik
İslâm’ın örneği ve geçiş vâsıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla
ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir.
3-Modernist/ılımlı müslümanlar: İslâm’ın günümüzdeki katı anlayış ve
uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda ittifak hâlindedirler. Peygamber
dönemindeki uygulamaları kabûl etmekle birlikte, o günlere âit sosyâl ve târihi
koşulların bu-gün artık geçerli olmadığını savunurlar. Târihselciliği
benimsemişlerdir. Temel değerleri; bireysel vicdânın üstünlüğünün yanı-sıra,
eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş
demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslâm-dünyâsının, küreselleşmenin bir
parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslâm, demokratik İslâm’ın
örneği ve esas vâsıtası olmak için en uygun olanıdır.
4-Laik-seküler dünyâ-görüşlerini savunan aydınlar: Batı demokrasileri
tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamûsal
alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından batı’ya
en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle
yarı-demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar,
çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir.
Raporda, Amerika’nın İslâm’ı kontrol altına alması için
neler yapması gerektiği maddeler hâlinde şöyle sıralanmıştır (özetle):
Modernist/ılımlı İslâm cemaatleri desteklenmelidir. Bu kapsamda;
özellikle mâli destek sağlanmalı, lîderlik modeli oluşturulmalı ve bu modele
uygun kanaat önderleri tesbit edilmelidir. İslâm’da devlet ve dînin ayrı
tutulabileceği (lâiklik), bunun inanca zarar vermeyeceği, aksine onu
güçlendireceği fikri ısrarla işlenmelidir.
Muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin kusurları
ön-plâna çıkarılmalıdır. Radikâl/kökten-dinci müslümanlar ile muhâfazakârların
arasının iyice açılması gerekir. Siyâsi hedefleri olmayan tasavvufi
hareketlerin teşvik edilmesi ve sufiliğin yaygınlaştırılması teşvik
edilmelidir. Ilımlı İslâm cemaatlerine yakın görüşte olan
muhâfazakâr/geleneksel müslümanların, ortak hareket etmeleri sağlanmalıdır.
Radikâl/Kökten-dinci hareketlerle mücâdele edilmesi, onların
birbirlerine düşürülmesi hayâti bir öneme hâizdir. Bu kapsamda; yasa-dışı
faaliyetlerin açığa çıkarılması, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz
sonuçlarının abartılması gerekir.
RAND Raporunun son bölümünde ‘Derin Strateji’ başlığı altında, ‘ılımlı İslâm’i
bir lîderin hazırlanması’ üzerinde durulmuş ve tâkip edilmesi gereken siyâset
şöyle ifâde edilmiştir: “Ilımlı İslâm’cılar’ın cesur sivil kanaat önderleri
olmaları yeterli değildir. Bu önderlerin demokrasi, insan ve kadın hakları
konusunda etkili projeler geliştirmeleri sağlanmalıdır. İslâm’ın bir üst-kimlik
olduğundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu tezi işlenmelidir.
Sivil-toplum örgütleri oluşturulması ve ılımlı kanaat önderlerine yardım
edilmesi, hayâti öneme hâizdir”.
“Manüpilasyonların Kıskacında İslâm” kitabında:
“ABD düşünce kuruluşlarının bir ürünü
olan “Ilımlı İslâm” kavramı, George W. Bush tarafından ABD Barış Enstitüsü’ne
atanan, Middle East Forum başkanı İsrâil yanlısı, İslâm eleştirmeni Daniel
Pipes tarafından kullanılmıştır. Ilımlı İslam projesi, Pipes’in 1995’teki bir
açıklamasında kullandığı “Radikâl İslâm tehdidine çözüm, ‘Ilımlı İslâm’dır”
sözünün üzerine binâ edilmiştir.
Hristiyan ürünü Dinlerarası Diyalog
projesinin can-damarı, modernist/protestan-İslâm yorumu olan “Ilımlı İslâm”
ile, müslümanların yaşayışlarının gayr-i müslimlere benzetilerek dînin
protestanlaşması amaçlanmaktadır” denir.
Savaşlarda nihâi zaferler olmuyor artık. Savaş
masrafları en zengin ülkelerin bile belini büküyor. Ülkeyi savaşmadan ele
geçirmenin/sömürmenin yolu, o ülkeye demokrasi getirmektir batılılara göre.
Fakat o ülke müslüman bir ülke ise ilk önce İslâm’ı ılımlılaştırmak gerekir.
Çünkü İslâm demokrasi ile uyuşamaz. Ilımlılaştırılıp demokratikleştirilen ülke,
işgal edilmiş bir ülke olacaktır artık. Böylece savaş-masrafı bile yapmadan
açık bir pazar hâline gelecektir.
Amaç İslâm’ı blôke
etmek ve hattâ değiştirerek başkalaştırmak. Bu projeye en uygun ülke olarak
Türkiye görülüyor. İslâm’ı Türkiye üzerinde yıkma projesidir bu proje.
Demokratik ılımlı İslâm projesi, İnsan-ı Kâmil
potansiyelini baskılamak için düzenlenmiş bir projedir. Böylelikle “satın
alınamayacak mü’min” insanın/insanların potansiyelini kırmak istiyorlar. Çünkü
bu tarz mü’minler, Dünyâ’yı İslâm lehine değiştirme isteği ve potansiyeli taşıyan
mü’minlerdir.
Batının yâni tağutun belirlediği modern ufkun içinde
bir İslâm anlayışı olamaz. Ilımlı, liberâl ve “euro” sıfatlarıyla anılan İslâm’lar,
çağın egemen güçlerinin İslâm üzerindeki siyâsal hesap-kitaplarının açık tezâhürüdür.
Yâni bu tür İslâm’lar, “İslâm olsun ama hayatta etkin olmasın”
politikasının uzantılarıdır. “Euro İslâm” (Bu kavramı Sûriye asıllı Prof.
Bessam Tibi’nin îcat ettiği sanılmaktadır), çoğulculuk, demokrasi gibi
değerler! ve batı kültürüyle İslâm’ın uzlaştırılması olarak kurgulanmıştır.
Nuray Mert bunu, “Bessam Tibi’nin, yaşadığı toplumla barışık bir İslâm formülü
arayışı” olarak ifâde etmektedir.
Abdullah Akgül:
“Gülen
cemaatinin baş destekçilerinden CIA kurmayı ve Siyonist Yahudi Lobilerinin
İslâm coğrafyası Uzmanı Graham E. Fuller yazdığı “İslâm’sız Dünyâ” kitabında, “müslümanların ılımlaştırılıp protestanlaştırılması durumunda, tehlike
olmaktan çıkarılacağı” tezini savunmaktadır.
Adnan Menderes ve Celâl Bayar’la
başlatılan, Süleyman Demirel’le tabana ve topluma benimsetilmeye çalışılan,
Turgut Özal’la hız kazanan ve nihâyet Recep T. Erdoğan
AKP’siyle meşrûiyet kılıfına sokulup
yaygınlaştırılan “Ilımlı İslâm-Protestan Müslüman” mantığı, Martin Luther’in Hristiyanlıktaki
reformlarının aynısıdır.
Utah
Üniversitesi’nden Profesör Hâkan Yavuz, Türkiye’nin AKP felsefesiyle geçirdiği
dönüşümü ‘Türkiye’de İslâm’i kesim protestanlaşıyor ve İslâm’sız bir İslâm
oluşuyor’ şeklinde yorumlamakta ve şunları vurgulamaktadır: “İslâm’sız bir İslâm
görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Bu durum; tüm ahlâki ve hukûki değerlerinden
soyutlanmış bir İslâm’dır. Tamâmıyla şekle dayalı ve tüketim araçları hâline
dönüşen bir İslâm anlayışıdır. Bugün Türkiye’de İslâm’i semboller alınıp-satılır
hâle gelmiş, dünyâlık makam ve menfaat için kullanılır vaziyete dönüşmüş
bulunmaktadır. Burada ise İslâm, açıkça protestanlaştırılıyor. Bunlar modern
süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyor, medya, finans, eğitim sektörü...
hepsinde güçleniyor. Ancak bunlar modernitenin içine girdikçe, modernite de
bunların içine giriyor. Modernite, dîni yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan
kapitâlizmin mantığı oluyor”.
Parayla
tanışan ve lüks yaşama alışan dindarlar, hızla kapitâlist sisteme katılmaya
çabalıyor. Bir yandan Prof. Arif Ersoy’un sözleriyle “herkes harıl-harıl kapitâlizme
uygun âyet bulma telâşına giriyor, diğer yandan ekonomik güç, bir üstünlük
aracı olarak İslâm’i çevrelerde yeniden üretilmeye başlanıyor” der.
Aytunç Altındal:
“Hristiyan âleminde
iki önemli kilise kavramı vardır. Bir tânesi bildiğimiz kiliseler, ikincisi “Invisible Church” dediğimiz göze gözükmeyen
kilisedir. Yâni somut ve mevcut bir Dünyâ olarak göremediğimiz bir türden
kilise var. Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki; Şahısların
müslümanlıktan hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde oldukları gibi
kalsınlar. Ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman gibi
düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün, ancak müslüman gibi yaşadığına inansın”.
Bu-gün ülkemizde de BOP kapsamında Fethullah
Gülen’in “Ilımlı İslâm” kimliğiyle
üstlendiği görev, İslâm’ın bir nevi İsevîleştirilmesidir. Yaşanılacak
dönüştürme süreci içinde Dünyâ’ya hristiyan gözüyle bakan, o kültürü benimsemiş
yaşam-tarzı süren ve kendini müslüman olarak kabûl eden bir toplum yaratmaktır.
Dinlerarası diyalog kapsamında “Protestan İslâm” adı altında bir “din”
oluşturulmaya çalışılması, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır” der.
Mevcut hükûmet olan AKP hükûmeti de (bâzıları her ne
kadar takıyye yaptığını zannetse de) bu projeye destek olacak şekilde hareket
ediyor. Cüneyt Ülsever:
“AKP’nin ortaya koymaya çalıştığı bu yeni yaklaşım, partiyi yakından
gözlemleyen İslâm’i çevrelerce yanlış algılanıyor. ‘Üçüncü yol’, ya da ‘Yeni
bir İslâm’cılık’ falan değil bu. Bu kapitâlizmin Türkiye’ye başarıyla
uygulanma versiyonudur” der.
ABD’nin dış-işleri yetkilisinin İslâm’ı yozlaştırmak
için yaptığı şu açıklaması da bu konuda çok mânidar görünmektedir: “İslâm’da
reform olmayacak, ancak insanların İslâm dîninden anladıkları değişecek”.
Bu açıklama bu konuda alınan bir-dizi kararlardan sâdece birisidir. Yıllardır
Abant toplantılarıyla, diyalog çağrılarıyla, ılımlı-İslâm tezleriyle gelinmek
istenen adres işte burasıdır. Yeni-İslâm’cılık denen şeydir bu.
Soğuk Savaş döneminde amaç “ılımlı komünizmi”
getirmekti. Ve ılımlı komünizm (Glasnost), Sovyet Bloğunu yıktı. Şimdiki durum
ise “Soğuk Savaş”ın bir devâmı niteliğindedir. Çünkü küresel güçler benzer ve
hattâ daha güçlü bir zorlukla kaşı-karşıyadırlar.
Şükrü Hüseyinoğlu:
“Sovyet blôğunun yıkılması ardından İslâm’ı yeni düşman konsept olarak
belirleyen ABD-NATO şer ekseninin, özellikle Afganistan ve Îrak işgâllerindeki
yenilgilerinin ardından İslâm-dünyâsı karşısında cephe-savaşı pozisyonu yerine
İslâm’ı ve müslümanları içeriden kuşatma stratejilerini öne çıkardığı biliniyor.
Bu stratejinin temel argümanı ve enstrümanı olarak da, bizzat Pentagon
güdümlü Tink-Tank kuruluşları tarafından “ılımlı İslâm” şeklinde bir
kavramsallaştırmanın kotarılıp öne sürüldüğünü ve buna dayalı politikaların
devreye konulduğunu biliyoruz. “Ilımlı İslam” politikalarının, Amerikan
emperyâlizminin geçmişte Sovyet blôğuna karşı yürürlüğe koyduğu “Yeşil Kuşak”
projesinin, yeni dönem ve yeni düşman konsepti çerçevesinde bizâtihi İslâm’a ve
müslümanlara karşı yürürlüğe koyduğu farklı bir versiyonu olduğunu ifâde etmek
gerekir” der.
Tüm peygamberlere gelen din İslâm olduğu gibi, Hz.
Îsâ’ya gelen din de İslâm’dır. Hristiyanlık sonradan uydurulmuş bir isimlendirmedir.
Hristiyanlık, Paulus’un Hz. Îsâ’ya gelen İslâm’ı ılımlılaştırıp yumuşatması
sonucunda “hristiyanlık” diye türedi bir din çıkarmasıdır. Bu din tabî ki; Roma’nın
genel siyâsetine, çıkarlarına, sistemine aykırı olmayan bir din oldu. Ilımlılaştırılmamış
olan o din Roma’ya uygun değildi ve Roma bunu kabûl etmezdi. Dolayısı ile
ılımlılaştırıldıktan sonra Roma’ya uygun hâle geldi. O hâlde dînin
ılımlılaştırılması, dînin tahrif edilmesidir. Yâni dînin tahrif edilmesi,
ılımlılaştırma yoluyla oluyor. Bunu çok iyi bilen küresel güçler, bir zamanlar Hz.
Îsâ’ya gelen dîni ılımlılaştırıp zıvanadan çıkardıkları gibi, şimdi de İslâm’ı
ılımlılaştırıp onu işlevsiz hâle getirmek istiyorlar aynen hristiyanlıkta
olduğu gibi. Bilindiği gibi hristiyanlıkta “sezar’ın hakkı sezar’a, tanrının
hakkı tanrıya” anlayışı ile din vicdanlara hapsedilmiş ve modern zamanlarda bu
anlayış laiklik ve sekülerizm olarak belirmiştir. Hristiyanlıktaki sünnetsizlik
bile, dînin ılımlılaşmasının bir sonucudur. Paulus sünnet olmak istemeyen
Helenlere “sünnet olmak şart değildir” demişti.
Genişletilmiş Orta-doğu İnisiyatifi (Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) ABD 43.
Başkanı Bush hükümeti tarafından 2004 yılında “büyük orta-doğu” adıyla duyurulan en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pâkistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından,
Güneyde Aden ve Yemen'e
kadar uzanan bölgede, müslüman ülkelere demokrasi ihrâcını ve bu ülkelerin
pazarlarının açılmasını amaçladığı iddia eden politik kuramdır.
Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:
“Biz Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) deyip geçiyoruz; ama bu projenin tam
adı “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek
ve İlerleme İçin Ortaklık İnisiyatifi...”
Projeyi Dünyâ’ya ilk duyuran kişi ise Amerika Birleşik
Devletleri’nin 43. Başkanı George W. Bush...
Projenin amacı; petrol-zengini müslüman ülkelere demokrasi ihraç etmek,
bölgenin kontrolünü ele geçirmek ve bu zengin pazarların serbest rekâbete
açılmasını sağlamak...
Proje, Batı’da Fas’ın Atlantik kıyılarından, Doğu’da
Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına...
Kuzey’de Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından, güneyde Aden ve
Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor...
Projenin bizim için önemi ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Eş
-Başkan” îlan edilmesi...
Ve daha sonra AKP yöneticileri tarafından yalanlansa da,
kendisinin bunu tam 34 farklı yerde yaptığı konuşmada gururla ifâde etmesi...
Erdoğan iki yıl önce, “ölmeden doğan proje” dedi ve herkes de BOP’un
gerçekten tezgâhtan kaldırıldığını düşündü, ama... ABD bu konuda oldukça
kararlıydı... Kararlılığı da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 7
Ağustos 2003 târihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısı
gözler-önüne seriyor:
Rice bu yazısında bölgede bulunan 22 devletin rejiminin,
sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde
olduğunu anlatıyordu.
ABD’nin Büyük Orta-doğu Projesi ile beş temel hedefi vardı:
1-Orta-doğu’nun kontrolünü ele geçirmek.
2-İsrail’in güvenliğini garanti altına almak.
3-Zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarının denetimini
sağlamak.
4-Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik
zenginliklerden uzak tutarak, rekâbette öne geçmek.
5-Vâr-olduğunu iddia ettiği “İslâm’i terör”ü bitirmek...
Batı tüm bunları T.C. örnekliği üzerinden yapmaya çalışıyor.
Müslümanlar, “yaşayan/yaşanan bir fıkıhları”
olmadığı için, sonsuz anlayışlarla şekillenmiş ve fıkhî düşüncelerle bezenmiş
kitaplar yazıyorlar. Tabî ki bu da bir-çok ayrılığı/bölünmeyi yanında
getiriyor.
“Ey îman
edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar bir-birlerinin
dostudur. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardan olur” (Mâide 51).
“Sen
onların dînine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden hoşnut olmazlar” (Bakara 120).
Ayrıca kişisel gelişim kitapları da tağutların bu
şeytâni plânlarına katkı yapıyor.. İnsanları bu tarz plânlara uygun hâle
getiriyor.
Sürecin nasıl işlediğini demokrasi örneği üzerinden
şu şekilde formülleştirebiliriz: Demokrasi; 1960’larda küfür, 1980’lerde haram,
1990’larda araç, 2000’lerde ise İslâm’ın ön-görüsü ve ideâli olarak ifâdelendirilmiştir.
Modern müslüman entelektüellerin bize gösterdiği ve
yapılmasını istediği İslâm-anlayışı metodu, batı-merkezli bir metottur.
Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi iç-dinamiğinden çıkmış bir metot değildir.
Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr olması mümkün, ne de bir zulmün sona ermesi..
Kâfir bir metotla müslümanlık bir yere varamaz.
Müslümandan istenen bir din-anlayışı
var: “Kişisel düzeyde yüksek bir şekilde yaşanan fakat sosyâl ve siyâsal
alanda bir talebi olmayan din”. Kur’ân/İslâm bir “hayat felsefesi”
değildir, “hayat tarzı”dır. İslâm her-şeyden önce “hareket”le ilgilidir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder