Genelde son 35 yıldır, fakat
özellikle 28 Şubat’tan sonra müslümanlar, yoğun teorik İslâm’i çalışmalar
yapıyorlar. Öyle ki, 80 öncesi, bir elin parmaklarının sayısını geçmeyen meâl
sayısı, son 35 yılda 250-300 sayısına ulaşmış; binlerce sayıda ve her konu ile
ilgili İslâm’i kitaplar-dergiler yazılmış, programlar yapılmış, memleketin ve
Dünyâ’nın her yerinde her-gün sohbetler-dersler-etkinlikler yapılmaktadır. Nice
konferanslar, nice gezi-piknik--umre-hac ziyâret ve ibâdetleri, radyo-televizyon
programları yapılıyor ve bu etkinlikler büyüyerek devâm ediyor. 1980 sonrası “Kur’ân’a
dönüş” çalışmaları hızla artmış ve hem yeni hem de doğru fikirlere-bilgilere
ulaşılmış, bu bilgiler çeşitli ortamlarda sosyâl medyada,
televizyonlarda-konferanslarda paylaşılmış ve halk tarafından da öğrenilmiştir.
Bu tarz çalışmaları tebrik
etmemek tabî ki de uygun olmaz. Çünkü olumlu iyi işlerdir bu yapılanlar. Zîrâ
teorik anlamda yanlıştan doğruya dönüşler olmuştur/oluyor. Gayretli çalışmalar
sonucunda nice yanlışlar görülmüş, fark edilmiş, vahiy-merkezli doğrulara
ulaşılmış ve bunlar yazılmış-çizilmiş, çeşitli ortamlarda paylaşılmış ve kayda
geçirilmiştir. İşin bu yönünde bir sorun yok..
Fakat… Yapılan onca şeyin
amacı hedefi nedir?. Ne için bu çabalar, koşuşturmacalar?. Amaç nedir?. Bir
hedef var mı?. Sormak lâzım kendimize ve birilerine; Sonunda ne yapacaksınız?.
Ulaştığınız ve biriktirdiğiniz bilgileri, yazdığınız kitapları, kaydettiğiniz
konferansları-konuşmaları-dersleri vs. nerede kullanacaksınız?. Bunları sâdece yazmış-konuşmuş-söylemiş
olmak Allah’ın bir emri ve Kur’ân’ın bir isteği midir?. Bu yaptıklarınız dünyâ-çapında
bir yaraya merhem oldu mu?. Pratik anlamda, ıslah anlamında bir sonuca
ulaşılmış mıdır?. Meselâ Kur’ân’ı komple tefsir ederek, bu tefsiri haftalık
dersler şeklinde bir-kaç senede bitirdikten sonra ne yaptınız?. Tekrar başa
dönüp tekrar tefsir etmeye neden başladınız?. İlk tefsirde anlayamadınız mı?. “Kur’ân'ı
yeniden okumak” mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?.
Amele-eyleme geçmedikçe. Müslümanların ve Dünyâ'nın böyle bir beklentisi yok.
Müslümanların ve Dünyâ'nın “Kur’ân'ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve
beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan sürekli okunma” kitabı değildir.
Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur.
Diyelim ki
süper bir bilgisayar var ve bu bilgisayardan insanın beynine bilgi nakledecek
bir sistem geliştirilmiş. Bu yolla 24 saat içinde “her yönden sağlıklı bir
insana”, seçme 1 milyon kitap, 10 milyon dergi, 100 milyon makâle-yazı
yüklendi. Dünyâ’da konuşulan her dil beynine yüklendi. Kur’ân’ın “Şâmil
Programı” gibi 100 tâne program beyne gönderildi. Üstelik bir-kaç gün içinde bu
bilgiler hücrelere yedirilmiş ve doğal hâle getirilmiş yâni güncelleştirilmiş
olsun. Yâni harddisk gibi ruhsuz değil de, kişinin değerlendirebileceği bir
şekilde olsun. Yükleme ile Kur’ân’ın hâfızı da oldu. Arapça bilgisi de mükemmel
olarak yüklensin vs.. Yâni her konuda âllâme-i cihan olsun bu kişi. Hem de
yüklenen şeyler boş ve değersiz kaynaklar değil, çok iyi seçilmiş ve özenle
ayrılmış kalitede kitaplar/kaynaklar olsun. Bu kişi her konuda insanlık
târihinin en ileri ilim-sâhibi olsun.. Bu kişi bundan sonra ne yapacak?. Ne
yapmalı?. Ne yapabilir?. Şimdi ne olacak?. Eğer Dünyâ’nın perişân hâlinden
rahatsız olup bunu İslâm-merkezli düzeltme yolunda olmazsa ne kıymeti olur bu
kadar bilginin?. Dünyâ’da hiç-bir şeyi değiştirmeyecekse o kişinin o kadar
bilgiye çok çabuk bir şekilde ulaşması neye yarayacak?. Bilinsin ki; bu kadar
ilim olacağına, zulmü/zorbalığı/zorluğu/acıyı vs. düzeltme yolunda atılacak en
küçük bir adım Allah katında sonsuz kez daha değerli olacaktır.
Amele-eyleme dönük olmayan
İslâmî çalışmalar yapanlara sormak gerekir: Son 35 yılda pratik anlamda ne
yaptınız?. Hangi yaraya parmak bastınız ve hangi yaraya merhem oldunuz?. Üstelik
35 yıl önce örnek alabileceğiniz bir İslâm’i hareket ve devrim örneği de vardı:
Îran İslâm Devrimi.. Çiğ-köfte partileriyle, 5 yıldızlı otellerde “ribat”lar ve
umreler yapmak mıdır İslâm’ın-Kur’ân’ın isteği?. Kaliteli “İslâm’i hazlar”
yaşamak mıdır bir mü’minin hedefi?. Siz gerçekten ciddî misiniz?.
Başta Peygamberimiz olmak
üzere sahabeler ve ardılları mücâhede ve mücâdelelerini böyle mi yaptılar?, böyle
mi kurdular İslâm devletini ve bu şekilde mi başlattılar İslâm medeniyetini?.
Şirki, sizin yaptıklarınız gibi davranarak mı kaldırdılar ve zulmü çiğ-köfte
partileriyle mi bitirdiler?. Yada eyleme bir-türlü geçmeyen mükerrer okumalarla
mı zulmü bertarâf ettiler?.
Milâdi 610 yılında,
toplumdaki olumsuz durumlar sebebiyle ızdırap çeken Hz. Muhammed, teselliyi Nur
Dağı’ndaki Hira mağarasında buluyordu. Yine Hira’da olduğu bir günde melek
Cebrâil’in “oku” hitâbıyla, Peygamberimizin hayâtının sonuna kadar sürecek olan
mücâdelesi/mücâhedesi başlıyordu.
O vakitte Mekke halkının
çoğu okuma-yazma bilmeyen, hattâ çoğu, hayatlarında kitap bile görmeyen
insanlardı. İnsanların ilk derdi “geçim” olduğu için, hayatlarını kazanç
yolunda tüketiyorlardı. Zâten adâletsizlik ayyuka çıkmıştı. Mekke’lilerin kültürel
etkinlikleri ise şiir ve ataların isimlerinin kayıtları ile bâzı sözleri idi.
Sözel (şifâhi) bir kültür vardı yâni. Vahiy işte böyle bir kültürel düzeydeki
kişilere gelmişti. Peygamberimiz belki biraz da bu nedenle görevin ağırlığını
hissetmişti omuzlarında. Çünkü vahiy, bildirmekle ve dâvet ile başlıyordu.
İnsanların çoğu okuma-yazma bilmeyen ve çobanlıkla uğraşan kişiler olmasına
rağmen şan ve şeref için de olsa yiğitlik ve cömertlikle anılan kişilerdi.
Aslında bu hasletler okuma-yazma bilmekten daha önemlidir. Çünkü Peygamberimize
daha çok bu kesimlerden destek geliyordu. Okuma-yazma bilenlerin çoğu tedirgin
ve kibirli davranıyordu. Hem zâten Kur’ân, peygamberlerin kıssalarını
anlatırken daha çok mücâdele/mücâhedeyi öne çıkaran hitaplarda
bulunuyordu.
Kur’ân “uzman” kişilere
gelmemiştir. Kur’ân’ın ilk muhâtapları %99’u okuma-yazma bilmeyen insanlardı.
(Şu-anda da Türkiye’de 4 milyon 640 bin yetişkin insan okuma-yazma bilmiyor).
Çölde yaşayan bedevilerdi. Deve çobanlarıydılar. Kaba-saba kişiler vardı
içlerinde. Haydutluk yapanlar vardı. İşte Kur’ân bu kişilere gönderildi. Onlara
okundu. (Belazuri’ye göre peygamberimiz zamânında sâdece 10 kişi okuma-yazma
biliyordu). Bu kişiler; “bu dediklerini hele bir anlama sürecine sokalım,
kelimelerini/kavramlarını ayırıp inceleyelim de ondan sonra karar veririz”
demediler. Vahiy onlara öyle bir bilinç ve inanç aşıladı ki, Dünyâ’yı
fethetmelerine sâdece îmanları ve gayretleri yetti. Kur’ân’ın hitâbı, halkın
seviyesinde bir hitâptır çünkü.
Evet, bu Kur’ân
âlimlere/filozoflara/entelektüellere/toplumun okumuş kesimlerine/cins
kafalara/arap-dili uzmanlarına/ulemâya/şâirlere/profesörlere/akademik kariyer
sâhiplerine, süper zekâlara, tasavvufçu-bâtınilere, zenginlere vs. gelmedi
sâdece. Bunlar da dâhil Dünyâ’nın her yerinde yaşayan ve akıl zaafiyeti olmayan
tüm insanlara gönderildi. Allah, “ya eyyuhen nas”, “Yâ eyyûhellezîne
âmenû” diyerek tüm insanlığa hitâp ediyor. Sâdece bir-kısım
özel insanlara değil, herkese sesleniyor. Bunların içinde dağda yaşayan
çobanlar, çölde yaşayan bedeviler, ovada yaşayan göçebeler ve şehirlerde
yaşayan her kesimden insan vardır doğal olarak. İşte herkese hitâp eden bir
kitaptır Kur’ân-ı Kerim. Sâdece bilgisayarlarla donanmış modern çağlara değil,
her zaman ve mekânda ve her koşulda yaşayanların, okuduğunda kolayca
anlayabileceği bir kitap ve hitaptır yüce Kur’ân. Bir
îman/gönül/fedâkârlık/cömertlik/mertlik/yiğitlik söylemidir. Bu vasıflara sâhip
olanlar ille de “okumuş” olanlar değildir. Bu Kur’ân din konusunda uzman
olanlara gelmedi. Peygamberiz en başta büyük ihtimâlle okuma-yazma bilmeyen,
diğer vahiy kitaplarını okumamış, ümmi birisiydi. İşte vahiy bu kişiye geldi.
O, kendisine söylenen şeyi hemen anladı. Anladığı için de
bilgi-bilinç-dâvet/eylem-devlet-medeniyet süreci için uygulamaları hemen
başlattı. Zihinlerle birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu
Kur’ân. Kim daha samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en
çok da ona hitâp eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde
“yaşayanlar”dır. “Bilmek” sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak
demektir. Hattâ belki de ona derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan
çok, diğer kesim hizmet etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için
değil, hayatta yaşaması/iktidar olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında
bu ideâl için en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği
görülür. Bilâl-i Habeşi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim
değildiler. Fakat gösterdikleri teslimiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının
yıldızlara yükselmesine neden olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde kişinin ne yaptığı
önemlidir.
İşte Peygamberimiz de
kendisine inen vahiyden bunu anladığı için tüm peygamberliği boyunca Mekke’de
pasif, Medîne’de ise aktif mücâdele/mücâhedede bulundu. Kur’ân’ın/Vahyin
kâlplere hitâp eden etkisi, onun üzerinde sonsuz
yorumlar/anlatımlar/araştırmalar yapılmasına gerek bırakmıyordu. Gelen vahiyler
bir kere dinlenildiğinde/okunduğunda bile idrâk ediliyor, artık iş “uygulama”ya
kalıyordu. Kur’ân ile daha yoğun ilgilenen Ashab-ı Suffa örneğine rağmen
Peygamberimizin gelen vahiyleri okumakla/bildirmekle ve bu âyetlerle ilgili
uygulama metotlarını konuşmaktan başka düzenli olarak derin Kur’ân dersleri
yaptığı vâki değildir. Bir-tek arada-bir sahabenin ilk-defa duyduğu kelimelerin
anlamlarını sorması istisnaydı. Zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda derin
araştırmalar yapılması çelişki olarak görülür vicdanlara çünkü.
Evet; Peygamberimiz ve
ashab, bu tarz bir İslâm’i mücâdele/mücâhedede ile 23 yıl sonunda Arabistan
yarım-adasında İslâm’i bir barış/selâmet yurdu kurdu. Bu durum bâzı aksamalara
rağmen Hz. Ali’nin vefâtına kadar sürdü. Ondan sonra başa gelenler, Kur’ân’ı
aşırı yorumlama ile anlam kaybına uğrattılar ve iktidarlarını sürdürdüler.
Yaklaşık 100-150 yıl sonra hem maddî hem de kültürel olarak müslümanların dünyevî
çıtası yükselse de, içi boşalmış bir anlayış hâkim durumdaydı. Halk kendi
içinde hakîkati korumak istese de, iktidar, kültürel etkinlikleri çoğaltarak
hem kültürel bir keşmekeşe sebep oluyor, hem de bu kargaşayı kullanarak iktidarlarını
güvenceye alıyorlardı. Bu içi boşalmış (yâni eyleme dönmeyen aşırı yorumlama)
kültürel etkinlik, 12. yy.ın başında iflâs etti. Artık tam bir kültürel karmaşa
hâli vardı. İslâm’ın Kur’ân ile bağı koparılmış ve uydurma hadis/söz/yorumlara
bağlanılmıştı. Kılıçların etkisinin sürdüğü 19. yy.’ın başına kadar perişanlık
açıkça görünmese de bu târihten sonra bu kopuş kendini acı bir şekilde
göstermeye başladı ve 2. Dünyâ savaşından sonra ayyuka çıktı.
19. yy.’ın sonlarına doğru
bâzı kişiler bu kötü durumun nedenini anladılar fakat baskı karşısında çok
fazla bir netîce alamadılar. Diğer bâzı İslâm’i hareketlerin gayretleri de
gerek karşılarındaki güç, gerekse de iç-destekten yoksunluktan ve bâzı
hatâlardan dolayı netîceye ulaşamadı. Bundan sonra artık müslümanlar şu karara
vardılar: “Biz sistemli kültürel etkinlikler yapmadığımız için bu kötü
durumlara düştük. Bunu düzeltmek için sistematik kültürel çalışmalar/dersler
yapmak lâzım”. Ve sürekli okumalar/yazmalar/sohbetler vs. yapıldı. Bir-zaman
sonra Kur’ân-merkezli okumaların yapılması gerektiği doğru olarak anlaşıldı. Bu
bir silkiniş dönemi olabilirdi ama çeşitli nedenlerle ve baskılarla bu silkiniş
gerçekleşemedi. Bunun sonucunda Kur’ân daha çok okunmaya, okunduktan sonra
tekrar okunmaya, sonra yorumlanmaya, te’vil edilmeye, tefsir edilmeye,
meâllendirilmeye, kavramlarının ayrıştırılmasına ve araştırılmasına vs.
başlandı. Kur’ân tâbiri câizse didik-didik edildi. Fakat bir türlü
eyleme/harekete dönmüyordu. Kamusal alanda, sosyal hayatta kendini göstermiyordu.
Kur’ân profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme,
uzmanlaşma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama pratik hayatta değişen
bir şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyordu. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm
ediyordu. Bu süreç değişmediği için artık müslümanların ışığı sönmeye
başlamıştı. Artık âlim denilen kişiler bile kolayca tâvizler verebiliyor,
iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduğu sistemleri
yüceltebiliyorlardı. Tüm bu etkinliklerin başta mazlumlar olmak üzere
müslümanlara bir faydası olmadı. Şeytan “sağdan” yaklaşmış ve yine müslümanları
Allah ile aldatmıştı.
Evet; müslümanların başına
ne geldiyse hep hayattan kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan
kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına
yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştı bu hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile
yapılmıştı. Kur’ân ısrarla hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise
aşırı yorumların yapıldığı dernekleri/vakıfları/zâviyeleri gösteriyordu.
Kur’ân bütünsel olarak
anlaşılabilir ancak. Parçalayıcı yaklaşımlarla, anlamayı daha zorlaştırmaktan
ve içinden çıkılmaz bir hâle getirmekten başka bir şey yapmış olmazsınız.
Sonuçta parçacı yaklaşım, amaçtan kopuk bir yaklaşımdır.
Bu tarz çalışmalarının bir amacı yoktur, hedefleri
yoktur. Eğitim ve bilgi edinme kendi içinde bir “hedef” hâlini almıştır. Fakat bu, insanı hiçbir zaman tatmin etmez. Bu
yüzden de sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sorup dururlar. Belki de ne
yapılacağını bildikleri hâlde sordukları bir sorudur bu. Bu nedenle de samîmi
bir soru değildir.
Kur’ân’a sanki; bir kitâbe
yazıtları gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir
pazıl gibi, bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en
büyük hakârettir. Böyle yapmak Kur’ân’ı “anlaşılmaz bir kitap” gibi göstermek
demektir. Kur’ân, bu tür nitelemelerden uzaktır.
Kur’ân’da “aranacak” bir şey
yoktur. Her şey/âyet o kadar açıktır ki, aranmayı/anlamayı değil, okunmayı
beklemektedir. Zâten neyi arıyoruz?. Ne bulacağız?. Felsefede şöyle bir soru
vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur.
Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz?”.
Yüz-yıllardır bu çalışmalar
yapılıyor ve müslümanların rezilliği bitmediği gibi daha fazla artıyor. Zâten
müslümanların bu kötü durumunun nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere
hapsetmektir. Einstein:
“Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar
almayı bekleyenler ahmaktır” der.
Sorunumuz bilmek/anlamak/ayrıntılarda
boğulmak değil; “inanmak ve yapmak”, aydınlığa çıkmaktır. Hedef budur. Bu
tarz gereksiz çabalara düştüğümüz müddetçe de “yapma” işine girişmemiz mümkün
değildir. Zîra bu işin bir sonu yoktur. Bu, bir oynama-oyalanma/hevâ-heves
işidir. Hele ki mevcut dünyâ-şartlarında îmansal ve eylemsel işlere girişmeyip
de bu tarz çalışmalarla vakit isrâf etmek îkap/azap sebebidir. Çünkü bu
çalışmalar hiç-bir acıyı/zulmü/göz-yaşını/açlığı/susuzluğu/üşümeyi/ağlamayı/çığlığı/feryâdı/dökülen
kanları/mazlûmiyeti ve çâresizlerin alnına doğru gelen kahpe bir kurşunu bile
engelleyemez yada saptıramaz.
Müslümanların mevcut
toplanışları ve çalışma şekilleri eyleme yöneltmiyor. Çünkü anlamak bilgilenmek
demektir ama bilinçlenmek demek değildir her zaman, bu yüzden de bir-türlü
eyleme dönüşemez. Îman ise direkt amelle/eylemle alâkalıdır. Kur’ân’da îman ve
amel/eylem hep; “îman eden ve sâlih amel işleyen” diye geçer. Îman amelle
tezâhür eder zîra. Gerçeklik “anlama”da değil, “inanma”da (îman) ve dolayısı
ile amel/eylemde kendini gösterir. Salt iyi niyetle hiç-bir şey düzelmez.
“Hüsn-ü niyet hüsn-ü hizmet için yeterli değildir” denir. Dînin gönderiliş
amacı ilk-önce bu dünyâda işe yarasın içindir. Ali Şeriati: “Dünyâ’da işe
yaramayan din, âhirette de işe yaramaz” der.
Ahmet Davudoğlu
öğrencilerine: “Evlâdım!. Bu okullarda
size öğretilen ilmi bir şey zan etmeyin. Bu ilimler Osmanlı'nın
kasabında-manavında da vardı. Bunları okumakla âlim olduğunuz zannına
kapılmayın” dermiş.
Ramazan Yılmaz:
“İnsan yaşadığı hayâtın anlamını bildiği, hedefini ve
amacını tespit ettiği ölçüde hayatta başarılı olur, yücelir. Hedefe ulaşma
amacı; kişinin akıllı, ölçülü, düzenli ve îman ettiği değerlere göre hareket
etmesini sağlar” der.
İslâm’ın
bir hayat algılayışı, bir yaşam-biçimi vardır. Bu yaşam-biçiminde müslümanın
bir ayağı Dünyâ’da iken, diğer ayağı da âhirettedir. Bir ayağın âhirette olması
demek, sürekli ölüm ile iç-içe yaşamak demektir. Ölmekten korkmamak, gerekirse
yolunda ölebilecek şeylere tâlip olabilmek, koşabilmektir. İşte bize ilk-önce
âhiretten şüphe ettirildi; ölüm-ötesi hayâtın/âhiretin yokluğuna alıştırıldı;
ölüm sonrasını iptâl ettirecek düşünceler geliştirildi ve ürünler sunuldu; daha
sonra da ölümden korkulmaya başlandı. Böyle olunca biz cihad rûhumuzu yitirdik/kaybettik.
Ölüm korkusu bizim Dünyâ’ya daha fazla sarılmamıza neden oldu, fakat
vicdânımızın fıtrî/İslâm’i baskısı devâm ediyordu. Vicdânımızı bastırmak için
de ona sus-payı olarak okuma-anlama çalışmaları yapmaya başladık. Okuma-anlama
çalışmaları güzel bir şeydir ama bu çalışmalar eyleme zinhar dönmeyen ve
dönmeyi de düşünmeyen “salt okuma-anlama çalışmaları” oluyor genelde. Unutmayalım
ki, hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.
Hareket,
akıl ile îman arasındaki orta yoldur. İkisi birleştiğinde ancak sâlih amel
çıkar ortaya. Aksi-hâlde ayrı-ayrı bir değerleri yoktur gönül eğlemekten başka.
Söz/düşünce/fikir ancak, harekete geçerse gerçek-realite-hak hâle gelir. Aksi
takdirde somutlaşamaz.
Sürekli ders-ders-ders. Öyle
bir hâle geldi ki, derslerin amacı-hedefi yine dersin kendisi oldu. Ders yapmış
olmak için dersler yapılıyor. Ders yapmak amaç ve hedef olmuş. Fakat bir-türlü
dersler dertlendirmiyor ki dertler de eyleme dönüşsün. Şöyle bir söz vardır:
“Ders”ten önce “dert” öğretilmeli ki,
öğrenci-talebe, ideâl ve iddia sâhibi olabilsin ve “uzun yola” çıkmaya hüküm
giyebilsin ve bunu göze alabilsin”.
Allah, “yerine
getirmeyeceğiniz şeyin muhabbetini de yapmayın” diyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?” (Saff 2).
İnsan bildiklerini bilmez
durumuna gelebilir ama yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak,
bilmekten çok daha değerli ve önemlidir. “Yapmak” ise bir hedefe bağlıdır. Bu
nedenle bir “hedef bilinci” şarttır.
Söylenecek
en caf-caflı sözler bile faydasızıdır. Çünkü güzel söz sâlih-amel olmadıkça
Allah’a yükselmez:
“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır.
Güzel söz O'na yükselir, Sâlih-amel de onu yükseltir” (Fâtır 10).
Ey “araştırıcı”!. Oturduğun
yerden “anlama” yapamazsın, anlayamazsın. Anlama, dışarıda olur, meydanda. Aksi-hâlde
İslâm’ı/Kur’ân’ı sıradanlaştırmaktan, etkisini azaltmaktan başka bir şey yapmış
olmazsın. Kur’ân kitaplardan bir kitap olur/oluyor.
Tamam, bir başlangıç lâzım.
Fakat başlayacak ama ne zaman bitecek?. Yâni bu teorik çalışmalar ne zaman
tamamlanacak ve ne zaman amele-eyleme geçip devlete-medeniyete dönüşecek?.
Hayat-boyu devâm eden bir terbiye-süreci olacak eyvallah ama bu terbiye ne
zaman “görünür” olmaya başlayacak?. Şaheserler yazmaktansa, küçük de olsa bir
“çözüm” bulmak daha önemli ve gereklidir.
Yanlış anlaşılmasın.. Bu
satırların yazarı “İslâm’i ömrünü” Kur’ân okumaya vermiş birisidir. Neredeyse
tüm mesâisini buna harcamaktadır. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak isteyen biridir.
Hedefi budur ve bu hedef bilincini Kur’ân’dan almıştır. Karşı olduğu şey
Kur’ân’ı tâğutların istediği gibi anlama yanlışıdır. Tefsirin te’vile
dönüşmesidir. Çünkü artık tefsir bırakıldı ve te’vil etme yoluna düşüldü.
Sınırsız te’vil. (burası çok önemli) Aşırı-yorumlama, -mevcut hayâtı
tâğutlar/firavunlar kontrôl ettiği için-, onların istediği şekilde olacaktır.
Yorumlar, onların kurmuş olduğu Dünyâ’dan/kamûsal alandan etkilenerek yapılacak
yorumlar olacaktır. Kur’ân bütünlüğünden kopuk yorumlardır bunlar. (Biz burada
te’vil kelimesini ıstılâhi anlamda alarak, “mânâyı farklılaştıracak şekilde
aşırı yorumlama” olarak aldık). Allah bize bir hedef bilinci veriyor Kur’ân’da:
“Uğrumuzda cihad edenleri, kesinlikle bize ulaştıran
yollara erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah iyi işler yapanlarla berâberdir” (Ankebût 69).
“Allah, dinden Nûh’a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsa’ya ve Îsâ‘ya tavsiye ettiğimiz, “Allah’ın dînini
hayâta egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin
için bir hayat-düsturu olarak ön-gördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur,
Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve
kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
“Resûlünü, hidâyet ve hak dinle gönderdi ki o hak
dîni, bütün dinlere üstün kılsın. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).
“Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik,
insanlar arasında âdil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve
ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara
yönelik bir-çok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri
hâlde Allah’ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç
kuşkusuz Allah güçlü ve üstün irâdelidir” (Hadîd 25).
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek
istiyorlar. Hâlbuki zâlimler istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler
istemese de dînini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak
ile gönderen O’dur” (Saff 8-9).
“Allah, içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr
sâhibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri
için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve
onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra
inkâr ederse, işte onlar fâsıktır. Dosdoğru namazı kılın, zekaâtı verin ve
elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).
Elbetteki Kur’ân dersleri de
gereklidir ve olmalıdır. Ancak sâdece ders ve inceleme ile Kur’ân’ın insanların
hayâtında pratik bir şekilde yaşanan bir davranış hâline dönüşmesi mümkün
değildir. Çünkü günümüzde Kur’ân (belki mushaf demek daha doğru olur)
derslerinden edinilen bilgi ölü bir bilgidir. Kur’ânî bilgi ancak ve ancak
hayâta yansıyınca dirilir ve canlılık kazanır. Fikir ve düşünce-yolu amelî
yola dayanmadıkça sonuç vermez, hattâ uzun süre elde tutulamaz. Kur’ân’ın zihne
inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki yürekli nesiller ortaya çıksın.
Peki ne yapalım mı
diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:
“Ey iman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak
ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve
canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden
ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte
en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan
yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).
Görmemiz gereken şey zâten
gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Eyleme dönmeyen
hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da.
Yıkmadan yapmakla yâni tâdilatla
da bu iş olmaz. Çürük temelin üstüne sağlam binâ kurulamaz. Bir-zaman sonra çatırdamaya
başlar çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâmî
hakîkatin ve düzenin hayâtın tam ortasına konması gerekir. Çürük bir temel
üzerine ancak gecekondu yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için kepçenin ne zaman
geleceği de belli değildir.
Kur’ân’ı
anlayıp-anlamadığınızdan değil, ona uyup-uymadığınızdan hesâba çekileceksiniz.
Hedefimiz sonsuz anlamalar değil, ölene kadar sürecek uygulamalardır.
Hiç-bir eylemde bulunmadan
ve bir eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak) sâdece okuyup-tefsir
edip yorumlayarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmekle;
anlamadan, sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir şeylerin değişebileceğini
beklemek ve zannetmek arasında fark yoktur.
Kardeşlerim!, yaptığınız
şeyler işe yaramıyor. Kur’ân’ın, sâdece kelimelerinin analizini yaparak,
insanları-Dünyâ’yı mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı zannetmek
zavallılıktır.
“Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip
duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar/konuşuyorlar” (Şuârâ 225-226).
Din/İslâm, neyin söylendiği
ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Seyyid Kutup der ki:
“Şurası bir gerçektir ki, bu
dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir. Allah’a yemin olsun ki, binlerce konferans,
milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca dergi, gazete, broşür aslÂ
İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle kadar etkili olamaz”.
Allah’ın da bir amacı-hedefi
vardır. Boşuna yaratmamıştır âlemi ve insanlığı:
“Ki O, yarattı, bir düzen içinde biçim verdi, takdir
etti. Böylece yol gösterdi” (A’lâ
2-3).
Kur’ân “en yüksek ideâl”dir,
üzerine bir “tık” daha ilâve yapılamayacak kadar yüksek bir ideâldir, yapılması
gerekeni en ideâl şekilde emreder. Fakat “pratik” en yüce ideâle göre olsa da,
teoriğe göre farklı olur. Bir fikir yada ideâl hayâta dönünce ve doğal hâle
gelince biraz değişir. Bu-bağlamda vaahiy-merkezli pratiklik demek olan Sünnet,
bu doğal-insânî pratiğin en yüksek şeklidir. Fakat o bile “insanın
ulaşabileceği” en iyi pratikliktir. Kur’ân’ın önerdiği şeyin mutlak anlamda
aynısı değildir. Bunun böyle olmayacağını Allah elbette bilir. O, en ideâl
vahyi-teoriyi ortaya koydu ki, insanlar için ideâl bir hedef olsun ve o ideâle
ve hedefe yaklaştıkça bir değerleri olsun. Yâni Allah, varlığın yapısına,
sünnetullaha ve imtihana göre insan için bir ideâl koyuyor ama o ideâle ulaşmak
için gayret etmesine rağmen ulaşamayanları da o ideâl yolunda oldukları için başarılı
sayıyor ve onlardan râzı oluyor. O ideâlin yâni vahyin yada güzel örnekliğin
mesela yarısına yada üçte ikisine kadar ulaşmış olmak da ideâl yolunda olmak
bakımından başarıdır, iyidir.
O ideâle yâni hedefe,
yüzdeyüz dğeil de yüzde yetmişbeş ulaşılsa ne olur?. Peki yüzde doksandokuz
ulaşılsa.. Bir eksiklik olur mu?. Kanımca Peygamberimiz, o’ndan sonra kimsenin
aşamayacağı ulaşabilecek en üst sınıra ulaşmıştır ama, Peygamberimiz’in
ulaştığı yer bile yüzdeyüz değildir. Çünkü netîcede o da bir insandır. Zâten
Allah da öyle bir beklenti içinde değildir. En üst sınır olan yüzdeyüze diğer
peygamberler de ulaşamamıştır. Çünkü yüzdeyüz ulaşabilecek bir şey değil, o
hedef doğrultusunda insanın istikâmetini ve hedefini belirleyen şeydir. Önemli
olan o ideâl ve hedefi edinmiş olmaktır, o yolda olmaktır. Nice peygamberler
yolda kaldılar, öldürüldüler ve dünyevî anlamda başarısızlıkları oldu, fakat
bunun nedeni -hâşâ- bâtıl ve yanlış yolda olduklarından dolayı değildi. Önemli
olan tevhid yolunda olmak ve “yeterince tevhid yolunda olmak”tır.
Kur’ân “ana-hedefi” olan “ara-hedefler”
kitabıdır.
En yüce hedef,
vahiy-merkezli bir bilgi-bilinç ve amel-eylem sürecine girerek “İslâm devleti
ve medeniyetini kurmak” olmalıdır. Bir devlet ve medeniyet rast-gele çıkmaz ortaya.
O bir hedefin sonucudur. “İslâm’ı her alanda hayâta hâkim kılmak” gibi yüce bir
hedefi olmayanlar, başka sûni hedeflerle oyalanıp dururlar. Bu geçici hedefler,
insanların enerjilerini sömürüyor ve tüketiyor onları. Yüce hedefleri
olmayanların enerjileri de düşük oluyor. Sait Çamlıca:
“İnsanın zihni, kendisine seçtiği
hedef kadar enerji üretir” der.
İşin acı tarafı ise şudur; Batı’nın
artık yeni değerler(!) üretemeyip, eski baskıcı dönemine tekrar dönmesi
sürecinde, İslâmî bir hedefi olmayan müslümanlar yeni bir model ortaya
koyamıyorlar. “Hedef bilinci yokluğu” bu noktadaki en önemli sorundur.
İslâm’ın-Kur’ân’ın
ana-hedefi; İslâm devleti ve medeniyetiyle berâber, insanın mutluluğu-huzûru,
insan dâhil tüm canlı-cansızlara zulmün bitirilmesidir. Yoksa hedef, muâsır
medeniyet (daha doğrusu uygarlık) seviyesine ulaşmak değildir.
“İslâm devleti hedefi” fikri
müthiş bir motivasyon kaynağıdır. Müslümanları ancak böyle bir hedef çok iyi
motive edebilir ve müslümanlar ancak böyle bir motivasyonla bu yolda
amele-eyleme dönerek çalışmaya başlayabilirler. Bu nedenle, Kur’ân’ın bize
öğrettiği ve gösterdiği hedef doğrultusunda,
bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreci başlamalıdır. Bu yola girebilecek
cesâreti olanlar, “hedef bilinci”ne sâhip olanlar olacaktır.
“Hedef”i
olmayanlar hedef olurlar vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder