16 Ocak 2016 Cumartesi

Hedef Bilinci


Genelde son 35 yıldır, fakat özellikle 28 Şubat’tan sonra müslümanlar, yoğun teorik İslâm’i çalışmalar yapıyorlar. Öyle ki, 80 öncesi, bir elin parmaklarının sayısını geçmeyen meâl sayısı, son 35 yılda 250-300 sayısına ulaşmış; binlerce sayıda ve her konu ile ilgili İslâm’i kitaplar-dergiler yazılmış, programlar yapılmış, memleketin ve Dünyâ’nın her yerinde her-gün sohbetler-dersler-etkinlikler yapılmaktadır. Nice konferanslar, nice gezi-piknik--umre-hac ziyâret ve ibâdetleri, radyo-televizyon programları yapılıyor ve bu etkinlikler büyüyerek devâm ediyor. 1980 sonrası “Kur’ân’a dönüş” çalışmaları hızla artmış ve hem yeni hem de doğru fikirlere-bilgilere ulaşılmış, bu bilgiler çeşitli ortamlarda sosyâl medyada, televizyonlarda-konferanslarda paylaşılmış ve halk tarafından da öğrenilmiştir.

 

Bu tarz çalışmaları tebrik etmemek tabî ki de uygun olmaz. Çünkü olumlu iyi işlerdir bu yapılanlar. Zîrâ teorik anlamda yanlıştan doğruya dönüşler olmuştur/oluyor. Gayretli çalışmalar sonucunda nice yanlışlar görülmüş, fark edilmiş, vahiy-merkezli doğrulara ulaşılmış ve bunlar yazılmış-çizilmiş, çeşitli ortamlarda paylaşılmış ve kayda geçirilmiştir. İşin bu yönünde bir sorun yok..

 

Fakat… Yapılan onca şeyin amacı hedefi nedir?. Ne için bu çabalar, koşuşturmacalar?. Amaç nedir?. Bir hedef var mı?. Sormak lâzım kendimize ve birilerine; Sonunda ne yapacaksınız?. Ulaştığınız ve biriktirdiğiniz bilgileri, yazdığınız kitapları, kaydettiğiniz konferansları-konuşmaları-dersleri vs. nerede kullanacaksınız?. Bunları sâdece yazmış-konuşmuş-söylemiş olmak Allah’ın bir emri ve Kur’ân’ın bir isteği midir?. Bu yaptıklarınız dünyâ-çapında bir yaraya merhem oldu mu?. Pratik anlamda, ıslah anlamında bir sonuca ulaşılmış mıdır?. Meselâ Kur’ân’ı komple tefsir ederek, bu tefsiri haftalık dersler şeklinde bir-kaç senede bitirdikten sonra ne yaptınız?. Tekrar başa dönüp tekrar tefsir etmeye neden başladınız?. İlk tefsirde anlayamadınız mı?. “Kur’ân'ı yeniden okumak” mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?. Amele-eyleme geçmedikçe. Müslümanların ve Dünyâ'nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ'nın “Kur’ân'ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan sürekli okunma” kitabı değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur.

 

Diyelim ki süper bir bilgisayar var ve bu bilgisayardan insanın beynine bilgi nakledecek bir sistem geliştirilmiş. Bu yolla 24 saat içinde “her yönden sağlıklı bir insana”, seçme 1 milyon kitap, 10 milyon dergi, 100 milyon makâle-yazı yüklendi. Dünyâ’da konuşulan her dil beynine yüklendi. Kur’ân’ın “Şâmil Programı” gibi 100 tâne program beyne gönderildi. Üstelik bir-kaç gün içinde bu bilgiler hücrelere yedirilmiş ve doğal hâle getirilmiş yâni güncelleştirilmiş olsun. Yâni harddisk gibi ruhsuz değil de, kişinin değerlendirebileceği bir şekilde olsun. Yükleme ile Kur’ân’ın hâfızı da oldu. Arapça bilgisi de mükemmel olarak yüklensin vs.. Yâni her konuda âllâme-i cihan olsun bu kişi. Hem de yüklenen şeyler boş ve değersiz kaynaklar değil, çok iyi seçilmiş ve özenle ayrılmış kalitede kitaplar/kaynaklar olsun. Bu kişi her konuda insanlık târihinin en ileri ilim-sâhibi olsun.. Bu kişi bundan sonra ne yapacak?. Ne yapmalı?. Ne yapabilir?. Şimdi ne olacak?. Eğer Dünyâ’nın perişân hâlinden rahatsız olup bunu İslâm-merkezli düzeltme yolunda olmazsa ne kıymeti olur bu kadar bilginin?. Dünyâ’da hiç-bir şeyi değiştirmeyecekse o kişinin o kadar bilgiye çok çabuk bir şekilde ulaşması neye yarayacak?. Bilinsin ki; bu kadar ilim olacağına, zulmü/zorbalığı/zorluğu/acıyı vs. düzeltme yolunda atılacak en küçük bir adım Allah katında sonsuz kez daha değerli olacaktır.

 

Amele-eyleme dönük olmayan İslâmî çalışmalar yapanlara sormak gerekir: Son 35 yılda pratik anlamda ne yaptınız?. Hangi yaraya parmak bastınız ve hangi yaraya merhem oldunuz?. Üstelik 35 yıl önce örnek alabileceğiniz bir İslâm’i hareket ve devrim örneği de vardı: Îran İslâm Devrimi.. Çiğ-köfte partileriyle, 5 yıldızlı otellerde “ribat”lar ve umreler yapmak mıdır İslâm’ın-Kur’ân’ın isteği?. Kaliteli “İslâm’i hazlar” yaşamak mıdır bir mü’minin hedefi?. Siz gerçekten ciddî misiniz?.

 

Başta Peygamberimiz olmak üzere sahabeler ve ardılları mücâhede ve mücâdelelerini böyle mi yaptılar?, böyle mi kurdular İslâm devletini ve bu şekilde mi başlattılar İslâm medeniyetini?. Şirki, sizin yaptıklarınız gibi davranarak mı kaldırdılar ve zulmü çiğ-köfte partileriyle mi bitirdiler?. Yada eyleme bir-türlü geçmeyen mükerrer okumalarla mı zulmü bertarâf ettiler?.

 

Milâdi 610 yılında, toplumdaki olumsuz durumlar sebebiyle ızdırap çeken Hz. Muhammed, teselliyi Nur Dağı’ndaki Hira mağarasında buluyordu. Yine Hira’da olduğu bir günde melek Cebrâil’in “oku” hitâbıyla, Peygamberimizin hayâtının sonuna kadar sürecek olan mücâdelesi/mücâhedesi başlıyordu.

 

O vakitte Mekke halkının çoğu okuma-yazma bilmeyen, hattâ çoğu, hayatlarında kitap bile görmeyen insanlardı. İnsanların ilk derdi “geçim” olduğu için, hayatlarını kazanç yolunda tüketiyorlardı. Zâten adâletsizlik ayyuka çıkmıştı. Mekke’lilerin kültürel etkinlikleri ise şiir ve ataların isimlerinin kayıtları ile bâzı sözleri idi. Sözel (şifâhi) bir kültür vardı yâni. Vahiy işte böyle bir kültürel düzeydeki kişilere gelmişti. Peygamberimiz belki biraz da bu nedenle görevin ağırlığını hissetmişti omuzlarında. Çünkü vahiy, bildirmekle ve dâvet ile başlıyordu. İnsanların çoğu okuma-yazma bilmeyen ve çobanlıkla uğraşan kişiler olmasına rağmen şan ve şeref için de olsa yiğitlik ve cömertlikle anılan kişilerdi. Aslında bu hasletler okuma-yazma bilmekten daha önemlidir. Çünkü Peygamberimize daha çok bu kesimlerden destek geliyordu. Okuma-yazma bilenlerin çoğu tedirgin ve kibirli davranıyordu. Hem zâten Kur’ân, peygamberlerin kıssalarını anlatırken daha çok mücâdele/mücâhedeyi öne çıkaran hitaplarda bulunuyordu. 

 

Kur’ân “uzman” kişilere gelmemiştir. Kur’ân’ın ilk muhâtapları %99’u okuma-yazma bilmeyen insanlardı. (Şu-anda da Türkiye’de 4 milyon 640 bin yetişkin insan okuma-yazma bilmiyor). Çölde yaşayan bedevilerdi. Deve çobanlarıydılar. Kaba-saba kişiler vardı içlerinde. Haydutluk yapanlar vardı. İşte Kur’ân bu kişilere gönderildi. Onlara okundu. (Belazuri’ye göre peygamberimiz zamânında sâdece 10 kişi okuma-yazma biliyordu). Bu kişiler; “bu dediklerini hele bir anlama sürecine sokalım, kelimelerini/kavramlarını ayırıp inceleyelim de ondan sonra karar veririz” demediler. Vahiy onlara öyle bir bilinç ve inanç aşıladı ki, Dünyâ’yı fethetmelerine sâdece îmanları ve gayretleri yetti. Kur’ân’ın hitâbı, halkın seviyesinde bir hitâptır çünkü. 

 

Evet, bu Kur’ân âlimlere/filozoflara/entelektüellere/toplumun okumuş kesimlerine/cins kafalara/arap-dili uzmanlarına/ulemâya/şâirlere/profesörlere/akademik kariyer sâhiplerine, süper zekâlara, tasavvufçu-bâtınilere, zenginlere vs. gelmedi sâdece. Bunlar da dâhil Dünyâ’nın her yerinde yaşayan ve akıl zaafiyeti olmayan tüm insanlara gönderildi. Allah, “ya eyyuhen nas”, “ eyyûhellezîne âmenû” diyerek tüm insanlığa hitâp ediyor. Sâdece bir-kısım özel insanlara değil, herkese sesleniyor. Bunların içinde dağda yaşayan çobanlar, çölde yaşayan bedeviler, ovada yaşayan göçebeler ve şehirlerde yaşayan her kesimden insan vardır doğal olarak. İşte herkese hitâp eden bir kitaptır Kur’ân-ı Kerim. Sâdece bilgisayarlarla donanmış modern çağlara değil, her zaman ve mekânda ve her koşulda yaşayanların, okuduğunda kolayca anlayabileceği bir kitap ve hitaptır yüce Kur’ân. Bir îman/gönül/fedâkârlık/cömertlik/mertlik/yiğitlik söylemidir. Bu vasıflara sâhip olanlar ille de “okumuş” olanlar değildir. Bu Kur’ân din konusunda uzman olanlara gelmedi. Peygamberiz en başta büyük ihtimâlle okuma-yazma bilmeyen, diğer vahiy kitaplarını okumamış, ümmi birisiydi. İşte vahiy bu kişiye geldi. O, kendisine söylenen şeyi hemen anladı. Anladığı için de bilgi-bilinç-dâvet/eylem-devlet-medeniyet süreci için uygulamaları hemen başlattı. Zihinlerle birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu Kur’ân. Kim daha samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en çok da ona hitâp eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde “yaşayanlar”dır. “Bilmek” sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak demektir. Hattâ belki de ona derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan çok, diğer kesim hizmet etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için değil, hayatta yaşaması/iktidar olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında bu ideâl için en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği görülür. Bilâl-i Habeşi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim değildiler. Fakat gösterdikleri teslimiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının yıldızlara yükselmesine neden olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde kişinin ne yaptığı önemlidir.

 

İşte Peygamberimiz de kendisine inen vahiyden bunu anladığı için tüm peygamberliği boyunca Mekke’de pasif, Medîne’de ise aktif mücâdele/mücâhedede bulundu. Kur’ân’ın/Vahyin kâlplere hitâp eden etkisi, onun üzerinde sonsuz yorumlar/anlatımlar/araştırmalar yapılmasına gerek bırakmıyordu. Gelen vahiyler bir kere dinlenildiğinde/okunduğunda bile idrâk ediliyor, artık iş “uygulama”ya kalıyordu. Kur’ân ile daha yoğun ilgilenen Ashab-ı Suffa örneğine rağmen Peygamberimizin gelen vahiyleri okumakla/bildirmekle ve bu âyetlerle ilgili uygulama metotlarını konuşmaktan başka düzenli olarak derin Kur’ân dersleri yaptığı vâki değildir. Bir-tek arada-bir sahabenin ilk-defa duyduğu kelimelerin anlamlarını sorması istisnaydı. Zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda derin araştırmalar yapılması çelişki olarak görülür vicdanlara çünkü.

 

Evet; Peygamberimiz ve ashab, bu tarz bir İslâm’i mücâdele/mücâhedede ile 23 yıl sonunda Arabistan yarım-adasında İslâm’i bir barış/selâmet yurdu kurdu. Bu durum bâzı aksamalara rağmen Hz. Ali’nin vefâtına kadar sürdü. Ondan sonra başa gelenler, Kur’ân’ı aşırı yorumlama ile anlam kaybına uğrattılar ve iktidarlarını sürdürdüler. Yaklaşık 100-150 yıl sonra hem maddî hem de kültürel olarak müslümanların dünyevî çıtası yükselse de, içi boşalmış bir anlayış hâkim durumdaydı. Halk kendi içinde hakîkati korumak istese de, iktidar, kültürel etkinlikleri çoğaltarak hem kültürel bir keşmekeşe sebep oluyor, hem de bu kargaşayı kullanarak iktidarlarını güvenceye alıyorlardı. Bu içi boşalmış (yâni eyleme dönmeyen aşırı yorumlama) kültürel etkinlik, 12. yy.ın başında iflâs etti. Artık tam bir kültürel karmaşa hâli vardı. İslâm’ın Kur’ân ile bağı koparılmış ve uydurma hadis/söz/yorumlara bağlanılmıştı. Kılıçların etkisinin sürdüğü 19. yy.’ın başına kadar perişanlık açıkça görünmese de bu târihten sonra bu kopuş kendini acı bir şekilde göstermeye başladı ve 2. Dünyâ savaşından sonra ayyuka çıktı. 

 

19. yy.’ın sonlarına doğru bâzı kişiler bu kötü durumun nedenini anladılar fakat baskı karşısında çok fazla bir netîce alamadılar. Diğer bâzı İslâm’i hareketlerin gayretleri de gerek karşılarındaki güç, gerekse de iç-destekten yoksunluktan ve bâzı hatâlardan dolayı netîceye ulaşamadı. Bundan sonra artık müslümanlar şu karara vardılar: “Biz sistemli kültürel etkinlikler yapmadığımız için bu kötü durumlara düştük. Bunu düzeltmek için sistematik kültürel çalışmalar/dersler yapmak lâzım”. Ve sürekli okumalar/yazmalar/sohbetler vs. yapıldı. Bir-zaman sonra Kur’ân-merkezli okumaların yapılması gerektiği doğru olarak anlaşıldı. Bu bir silkiniş dönemi olabilirdi ama çeşitli nedenlerle ve baskılarla bu silkiniş gerçekleşemedi. Bunun sonucunda Kur’ân daha çok okunmaya, okunduktan sonra tekrar okunmaya, sonra yorumlanmaya, te’vil edilmeye, tefsir edilmeye, meâllendirilmeye, kavramlarının ayrıştırılmasına ve araştırılmasına vs. başlandı. Kur’ân tâbiri câizse didik-didik edildi. Fakat bir türlü eyleme/harekete dönmüyordu. Kamusal alanda, sosyal hayatta kendini göstermiyordu. Kur’ân profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaşma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama pratik hayatta değişen bir şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyordu. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyordu. Bu süreç değişmediği için artık müslümanların ışığı sönmeye başlamıştı. Artık âlim denilen kişiler bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlardı. Tüm bu etkinliklerin başta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmadı. Şeytan “sağdan” yaklaşmış ve yine müslümanları Allah ile aldatmıştı.

 

Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştı bu hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştı. Kur’ân ısrarla hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı dernekleri/vakıfları/zâviyeleri gösteriyordu.

 

Kur’ân bütünsel olarak anlaşılabilir ancak. Parçalayıcı yaklaşımlarla, anlamayı daha zorlaştırmaktan ve içinden çıkılmaz bir hâle getirmekten başka bir şey yapmış olmazsınız. Sonuçta parçacı yaklaşım, amaçtan kopuk bir yaklaşımdır.

 

Bu tarz çalışmalarının bir amacı yoktur, hedefleri yoktur. Eğitim ve bilgi edinme kendi içinde bir “hedef” hâlini almıştır. Fakat bu, insanı hiçbir zaman tatmin etmez. Bu yüzden de sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sorup dururlar. Belki de ne yapılacağını bildikleri hâlde sordukları bir sorudur bu. Bu nedenle de samîmi bir soru değildir.

 

Kur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir pazıl gibi, bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en büyük hakârettir. Böyle yapmak Kur’ân’ı “anlaşılmaz bir kitap” gibi göstermek demektir. Kur’ân, bu tür nitelemelerden uzaktır.

 

Kur’ân’da “aranacak” bir şey yoktur. Her şey/âyet o kadar açıktır ki, aranmayı/anlamayı değil, okunmayı beklemektedir. Zâten neyi arıyoruz?. Ne bulacağız?. Felsefede şöyle bir soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz?”.

 

Yüz-yıllardır bu çalışmalar yapılıyor ve müslümanların rezilliği bitmediği gibi daha fazla artıyor. Zâten müslümanların bu kötü durumunun nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmektir. Einstein:

 

“Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der. 

 

Sorunumuz bilmek/anlamak/ayrıntılarda boğulmak değil; “inanmak ve yapmak”, aydınlığa çıkmaktır. Hedef budur. Bu tarz gereksiz çabalara düştüğümüz müddetçe de “yapma” işine girişmemiz mümkün değildir. Zîra bu işin bir sonu yoktur. Bu, bir oynama-oyalanma/hevâ-heves işidir. Hele ki mevcut dünyâ-şartlarında îmansal ve eylemsel işlere girişmeyip de bu tarz çalışmalarla vakit isrâf etmek îkap/azap sebebidir. Çünkü bu çalışmalar hiç-bir acıyı/zulmü/göz-yaşını/açlığı/susuzluğu/üşümeyi/ağlamayı/çığlığı/feryâdı/dökülen kanları/mazlûmiyeti ve çâresizlerin alnına doğru gelen kahpe bir kurşunu bile engelleyemez yada saptıramaz.

 

Müslümanların mevcut toplanışları ve çalışma şekilleri eyleme yöneltmiyor. Çünkü anlamak bilgilenmek demektir ama bilinçlenmek demek değildir her zaman, bu yüzden de bir-türlü eyleme dönüşemez. Îman ise direkt amelle/eylemle alâkalıdır. Kur’ân’da îman ve amel/eylem hep; “îman eden ve sâlih amel işleyen” diye geçer. Îman amelle tezâhür eder zîra. Gerçeklik “anlama”da değil, “inanma”da (îman) ve dolayısı ile amel/eylemde kendini gösterir. Salt iyi niyetle hiç-bir şey düzelmez. “Hüsn-ü niyet hüsn-ü hizmet için yeterli değildir” denir. Dînin gönderiliş amacı ilk-önce bu dünyâda işe yarasın içindir. Ali Şeriati: “Dünyâ’da işe yaramayan din, âhirette de işe yaramaz” der.

 

Ahmet Davudoğlu öğrencilerine: “Evlâdım!. Bu okullarda size öğretilen ilmi bir şey zan etmeyin. Bu ilimler Osmanlı'nın kasabında-manavında da vardı. Bunları okumakla âlim olduğunuz zannına kapılmayın” dermiş.

 

Ramazan Yılmaz:

 

“İnsan yaşadığı hayâtın anlamını bildiği, hedefini ve amacını tespit ettiği ölçüde hayatta başarılı olur, yücelir. Hedefe ulaşma amacı; kişinin akıllı, ölçülü, düzenli ve îman ettiği değerlere göre hareket etmesini sağlar” der.

 

İslâm’ın bir hayat algılayışı, bir yaşam-biçimi vardır. Bu yaşam-biçiminde müslümanın bir ayağı Dünyâ’da iken, diğer ayağı da âhirettedir. Bir ayağın âhirette olması demek, sürekli ölüm ile iç-içe yaşamak demektir. Ölmekten korkmamak, gerekirse yolunda ölebilecek şeylere tâlip olabilmek, koşabilmektir. İşte bize ilk-önce âhiretten şüphe ettirildi; ölüm-ötesi hayâtın/âhiretin yokluğuna alıştırıldı; ölüm sonrasını iptâl ettirecek düşünceler geliştirildi ve ürünler sunuldu; daha sonra da ölümden korkulmaya başlandı. Böyle olunca biz cihad rûhumuzu yitirdik/kaybettik. Ölüm korkusu bizim Dünyâ’ya daha fazla sarılmamıza neden oldu, fakat vicdânımızın fıtrî/İslâm’i baskısı devâm ediyordu. Vicdânımızı bastırmak için de ona sus-payı olarak okuma-anlama çalışmaları yapmaya başladık. Okuma-anlama çalışmaları güzel bir şeydir ama bu çalışmalar eyleme zinhar dönmeyen ve dönmeyi de düşünmeyen “salt okuma-anlama çalışmaları” oluyor genelde. Unutmayalım ki, hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.

 

Hareket, akıl ile îman arasındaki orta yoldur. İkisi birleştiğinde ancak sâlih amel çıkar ortaya. Aksi-hâlde ayrı-ayrı bir değerleri yoktur gönül eğlemekten başka. Söz/düşünce/fikir ancak, harekete geçerse gerçek-realite-hak hâle gelir. Aksi takdirde somutlaşamaz.

 

Sürekli ders-ders-ders. Öyle bir hâle geldi ki, derslerin amacı-hedefi yine dersin kendisi oldu. Ders yapmış olmak için dersler yapılıyor. Ders yapmak amaç ve hedef olmuş. Fakat bir-türlü dersler dertlendirmiyor ki dertler de eyleme dönüşsün. Şöyle bir söz vardır:

 

“Ders”ten önce “dert” öğretilmeli ki, öğrenci-talebe, ideâl ve iddia sâhibi olabilsin ve “uzun yola” çıkmaya hüküm giyebilsin ve bunu göze alabilsin”.

 

Allah, “yerine getirmeyeceğiniz şeyin muhabbetini de yapmayın” diyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?” (Saff 2).

 

İnsan bildiklerini bilmez durumuna gelebilir ama yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak, bilmekten çok daha değerli ve önemlidir. “Yapmak” ise bir hedefe bağlıdır. Bu nedenle bir “hedef bilinci” şarttır.   

 

Söylenecek en caf-caflı sözler bile faydasızıdır. Çünkü güzel söz sâlih-amel olmadıkça Allah’a yükselmez:

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, Sâlih-amel de onu yükseltir” (Fâtır 10).

 

Ey “araştırıcı”!. Oturduğun yerden “anlama” yapamazsın, anlayamazsın. Anlama, dışarıda olur, meydanda. Aksi-hâlde İslâm’ı/Kur’ân’ı sıradanlaştırmaktan, etkisini azaltmaktan başka bir şey yapmış olmazsın. Kur’ân kitaplardan bir kitap olur/oluyor.

 

Tamam, bir başlangıç lâzım. Fakat başlayacak ama ne zaman bitecek?. Yâni bu teorik çalışmalar ne zaman tamamlanacak ve ne zaman amele-eyleme geçip devlete-medeniyete dönüşecek?. Hayat-boyu devâm eden bir terbiye-süreci olacak eyvallah ama bu terbiye ne zaman “görünür” olmaya başlayacak?. Şaheserler yazmaktansa, küçük de olsa bir “çözüm” bulmak daha önemli ve gereklidir.

 

Yanlış anlaşılmasın.. Bu satırların yazarı “İslâm’i ömrünü” Kur’ân okumaya vermiş birisidir. Neredeyse tüm mesâisini buna harcamaktadır. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak isteyen biridir. Hedefi budur ve bu hedef bilincini Kur’ân’dan almıştır. Karşı olduğu şey Kur’ân’ı tâğutların istediği gibi anlama yanlışıdır. Tefsirin te’vile dönüşmesidir. Çünkü artık tefsir bırakıldı ve te’vil etme yoluna düşüldü. Sınırsız te’vil. (burası çok önemli) Aşırı-yorumlama, -mevcut hayâtı tâğutlar/firavunlar kontrôl ettiği için-, onların istediği şekilde olacaktır. Yorumlar, onların kurmuş olduğu Dünyâ’dan/kamûsal alandan etkilenerek yapılacak yorumlar olacaktır. Kur’ân bütünlüğünden kopuk yorumlardır bunlar. (Biz burada te’vil kelimesini ıstılâhi anlamda alarak, “mânâyı farklılaştıracak şekilde aşırı yorumlama” olarak aldık). Allah bize bir hedef bilinci veriyor Kur’ân’da:

 

“Uğrumuzda cihad edenleri, kesinlikle bize ulaştıran yollara erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah iyi işler yapanlarla berâberdir” (Ankebût 69).

 

“Allah, dinden Nûh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsa’ya ve Îsâ‘ya tavsiye ettiğimiz, “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir hayat-düsturu olarak ön-gördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Resûlünü, hidâyet ve hak dinle gönderdi ki o hak dîni, bütün dinlere üstün kılsın. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).

 

“Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında âdil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik bir-çok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri hâlde Allah’ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve üstün irâdelidir” (Hadîd 25).

 

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki zâlimler istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemese de dînini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur” (Saff 8-9).

 

“Allah, içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır. Dosdoğru namazı kılın, zekaâtı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).

 

Elbetteki Kur’ân dersleri de gereklidir ve olmalıdır. Ancak sâdece ders ve inceleme ile Kur’ân’ın insanların hayâtında pratik bir şekilde yaşanan bir davranış hâline dönüşmesi mümkün değildir. Çünkü günümüzde Kur’ân (belki mushaf demek daha doğru olur) derslerinden edinilen bilgi ölü bir bilgidir. Kur’ânî bilgi ancak ve ancak hayâta yansıyınca dirilir ve canlılık kazanır. Fikir ve düşünce-yolu amelî yola dayanmadıkça sonuç vermez, hattâ uzun süre elde tutulamaz. Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki yürekli nesiller ortaya çıksın.

 

Peki ne yapalım mı diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:  

 

“Ey iman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).  

 

Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Eyleme dönmeyen hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da. 

 

Yıkmadan yapmakla yâni tâdilatla da bu iş olmaz. Çürük temelin üstüne sağlam binâ kurulamaz. Bir-zaman sonra çatırdamaya başlar çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâmî hakîkatin ve düzenin hayâtın tam ortasına konması gerekir. Çürük bir temel üzerine ancak gecekondu yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için kepçenin ne zaman geleceği de belli değildir.

 

Kur’ân’ı anlayıp-anlamadığınızdan değil, ona uyup-uymadığınızdan hesâba çekileceksiniz. Hedefimiz sonsuz anlamalar değil, ölene kadar sürecek uygulamalardır.

 

Hiç-bir eylemde bulunmadan ve bir eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak) sâdece okuyup-tefsir edip yorumlayarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmekle; anlamadan, sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmek arasında fark yoktur.

 

Kardeşlerim!, yaptığınız şeyler işe yaramıyor. Kur’ân’ın, sâdece kelimelerinin analizini yaparak, insanları-Dünyâ’yı mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı zannetmek zavallılıktır.

 

“Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar/konuşuyorlar” (Şuârâ 225-226).

 

Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Seyyid Kutup der ki:

 

“Şurası bir gerçektir ki, bu dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir. Allah’a yemin olsun ki, binlerce konferans, milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca dergi, gazete, broşür asl İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle kadar etkili olamaz”.

 

Allah’ın da bir amacı-hedefi vardır. Boşuna yaratmamıştır âlemi ve insanlığı:

 

“Ki O, yarattı, bir düzen içinde biçim verdi, takdir etti. Böylece yol gösterdi” (A’lâ 2-3).

 

Kur’ân “en yüksek ideâl”dir, üzerine bir “tık” daha ilâve yapılamayacak kadar yüksek bir ideâldir, yapılması gerekeni en ideâl şekilde emreder. Fakat “pratik” en yüce ideâle göre olsa da, teoriğe göre farklı olur. Bir fikir yada ideâl hayâta dönünce ve doğal hâle gelince biraz değişir. Bu-bağlamda vaahiy-merkezli pratiklik demek olan Sünnet, bu doğal-insânî pratiğin en yüksek şeklidir. Fakat o bile “insanın ulaşabileceği” en iyi pratikliktir. Kur’ân’ın önerdiği şeyin mutlak anlamda aynısı değildir. Bunun böyle olmayacağını Allah elbette bilir. O, en ideâl vahyi-teoriyi ortaya koydu ki, insanlar için ideâl bir hedef olsun ve o ideâle ve hedefe yaklaştıkça bir değerleri olsun. Yâni Allah, varlığın yapısına, sünnetullaha ve imtihana göre insan için bir ideâl koyuyor ama o ideâle ulaşmak için gayret etmesine rağmen ulaşamayanları da o ideâl yolunda oldukları için başarılı sayıyor ve onlardan râzı oluyor. O ideâlin yâni vahyin yada güzel örnekliğin mesela yarısına yada üçte ikisine kadar ulaşmış olmak da ideâl yolunda olmak bakımından başarıdır, iyidir. 

 

O ideâle yâni hedefe, yüzdeyüz dğeil de yüzde yetmişbeş ulaşılsa ne olur?. Peki yüzde doksandokuz ulaşılsa.. Bir eksiklik olur mu?. Kanımca Peygamberimiz, o’ndan sonra kimsenin aşamayacağı ulaşabilecek en üst sınıra ulaşmıştır ama, Peygamberimiz’in ulaştığı yer bile yüzdeyüz değildir. Çünkü netîcede o da bir insandır. Zâten Allah da öyle bir beklenti içinde değildir. En üst sınır olan yüzdeyüze diğer peygamberler de ulaşamamıştır. Çünkü yüzdeyüz ulaşabilecek bir şey değil, o hedef doğrultusunda insanın istikâmetini ve hedefini belirleyen şeydir. Önemli olan o ideâl ve hedefi edinmiş olmaktır, o yolda olmaktır. Nice peygamberler yolda kaldılar, öldürüldüler ve dünyevî anlamda başarısızlıkları oldu, fakat bunun nedeni -hâşâ- bâtıl ve yanlış yolda olduklarından dolayı değildi. Önemli olan tevhid yolunda olmak ve “yeterince tevhid yolunda olmak”tır.

 

Kur’ân “ana-hedefi” olan “ara-hedefler” kitabıdır.

 

En yüce hedef, vahiy-merkezli bir bilgi-bilinç ve amel-eylem sürecine girerek “İslâm devleti ve medeniyetini kurmak” olmalıdır. Bir devlet ve medeniyet rast-gele çıkmaz ortaya. O bir hedefin sonucudur. “İslâm’ı her alanda hayâta hâkim kılmak” gibi yüce bir hedefi olmayanlar, başka sûni hedeflerle oyalanıp dururlar. Bu geçici hedefler, insanların enerjilerini sömürüyor ve tüketiyor onları. Yüce hedefleri olmayanların enerjileri de düşük oluyor. Sait Çamlıca:

 

“İnsanın zihni, kendisine seçtiği hedef kadar enerji üretir” der.

 

İşin acı tarafı ise şudur; Batı’nın artık yeni değerler(!) üretemeyip, eski baskıcı dönemine tekrar dönmesi sürecinde, İslâmî bir hedefi olmayan müslümanlar yeni bir model ortaya koyamıyorlar. “Hedef bilinci yokluğu” bu noktadaki en önemli sorundur.

 

İslâm’ın-Kur’ân’ın ana-hedefi; İslâm devleti ve medeniyetiyle berâber, insanın mutluluğu-huzûru, insan dâhil tüm canlı-cansızlara zulmün bitirilmesidir. Yoksa hedef, muâsır medeniyet (daha doğrusu uygarlık) seviyesine ulaşmak değildir.

 

“İslâm devleti hedefi” fikri müthiş bir motivasyon kaynağıdır. Müslümanları ancak böyle bir hedef çok iyi motive edebilir ve müslümanlar ancak böyle bir motivasyonla bu yolda amele-eyleme dönerek çalışmaya başlayabilirler. Bu nedenle, Kur’ân’ın bize öğrettiği ve gösterdiği hedef doğrultusunda, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreci başlamalıdır. Bu yola girebilecek cesâreti olanlar, “hedef bilinci”ne sâhip olanlar olacaktır.

 

“Hedef”i olmayanlar hedef olurlar vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak  2016

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder